3 Temmuz 2017 Pazartesi

Kabir azabı



Ölüm Ve Ötesi -1-

- 26 Ekim 2015
Kendi bilgi ve iradesi dışında dünyaya gelen ve yine aynı şekilde dünyadan ayrılmak durumunda olan insanın ölüm ve hayat karşısındaki bu çaresizliği, onu hayatın kaynağı ve sonrası üzerine düşünmeye sevk etmiştir. İnsanın bu konuda ulaştığı kanaat onun hayatını şekillendirme hususunda önemli bir etken olmuştur. İslâm inancında ölümü de hayatı da Allah Teâlâ’nın yaratması ve takdir etmesi, bir hakikat olarak insanın âlemdeki yerinin, Allah’la irtibatının ve bir bütün olarak hayatının esasını teşkil etmektedir. Dolayısıyla insanın yaratılışı, tabiî ve ruhi imkânları, ahlâkî nitelikleri, âlemdeki konumu ve yeryüzündeki görevi, dönüşün Allah’a olduğu kabulüyle anlam kazanmaktadır. Buna göre insan, hem varlığa gelişi hem varlığını sürdürüşü hem de asıl Varlığa dönüşü bakımından daima ilâhi kudrete bağımlı bir varlıktır.[1]
Bilindiği üzere İslâm inancının altı temelinden biri de öldükten sonra dirilmeye ve âhirete inanmaktır. Buna göre insanlar vefat edip defnedilince önce kabirde sorguya çekilecek, dünya hayatındaki iman ve amellerine göre cevap verecek ve kıyâmetin kopmasına, yeniden dirilişe kadar, berzah âleminde kalacak, burada da yaptıklarına göre muamele göreceklerdir; berzah hayatı da ya cennetten bir köşede veya cehennemden bir çukurda geçecektir. Arkadan kıyâmet, haşir, muhâsebe, mizan, sırat cehennem, cennet…

Ana hatlarıyla ve çok kısa bir şekilde arzettiğimiz bu inanç manzûmesi içinde Müslümanların ölüm karşısındaki duygu ve düşünceleri, geride kalanların önce gidenler için yaptıkları ve yapmaları gereken şeyler, kabirdeki hayatın mâhiyeti, kabirdeki azab veya mükâfatın olup-olmadığı, kabir ziyâreti konuları bu yazı dizimizin ana mevzûlarını teşkil edecektir.

Tarihi süreç içerisinde ölüm ve ötesiyle ilgili pek çok eser yazılmıştır. İbn Kayyımel-Cevziyye’nin “Kitabu’r-Rûh[2]”, es-Suyûtî’nin“Şerhu’s-Sudûr bi Şerhi Hâli’l-Mevtâ ve’l-Kubûr”[3] adındaki eserleri bunlardan bazılarıdır. Günümüz İslâm âlimlerince de birçok eser okuyucunun hizmetine sunulmuştur. Bu değerli eserlerden birisi de Prof.Dr. Süleyman Toprak tarafından kaleme alınmış olan “Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı)”[4] adındaki eserdir. Yazı dizimizi hazırlarken bu üç kıymetli eserden çok istifâde ettik.Allah Subhânehû bu üç eserin müellifinden de râzı olsun.

A- ÖLÜM KELİMESİNİN LÜGAT VE ISTILAH MÂNASI:

“Ölüm” (el-mevt) kelimesinin hakikî ve mecâzî olmak üzere iki çeşit lügat anlamı bulunmaktadır. Ölüm kelimesi, gerçek anlamda “hayatın zıddı” demektir.[5] Ölüm kelimesi, mecâzî olarak, mevcut gücün kaybolması, akıl kuvvetinin zevali, uyku, hüzün, fakirlik, dilencilik, zillet, yaşlılık, isyan gibi pek çok anlamda kullanılır.[6]Arap dilinde, sakin olan her şeye “öldü” ifadesi kullanılmaktadır. Mesela rüzgârın ölmesi, onun şiddetini kaybederek sakinleşmesidir. Ateşin alevi söndüğünde “Ateş öldü.” denilmektedir. Bu kelime, Kur’an-ı Kerim’in “Yeryüzünü ölümden sonra dirilten O’dur.” (Rûm, 19) âyetinde, yeryüzünde bulunan canlılardaki mevcut gücün kaybolması anlamında kullanılmıştır.
Ölüm, akıl kuvvetinin zevali (cehalet) anlamına da gelir.[7] “Ölü (kâfir) iken dirilttiğimiz (müslüman olmasını sağladığımız) ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık ihsan ettiğimiz kimsenin durumu…”(En’âm,122) âyetinde ölüm, bu manada kullanılmıştır. Ölüm kelimesi, Allah Teâlâ’nın “Sonra doğum sancısı onu bir hurma ağacının dibine yöneltti. Meryem ‘Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!’ dedi.”(Meryem,23) âyetinde ise hissî kuvvetin zevâli anlamına gelmektedir.

Ayrıca Arapça’da uykuya da ölüm denilmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “Allah, ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefat ettirir, ölmeyenleri de uykularında (bilinç kaybına uğratır). Ölümüne hükmettiklerinin canlarını alır; diğer canları da belli bir süreye kadar bedenlerine salar.”(Zümer,22) âyetinde bu tür bir kullanım bulunmaktadır. Uyku, hafif ölüm; ölüm ise ağır uyku şeklinde ifade edilmektedir.“Öldükten sonra bizi dirilten Allah Teâlâ’ya hamdolsun ve dönüş yalnız O’na aittir.”[8]hadisinde ölüm, uyku manasında kullanılmıştır. Çünkü uyku ile birlikte akıl ve hareket zâil olur. Bu ise gerçek ölüm olmayıp teşbih ve temsildir.[9]

Ölüm kavramının ıstılahî manâsına gelince; Ölüm, insan da dâhil bütün canlıların sınırlı olan hayat müddetlerinin sona ermesidir. Ruhun cesetten ayrılmasıyla ölüm olayı gerçekleşir. Ölümle birlikte dokulara canlılık veren ruh ayrıldığı için vücut âdeta bir et ve kemik yığını haline gelir. İlgili âyet ve hadislerde bildirildiği üzere ölümün mânası yok olup gitmek değil sadece bir hal değişmesinden ibarettir. Ruh cesetten ayrıldıktan sonra ceset üzerindeki tasarrufu sona ermektedir.

Buna göre ölüm yok olmak değil, belki dar dünyadan daha geniş bir âleme göç etmektir. Ölüm mümin için aynı zamanda sevdiklerine kavuşmaktır. İnanan bir insan için dünyadaki sıkıntılardan kurtulmanın ve sevdiklerine kavuşmanın yolu ölümden geçer. Halife Ömer b. Abdülazîz bir hutbesinde şöyle demektedir: “Şüphe yok ki siz ebedî olmak için yaratıldınız ve ölümle ancak bir dünyadan diğerine nakledilmiş oluyorsunuz.”[10]

“Ruhun bedenden ayrılması suretiyle kişinin maddî hayat kaynağını yitirmesi” şeklinde tanımlanan ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algılama, inanış ve uygulamalar kültürden kültüre, devirden devire değişmektedir.

Ölümü anlamak için, hayata yüklenen anlamı bilmek lazımdır. Hayatı anlamak için de mâna ve mazmunu ile insanı anlamak gerekir. Çünkü üzerinde konuştuğumuz ölüm, insanın ölümüdür. Ölüm fenomeni, kendi iradesi dışında insanın elindeki kuvvetin ve hayatın gitmesi olarak tanımlanırsa, eldeki kuvvet nedir, bunun bilinmesi gerekir. Yahut ölüm hayatın zıddı ise, hayat nedir? Bizzat tecrübe ettiğimiz şeyler, meselâ kalbimizin çalışması, damarlarımızda kanın dolaşması yani canlılık, insanî bir hayat için yeterli midir? Hayatın kaynağı nedir? İnsan varoluşunun temelini oluşturan bu ve benzeri sorular bütün dinî ve felsefî ekollerin üzerinde durduğu ve bir şekilde görüş ve kanaat serdettiği sorulardır. Şimdiye kadar insanlığın bu sorular muvacehesindeki gayretlerine bakarak ifade etmek gerekirse, ölümün ve hayatın nihaî anlamını, esrarını tümüyle idrak etmenin insan sınırlarını aştığı görülmektedir. Bu nedenle bütün gayretlere rağmen hayatın ve ölümün hakikati insan için bir muamma olma özelliğini korumaktadır. Zira insan ölümü tecrübe ettiğinde artık bu dünyada değildir. Öldükten sonra ise bu dünyadakilere haber verebilme imkânından yoksundur.

Biraz düşünüldüğünde hayatın ya da ölümün sır oluşunun büyük bir imkân ve lütuf olduğu da anlaşılabilir. Zira hayata ve ölüme kesin bir açıklama getirildiğinde, hemen o an hayat cazibesini yitirir. Hedeflerindeki belirsizlik onu ölümden üstün kılar; bir nebze sarahat bile onu mezarlar kadar bayağılaştırabilirdi. Hayatın ve ölümün anlamını açıklayan bir müspet bilim yeryüzünü bir günde çöle çevirebilirdi.[11]

İslâm inancında hayatı derinleştiren ölümü araştırmaya, anlamaya, hatırlamaya büyük kıymet atfedilmiştir. Ölümün araştırılması ve hatırlanması insanın kendi varoluşuna gösterdiği ihtimamın da göstergesi kabul edilmiştir. İslâm öğretisinde ölümü idrak ve ölüm şuurunu diri tutmak mümin hayatının ve şahsiyetinin vazgeçilmez unsurudur. Bu şuur kişiyi itikadı, ameli, ibadeti, hayatı, ölümü, dünyası ve uhrâsıyla (tüm varlığıyla) ihlâsla ve sadece Allah’a boyun eğmeyi ve sadece O’nun rızasını gözetmeyi ihsas eder. Takvâ üzere olan bu bilinç hali, aynı zamanda şahsiyeti parçalayan, insanın sorumluluğunu gölgeleyen, bir takım endişe ve korkuları bertaraf ederek onu gerçek mânada hürriyete ve emniyete kavuşturur. Böylece Müslüman, hayatının gayesi olarak gördüğü ubudiyet ve tevhid mertebesine yükselir. Kur’an’ı Kerim’de kulluğun Allah’a has kılınması yani tevhid ile ölümün kaçınılmazlığının ard arda zikredilmesi de bu hakikate işaret ediyor olsa gerektir: “Ey kullarım şüphesiz ki, benim arzım geniştir; o halde sadece bana kulluk edin. Her canlı ölümü tadıcıdır. Sonra Bize döndürüleceksiniz.”(Ankebût, 56-57)

Şu halde sahih bir idrâke ulaştığında mümin için ölüm; korku, zelillik ve zayıflık değil emniyet, izzet ve kuvvettir. Böylece ölüm vesilesiyle insan, kendisini Allah’tan başka kulluğa meylettiren, takatini kesen, bir takım meşguliyet ve yükleri üzerinden atma imkânına kavuşur. Allah korkusunu esas kabul eden İslâm, bunun dışında korku, zillet, zayıflık ve miskinliği reddeder. Çoğu zaman sırf dünyevî endişelerimiz ve bağımlılıklarımız, şehevî arzularımız bildiğimiz ve inandığımız hakikatleri gölgeleyerek, Allah’la olan ahdimizi unutturma potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle Kur’an, geçici dünya hayatının metâı olan malların ve evlatların Allah’ı unutturmaması gerektiği hususunda insanı tekrar tekrar uyarır.“Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.”(Münâfikûn, 9)

Ölümün insan hayatındaki anlam ve önemini kavramak için hiç şüphesiz, onun tabiatını iyi anlamak gerekir. Zira ölüme dair sahih bir idrâk ve ölüm sonrasına dair yakîn bir iman ve Allah’a teslimiyet, Müslümanların her bakımdan üstün ve istikamet üzere bir şahsiyet ve hayat tesis etmelerini mümkün kıldığı gibi onların tarihte dünya üzerindeki etkinliklerinin de kaynağı olmuştur. Genel bir kaidedir ki, insanlar ve toplumların en güçlü yönleri aynı zamanda onların zaaflarının da kaynağıdır. Rasûlullah (s.a.v), müminlerin çokluğuna rağmen yabancı kavimler karşısında tamamen etkisiz kalacakları bir zamandan bahsetmektedir. Bunun sebebini de müminlerin kalbindeki “dünya sevgisi ve ölüm korkusuna” bağlamaktadır.[12]

ölüm
Kur’an’ı Kerim’de ölümün insan varlığını şekillendiren çeşitli vasıflarına temas edilmiştir ki, şimdi biz bu hususların başlıcalarını ele almak istiyoruz:

Bunlardan ilki, ölümün insanın kendi iradesini aşan mutlak bir iradenin hâkimiyetinde olmasıdır. İnsanın dünyaya gelişi de dünyadan ayrılışı da iradesi dışında tahakkuk etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de hayat ve ölümün bu veçhesi sıkça vurgulanmakta, hayatı ve ölümü yaratmanın Allah’a mahsus olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla insana hayat verenin de hayatı sonlandıracak olanın da Allah olduğunun tefriki, kulun Allah Teâlâ ile irtibatının, mükellefiyetinin, iman ve ahlâk hayatının esasını teşkil etmektedir.

Ölümün temel vasıflarından biri de ölümde kesinlik ve belirsizliğin iç içe olmasıdır. Ölümün vukuu kesin, fakat zamanı, mekânı ve şekli belirsizdir. Bu nedenle insanın hakikatte ne ölümden kurtulma ümidi ne de onu göz ardı edebilme şansı vardır. Buna rağmen insanlar çoğu zaman bu hakikati, görmezden gelerek veya unutarak hayatlarına devam etmektedirler. Oysa ölüm hiç ummadığı bir zamanda âniden insanın başına gelebilir. Zaten çoğu zaman da öyle olmaktadır. İşte ölümün bu belirsiz kesinliği, insanın bu dünyadaki varlığının tümünü tehdit etmektedir. Böylece ölüm hayatın son anında gerçekleşecek bir olaydan, tüm hayatı kuşatan bir şuur haline dönüşür. Kur’an-ı Kerim’de ölümün bu kesinliği ve belirsizliği vâzıh ifadelerle açıklanmıştır. Buna göre ölüm mutlak ve kaçınılmazdır.[13]Yani öleceğimiz kesin fakat ne zaman ve nerede öleceğimiz tamamen belirsizdir.[14]

Diğer yandan ölümde külliyet ile ferdiyet iç içedir. Ölüm, insanların bütününü kapsaması bakımından küllî, dolayısıyla mutlak ve eşitlikçi kabul edilmiştir. Zira ölüm, âlim-cahil, zengin-fakir, genç-yaşlı, mümin-kâfir gibi ayrım tanımaz. Herkes ölüm karşısında eşittir. Ölüm ister mümin ister kâfir olsun, tüm insanların başa geleceği konusunda hemfikir oldukları bir hakikattir. Kur’an’ı Kerim’de de ifade edildiği üzere, hiçbir beşer baki değildir, ne bir insana ne de bir cinne ebediyet yazılmamıştır. “Her nefis ölümü tadacak ve ecirleriniz kıyamet günü tamamlanacaktır. O vakit kim, ateşten uzaklaştırılır da cennete konursa işte o muradına ermiştir.”(Âl-i İmran,185)

Kur’an’ın insanın ölü, başka bir deyişle yok/hiç iken Allah tarafından yaratılmasına, ölümün ve hayatın yaratılmasının imtihan vesilesi olduğuna dair vurgusu, İslâm öğretisinde çok önemli yer tutar. Hiç şüphesiz denebilir ki, insanın ölü/yok iken kendisine bir imtihan olarak ölümlü bir hayat verildiğinin idrâki, insanî ve İslâmî bir hayatın ayırıcı vasfıdır. Bu nedenle mümin niyazını, kurbanını, hayatını, ölümünü hiçbir ortağı bulunmayan âlemlerin Rabbine adar.“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.”(En’âm,162-163)
Öyle anlaşılıyor ki, insan her durumda kendisi olarak, imkânlarına doğru giden varlıktır. İnsan ölüm ile imkânlarının sonuna (tamlığına) ulaşır. Zira ‘bir şeyin tamamlanması’ anlamına gelen “vefâ” fiilinden türeyen “vefat” kelimesi, Kur’an’da birçok âyette ölüm anlamında kullanılmıştır. Her an kendi ölümüne hazırlıklı olarak, ölüm şuuruyla yaşamak insanı rastgele tercihlerin arasında kaybolmaktan kurtaracak ve böylece varoluşunun bütünlüğü içinde işlediği amelleriyle ona şahsiyet kazandıracaktır. Ameller niyetlere göreyse ve biz öte dünyaya amellerimizden başka bir şey götüremeyeceksek, öbür dünyada şahsiyetimizle bulunacağız demektir. Aynı zamanda imanımızdan kopmadığımız sürece “biz” dediğimiz hiçbir şey ziyan olmayacaktır.[15]

İmâm Matürîdî, Kur’an’da ölüm ve hayatın farklı anlamlarda kullanıldığına işaret ettikten sonra iki tür ölüm ve hayattan bahsetmiştir. Bunlardan birincisi insanın ölünceye kadar kendi bedeninin varlılığını sürdürmesi anlamına gelen tabiî hayattır. Bunun zıttı ise nefsin canlılığını kaybetmesi mânasında tabiî ölümdür. İkincisi ise arizî hayattır ki, bu mecâzî anlamda insanın din ile kazandığı hayattır. İlmin hayatla, cehaletin de ölümle ifade edilmesinde olduğu gibi, mecâzî olarak ilmin insana hayat verdiği, cehaletin ise mânen ölüme yol açtığı anlatılmak istenmiştir.[16]

Hz. Ali de şu sözüyle aynı gerçeğe temas etmiştir: “Bu âlemden göçüp rahat bulan değildir ölü/ Gerçek ölü canlılar arasında gezen fakat hayattan haberi olmayandır.”[17]

Öyle anlaşılıyor ki, İslâm nazarında, Allah’ı tanımak ve O’na iman etmekten mahrum olduğu gibi idrâkını bu alana kapatanların, kalpleri çalışsa, gözleri görse, kulakları işitse bile, onların kalpleri ölü, gözleri kör ve kulakları sağırdır. Zira kalbin atması, gözün görmesi vs. bedenî ve maddi düzeyde bir hayat, hayvan hayatı için kâfi olsa bile, insanın diri olarak vasıflandırılması bakımından asla kâfî değildir. Kur’an’daki şu âyet bu durumu bütün açıklığıyla ortaya koyar: “Celâlim hakkı için insanlardan ve cinlerden çoğunu cehennem için yarattık; onların öyle kalpleri vardır ki onlarla duymazlar (anlamazlar), öyle gözleri vardır ki onlarla görmezler ve öyle kulakları vardır ki, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvan sürüleri gibi, hatta daha da şaşkındırlar! İşte bunlar hep o gafillerdir.”(A’raf,49)

Bütün bu âyet ve yorumların bize gösterdiği üzere İslâm nazarında varlıkların mahiyetine göre ölüm ve hayat mertebeleri vardır ve bir varlığın ölüm ve hayatı ancak kendi mertebesindeki bir hayatın varlığı ya da yokluğuna göre ölçülmesi gerekmektedir. Bu nedenle insanın hayvanî düzeydeki yaşamı Kur’an’da ölüm olarak adlandırılırken, Allah yolunda katledilenler diri olarak adlandırılmaktadır. “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar.Allah’ın lütfundan verdiği nimetle sevinçlidirler. Arkalarından kendilerine ulaşamayan kimselere de hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.” (Âl-i İmran,169-170) Kur’an, şehitlere ölü denilmesini yasaklamıştır. Burada ölümün nefyinden murad, onların nimetler içinde olduğunu tenbih etmek ve onlardan hüzün ve endişenin giderildiğini ifade etmek içindir. Zira bu ferah ile sürûr hayatıdır ki bu ancak kişinin matlubuna kavuşmasıyla hâsıl olur.
Hayatın en önemli gerçeği olan ölüm Allah’ın takdiridir; peygamberler dâhil Allah hiç kimseye dünyada ebedi bir hayat vermemiştir. İnsan ölümü savamayacağı gibi öleceği yerin de, zamanın da tayini ve bilgisi Allah’a mahsustur. Yaşanan hayatın hesabı görülmek üzere, zorunlu olarak dönüş Allah’adır. Kur’an-ı Kerim’de ölümün dehşeti karşısında insanın çaresizliğine ve acizliğine şiddetle vurgu yapılır: “(Haydi görelim sizi) Can boğaza geldiği zaman ki o zaman siz (ölmekte olana) bakar durursunuz. Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz. Eğer cezalandırılmayacak iseniz, onu geri çevirsenize; şayet iddianızda doğru iseniz.” (Mutaffifîn,87)
Ölümün kaçınılmazlığını layıkıyla idrak etmek; bize ölümden korkmak ya da kaçmanın kurtuluş için emin bir yol ya da çare olmadığını da öğretir. Buna göre biz hayatı tasarruf edemeyeceğimiz gibi ölümü de ne iptal edebilir ne de erteleyebiliriz. Öyle ise, bize verilmiş iki imkândan bahsedilebilir; hayatı ya sarf ya da israf etmek. Her ne kadar, ölümün hakikatiyle yüz yüze gelmek, hayatı israf etmekten ve gafletten uyanmamıza vesile teşkil edebilecekse de hayatı sarf etmek, ölümden ziyade Allah’tan ve O’nun azabından korkmakla mümkün olur. Bu mânada Allah korkusu her halükarda ölüm korkusunun üzerindedir. Bu nedenle insan gerektiğinde Allah yolunda ölümü göze alır. Hayatını vakfettiği şeyin hayat bulduğu şey olduğuna kani olan insan ancak o şey uğruna ölümü göze alır. Böylece mümin gerektiğinde Allah yolunda canını dahi feda etmekle hem sadakatini göstermiş olur hem de asıl olan ebedi hayatı kazanır. Ancak dünyada bize hayat sahası açmayan imanın âhirette hayat bahşetmesi beklenmemelidir.
Bu nedenle müminler gerektiğinde ölümden korkmak bir yana hayat bulmak ve şehâdete ermek üzere ölümü arzularlar. Ölümü savma imkânından mahrum bulunan insana, Allah’ın azabından kurtulma ve O’nun rahmetine kavuşma yani ölümü ebedi saadete tahvil etme imkânı ve yolu gösterilmiştir: Bunun için gerekli olan, Allah’ı ve hesabı hatırlayarak, haşyet içinde gafletten uyanmak, secdeye kapanmak ve kulluk etmektir. Böylece ebedi azaptan emin kılınacak bir hayata bağlanmaktır; gerçek emniyetin imanda olduğunu bilmektir. Kim göğsünü küfre açarsa Allah’ın gazabı ve azabı onların üzerinedir. Kâfirlerin kalbindeki ölüm korkusu Allah korkusundan daha çoktur.
Mümindeki ölüm korkusu, dünya hayatın ve onun metaının sona ermesinden ziyade, yeterince ahiret azığı biriktirmemişken, olmadan ölme ihtimalinden neşet eden bir korkudur. Buna ilaveten içerdiği bilinmezliğin yanında, tabiatı gereği ölümün her insana verdiği ürperti ve tedirginlik inkâr edilmez. Zira bazı âyetlerde de ölümün musibet olarak nitelenmesinin mânası bu olsa gerektir.[18]
Ancak Mümin için ölüm, sırf korkunç bir şey olarak algılanmaz; zira onun nazarında ölümün bir anlamı da ebedi hayata geçiş ve Allah’a kavuşmadır. Meselâ ölüm yaklaşık yirmi ayette “likâ” yani “Allah’a kavuşma” kavramıyla ifade edilmiştir. İşte ölümün bu güzel yönünü şair şöyle ifadelendirmiştir[19]:
Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber…
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?

Her insana belli bir ömür takdir edilmiştir. Bu sürenin sona ermesine ecel denir. Allah Teâlâ, “Her milletin bir eceli vardır. Onların ecelleri geldi mi, onlar, ne bir an geri kalabilir, ne de öne geçebilir.”(A’raf, 34)  âyeti ile hükmü verilen bu sürenin değişmeyeceğini bildirmiştir. Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm, ashabı ile beraber olduğu bir sırada yere birtakım çizgiler çizdi. Sonra da bunlara işaret ederek:  “Bunlar insanın istek ve arzuları, şu da onun ecelidir. İnsan hayal içinde yaşayıp giderken bir de bakar ki, en yakın ölüm çizgisi karşısına gelivermiş.”[20]buyurarak insanın kaderi ile mutlak olarak karşılaşacağını ifade etmiştir.
Bununla birlikte Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm ashabına “Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran!”[21]hitabı ile hayatın nasıl anlamlandırılması gerektiğini belirtmiştir. Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâmın bu sözünü iştiten ashâb: “Akşamı ettiğinde, sabahı bekleme! Sabaha çıktığında, akşamı bekleme! Sağlıklı günlerde, hastalanabileceğin vakit için, hayatın boyunca da öleceğin zaman için tedbir al!”[22]prensibini hayatlarında tatbik etmeye çalışmıştır. Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm, “Vasiyet etmeye değer bir şeyi bulunan müslümanın, vasiyeti yanında yazılı olmadan iki gece geçirmesi doğru değildir.”[23]şeklinde ashabını uyarmış, bu sayede ölüm düşüncesinin her an hatırda tutulmasını murâd etmiştir. İbn Ömer ise “Rasûlullah’ın bu sözünü duyduğumdan beri, yanımda vasiyetim olmadan bir gece bile geçirmedim.”[24]beyânı ile Aleyhissalâtü vesselâmın sözlerinin kendi içlerinde oluşturduğu etkiyi ifade etmiştir. Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm, ne zaman geleceği belli olmayan ölüm karşısında müslümanların devamlı hazırlıklı olmalarını isterdi. Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâmın ashabına yöneltmiş olduğu “Hangi mümin daha akıllıdır ” sorusuna yine kendisinin “Ölümü sıkça hatırlayıp, ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir.”[25]şeklinde cevaplandırması ölüme her an hazırlıklı olmanın ehemmiyetini göstermektedir. Allah Rasulü Aleyhissalâtü vesselâmın “Ölümü ve öldükten sonra ceset ile kemiklerin çürümesini hatırlayın. Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.”[26]sözünde de yine benzer hassasiyet görülmektedir.[27]

Allah Rasulü Aleyhissalâtü vesselâm, ölümü hatırlama adına sık sık mezarlığa giderek “Selâm size, ey Mü’minlerdiyârı! Başınıza geleceği söylenen şeylerle nihâyet karşılaştınız. Şimdilik ileri bir tarihe bırakıldınız. İnşallah yakında biz de aranıza katılacağız.”[28] niyâzında bulunurdu. Böylece insanın hayat ve ölümü bir arada yaşaması hususunda örnek bir tavır izhar ederdi. Yine ashabına hitaben “Zevkleri bıçak gibi kesen -ölümü- çok hatırlayın!”[29]şeklinde uyarıda bulunan Rasûlullah Aleyhissalâtü vesselâm, ölüm düşüncesinin, yaşama sevinci ile ölüm kaygısı arasında denge vazifesi göreceği vurgusunda bulunmuştur.
Sonuç itibariyle ölümün kaçınılmaz olduğunu bilmek, bunu hatırda tutmak, ölüme hazırlıklı olmak ve rıza göstermek müminin hasletlerindendir. Kur’an-ı Kerim’de Allah ile buluşma sevincini hissetmeyen, yalnız dünya hayatına gönül bağlayıp orada huzur arayan gafiller yerilmiştir.[30] Bir hadise göre de mümin öleceğini hissettiği anda Allah’a kavuşmayı her şeye tercih eden bir duyguya sahip olduğu ifade edilmiştir.[31] Şu da bir gerçektir ki, ulvî/meleki yönünü güçlendiren insan Allah’a kavuşmayı arzulayabilir, suflî/hayvanî yönü ağır basan, dünyaya meyleden Allah’a kavuşmaktan hoşlanmayacaktır.[32]
(Devam Edecek)

DİPNOTLAR

[1]  İlhan Kutluer, İlim ve Hikmetin Aydınlığında, s.26, İz Yayıncılık, İstanbul,  2001.
[2]İz Yayıncılık, İstanbul, 1998.
[3] Kahraman Yayınları, İstanbul, 2014
[4] Esra Yayınları, Konya, 1994
[5]İbnManzur, Lisanu’l-Arab, c.2, s.90,  Beyrut, 1990
[6]Ragıb el-İsfehânî, el-Müfredat fi Garibi’l-Kur’an, (tah. SeyyidKeylânî), Beyrut, ts, s. 531
[7] Semih Acet, Hadislerde Ölüm Karşısında Müslüman Tavrı, s.2-3,  Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2009
[8]Buhârî, Daavât, 6
[9]İbnManzur, a.g.e., c.2, s.92
[10]Süyûtî, Büşre’l-keîbbi-likâi’l-habîb, vr. 142a
[11] Muhammet Altaytaş, Varoluşsal Açıdan İslâm İnancında Ölüm, s.16, BasılmamışDoktoraTezi, İstanbul, 2009
[12] Ebu Dâvud, “Melâhim” 5.
[13]Âl-i İmrân, 185; Enbiyâ, 34, 35; Ankebût, 56
[14] Lokman, 34
[15] İsmet Özel, Kırk Hadis, s.16, Şule Yayınları, İstanbul, 2006
[16]Matürîdî, Te’vilatüEhli’s-Sünne, s.218, thk. İbrâhimAvadeyn, Kahire,1971
[17] Hazreti Ali Divânı, derleyen: Şerif el-Murtaza, sadeleştiren: Şakir Diclehan, s.632, Ana Yayınevi, İstanbul, 1981
[18] Bakara,156; Mâide,106
[19] Necip Fazıl Kısakürek, Hasan Ali Kasr, Ölüm Şiirleri içinde, İstanbul: 1998, s. 93
[20]Buhârî, Rikak 4. Ayrıca bkz. Tirmizî, Kıyamet 22; İbnMâce, Zühd 27.
[21]Tirmizî, Zühd 25; İbnMâce, Zühd 3.
RasûlullahAleyhissalâtüvesselâmın vefat ettiği günde, Hz. Aişe’nin yanında altı ya da yedi dinar bulunuyordu. Allah RasulüAleyhissâtü vesselâm, onları fakirlere dağıtması husunda Hz. Aişe’yi görevlendirmişti. Hz. Aişe ise Hz. Peygamberin hastalığı ile oyalandığı için, onları henüz fakirlere dağıtamamıştı. Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm, Hz. Aişe’ye, “Altı yedi dinarı ne yaptın? Fakirlere dağıttın mı?” diye sorunca, Hz. Aişe, hastalığın meşguliyetinden henüz dağıtmaya fırsat bulamadığı belirtti. Bunun üzerine RasûlullahAleyhissalâtü vesselâm, onları isteyip getirtti, avucuna aldı ve: “Allah’ın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundurduğu halde Rabbine kavuşacağını sanır değildir.” buyurdu. Ardından da onların hepsini ensar fakirlerinden, beş ev halkına bölüştürdükten sonra: “İşte şimdi rahatladım.” buyurdu ve uyudu. (Ahmed b. Hanbel, 6, 104; İbnSa’d, Tabakâtul-Kubrâ, 237-238.)
Bu olay üzerine,  İmam Kastalânî der ki: “Peygamberler ulusu, Âlemlerin Rabbi’nin en sevdiği, geçmişteki ve gelecekteki kusurları bağışlanmış bulunan Peygamber Efendimiz böyle yaparsa, üzerlerinde Müslümanların kanları ve kendilerine haram olan mal hakları bulunduğu halde Allah Teâlâ’ya kavuşanların halleri nice olur, bir düşün.” (Kastalânî, Mevâhibü’l- Ledünniye, c.2, s.480-481)
[22]Buhârî, Rikak 3.
[23]Buhârî, Vesâyâ 1; Müslim, Vesâyâ 1, 4. Ayrıca bkz. EbûDâvûd, Vesâyâ 1
[24] Müslim, Vesâyâ 4
[25]İbnMâce, Zühd 31
[26]Tirmizî, Kıyâmet 24
[27] Semih Acet, Hadislerde Ölüm Karşısında Müslüman Tavrı, s.50-51
[28] Müslim, Cenâiz 102. Ayrıca bkz. EbûDâvûd, Cenâiz 79
[29]Tirmizî, Zühd 4; Ayrıca bkz. Nesâî, Cenâiz 3; İbnMâce, Zühd 31
[30]Yûnus, 7- 8
[31] Hz. Peygamber (sav), “Her kim Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!” buyurduklarında, Hz. Aişe (ra): “Biz ölmekten hoşlanmayız” diye karşılık verince Hz. Peygamber (sav): Kastımız bu değil; lakin ölüm gelince mümin Allah’ın rızası ve ikramıyla müjdelendiğinde onun için ölümden daha sevimlisi yoktur. Böylece mümin Allah’a kavuşmayı Allah da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire ise ölüm gelip Allah’ın azabıyla müjdelendiğinde kendisi için ölümden daha nefret edilesi bir şey yoktur. Bu sebeple kâfir Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî, “Rikak”, 41; Müslim, “Zikr”, 14; Tirmîzî, “Cenaiz”, 67; Nesaî, “Cenaiz” 10
[32] Muhammet Altaytaş, Varoluşsal Açıdan İslâm İnancında Ölüm, s.16

Ölüm ve Ötesi -II

- 03 Aralık 2015
olumveotesi

    Yazı dizimizin ilk bölümünde ölüm üzerinde durmuş ve Müslüman’ın ölüm karşısındaki tavrını tebellür etmeye çalışmıştık. Bu bölümde de ölmekte olan birine karşı görevlerimiz ve öldükten sonra Müslüman kardeşimize olan görevlerimizi ana hatlarıyla açıklamaya gayret edeceğiz. Tevfik Allah’tandır.
B) ÖLÜM ÖNCESİ VE SONRASI MÜSLÜMAN KARDEŞİMİZE GÖREVLERİMİZ:
    Yüce dinimiz, ölen bir din kardeşimizin hastalığından itibaren mezara konuncaya kadar ona karşı bize bir takım görevler vermiştir. Bu görevlerimizi hatırlatan bir hadisi şerifte Peygamberimiz şöyle buyurmuştur; “Müslüman’ın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmı almak, hastayı ziyaret etmek, cenazeyi takip etmek, davete icabet etmek ve aksırana Allah merhamet etsin demektir.”[1]
Bu hadiste geçen görevlerimizden ‘Hastayı Ziyaret Etmek’ mevzusunu açıklayalım:  Peygamberimiz buyuruyor: “Allah Teâlâ kıyamet gününde şöyle buyuracak: Ey Âdemoğlu, hastalandım da beni ziyaret etmedin, Kul: (Aman ya Rabbi) Ben seni nasıl ziyaret edebilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin, diyecek. Allah Teâlâ: Filân kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin. Onu ziyaret etseydin beni onun yanında bulurdun, buyurur. Ey Âdemoğlu, acıktım da beni doyurmadın, buyuracak. Âdemoğlu, diyecek ki: (Aman Allah’ım) Ben seni nasıl doyurabilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin. Allah Teâlâ: Bilesin ki, kulum senden yiyecek istedi de vermedin. Eğer ona yiyecek vereydin onu benim yanımda bulurdun, buyuracak. —Ey kulum, senden su istedim de vermedin. (Aman ya Rabbim) Sana nasıl verebilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin. Allah Teâlâ buyuracak ki: Filân kulum senden su istedi de vermedin: Bilesin ki, eğer ona verseydin onu yanımda bulurdun.”[2]
Peygamberimiz hastaları ziyaret eder, onların hatırını sorar ve şifa bulmaları için dua ederdi. Hatta bu konuda ayırım yapmaz Müslüman olmayanları da ziyaret ederdi. Enes (r.a.) şöyle demiştir: “Bir Yahudi çocuğu Peygamberimizin hizmetinde bulunuyordu. Günün birinde hastalandı. Peygamberimiz onu ziyaret edip başucunda oturdu. Çocuğa: Müslüman ol, dedi. Çocuk babasına baktı. Babası: Ebûl-Kâsım’a itaat et, dedi. Çocuk da Müslüman oldu. Bundan memnun kalan Peygamberimiz: Bu genci cehennemden kurtaran Allah’a hamdolsun, diyerek çocuğun yanından ayrıldı.”[3]
Peygamberimiz buyuruyor: “Bir Müslüman, hasta bir Müslüman kardeşini ziyaret ettiğinde ziyaretinden dönünceye kadar geçen vakti, cennet hurfesi toplamakla geçirir” buyurdu. Sordular: Ey Allah’ın Rasûlü, cennet hurfesi nedir? Peygamberimiz: Zamanı geldiğinde ağaçtan toplanan hurmadır, buyurdu.[4]
Hasta ziyaret edildiğinde Allah’tan şifa, sıhhat ve âfiyet dilemek, sabır ve tahammül tavsiye etmek, iyi gördüğünü, iyileşeceğini ve hastalığının günahına keffaret olacağını söylemek, hasta ısrar etmedikçe yanında çok kalmamak ziyaretin adâbındandır.[5]
Bu arada ölümü yaklaşan hastanın görevlerinden de bir iki cümleyle bahsedelim: Hastanın Allah’ın hükmüne rıza göstermesi, kaderine sabretmesi, Rabbi hakkında güzel zan beslemesi gerekir. Böylesi onun için daha hayırlıdır. Rasûlullah (s.a.v.) söyle buyurmuştur:  “Mü’minin işine hayret doğrusu! Onun bütün halleri hayırdır ve bu mü’minden başka hiçbir kimseye nasib olmaz. Ona bir iyilik isabet edecek olursa şükreder ve bu onun için hayır olur. Eğer bir zorluk ve sıkıntı isabet ederse sabreder, bu da onun için hayırlı olur.”[6] Yine Peygamber (s.a.v.) söyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi bir kimse yüce Allah hakkında güzel zan beslemeksizin sakın ölmesin.”[7]
Hastanın korku ile ümit arasında olması gerekir. Günahları dolayısıyla Allah’ın azabından korkmalı, Rabbinin rahmetini ümit etmelidir. Çünkü Enes’in rivayet ettiği hadiste söyle denilmektedir: “Peygamber (s.a.v.) ölümü yaklaşmış bir delikanlının yanına girdi. Ona: Kendini nasıl buluyorsun diye sordu. Delikanlı: Allah’a yemin ederim. Ey Allah’ın Rasûlü ben Allah’tan (rahmetini) ümid ederim ve gerçekten de günahlarımdan korkarım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) söyle buyurdu: Böyle bir yerde bu iki husus bir kulun kalbinde bir arada bulunacak olursa, şüphesiz Allah o kimseye ümit ettiğini verir ve korktuğundan yana onu güvenlik altına alır.”[8]
Hastanın hastalığı ne kadar ağır olursa olsun ölümü temenni etmesi caiz değildir. Çünkü  Ummul-Fadl (r.anha) rivayet ettiği hadiste şöyle demektedir: “Rasûlullah (s.a.v) yanlarına geldi. O sırada Rasûlullah (s.a.v.)’ın amcası hasta idi. Abbas ölümü temenni etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: “Amcacığım ölümü sakın temenni etme. Çünkü eğer sen iyilik yapan birisi isen ve hayatta kalırsan, mevcud iyiliğine iyilikler katarsın. Bu senin için daha hayırlı olur. Şâyet kötülük yapan birisi isen ecelinin geri bırakılarak işlediğin kötülüklerden dolayı (Allah’ın) rıza ve hoşnutluğunu aramaya çalışmak yine senin için daha hayırlıdır. Bu sebeple ölümü temenni etme.”[9]
Hastada ölüm belirtileri görüldüğünde, eğer zorluk yoksa hasta kıbleye karşı sağ yanı üzere çevrilir. Ayakları kıbleye doğru ve başı biraz yükseltilerek arkası üstüne de yatırılabilir. Söyleyeni anlayabilecek durumda olan hastaya başucunda bulunanlardan birisi aralıklarla kelime-i tevhidi telkin eder, yani “Lâ İlâhe İllallah Muhammedü’r-Rasûlullah” der. Sadece kendisi söyler, hastaya “sen de söyle” demez. Asıl telkin budur. Çünkü Peygamberimiz: “Ölülerinize Lâilâhe İllallah sözünü telkin ediniz” buyurmuştur.[10] İmam Nevevî ve İbn Hibban hadis-i şerifte ki, “Ölülerinize” demek, “ölmek üzere olan hastalarınıza” demektir demişlerdir. İslâm âlimleri bu hadisi şerife dayanarak ölmek üzere olan hastaya bu telkinin yapılmasında ittifak halindedirler.[11] Bu telkin ile onun son sözünün Kelime-i Tevhid olmasını ve Peygamberimizin müjdesine ermesini sağlamaktır. Çünkü Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Son sözü “Lâ İlâhe İllallah” olan kimse cennete girer.”[12]
Ölüm olayı vuku bulunca gözleri kapanır, çenesi bağlanır, üzerine boylu boyunca bir örtü çekilir ve bundan sonra yapılacak işlere başlanır. Ümmü Seleme (r.a.) şöyle demiştir: Peygamberimiz vefat eden Ebû Seleme (r.a.) nin yanına girdi. Ebû Seleme’nin gözleri açık kalmıştı. Peygamberimiz gözlerini kapadı, sonra: “Şüphesiz ruh alındığı zaman göz onun arkasından baka kalır” buyurdu. Ailesinden bazıları çığlık attılar. Bunun üzerine Peygamberimiz: “Kendinize ancak hayır dua edin. Çünkü melekler söylediklerinize âmin derler” buyurdu, sonra da şu duayı yaptı: “Allahım, Ebû Seleme’yi affet, derecesini hidâyete erenlere yükselt, arkasında kalanlarını sen koru. Bizi de onu da bağışla. Ey Âlemlerin Rabbi, bu ölünün kabrini genişlet ve kendisine orada bir ışık yarat.”[13]
Ölüm haberini duyanlar hemen Allah’a sığınırlar, yani “İnnâ Lillâhi ve İnnâ İleyhi Râciûn —Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” derler. Nitekim Allah Teâlâ bunu bize şöyle öğretiyor: “O sabredenler kendilerine bir belâ geldiği zaman “Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz” derler.”(Bakara, 156) Peygamberimiz de şöyle buyuruyor: “Bir musibet ve felâketle karşılaşan ve ‘Biz Allah’ın kullarıyız ve O’na döneceğiz. Allah’ım musibetim içinde bana ecir ver, kaybettiğimden daha hayırlısını ihsan buyur’ diyen hiçbir kul yoktur ki, Allah ona musibeti karşılığında ecir vermesin ve kaybettiğinin yerine daha iyisini lütfetmiş olmasın.”[14]
Bir kişi ölünce onun ölümünü, defin işlerine katkısı (techizi) sevaba iştirak etmeleri için akraba, arkadaş ve yakınlarına duyurmak mustehabtır.  İmam Tirmizî; “Bir kimsenin akraba ve kardeşlerine bir şahsın ölümünü bildirmesinde bir beis yoktur,” demiştir. Beyhakî; “Bir kimsenin, camilerin kapılarında bir adamın öldüğünü bağırmasını hoş görmem; eğer mesciddeki gruplara durup öldüğünü bildirirse bunda bir beis yoktur.” demiştir.[15]
Rasulullah (s.a.v.), Habeş kralı Necaşi’nin öldüğü gün Medine’de ashabına onun ölümünü duyurmuştur. [16]
Yine Mûte Savaşında sırasıyla orduya kumanda eden Zeyd b. Harise, Ca’fer b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Revâha’nın  şehid edildiklerini de daha şehâdet haberleri gelmeden önce ashabına duyurmuştur. [17]
Ölen kişinin duyurulması (ölüm i’lamı), “sırf ölümü duyurmak için yapılırsa bir beis yoktur. Bilakis insanların cenazede bulunmaya koşmaları, cenazenin techiz ve tekfinde ölünün sahibine yardım etmeleri, tâziyeyi vaktinde yapmaları ve ölenin halk ile olan muamelesinin kesilip, Hakka kavuştuğunu duyurmak gibi faydalarına nazaran ölümü ilan etmek, matlub olan bir hareket olur. Ama bundan başka gayeler için, cahiliyye adeti üzere ağlayıp (“falanca öldü, onun ölmesi ile araplar helak oldu”), kaza ve kadere razı olmayıp kızmaları gibi yasak ve haram olan fiilleri yapmak gayesiyle ölümü ilan etmek yasaktır ve haramdır.” [18]
Namaz vakitlerini ilan etmek için tesis edilmiş olan minarelerin bu iş için kullanılması, bazı müezzinlerin bu iş için para alıp parayla sala vermeleri sebebiyle, bid’at ve çirkin görülmüş[19] ise de böyle bid’atlere meyletmeksizin sırf ölümü duyurmak maksadıyla minareden salât-u selam okumakta bir mahzur olmasa gerekir.[20]
Yakınlarını ve sevdiklerini kaybeden insanlar elbette üzülür ve ağlarlar. Bu tabiidir. Dinimiz bunu yasaklamamıştır. Esasen bu insanın elinde de değildir. Dinimizin yasakladığı aşırılıktır; bağırıp çağırmak, saçı ve başı yolmaktır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.): “Her kim ölüleri için avucunu, yanaklarını, yüzünü döver, yakalarını yırtar ve cahiliyet âdeti üzere feryâdü figan eylerse bizden değildir, bizim âdetimizin dışındadır.” [21] buyurmuştur. Enes (ra.) anlatıyor: Peygamberimiz oğlu İbrahim’in yanına girdi. İbrahim ruhunu teslim ediyordu. Peygamberimizin gözleri yaşardı. Abdurrahman b. Avf: Ey Allah’ın Rasûlü, sen de mi ağlıyorsun?, deyince o alemlere rahmet olan Peygamberimiz: Ey İbn Avf, bu gördüğün şefkat belirtisidir, dedi ve devamla: “Göz yaşarır, kalb üzülür. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim, biz senin aramızdan ayrılmanla kederliyiz” buyurdu.[22]
Üsâme b. Zeyd anlatıyor: “Peygamberimize kızının ölüm halinde bulunan oğlunu getirdiler. Peygamberimizin gözleri yaşardı. Bunun üzerine Sa’d b. Ubâde: Ey Allah’ın Rasûlü bu nedir? dedi. Peygamberimiz: “Bu rahmettir. Allah onu sevdiği kullarının kalbine koymuştur. Allah ancak yumuşak kalbli kullarına merhamet eder”[23]  buyurdu ve üzülmenin, ağlamanın tabii olduğunu söyledi.
Ölünün yüzünün açılarak öpülmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Âişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz, Osman İbn Maz’ûn (r.a.) un cenazesinin üzerine kapanarak onu öptü ve ağladı. Hatta gözyaşları mübarek yanakları üzerine aktı.[24] Hz. Ebû Bekir de Peygamberimizin mübarek nâşını öpmüştür. Hz. Âişe (r.a.)  anlatıyor: “Peygamberimiz irtihal ettiği zaman Ebû Bekir (r.a.) Sünüh Mahallesindeki evinde idi. Ata binip mescide geldi. Atından inip mescide girdiğinde kimseye bir şey söylemeden doğruca benim odama girdi. Hemen Peygamberimize yaklaştı. Peygamberimizin mübarek yüzü bir bürde-i yemanî ile örtülü idi. Yüzünden örtüyü kaldırdı, sonra üzerine kapandı ve iki gözü arasını saygı ile öptü ve ağlamaya başladı. Daha sonra da; “Ey Allah’ın Peygamberi, babam anam sana feda olsun. Allah Teâlâ sana bu ölüm şiddetinden başka ikinci bir keder vermeyecektir. Muhakkak olan bu ölüm geçidini ise atlatmış bulunuyorsun” diye yas tuttu.[25]
Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı yerine getirmeleri gereken dinî vecîbelerin başında cenaze namazı kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mü’min kardeşinin cenazesine katılmayı, ona karşı olan vazifelerinden biri olarak teşrî etmiş, birçok hadislerinde bunu tekrar etmiştir. Bu dinî vazifenin yerine getirilmesi büyük sevabı mucibtir. Ancak sevab, cenazeye katılma nisbetinde artmaktadır. En büyük sevab, namaz ve def’ine varıncaya  kadar, cenaze ile ilgili hizmetlerin hepsine katılana  verilecektir. Şu halde en azından İslam inancı üzere yaşamış Müslüman kardeşlerimizin cenazesine, defnedilinceye kadar iştirak etmek, yardımcı olmak dîn-i mübîn-i İslâm’ın vazettiği güzel âdâbtan biridir.[26]
Bütün mezheblerin ittifak ettikleri bir nokta Müslümanların, ölüleri üzerine “cenaze namazı” kılmalarının farz-ı kifâye olduğudur.[27] Bu hükmün mesnedlerinden birini nakledelim: Ebû Hureyre rivâyet ediyor: Hz. Peygamber (sav) borçlu bir müslümanın cenazesi getirilince, “borcu için bir şey bıraktı mı?” diye sorar, eğer yeteri kadar bıraktığı söylenirse namazını bizzat kıldırır, yoksa Müslümanlara “kardeşinizin namazını kılın” buyururdu.[28]
Allah’a ibâdet ve ölüye dua niyetiyle kılınan bu namazın farzı kifâye olduğunda ittifâk edilmekle beraber bazı noktalarda ictihad ve anlayış farkları vardır. Bu da bir namaz olduğu için tahâret, kıbleye yönelmek, avret yerlerini örtmek gibi şartlar cenaze namazında da aranır. Bu namazın farkı vakit şartında ortaya çıkar. Hanefî ve şafiîlere göre “namaz kılmak memnû ve mekrûh olan vakitler” de dâhil olmak üzere cenaze ne zaman hazır olursa namazı kılınır. Bazı müctehidler güneş doğarken, zeval vakti ve batarken kılmak mekrûhtur demişlerdir.
Cenaze namazının kılınışını Hanefi mezhebine göre kısaca izah edelim[29]:  Cenaze namazı niyet ve 4 tekbir ile kılınır. Niyet etmeksizin veya tekbirlerden birini getirmeksizin kılınacak namaz sahih olmaz. Niyet aslında kalben yapılır, dil ile de söylenilmesi sünnettir. Niyette, ölünün erkek veya kadın veya sabî (çocuk) olduğu belirtilir. İmam olan zat, “Allah rızası için, hâzır olan cenaze namazını kılmaya ve cenaze için dua etmeye” diye niyet ederek namaza başlar. İmamete niyet lâzım gelmez. Cemaat da aynı şekilde niyet eder, ayrıca, “uydum imama” derler. Yalnızca “uydum imama” denilmesi de yeterlidir. Cenaze namazının rükünleri, kıyâm ile tekbirdir. Kur`an okumak (kırâet), rükû` ve secdeler yoktur. Namaz şu şekilde kılınır: İftitah tekbiri alınarak eller bağlanır. Ve Sübhâneke okunur. Sübhâneke de, ‘Ve teâlâ ceddük’ kelimesinden sonra,  ‘Ve celle senâük’ ilâvesi yapılır. Sonra eller kaldırılmaksızın, baş göz işâreti yapılmaksızın, ikinci bir tekbir alınarak Allahümme salli ve bârikler okunur. Sonra üçüncü bir tekbir alınır ve hem ölü için, hem de bütün Müslümanlar için duâ edilir. Burada muayyen bir dua yoktur. “Allahümmeğfirlî ve lil-meyyiti ve li-sâiri`l-mü`minîne ve`l-mü`minât…” veya:  “Rabbenâ âtinâ fi`d-dünyâ haseneten ve fi`l-âhireti haseneten ve kınâ azâben-nâr birahmetike yâ erhamer-râhimîn” duaları yapılabilir. Yahut daha başka herhangi bir dua da olabilir. Bilmeyenler, dua niyetine Fâtiha sûresini bile okuyabilirler. Bu duâlardan sonra imam dördüncü tekbiri alır, sonra önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa sesli olarak, cemaat ise gizlice selâm vererek namaza son vermiş olurlar.
Cenazede cemaat şartı olmamakla birlikte, cemaat sayısı ne kadar çok olursa, sevap da çoğalır. Hz. Âişe, Rasûlullah (s.a.v.)’ın şöyle dediğini nakletmiştir: “Bir cenazenin namazını yüz Müslüman kılarak hepsi ona şefaat dilerse, kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verilir.” [30]  İbn Abbas (r.a.) da, Rasûlullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Bir Müslüman öldüğü zaman, cenazesini, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmayan kırk kişi tutup kılarsa, Allah Teâlâ kendilerine o kimse hakkında şefaate izin verir. ” [31]
Cenaze namazı kılındıktan sonra onu kabre kadar taşımak vazifesi vardır. Cenaze namazından sonra naaşın defnini önemli bir sebep olmadıkça geciktirmek doğru değildir. Zira  Rasûlullah “Cenaze defninde acele ediniz. Eğer bu ölü iyi bir kişi ise, bu bir iyiliktir. Onu (bir an evvel kabirdeki) hayır ve sevabına ulaştırmış olursunuz. Eğer bu cenaze iyi bir kişi değilse, bu da bir ferdir. Bir an evvel omuzlarınızdan atmış olursunuz.” [32]buyurmuştur.
Cenazenin sesli zikirle, Kur’an okuyarak veya nümayişle mezarlığa götürülmesi dinî açıdan hoş karşılanmamış, sükûnet içinde, kalben zikir, dua ve tefekkürle takip edilmesi tavsiye edilmiştir. Cenazeyi kabre götürenlerin ölümü, âhireti ve Allah’ı düşünmeleri, sükûneti muhafaza etmeleri, dünyevî meseleleri konuşmamaları, gülmemeleri bu vazifenin adabı cümlesindendir.[33]
Mezarlığa varıldığında cenaze kabre indirilinceye kadar ayakta durmak, sonrasında ise oturmak sünnettir. Kabir 100-150 cm. derinliğinde, kıble ile dik açı oluşturacak şekilde kazılır. Kabrin tabanı boyunca ve kıble tarafında naaşın sığdırılabileceği büyüklükte bir kısmın oyulması (lahit), toprağın doğrudan doğruya cenazenin üzerine atılmasını önleyeceğinden daha güzel bulunmuş, toprağın çok sert veya yumuşak olması sebebiyle buna imkân bulunamazsa cenazenin kabrin tabanında uzunlamasına konmasının ve toprağın göçmesini önleyecek tedbirlerin alınmasının da yeterli olacağı belirtilmiştir. Cenazeyi kabre, kadın ve gayri müslimler hariç ölenin mahrem ve yakınlarının indirmesi sünnettir. Buna imkân bulunamazsa bu görevi yabancı şahıslar da yapabilir. Cenazenin kabre, “Bismillâh Ve Alâ Milleti Rasûlillâh-Allah’ın adıyla ve Rasûlullah’ın dini üzere” anlamına gelen duasıyla konması, yüzü kıble tarafına çevrilerek sağ yanı üzere yatırılması gerekir.
Kabre yerleştirilen cenazenin kefen bağları çözülür; üzerine tahta, kerpiç, kuru ot, kamış vb. örtülerek atılacak toprağın doğrudan cenazeyle teması önlenir. Cenaze ile birlikte kabre başka bir eşyanın konması, hatta kabrin veya cenazenin özel durumundan kaynaklanan mâkul bir sebep bulunmadığı sürece cenazenin tabutla gömülmesi mekruh görülmüştür. Tabutla gömme, gerek ölenin toprakla temasına, zamanla çürüyüp toprağa karışmasına engel olması, gerekse israf ve gösterişe, daha geniş yer işgaline yol açması sebebiyle hoş karşılanmamıştır. Ölünün mumyalanarak gömülmesi de aynı mahiyettedir.
Büyük olsun küçük olsun, ölen kimsenin öldüğü yere değil mezarlığa gömülmesi gerekir, öldüğü yere gömülmenin sadece peygamberlere mahsus olduğu belirtildiği gibi[34] mezarlığın ziyaretçiler için ibret vesilesi olacağı, ölüler için de hayır ve rahmetle anılmaya sebep teşkil edeceği ifade edilmiştir. Cenazenin gece gömülmesi de mümkün olmakla birlikte gündüz defnedilmesi teşvik edilmiştir. Definde aslolan bir kabre bir kişinin gömülmesidir. Ancak ihtiyaç duyulduğunda, aralarına toprak konarak birden fazla kimse de bir kabre gömülebilir. Önceden ölü gömülmüş kabre kemikleri çürümüşse tekrar defin yapılabilir. Henüz çürümemiş kemikler varsa onlar da yeni cenaze ile birlikte ve araları toprakla ayrılarak gömülür. Bu kemiklerin başka yere götürülmesi doğru olmaz. Defnedilen cenazenin daha sonra alınıp başka yere nakli de ancak bazı mezheplerce ve belli şartlarda caiz görülmüştür.
Cenaze kabre konulduktan sonra orada bulunanlardan her birinin, topraktan geldiğini, tekrar toprağa döneceğini ve ikinci defa yine topraktan çıkarılarak haşrolunacağını hatırlayarak kabre toprak atması, definden sonra ölü için dua edip Kur’an okuması müstehaptır.[35]
Kabri belirlemek için baş ve ayak kısmına ağaç, taş vb. dikilmesi, bunun üzerine ölünün isminin yazılması, kabir ve çevre düzenlemesi yapılması hoş görülebilir. Ancak bu konuda da itidal ve sadeliği korumak, israf ve gösterişe kaçmamak, malzeme ve mekânı ölçülü kullanmak esastır. Kabir üzerine bina, türbe, kubbe vb. yapmanın, isim dışında âyet ve hadis dâhil yazı yazmanın fakihler tarafından hoş karşılanmayıp mekruh veya haram olarak görülmesi, hem bu gerekçelerle, hem de ölülere saygı gösterirken tevhid inancının ihlâl edilmemesi ilkesiyle izah edilebilir.[36]
Bir Müslüman kabrinde gömüldükten sonra orada, bir deve boğazlanıp paylaşılacak kadar bir zaman bekleyip Kur’ân okumak güzel görülmüştür. Çok kez “Mülk, Vakıa, İhlâs ve Muavvizeteyn sûreleri, sonra Fatiha ile Bakara sûresinin başı okunur. Ölünün bağışlanması için Yüce Allah’a dua edilir.
Cenaze toprağa gömülür gömülmez din kardeşlerinin hemen oradan dağılmaları uygun değildir. Cenazenin ruhu, onların bulunuşu ile alışkanlık kazanır, yöneltilecek sorulara hazırlanmış olur ve Yüce Allah’ın mağfiretini gözetlemiş bulunur.
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir cenaze gömüldükten sonra hemen geri dönmezdi. Bir müddet mezarı başında durur ve cemaata karşı şöyle buyururdu:”Kardeşiniz için Yüce Allah’dan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet ihsan buyurmasını dileyiniz. O, şimdi sual görecektir.”[37] Peygamber Efendimiz’in cenazelerin ardından dua ve istiğfarda bulunduğu bilinmektedir. Fakat rivayetlerde bir telkin uygulamasından söz edilmemekte, bu konuda merfû olarak sadece Ebû Ümâme el-Bâhilî’den bir rivayet nakledilmektedir. Buna göre Ebû Ümâme, öldüğü zaman kendisine Resûl-i Ekrem’in ölülere yapılmasını emrettiği gibi davranılmasını vasiyet etmiş ve onun şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Kardeşlerinizden biri ölüp de kabrini düzlediğiniz zaman içinizden biri onun mezarının başında durup şöyle desin: ‘Ey falan (kadının) oğlu filân!’ O muhakkak duyar, fakat cevap veremez. Sonra yine, ‘Ey falan (kadının) oğlu filân!’ desin. Ölü, ‘Bizi irşat ettin, Allah’ın rahmeti üzerine olun’ der, fakat siz duyamazsınız. Sonra şöyle desin …”[38]  Hadisin bundan sonraki kısmında telkinin nasıl yapılacağına dair ayrıntılarla Münker ve Nekir’in kendisine telkin yapılan ölüye dair ifadeleri yer almaktadır.[39]
Sonuçta definden sonra telkin vermek meşrudur. Ama yapılması kesinlikle emredilmiş bir iş değildir. Peygamber Efendimiz ‘in telkin verdiğine dâir bir habere rastlanamamıştır. Ancak ashaptan ve tabiinden yukarıdaki rivayetler gelmiştir. Bu hususta müctehitler, üç ayrı fikirdedirler: Mekruh, mubah ve müstehap[40]. Ümmet-i Muhammed’in çoğu, eskiden beri bu hareketi güzel görüp yapa geldiklerinden, hatta kendisine telkin verilmesini vasiyet edenlerin bile bulunmasından ötürü güzel bir hareket olduğunu söylemek en iyisidir.
Ama bu hususta elimizde kesin bir nass bulunmadığı için ne yapılması emredilir, ne de yapana yasaklanır. Herkes ölüsüne telkin verip vermemekte serbest bırakılır, dileyen verir, dileyen de vermez.[41]
Ölüye karşı görevlerimiz bahsinde son olarak tâziye’den bahsedelim: Sözlükte “birine sabır telkin etmek” anlamındaki tâziye terim olarak yakını vefat eden kimseleri sabır ve metanet göstermeye teşvik etmeyi, baş sağlığı dilemeyi, onları teselli edip acılarını paylaşmayı ifade eder.  Yakınını kaybeden ailenin ferdlerini tâziye etmek müstehâbdır.  Abdullah b. Mes‘ûd’un rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber, “Başına bir musibet gelene tâziye ziyaretinde bulunan kimseye musibete uğrayanın sevabı kadar sevap verilir” buyurmuştur .[42]
Bazı hadislerde Hz. Peygamber’den tâziye örnekleri yer almaktadır. Meselâ oğlu vefat etmek üzere olduğu için büyük acı çeken kızı Zeyneb’i, “Veren de alan da Allah’tır; O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır” şeklinde teselli etmiştir.[43]
İslâm âlimleri, bu tür rivâyetlere dayanarak tâziyenin hem erkekler hem kadınlar için sünnet veya müstehap olduğunu kaydetmiştir. Kadının, kocası dışındaki bir yakınının ölümü halinde üç günden fazla yas tutmasının câiz görülmediğini ifade eden hadisi delil gösterip tâziye süresinin üç gün olduğu söylenmişse de bazı âlimler tâziyeyi bir süreyle sınırlamayı isabetsiz bulmuşlardır. [44]
Baş sağlığı için birçok kişinin gelebileceği dikkate alınarak tâziye yerinde fazla kalınmaması tavsiye edilir. Ca‘fer b. Ebû Tâlib şehid olduğunda Rasûlullah etrafındakilere Ca‘fer’in ailesinin üzüntüleri sebebiyle yemek hazırlayacak durumda bulunmadığını söylemiş ve onlara yemek yapmalarını öğütlemiştir. [45]İslâm âlimleri bu rivayetten hareketle cenaze evine yemek götürmenin sünnet olduğunu belirtmiştir. Uygulamada da ölü evinde tâziye süresince yemek pişirilmez; cenaze yakınlarına ve tâziye için gelenlere ikram edilmek üzere komşular cenaze evine yemek getirir.
Buraya kadar olan bölümde ana hatlarıyla ölen Müslüman kardeşimize karşı görevlerimizi zikrettik. Önümüzdeki sayıda –inşallah-  Kabir (berzah) âlemi hakkında bilgi vermeye çaba göstereceğiz. Duâmız odur ki; “Allah’ım, bizim dirilerimizi, ölülerimizi, hâzır ve gâib olanlarımızı, erkeklerimizi, kadınlarımızı, küçük ve büyüklerimizi afv ü mağfiret buyur! Ya İlâhî bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat, öldürdüklerini ise îman üzere öldür…”
(Devam Edecek)


   

[1] Buharî, “Cenaiz”, 2; Müslim, “Selam”, 3
[2] Müslim, “Birr”, 13
[3] Buhârî, “Maraz”, 11.
[4] Müslim, “Birr”, 13.
[5]Lütfi Şentürk, Örnek Vaazlar-2- , s.230, DİB Yayınları, Ankara, 2013
[6] Müslim, Beyhaki ve Ahmed rivayet etmistir.
[7] Müslim, Beyhaki ve Ahmed rivayet etmistir.
[8] Tirmizi – senedi hasendir- İbn Mace ve Abdullah b. Ahmed, Zevaidu’z-Zühd (s. 24-25)’de ve et-Tergib’de (IV,141) belirtildiği üzere İbn Ebi’d-Dünya tarafından rivayet edilmiştir.
[9] Ahmed(VI, 339), Ebu Ya’la (7776), el-Hakim (I, 339’da) Hadisi Buhari ve Müslim ile Beyhaki (III, 377) ve başkaları Enes’den Peygamber efendimize merfu bir rivayet olarak buna yakın ifadelerle rivayet etmiştir.
[10] Müslim, “Cenâiz”, 1; Ebû Dâvud, “Cenaiz”, 20; Tirmizî, “Cenaiz”, 7
[11] Şevkânî, Neylü’l-Evtar, IV, 23, 25
Öncelikle bilinmelidir ki, hangi ortamda olursa olsun, prensip olarak bir hadisin doğru anlaşılması ve yorumlanması için, Kur’an âyetleri ışığında bir yol ve yöntemin izlenmesi, ilgili hadisin diğer tariklerinin göz önünde bulundurulması ve selef âlimleri tarafından yapılan açıklamaların önemsenmesi gerekir.
Kim Lâ ilâhe illallâh derse (veya son sözü olursa) cennete girer” hadisi, tâbiîn âlimlerinden İbn Şihâb ez-Zührî’ye sorulmuş, o da bu durumun henüz farzların, emir ve yasakların inip söz konusu olmadığı İslâm’ın ilk yılları için geçerli olduğunu söylemiştir. Ayrıca sâlih amel ve ibadet olmaksızın sırf iman ile yetinerek âhiret saâdetine erişilebileceği izlenimini veren bu hadis, ihlâs, yakîn gibi kayıtların yer aldığı diğer hadislerle birlikte düşünülmelidir. “Kim, ihlâs ile (manâsını kavrayarak veya kalbi mutmain, sıdk ve yakîn üzere) Lâ ilâhe illallâh derse cennete girer” hadisi onlardan biridir.
Kurtuluşa erenlerin kimler oldukları hususunda Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Azabıma dilediğimi uğratırım, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ne var ki rahmetimi Allah korkusu taşıyıp (dinî-ahlâkî konularda) titizlik gösterenlere, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım. Ki onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o Elçiye, o ümmî Peygamber’e uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O Peygamber’e inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler”(A’râf, 156-157).
Bir de hadisten şu anlam çıkarılmıştır: Hayatının tamamını Allah için yaşayan ve O’nu birleyerek ömrünü geçiren birisinin cenneti elde edebilmesi için bu hâlet üzere vefat etmesi gerekmektedir. Hayatını bu şekilde geçirmesine rağmen son anlarında bu inançtan vazgeçerek veya o inanca aykırı bir davranışta bulunarak ölen birisi asla cennete giremeyecektir. Onun yeri cehennemdir.
[12] Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 20
[13] Müslim, “Cenâiz”, 4; Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 19; İbn Mâce, “Cenâiz”, 6
[14] Müslim, “Cenâiz”, 2
[15] Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sunne, c. 1, s. 505, Pınar yayınları, İstanbul
[16] Buhari, Cenâiz, 4, c. II, s. 71; Muslim, Sahih, Cenâiz, 22
[17] Buhari, Sahih, Fedâilu Ashabi’n-Nebi, 25
[18] Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ, S. 218, Kahire, 1975
[19]Hayrettin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, s. 76, Ensar Neşriyat
[20] Seyyid Sabık, Fıkhu’s Sunne, c. 1, s. 504
Bu duyuruyu sokaklarda dellal bağırtarak, cemaat camiden çıkarken duyurarak, belediye hoparlörü olan yerlerde hoparlörle anons ettirerek veya gazetelerde sade ve kısa ifadelerle yazarak yapmak da mümkündür
[21] Buhârî, “Cenâiz”, 39; Müslim, “İman”, 44
[22] Buhârî, “Cenâiz”, 44
[23] Buhârî, “Cenâiz”, 33; Müslim, “Cenâiz”, 6
[24] Tirmizî, “Cenâiz”,14; Ebû Dâvud, “Cenâiz”, 36; İbn Mâce, “Cenâiz”, 7
[25] Buhârî, “Cenâiz”, 3.
[26]  İslâmî ölçülere göre kâfir oldukları bilinen kişilerin ( Beşerî sistemleri İslâm’a tercih etmiş kişiler, İslâmi değerlerle alay eden politikacı ve sanatçılar gibi) cenaze namazlarını kılmak, saygı amacıyla kabirlerini ziyaret etmek ve duâ da bulunmak haramdır. Zira Rabbimiz, kâfirlerin namazını kılmamamızı, kabirlerini ziyaret etmememizi emretmektedir. “Kâfirler/Münafıklardan ölen hiç kimsenin asla namazını kılma, kabrini ziyaret etme. Zira onlar Allah’ı ve Peygamberini inkâr ettiler,  Hak yoldan çıkmışlar olarak öldüler.”( Tevbe, 84)  Rabbimiz, kâfirlere duâ edilemeyeceğini de şöylece açıklamaktadır: “Cehennemlik oldukları kendilerine açıkça belli olduktan sonra akraba da olsalar Allah’a ortak koşanlar için ne peygamberin ve ne de mü’minlerin Allah’tan af dilemeleri onların yapacağı iş olamaz.”( Tevbe,113) Bu ilâhî emirlerden ötürü bâtıl din ve ideoloji mensuplarının yaptıkları gibi, medenilik gereği görerek veya protokol gereğidir diyerek onları taklitle kâfirlerin namazını kılmak, kabirlerini ziyaret etmek ve onlara duâ etmek haramdır.
[27]  Yani bir beldede bir kısım Müslümanların bu namazı kılmalarıyla, diğerlerinin üzerinden yükümlülük kalkar. Cenaze namazı hiç kılınmazsa, o beldedeki bütün Müslümanlar sorumlu ve günahkâr olur.
[28] Buhârî, Müslim
İbn Kayyim borcu ödenemeyen ölünün namazını niçin bizzat Rasûlullâh’ın (sav) kıldırmadığını şöyle açıklıyor: “Rasûlullah’ın (sav) bir kimse üzerine namaz kılması, gereğini hâsıl eden, istediğini alan bir şefaat mahiyetindedir; halbuki borçlu borcuna karşı rehin vaziyetindedir.”( İbn Kayyim, Zâdu’l-meâd, Mısır, 1950, c. I, s. 141)
[29] Cenaze namazının kılınışıyla ilgili geniş izahat için bakınız: Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c.3, s.38-61, Risale Yayınları, İstanbul, 1990
[30] Müslim Cenâiz, 58
[31] Müslim, Cenâiz, 59
Cenaze namazı, kılanlar için sevab kazanma vesilesi olduğu gibi, cenaze namazı, kılınanlar için de bir duadır. Bağışlanma sebebidir, Cenaze namazını kılan müminler tarafından içten duygularla hayırla yâd edilmesi halinde ise kişinin Cennet’e yolcu edildiğinin bir müjdesidir. Bu gerçek Enes ibn-ü Malik’in rivayet ettiği hadiste şöylece dile getiriliyor: “(Günün birinde) Hz. Peygamber’in yanından bir cenaze ile geçtiler. Sahabiler onu -hayırlı bir cemiyet insanıydı- diyerek övdüler. Allah’ın Resulü (s.a.v.) üç defa ard arda ‘Gerekli oldu’ buyurdu. Sonra diğer bir cenaze ile daha geçtiler. Sahabiler onu da -fena, cemiyete zararlı bir kişi- olduğunu ifade ederek yerdiler. Allah’ın Rasulü (s.a.v.) aynı şekilde üç defa ‘Gerekli oldu’ buyurdu. Hz. Ömer sordu: Anam-babam sana feda olsun. Ya Rasûlallah! Haklarındaki görüşlerimizi açıkladığımızda her bir cenaze için ‘Gerekli oldu’ buyurdunuz. Ne ‘Gerekli oldu?’- Ya Ömer! ilkini hayırla andınız. (Toplumun sevgisini kazandığı için) ona Cennet gerekli oldu; Cennet’e girmeyi hak etti. İkincisinin fenalığında birleştiniz. (Toplumun nefretini kazandığı için) ona da Cehennem gerekli oldu. Allah’ın Rasulü (s.a.v.) daha sonra sözlerini sahâbiler topluluğuna yönelterek söyle buyurdu:- Ey müminler! Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitleri (ve değer ölçüleri)siniz.”( Buhâri, Cenaiz)
[32] Buhârî, Cenâiz, 52
[33] İbn Kudâme, el-Muğnî, c.2,  s. 353, Kahire, 1968
[34]  İbn Abidîn, 1, 600
[35] Ölüye Kur’an okunup-okunmamasını ayrı bir başlık altında ayrıntılı işleyeceğiz biiznillâh.
[36] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Defin’ maddesi, c.9, s.66, İstanbul,1994
[37] Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 73
[38] Müslüman toplumların çoğunda ve özellikle Türkiye’de definden sonra telkin uygulaması ise şöyledir: Definden sonra iyi hal sahibi bir kimse ölünün baş ucunda yüzüne karşı ayakta durarak ona ismi ve annesinin ismiyle (isimleri bilmiyorsa “Ey Havvâ oğlu Abdullah!” diye) üç defa seslenir. Ardından, “Üzkür mâ künte aleyhi min şehâdeti en lâ ilâhe illallah …” (“Hayatta iken benimsediğin şu hususları hatırla …”) ifadesiyle başlayan bir ibareyi okur. Bu ibarede Allah’tan başka ilâh bulunmadığı, Muhammed’in O’nun elçisi olduğu, cennet ve cehennemin, yeniden dirilişin gerçekliği, kıyametin vuku bulacağı, Allah’ın kabirde yatanları yeniden dirilteceği; ölen kişinin dünyada iken rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i, imam olarak Kur’an’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeş olarak müminleri seçtiği hatırlatılır. Ardından üç defa, “Yâ abdallah! Kul lâ ilâhe illallah” (‘Ey Allah’ın kulu, lâ ilâhe illallah’, de!) sözünden sonra yine üç defa, “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir. Ey rabbim! Sen onu tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı sensin” anlamındaki Arapça ibareyi tekrar eder. Geniş bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Telkin’ maddesi, c.40, s.405
[39] Taberânî, El-Mûcemu’l-Kebîr, 249-250
[40] Başta Mütevellî, Gazzâlî, İbnü’s-Salâh, Râfiî, Nevevî ve İbn Hacer olmak üzere Şâfiî âlimlerinin büyük çoğunluğu, bu uygulamayı müstehap görmüştür.
[41] http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/6523/oluye-annesine-nispet-ederek-telkin-verme-sebebi-olen-bir-insanin-cenazede-baba-isminin-okunmama-sebebi-nedir.html
[42] İbn Mâce, “Cenâiz”, 56; Tirmizî, “Cenâiz”, 71
[43] Buhârî, “Cenâiz”, 33; Müslim, “Cenâiz”, 11
[44] Müsned, VI, 37, 249, 286; Buhârî, “Cenâiz”, 31
[45] Tirmizî, “Cenâiz”, 21; İbn Mâce, “Cenâiz”, 59

Ölüm ve Ötesi – III

- 31 Aralık 2015
mezarlik
Yazı dizimizin ilk iki bölümünde ölüm kavramı üzerinde durmuş,  Müslüman’ın ölüm karşısındaki tavrını açıklayıp, ölmekte olan birine ve öldükten sonra Müslüman kardeşimize olan görevlerimizi ana hatlarıyla açıklamaya gayret etmiştik. Bu bölümde de Kabir ve berzah âlemi hakkında bilgi verip, kabir suâli konularına açıklık getirmeye çalışacağız. Tevfik Allah’tandır.
C) KABİR VE BERZAH KELİMELERİNİN LÜGAT VE ISTILÂH ANLAMI:
Türkçe de sıklıkla kullanılan “kabir” kelimesi aslen Arapça bir kelime olup, insanın ölümden sonra defnedildiği yer anlamına gelmektedir.[1] Aslı itibariyle “kabera” kökünden mastar olarak, “kabir” kelimesinin çoğulu “Kubûr”dur. Aynı anlamda “makbera” ve “mekâbir” kelimeleri de kullanılmakta ve Kurân-ı Kerim’de her iki şekilde de geçmektedir.
Kabir kelimesinin Kur’an’daki, yani ıstılâh manası da lügat manasıyla aynıdır ve “insanın öldükten sonra defnedileceği yer” anlamına gelmektedir. Kabir kelimesi, Kur’an’da şu şekillerde geçmektedir: “Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz.”(Tekâsür,1-2);  “Şüphe yok ki kıyamet mutlaka gelecektir (kopacaktır). Kabirlerde olanları diriltecek olan Allah’tır.”( Hacc,7); “Sonra onu öldürdü ve kabre gömdürdü.”(Abese, 21)
Ayrıca “cedes çoğulu ecdâs” ve “merkad” kelimeleri de kabirle aynı anlamda kullanılan kelimelerdir.[2] “Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler. (İşte o zaman:) Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler! derler.” (Yâsin, 51-52)
Berzah kelimesi ise, lügatte iki şey arasına giren engel, mânia, ayrıcı hudut gibi manalara gelmektedir.[3] Bu anlamıyla ölümle-hayat, âhiret ile dünya arasına giren perde, engel manasına gelir ve kişi ölünce berzah’a girmiş olur. Dolayısıyla onunla dünyaya geri dönme arasında veya Kıyâmet Günü tekrar diriliş arasında engel (berzah) vardır.
Kur’ân-ı Kerim’de Rahmân sûresinin 20. âyetinde, “O iki denizin arasına (berzah) engel /perde koymuştur; birbirlerine karışmazlar” ve Furkân sûresinin 53. âyetinde, “Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıveren ve aralarına bir engel (berzah), aşılmaz bir sınır koyan O’dur.” geçen Berzah, engel ve ayırıcı anlamında kullanılmıştır.
Bu âyetlerden şunu anlayabiliriz: Bu âyetlerde belirtildiği gibi, iki denizin suyu nasıl iki tarafa da karışmıyor ve geçemiyorsa, insanlar da öldüğü ve Berzah âlemine geçtiği zaman öyle bir engel oluşur ki, bundan sonra ne Âhirete geçebilirler, ne de tekrar dünyaya dönebilirler. İkisinden de engellenmiş ve mahrum bırakılmış olurlar.
Mü’minun sûresinin 100. âyetinde : “Onlardan birine ölüm geldiği vakit ‘Rabbim! Beni geri gönder. Umulur ki, terk ettiğim o yerde ve hayatta salih ameller işlerim’ der. Hayır, bu onun söylediği (boş) bir sözdür. Onların arkalarında ise, yeniden dirilecekleri güne kadar bir Berzah (hayatı) vardır.” buyrulmuştur.
Yukarda kaydettiğimiz âyetteki ifadede ise, Berzah kelimesi ıstılâhi anlamda kullanılmıştır. Dolayısıyla ölümle tekrar dirilme / ba’s arasındaki bu âleme “Berzah” ismini veren bizzat Allah Teâlâ’dır. Onun içindir ki, Berzah kelimesi Kur’ânî bir kelimedir. Bu kelime yukarıdaki âyetlerde de, hem lügat manasında hem de ölümden dirilmeye kadar devam eden dünya ile Âhiret arasındaki âlemi ifade eden ıstılâhî manasında kullanılmıştır.
Çoğu zaman Berzah hayatı veya Berzah âlemi için kabir hayatı veya kabir âlemi denilmesi, ölenlerin çoğunun kabre gömülmesinden kaynaklanan bir genellemeden ibarettir. Ölenlerin hepsi kabre gömülemese de, ölen herkes Berzah hayatı ve âlemine girer ve oranın durumlarına ve şartlarına maruz kalır.[4]
Berzah hayatında – her ne kadar ceset de ruhla birlikte azap ya da nimete iştirak ediyorsa da -bazı parçaları hariç- çoğunlukla cesetler çürümüş olup ruhlar baki olduğundan bu âleme “âlem-i ervah” yani ruhlar âlemi ismi de verilmektedir.
Bu âlem, dünya ile Âhiret arasında geçici bir istasyondur. Dünyada Allah’ın rızasına uygun hareket eden insanlar, henüz kabir hayatındayken cennetvâri bir hayat yaşamaya başlayacaklardır. O’na isyanlarla dolu bir hayatın sonunda buraya gelenler ise burada azap ve sıkıntı çekmeye başlayacaklardır.[5]
 Kabir/berzah âlemi, Kur’ân’da müphem olarak yer almış olup sünnette açıklığa kavuşturulan bir meseledir. Bazı âyetlerin delalet ettiği kabir suâli, kabir azabı ve nimeti hususları Hz. Peygamber (sav) tarafından izah edilmiştir. İnsan zihnini meşgul eden bu önemli konunun Hz. Peygamber’in sünnetinde vuzuha kavuşması hem Kur’ân’ın beyanı açısından hem de sünnetin itikat alanındaki değeri açısından önemlidir. Kur’ân ayetlerinde işaret edilen ve Hz. Peygamber’in hadislerinde bildirilen kabir hayatı, inanılması vacip olan gaybî konulardandır.[6]
 D) KABİR SUÂLİ
      Kabir suâlinin varlığına pek çok sahih hadis, haber ve icma delâlet etmektedir. Bu konuda pek çok hadis ve haber gelmiş olup, bunlar mana bakımından birbirini tamamlamaktadırlar. Kabir suâli hakkında gelen hadisler tek tek tevatür derecesine ulaşmamakla beraber, ashap­tan pek çok kimse kabir suâlinin varlığına delalet eden hadisler rivayet ettikleri için, manâ yönünden mütevatirdirler. Bu sebeple kabul etmek ve olacağına inanmak gerekir.
Net bir şekilde kabir suâlini beyân eden âyet yoktur. Ancak buna işaret eden âyet vardır. Kur’an-ı Kerim’deki : “Allah, iman edenlere dünya hayatında da âhirette de o sabit sözde daima sebat ihsan eder. Allah, zâlimleri (kâfirleri) şaşırtır, Allah ne dilerse onu yapar.” (İbrahim, 27) âyeti ka­bir suâline açıkça delâlet etmektedir. Nitekim İbn Abbas’ın, bu âyetin mü’minlerin kabirde sorguya çekileceklerine delil olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.[7]
Ebû Hureyre’den nakledilen ve Müslim’in Sahihi ile Ebu Davud’un Süneni’nde yer alan bir hadiste Hz. Peygamber (sav), İbrahim sûresinin 27. âyetini okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır: “Bu, ona kabrinde, “Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?’ denilip de onun: ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, Peygamberim de Muhammed (s.a.s.) dir. Bize Yüce Allah katından açık deliller getirdi, ben de ona iman ettim ve onu tasdik ettim,’ dediği zamandır.” [8]
Abdullah b. Mes’ud da: “Size bir hadis söylediğimiz zaman mutlaka Kitap’tan (Kur’an-ı Kerim’den) onu doğrulayan bir şey getiririz. Müslüman kabrine konduğunda oturtulur ve kendisine şöyle denir: “Rabbin kim? Dinin ne? Nebin Kim?” Allah onu sabit söz üzere tespit eder ve (kul) şöyle der: “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim de Muhammed Aleyhisselamdır.” Bunun üzerine onun kabri genişletilir ve hoşça kokulanır.” der ve ardından İbrahim sûresinin  27. âyetini okur.[9] Demek ki, Abdullah b. Mes’ud bu âyeti kabir suâline ve bu suâlde mü’minin doğru cevap verişine delil olarak getirmiştir.
Ebû Katâde el-Ensârî[10], kabirde sorulacak suâlleri ve mü’minle kâfirin vereceği cevaplan zikrettikten, her birine sorgulanmalarını müteakip makamlarının gösterileceğini anlattıktan sonra İbrahim sûresinin 27. âyetini okuyup,  dünya hayatındaki tesbitten kasıt, dünyada Kelime-i Tevhidi söylemesidir; âhirettekinden kasıt ise, ka­brinde sorguya çekilişi esnasında doğru cevap vermesidir, diye tefsir etmiştir.[11]
Hülasa, bu âyet-i kerimedeki “sabit söz” den kasıt, Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehâdet; “ahiret” den kasıt da kabirdir ve kabir sorgusu esnasında mü’minin aynen dünyadaki gibi Kelime-i Tevhidi söylemesidir. Kelime-i Tevhidi dünyada kalplerine yerleştirenler, kabirdeki sorgu esnasında, Allah’ın da yardımıyla, şaşırmazlar ve dosdoğru, inandıkları gibi söylerler. Ama bu iman kalplerinde kökleşmemiş olanlar orada şüpheye düşer ve cevap veremezler. [12]
Buhârî, Müslim, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettikleri hadiste, kabre konulan ölüye, iki meleğin gelip Rabbi’nin ve peygamberinin kim olduğu hakkında soru soracakları anlatılır, fakat meleklerin adından söz edilmez. Yalnız Tirmizî’nin  rivâyet ettiği ve garip olarak nitelediği hadiste bu meleklerin, birinin Münker, diğerinin Nekir adlı iki siyah melek oldukları belirtilmiştir.
Ebu Hureyre’nin (ra) anlattığına göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ölü (ya da sizden biriniz) defnedildiği zaman ona siyah ve mavi gözlü –ki bunlardan birisine Münker diğerine Nekir denir- iki melek gelir ve derler ki: ‘Bu adam hakkında ne derdin’? Bunun üzerine o kimse (ölmeden önce) söylediğini aynen söyler ve: ‘O, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür. Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir’ der. Melekler: “Biz senin bunu söylediğini biliyorduk.” derler ve kabri yetmiş arşın kare genişletilerek içi nurla doldurulur ve ona “uyu” denir. O kimse: ‘Aileme döneyim ve onlara haber vereyim mi’ der. Bunun üzerine onlar: ‘Uyu! Düğün gecesinde güveyin uyuduğu gibi uyu! Çünkü onu uykusundan ancak ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır’ derler. O kişi, Allah onu o yatağından mahşere kaldırıncaya kadar (rahat rahat) uyur. Eğer o kimse münafık ise (soruya): “İnsanların (ona peygamber) dediklerini işittim ve ben de aynı şeyi söyledim, (doğru mudur) bilmiyorum” diye cevap verir. Melekler: ‘Biz senin bunu söylediğini biliyorduk’ derler. Ardından toprağa: ‘Çullan onun üzerine’ denilir. Toprak onun üzerine çullanır; (bu sıkma neticesinde) kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah onu yattığı yerden kaldırıncaya (mahşer için diriltinceye) kadar kabrinde azab görmeye devam eder.”[13]
Hz. Osman diyor ki:  “Resulullah (sav) ölüyü defnetme işini bitirince kabrin yanında durup şöyle derdi: ‘Kardeşiniz için istiğfar edin (Allah’tan affını isteyin) ve (imanda) sebat göstermesi için (Allah’a) niyazda bulunun. Çünkü şu anda o sorguya çekilmektedir.’[14]
Hz. Osman’ın kölesi Hâni şöyle demiştir: Hz. Osman bir kabirde durduğunda sakalı ıslanacak (ıslanıncaya) kadar ağlardı. Kendisine “Cennet ve cehennemden söz ettiğin zaman ağlamıyorsun. Bundan dolayı mı (kabirden söz ettiğin zaman mı) ağlıyorsun? denildiğinde O, Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu naklederdi: “ Kabir ahiret konaklarının ilkidir. Orada kurtulana ondan sonrası daha kolaydır. Orada kurtulamayana (başaramayana) ise, ondan sonrası daha da zordur.”[15]
Yine O, Allah Rasülü (sav) şöyle buyurdu dedi: “Hangi manzara ile karşılaştımsa, kabri ondan daha korkunç buldum.”[16]
Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kul kabrine konulup arkadaşları geri dönünce, arkadaşlarının ayak seslerini işitir. Ve ona iki melek gelir, onu oturturlar ve kendisine: “Şu Muhammed (s.a.s.) denilen kimse hakkında ne diyordun?’ diye sorarlar. (Mü’min olan kimse): “Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet ederim.” der. O zaman sorgu melekleri o mü’mine şöyle derler: “Cehennem’deki yerine bak. Allah onu senin için Cennet’ten bir yerle değiştirdi.” Bundan sonra Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: ‘Ölen kimse, hem Cennet’teki yerini hem de Cehennem’deki yerini beraber görür.” Münafık veya kâfir olan kimseye gelince: (Meleklerin sorularına):“Bilmiyorum; ben O’nun hakkında insanların dedikleri şeyi diyordum” der. Bunun üzerine o kimseye şöyle derler: “Ne anladın ne de (O’na) uydun.” Sonra demirden bir tokmakla (kamçıyla) kulaklarının arasına (ense köküne) öyle bir vurulur ve o öyle bir feryat eder ki, onun sesini insan ve cinlerden başka bütün varlıklar duyar.”[17]
Kabir suâli hakkında Bera b. Azib, Carir b. Abdillah, Enes b. Mâlik ve Esma bt. Ebû Bekr başta olmak üzere, yirmiden çok sahabeden değişik lafızlarla hadisler rivâyet edilmiştir.
Sonuç olarak, “âyetlerde işaret olunan, rivayetlerde açıkça anlatılan ve olmasında aklın hiçbir imkânsızlık görmediği kabir sualinin olacağına inanmak, âhirete imana dâhildir” diyebiliriz. Ahiretin varlığına inanan bir insan, âhiretin ilk durağı olan kabir hallerine de inanmalıdır. Nitekim İmam Kurtubî bu hususta şunları söylemektedir: “Allâh Teâlâ, ölen her mükellef kulu, kendisine sorulan soruları anlayıp cevaplandıracak şekilde aklını vererek, kabir nimet ve azâbını tadacak sekilde hayatını ona iade ederek diriltir. Haberler bu şekilde gelmiş, ashâb ve tabiûn da bu itikad üzere olmuştur. Kabir hayatı ve fitnesine haberlerde geldiği şekilde iman etmek ve Peygamber’i (s.a.s.) tasdik etmek vaciptir.”[18]
İbnul Kayyım El-Cevziyye ise, Kitâbu’r-Rûh adlı kitabında kabir hayatıyla ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Yüce Allah, üç tane ‘dâr’ yaratmıştır. Dâr-ı Dünya, Dâr-ı Berzah, Dâr-ı Karâr. Ayrıca her dârla ilgili bir takım hükümler koymuştur. İnsanoğlunu, beden ve nefisten mürekkep yaratarak dünya ile ilgili hükümleri, dil ve uzuvlardan – nefsin isteklerine karşı da olsa –meydana gelen fiillere göre ayarlamıştır. Berzah’la ilgili hükümlerse, bedenlere uyan ruhlaradır. Dünyadayken nasıl ki ruhlar bedenlere uyarak, bedenlerin sevinciyle sevinmiş elemiyle üzülmüşse, aynı şekilde Berzah’ta da nimet ve azâba muhatap olan, nimet ve azâb sebeplerini hazırlayan ruhlara bedenler uyarak, nimet ve azapta müşterek olurlar. Bu takdirde Berzah’ta nimet veya azap içinde olan ruhlardır.
Bedenler zâhirdir ama ruhlar hafîdir. Beden bir mânâda ruhun kabridir. Berzah’ta ise, ruhlar bedenlerin kabri olmakta bu nedenle de Berzahla ilgili hükümler direk ruha uygulanmakta, nimet veya azap ruha geçmektedir. Bu hususu iyice anlayarak içten ve dıştan gelen şüphelerini böylece gidermen gerekmektedir. Yüce Allah’tan, dünya hayatında bize misaller göstermesi için, lütfuyla, rahmeti ve hidayetiyle dua ettik. O’ da, uykudaki kişiyi bize hatırlattı. Uykudaki sevinme ve üzülme hakikatte ruha yöneliktir, bedense ruha tabiidir. Rüyada etkilenme o kadar belirginleşir ki, beden de bunu hisseder; rüyasında yediği dayaktan dolayı bağırır, yaranın izi vücudunda görülebilir. Bazen de yediği içtiği şeyin tadını ağzında duyar, açlık ve susuzluğunu giderebilir.  Bundan daha garibi, rüyasında ayağa kalkar, birini döver, birini yakalar ya da kendini savunur. Oysa ki uykudaki kişi şuursuzdur, normalde bunları yapamaz. Yani burada ruha yapılan bir işleme, hariçten beden de iştirak eder. Bilfiil bedenin ruha yapılan işlemlere rüyada katılması durumunda, beden uyanır ve hisseder.
Ruh acı çeker veya sevinir; bu durum da ruha uymakla bedene geçince Berzah’ta bu daha belirgin olur. Çünkü Berzah’ta ruh, bedenden -uykuya nisbetle- daha da uzaktır. Bedenle ilgisi olmakla birlikte, ondan tamamen irtibatını kesmez. Haşir günü gelip insanlar kabirlerinden kalkınca, azap ya da nimet ebedi olarak hem ruha hem bedene birden uygulanır. Dolayısıyla Rasûlullâh’ın (s.a.s.), kabir hayatıyla ilgili olarak verdiği haberlerin akla uygun ve hepsinin gerçek olduğu açık bir şekilde belli olur.
Bundan daha garibi de, aynı yatakta yatan iki kişinin durumudur. Birinin ruhu nimetler içinde olur ve uyandığında bu ferahlığı bedenine vurur. Diğerinin de ruhu azaplar içinde olur ve uyandığında bu azâbın korkusunu bedeninde hisseder. Önemli nokta, birbirlerinin ne yaptığının farkına varmamalarıdır. Rüyada bu kadar garip olaylar olabiliyorsa, Berzah’ta daha acayibinin olması normaldir.”[19]
Yeri gelmişken birkaç cümle ile bedenden ayrılan ruhun yeri konusunu ele alalım: Bedenden ayrılan ruhun yeri konusu gayb ile ilgili bir konudur. Bu konuda başvurulacak bilgi kaynakları ise Kur’an ve Sünnettir. Ruhun yeri neresidir? Gökte midir, yerde midir? Cennette mi yoksa Cehennem’de midir? Azap mı görmekte, mükâfat mı görmekte, bir başkasının bedenine mi girmekte? gibi sorular insan zihnini hep meşgul etmiştir. Bütün bu sorulara İslam âlimleri cevap aramışlar ve özetle şu sonuçlara ulaşmışlardır: Ebu Hureyre ve Abdullah b. Ömer’e göre şehid olsun, olmasın işledikleri büyük bir günah veya üzerlerinde kalan borç kendilerini alıkoymamışsa, bütün müminlerin ruhları Cennette, Allah katındadırlar. Mücâhid’e ve İslâm âlimlerinin bazılarına göre, ruhlar Cennet’in içinde değil, kapısının önündedirler. Onlara Cennet’in kokusu, nimeti ve rızkı gelir. Bazı âlimlere göre de ruhlar, kabirlerinin çevresinde bulunurlar. İmam Ahmed b. Hanbel’e göre, şehit olsun olmasın müminlerin ruhları Cennet’e, kâfirlerin ruhları da Cehennem’e gider. Bazı âlimlere göre, müminlerin ruhları yedinci kat semadaki illiyyûn(yüceler) de, kâfirlerin ruhları ise yedinci kat arzda (yerde), İblis ordusunun altındaki Siccîn’dedir.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Peygamberlerin, şehitlerin, müminlerden itaatkâr olanların ruhları cennettedir. Müminlerden asi olanların ruhları sema ve arz arasındadır. Kâfirlerin ruhları ise, yedi kat göğün altındaki Siccîn’dedir.
İslâm ümmeti içerisindeki genel kanaat ölümden sonra kabirde ruhun tekrar bedene döneceği, sorgulamanın ve azab ile nimetin ruh-beden bütünlüğüne yönelik olacağı şeklindedir. Çünkü ruh-beden ayrılığı, hayatın olmaması anlamına gelir. Hâlbuki kabirde bir hayat vardır ve bu da ancak ruhun beden ile irtibatı şeklinde. Ruh her ne kadar bedenden ayrılmış, ondan soyutlanmış ise de hiçbir şekilde onunla bir irtibatı bulunmayacak surette ondan ayrılmaz.[20]
Ölüye nasıl suâl sorulacağı ve ölünün nasıl cevap verebileceği hususu ve bilhassa çeşitli şekillerde ölüp ce­sedi dahi ortada mevcut olmayanların ne şekilde sorgu­ya çekilecekleri mevzuu, bizim maddi ölçüler ve duyula­rımızla algılayıp izah edemeyeceğimiz konulardandır. Yani bunlar bize göre gaybî, gizli ve saklı konulardandır ki, duyularımızla idrak sahamıza girmeyen bu gibi konular­da, ancak nakli deliller doğruyu gösterir. Naklî delille ha­ber verilen hususların nasıl olacağı veya olabileceği akla gelirse o zaman da Allah’ın güç ve kudretinin her şeye şâmil olduğunu düşünmekle, mümkün olan, olması imkânsız olmayan her şeyi yaratmaya Allah’ın muktedir olduğunu hatıra getirmekle problem çözülür.
Buraya kadar “kabir sualinin varlığı”, “kabirde sual soracak melekler”, “sorulacak sorular” ve “kabir sualinin zamanı” gibi sorulara cevap aradık. Son olarak kabir suâlinden muaf olacaklar var mıdır? Buna dâir mülahazalarımızı serdedelim:
Ehl-i Sünnet âlimleri, –Allah’ın (cc) müstesna kıldıkları hariç- ölümünden sonra her insanın berzah âleminde sorguya çekileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu insan, ister mezara defnedilmiş, isterse defnedilmemiş olsun, ister normal yolla ölsün, isterse yakılmış, asılmış, boğulmuş ya da terkedilmiş olsun. Yahut mumyalanıp, ilaçlanıp insanların gözü önünde bulundurulsun. Her ölüye mutlaka sual vardır.[21]
Hadis-i şeriflere göre “şehitler[22], murabıtlar (nöbet tutanlar) kabir sualinden muaf olacaktır. Bu duruma işaret eden birçok rivayet mevcuttur. Ashâb-ı Kiramdan birisinin Hz. Peygamber’e (sav) şöyle dediği haber verilmektedir: “Ey Allah’ın Resulü! Ne oluyor da şehitlerden başka müminlerin hepsi kabirlerinde sorguya çekiliyorlar? (Niçin şehitlere kabir suali yoktur?) Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Onların başı üstünde kılıçların parıltısı, (onlara) imtihan olarak yeter.”[23]
Bu rivayetten anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (sav) şehitlerin kabir sualinden muaf olduğunu gerekçesiyle birlikte açıklamıştır.
Bir de Allah yolunda murabıt olanların kabir sualinden muaf olduğunu anlatan rivayet şu şekildedir: Selman-ı Fârisî (ra) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’i (sav) şöyle derken işittim” : “Allah yolunda bir gün, bir gece nöbet tutmak, bir ay (nafile) oruç tutmak ve namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Eğer bu esnada (nöbet tutan o kimse) ölürse, dünyada iken yaptığı ameli (yazılmaya) devam eder ve (şehitlerin cennette rızıklandırıldığı gibi) rızıklandırılır ve fettandan (kabirde sorguya çeken iki meleğin sorgulamasından) emin olur.”[24]
(Devam Edecek)

DİPNOTLAR
[1] İbn Manzûr, Lisanu’l -Arab, c.5, s.68, Dâru’n-Neşr, Beyrut Trs.
[2] İbn Manzûr, , a.g.e., II, 118
[3] İbn Manzûr, a.g.e., III, 8
[4] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.37, Esra Yay., 7. Baskı, Ankara, 1997
[5] Kasım Oğan, Kabir Hayatıyla İlgili Rivayetlerin Tespit Tahriç ve Değerlendirilmesi, s.12, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
[6] Hamdi Gündoğar, İslâm İtikadında Sünnet, s. 195–196, Çıra Yay., İstanbul 2006.
[7] Beyhakî, İsbâtu Azabi’l-Kabr, s.22, elyazma, İst. Beyazıt Umum Küt. Nr. 18807
[8] Müslim, Kitâbu’l-cennet, 51; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27.
[9] Beylıaki, a.g.e, s. 21
[10] Hz. Peygamber’in süvarisi olarak tanınan cengâver sahâbî. Medineli olup Benî Selime kabilesindendir. Gâbe Gazvesi’ndeki gayret ve başarısından dolayı Resûlullah onun hakkında, “Süvarilerimizin en hayırlısı Ebû Katâde’dir” demiştir. Ashabın ileri gelenlerinden olan Ebû Katâde 54 (674) yılında Medine’de vefat etti. Hayatı hak. bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 10,  s.175
[11] Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 58, elyazma, Konya Yusufağa Küt.Nr. 7253
[12] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.267
[13] Tirmizi, Cenâiz, 10
[14] Ebu Davud, Cenâiz, 73
[15] Tîrmizî, Sünen, Zühd, 3; İbn Mâce, Sünen. Zühd, 32.
[16] Tirmizî, Zühd, 5.
Hadiste bahsedilen “kabirdeki başarı”dan maksat; kabir sualinin başarılı geçmesidir. Zira Rasûlullah  (sav), cenaze namazlarında ölü için dua ederken, onun kabir azabı ve imtihanından koruması için Yüce Mevlaya “…Allahım onu kabir fitnesinden (imtihanından) ve cehennem azabından koru”( Müslim, Cenâiz, 26; İbn Mâce, Cenâiz, 23) şeklinde niyazda bulunurdu.
[17] Buhari, Cenâiz, 66, 85; Müslim, Kitâbu’l-cennet, 17; Nesâî, Cenâiz, 109–110
[18] Kurtubi, et-Tezkira Fî Ahvâli’l-Mevtâ ve Umûri’l-Âhira, s. 132, (tah. Abdulmecîd Tâmmete el-Halebî), Dâru’l-Ma’rife, 6. Baskı, Beyrut 2003
[19] İbnul Kayyım El-Cevziyye, Kitâbu’r-Ruh, s.91-93. (ter. Saban Haklı), İz yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2003.
[20] İbn Ebi’l İzz El-Hanefî, El-Akidetü’t-Tahaviyye ve Şerhi, s. 430, Çev. M. Beşir Eryarsoy, 2. Baskı,
Guraba Yay.,  İstanbul, 2008.
[21] Süleyman Toprak, a.g.e, s.363.
[22] Şehid, kelime olarak kesin bir haberi veren, bildiğini söyleyen, hazır olan, bulunan, bir hadiseye şahid olan, şahidlik eden manalarına gelir. Dinî anlamda, Allah rızası için, O’nun yolunda canını fedâ eden Müslümana verilen isimdir.
Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahidlik edilmiş olması veya onun yüce Allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta ruhunun doğrudan doğruya Daru’s-Selâm’da  (Cennet’te) bulunması veya Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır. ”
Yüce Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur :”Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma. Hayır, (onlar) diridirler. Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarında henüz (şehid olup)  kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığı, onların da üzüntüye uğramayacakları müjdesiyle sevinmektedirler. Allah’ın nimeti, keremiyle ve Allah’ın mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler”(Âl-i İmran, 169-171)
[23] Nesâî, Cenâiz, 112.
[24] Müslim, İmâre, 50

Ölüm Ve Ötesi -4-

- 22 Ocak 2016
Yazı dizimizin bu bölümünde modernist ilâhiyatçı akademisyenlerin, ‘Ehl-i Sünnet’in hurâfe inancı’ olarak gördükleri ‘Kabir Azâbı’ konusunu delilleriyle açıklamaya çalışacağız. Tevfik Allah’tandır.
    E) KABİR AZÂBI:
Şer’î nasslar[1], farklı veçhelerden kategorize edilmektedir. Bu farklı yönleri dolayısıyla müsâvî olmaları imkân dâhilinde değildir. En basitinden nasslar; itikâd, muâmelât ve ahlâka müteallik olmak üzere üç kısma ayrılabilir. Bunlar da kendi aralarında bölümlere ayrılırlar ve birbirlerinden farklı mülâhaza edilirler. Kabir hayatına dair konumuz gereği, onun üst şemsiyesi olan itikâd kategorisi de kendi içerisinde -klasik eserler göz önüne alındığında usûlü’s-selâse diye adlandırılan- üç kısma ayrıldığı görülecektir. Bunlar, ilâhiyyât, nübüvvât ve sem’iyyât bahisleri olarak adlandırılırlar. Bu tasnife göre kabir konusu da sem’iyyât bahislerinde ele alınan bir konudur. Çünkü sem’iyyât konuları tamamen sahih nakle dayanan bir alandır. Bu açıdan da baktığımızda itikâdî meseleleri, aklın müdâhil olduğu ya da sırf nakle dayalı ve aklın bir fonksiyonunun olmadığı iki alan olarak ele almış oluyoruz. Yani bu alan daha çok gayba dair bilgilerin işlendiği bir alandır. Dolayısıyla itikâd alanı, aklın bir nass olmaksızın şu veya bu şekilde olmalı ya da olmamalı diye kendiliğinden bir yargıda bulunamayacağı bir sahadır.[2]
Böyle bir girişten sonra kabir azâbı meselesinin nasslar içerisinde nerde durduğunu görmüş olduk. Şimdi de nassların karşısında ümmetin durumunu ele alırsak iki şekilde gruplandırma yapabiliriz. Nasslar karşısında ümmet ya ittifak ya da ihtilâf halindedir. İttifak edilen mesele sayısı ihtilâf edilenlere nazaran oldukça azdır. Ancak kabir azâbının olduğu hakikati, açık Kur’ânî bir delile dayanmamasına rağmen Hâricîler, bir kısmı hariç Mûtezîle ve yine bir kısım Şiî anlayışın tersine Müslümanların büyük oranda fikir birliği ettiği bir konudur.[3]
Böylesine üzerinde uzlaşma sağlanmış bir meselenin son zamanlarda tartışmaya açıldığına, kitaplar yazıldığına ve imkânsızlığı konusunda konuşmalar yapıldığına şahit olmaktayız. Bilhassa kendi hevâi fikirlerini “indirilen din” ve Ehl-i Sünnet’in mûteber görüşlerini ise “uydurulan din” diye lanse eden bazı modernist ilâhiyatçıların adeta Kur’an’ın hakkındaki son söz sanki yeryüzünde onlara bırakılmış ve bu konuda Allah’tan kendilerine “vahy” inmiş gibi, kesin inançla Kabir azâbını reddetmelerine iki örnek verelim:
“Kur’an’a göre hayat, dünya ve ahiret olmak üzere iki çeşit olduğu için azap da dünya ve ahirette olmak üzere iki çeşittir. Ölülere hiçbir şey işittirilmeyeceği ve onlardan hiçbir şey duyulamayacağı Kur’an’da açıkça ortaya konulmuştur. Buna rağmen, geçmiş kültürlerin etkisinde oluştuğunu düşündüğümüz ve güvenilirlikleri son derece problemli olan rivâyetleri esas alarak, ölmüş insanların kabirde cezalandırılmasına ya da ödüllendirilmesine inanmak Kur’an’a uygun bir kabul değildir.”[4]
“Kabir Azâbı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur’an’dan bazı âyetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azâbının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azâbı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azâbı iman veya inkârın konusu değildir.”[5]
olumveotesi
Şimdi biz burada kabir azâbı hakkında genel bilgi verip; bu konuda âyet ve hadisleri nakledeceğiz:
Kabir azâbından kasıt, ölümden sonra başlayıp kıyamete kadar sürecek olan devredeki azaptır. İsterse bu azâbı çeken bir kabre defnedilmemiş olsun, yine de ka­birde çekeceği azap varsa o azapla mutlaka karşılaşa­caktır. Aslında berzah hayatındaki azap, nimet ve suâlin kabre izafe edilerek “kabir suâli, azâbı ve nimeti” denilme­si, tağlib yoluyla, yani ölenlerin çoğunun kabre konul­ması sebebiyledir. Yoksa bunların, illa da kabirde olacak­ları manasına değildir. Öyle olsaydı, çeşitli sebeplerle kabre konmayanların kabirdeki azaptan kurtulmaları ger­ekirdi. Hâlbuki Allah ve Rasûlü, herkesin ölümle kıyâmet arasında “berzah” denilen bir yerde kalacaklarını ve orada suâl, nimet ve azaptan bazı şeyler idrak edeceklerini ha­ber vermişlerdir.
Allah Teâlâ, insanları günâhlarından temizlemek için bir takım imtihanlar ve hastalık devaları hazırla­mıştır. Dünyada iken günâhlarından tamamen temizlen­memiş olanlar, berzah âleminde, orada da temizlenemezlerse, yani orada çektikleri azap onlar bütün günah­larından temizlemeye yetmezse, dâr-ı mevkıfte (mahşerde), orada da temizlenemezlerse Cehennem’de temizlenirler. Böylece tamamen temizlendikten sonra tertemiz olarak Cennete girerler. Çünkü orası temizlerin yeridir. Dünyada iken hiç iman ve itaat etmemiş olanlara ise, berzahtaki ve mahşerdeki temizlik (azap) kâfi gelmez ve bunlar Cehen­nem’de ebedî kalmak suretiyle azaplanırlar.[6]
Buna göre kabirdeki azap, ya da nimet, kişinin, dünyadaki durumuna göre olacaktır. Gerek âyetlerde, ge­rekse bu husustaki haber ve eserlerde, en çok kabir azâbından söz edilmiştir. Bunun sebebi, kabirdekilerin çoğunun kâfir ve âsîler olması sebebiyle, kabirde en çok vuku bulacak şeyin azap olması olabileceği gibi, Cürcânî’nin Mevâkıf Şerhi’nde: “Kabir azâbı is­patlanınca, kabirde dirilme ve sorgulama da sabit olur. Çünkü kabir azâbını kabul edenler, bunları da kabul ederler…”[7] sözüyle ifade ettiği, azap kabul edilince diğerlerinin de kabul edileceği gerçeği de olabilir. Çünkü bir şeyin bir cüz’ünü, parçasını kabul etmek, onun kül (bütün) halinde var olduğunu kabul etmek demektir. Ka­bir azâbı kabul edilince, herkesin azap göreceği iddia edil­emez. Mecburen azâbın zıddı olan nimetin de kabulünü mantık gerektirir. Aksi halde azâba müstahak olmayan­ların durumunun ne olacağı sorusu cevapsız kalır.
Bu sebepledir ki, ileride izah edileceği üzere, kabir azâbını kabul edenler suâl ve nimeti de ikrar etmişler, ka­bir azâbını imkânsız görüp kabul etmeyen ve bu hususta­ki nass’ları türlü şekillerde te’vil edenler, kabirdeki diğer ahvâli de inkâr etmişlerdir.
1- Kabirde Azâbın Olacağına Dair Deliller:
Kur’an âyetlerinden ve hadis-i şeriflerden kabir azâbı ve nimetinin hak olduğuna kesinlikle delâlet eden­ler bulunduğu için, kabirde nimet ve azâbın olacağına inanmak gereklidir. Ehl-i Sünnet âlimleri, kitap ve sünnette kabir azâbına apaçık delâlet eden nasslar bulun­duğundan, “Kâfirlerin ve bir kısım âsi müminlerin kabirde azap edilmeleri; itaatkâr olanların ise kabirde nimetlenmeleri… sem’î delillerle sabit olmuş olan gerçeklerdendir.” demişlerdir.[8]
Akıl ve müşahede (gözlem) yoluyla bilinme imkânı olmayan ve ancak sem’î delillerle, Allah Teâlâ’nın ve Rasûlullah Aleyhisselâm’ın haber vermesi ve bildirmesiyle -sadece on­ların bildirdiği kadarıyla- bilinebilen gaybî hakikatlerden olan kabir azâbına, Kur’an âyetlerinden bazıları açıkça delâlet etmekte, bazıları ise işaret etmektedir.
Kur’an-ı Kerim de öncelikle iyilerle kötülere, ha­yatlarında ve ölümlerinde yapılacak muamelenin bir ol­mayacağını bildirerek Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih ameller işleyenler gibi yapacağız, hayat ve ölümlerini bir tutacağız mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar. Hâlbuki Allah, gökleri ve yeri adaletle ya­rattı (zulüm olsun diye değil). Hem de herkese ka­zandığının karşılığı verilmek için (yarattı). Onlara asla haksızlık edilmez.”[9]
Bu âyetler, adı geçen iki fırkanın ölümde ve berzah­ta eşit olmayacaklarına delâlet eder. Allah herkese ameli­nin karşılığını vereceğine göre ve bu iki fırka ölümde ve sonrasında eşit olmayınca günah işleyenlerin -ki şirk ve küfür de bir günahtır ve günahların en büyüğüdür- azap­ta, iman edip sâlih ameller işleyenlerin de nimet içinde ol­maları gerekir. İşte bu, kabir azâbı ve nimetidir.[10]
İşte bu azap ve nimet, yukarıda izah edildiği gibi, ölüm anındaki müjde ve azapla ve kişiye makamının gösterilişi ile başlamaktadır. Çünkü meleklerin, ölümü anında kâfirleri azarlamaları ve onlara vurmaları[11] bir nevi azaptır. Aynı şekilde sâlih mü’minlere rıfk ile muamele et­meleri ve âhiretteki makamlarıyla müjdelemeleri de bir ni­mettir.
Allah Teâlâ, Fir’avn (m.ö. 14. asır) ve hanedanının fena hallerini beyân ederek şöyle buyuruyor: “Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arz edilecekler. Kıyamet koptuğu gün de: Fir’avn ve kavmini en şiddetli azâba sokun, denile­cektir.”[12]
Bu âyet-i kerimede bildirilen sabah ve akşam ateşe arzedilişin kabir âleminde olacağını müfessirler bey­an etmişler[13] ve  Ebu’l-Hasen el-Eş’arî[14], Ebu’l-Mu’in en-Nesefî[15], İmam Gazzâlî[16], Taftazânî[17] ve Seyyid Şerif el-Cürcâni[18] başta olmak üzere pek çok âlim bu âyetin açıkça kabir azâbına delâlet ettiğini belirterek, eserlerinde delil olarak kul­lanmışlardır.
Âyet-i Kerimenin sonunda onların kıyamet günü bundan daha şiddetli azâba konulmalarının emredileceği haber veriliyor ki, bununla akşam-sabah arzedildikleri azâbın kıyamet günündeki azaptan önce ve başka bir azap olduğu anlaşılıyor. Bu da ölümlerinden sonra ve kıyametteki Cehennem azâbından önce olacağına göre, kabir azâbından başkası olamaz.[19] Çünkü ölüm ile haşir arasında kabir âleminden başka bir âlem yoktur. Kabir azâbı, Cehennem azâbına nisbetle daha ehven olacağı için, âyetin sonunda ifade edilen şiddetli azapla Cehennem’deki ebedi azâbın kastedildiği açıktır. Nitekim bu âyette bildirilen ateşe arz olunmanın kabirde olacağı hu­susunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Ve âyet açıkça delalet ettiği için, kabir azâbını inkâr edenin kâfir olacağını belirtmişlerdir.[20]
Buhârî’nin İbn Ömer’den rivâyet ettiği bir hadis-i şerifinde Rasûlullah Aleyhisselâm, kabirdekilere her gün sabah akşam Cennet veya Cehnennem’deki yerlerinin arzedileceğini, kendilerine yerlerinin arzedilmediği bir gün bile geçmeyeceğini haber vermiştir.[21] Bu hadis-i şerif, yu­karıdaki âyeti te’yid ve tefsir ettiği gibi, nimet ehlinin ve sâlihlerin durumunu bildiren âyetleri de tefsir etmektedir. Çünkü her gün iki defa kişiye âhiretteki azâbının arzedilmesi en büyük azap, Cennet’teki makamının arzedilişinin vereceği sevinç ve neşe de büyük bir nimettir.
Allah Teâlâ’nın, Nuh kavminin durumunu beyân ederek buyurduğu: ” Onlar, su da boğuldular ve ateşe atıldılar.” (Nûh, 25) âyeti de kabir azâbının olacağına delildir. Çünkü âyette geçen “fe”, ta’kib içindir ve ateşe girişin, boğulmanın hemen akabinde olduğunu gösterir.[22] Bu da ancak dünyada olur. Çünkü boğulma fii­li dünyada gerçekleşmiş ve ateşe sokulmaları da hemen boğulmalarını takip etmiştir. Bu âyet-i kerime, ölümle­rinden hemen sonra bazı insanların kabir azâbına tutu­lacağına delâlet ediyor.[23]
Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: “Bu âyetteki ‘fe’ boğulma ve ateşe girdirilmenin zaman itibariyle hemen arka arkaya olmalarını gerektirmez. Bilakis azâba, yani nâr’a girdirilişleri mahşerde olabilir. Bunun bir benzeri de Bakara Suresi’nde: “Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki siz, ölü idiniz. O, sizi diriltti.”(Bakara, 28) âyetidir. Orada da insanların diriltilmeleri için fe-i ta’kibiyye kullanılmıştır. Hâlbuki bütün insanlar bir anda diriltilmediler. Ruhlar âlemindeki yaratılışları ile cisimler âleminde hayat bulmaları arasında uzun müddet geçmesine rağmen, bu iki durumu ifade ederken, ‘fe’ kul­lanılmıştır. Yukarıdaki âyette de durum böyledir ve âyet kabir azâbına delil olmaz.”
Bu itirazı, şöyle cevaplandırabiliriz: Önce şunu belirtmeliyiz ki, “emvât” kelimesi, eti, kemiği, kanı, derisi, yani cismi bir varlığı olan ölüye tabir edilir. Binâenaleyh buradaki ‘emvât’dan kasıt, insanın rahimde teşekkül edip de henüz canlanmadan önceki halidir. Ve rahimdeki teşekkülün ardından hemen Cenâbı Hakk onu hayata kavuşturduğu için fe-i ta’kibiyye kulalnılmıştır. O halde, Bakara Sûresi’ndeki bu âyet misâl gösterilerek yapılan bu itiraz yersizdir ve bu âyet, itirazcı için değil, kabir azâbını tasdik eden bizler için delildir. Nasıl ki insanın, rahimde teşekkülü tamamlanır tamamlanmaz, hayata kavuşturul­ması fe-i ta’kibiyye ile ifade edilmiştir, aynı şekilde Nuh Kavmi’nden Hz. Nuh’a inanmayanlar da boğulur boğulmaz hemen ateşe atılmışlardır ve kabirlerinde azap çekmektedirler.[24]
Münafıklar hakkında inmiş olan Tevbe Sûresin­deki: “Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine halkından bir takım münafıklar vardır ki, onlar nifak yapmaya alışmışlardır. Sen onları bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki defa azaplandıracağız. Sonra da büyük bir azâba döndürüleceklerdir.”( Tevbe,101) âyeti de kabir azâbının olacağına delâlet etmektedir. Nitekim İmam A’zam Ebu Hanife: “Kabir azâbını bilemem diyen kişi helak olmuş Cehmiyye gibi olur. Böyle bir durumda, Allah’ın (celle celâluhu) kabir azâbını belirttiği ‘Kendilerine iki defa azap edeceğiz.’(Tevbe,101) ve “Zulmedenlere, şüphesiz, bundan başka da azap vardır.”(Tûr,47) meâlindeki âyetlerini inkâr etmiş olur. Ben âyete inanıyorum, ama tefsir ve teviline inanmıyorum, derse de kâfir olur. Zîrâ Kur’ân’da, tevili tenzilinin aynı olan âyetler vardır ki bunu kim inkâr ederse o kâfir olur.” [25] demektedir.
İmam Mâturîdî[26] İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî [27] başta olmak üzere pek çok müellif de, bu âyet-i kerimenin kabir azâbına delâlet ettiğini belirterek eserle­rinde kabir azâbının delilleri arasında zikretmişlerdir. Çünkü tefsircilerin açıklamalarına göre, âyetteki “…Sonra büyük bir azâba atılırlar.” cümlesi, daha önce geçen iki azâbın, Cehennem azâbından önce olduğuna delâlet eder.
Bu iki azâbın Cehennem azâbından önce ve iki azaptan birinin dünyada, birinin de kabirde olduğu hu­susunda ittifak eden âlimler[28], münafıkların dünyadaki azaplarının ne olduğu hususunda farklı tefsirler yap­mışlardır. Müfessirlerden bazılarına göre, âyetteki birinci azaptan kasıt açlıktır.[29] Bazı âlimlere ve Hasanü’l-Basrî’den gelen bir rivâyete göre ise, münafıkların dünyadaki azapları, mallarından zekât alınmasıdır.[30]
Çünkü mü’minler verdikleri zekâtın mükâfatını âhirette alacaklardır ama münafıkların imanı olmadığı için âhirette alacakları bir karşılık yoktur ve dünyada çok sev­dikleri mallarından istemeyerek zekât vermeleri bir azaptır. Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ise, birinci azâbın kılıçla, ikinci azâbın da kabirde olacağını söylemiştir.[31]
Cenâb-ı Hakk diğer bir âyet-i kerimede: “Onlara (o kâfir ve münafıklara) o en büyük azaptan önce yakın azaptan tattıracağız…”(Secde,21) buyurmuştur. Abdullah b. Abbas, Ebu Hanife ve Mâturidî başta olmak üzere sahabe ve tabiinden pek çok âlim, bu âyet-i kerime ile kabir azâbını isbatta delil getirmişlerdir. Çünkü bu âyette Allah Teâla, kâfir ve münafıklar için “ednâ” ve “ekber” olmak üzere iki azap olduğunu haber vermiştir. “Ancak yüz çeviren ve (Allah’ı) inkâr eden (var ya), Allah onu en büyük azapla azaplandıracaktır.” (Gâşiye, 23-24) âyetinde de ifade edildiği gibi, “en büyük azap = ekber azap”, Cehennem azâbı olduğuna göre, “ednâ” olan azaptan kasıt Cehen­nem azâbından başkadır. Allah onlara ednâ olan azap­tan bir kısmını belki küfür ve nifaklarından döner, iman ederler diye dünyada ölmeden önce, bir kısmını da ölümden sonraki berzah hayatlarında tattırır.[32]
“Muhakkak ki o zalimlere (kafirlere) bundan (âhiret azâbından) önce de bir azap vardır…”(Tûr, 47) âyetindeki azapla da kabir azâbı, yahut on­ların dünyada karşılaştıkları çeşitli musibet ve felâketler kastedilmiştir ki, ashabtan İbn Abbas, tabiin fakihlerinden İkrime ve daha başka sahabilerle, imam Mâturîdî[33] ve bir kısım âlimler, buradaki azapla kabir azâbının kastedildiğini beyân etmişlerdir.
“Her kim de benim zikrimden (Kur’anımdan) yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu kıyâmet günü kör olarak hasrederiz.”(Tâhâ,124) âyeti de kabir azâbının olacağına delildir. Çünkü âyet-i kerimede Allah’ın zikrin­den yüz çevirenlere kıyamet günündeki azaptan önce dar bir geçimin olacağı haber veriliyor. Dünyada kâfirler genel­likle bolluk, refah içinde olduklarına ve dünya kâfirin cenneti olduğuna göre, bu dar geçimden kasıt kabir azâbı olsa gerekir. Nitekim Rasûlullah Aleyhisselâm, bu âyet-i kerimenin kabir azâbı hakkında indiğini belirterek buradaki “dar geçim” den kasdın kabir azâbı olduğunu söylemiştir.[34]
Diğer bir hadislerinde ise Peygamberimiz Aleyhisselâm, bura­daki dar geçimle kâfirin kabrinin kendisini sıkmasının kastedildiğini belirtmişlerdir ki[35], bu da kabir azâbının bir çeşididir. İbn Abbas, İbn Mes’ud, Suddî ve Hasanu’l-Basri ile pek çok âlim, bu âyetteki “dar geçimi” kabir azâbı ile tefsir etmişlerdir. Mücâhid ise “kabir sıkması” diye tefsir etmiştir.[36] Abdullah b. Mes’ud, kabirdeki sorgulamayı an­lattığı uzunca bir sözünün sonunda, kâfirin, kabir suâline cevap veremeyince, kabrinin daraltılıp kendisine azap edileceğini söylemiş ve delil olarak da Tâhâ Suresi’ndeki bu âyet-i kerimeyi okumuştur.[37] Demek ki bu âyet, ister kabir sıkması şeklinde olsun, isterse başka şekilde, mutlak olarak kâfirlerin kabirde azap göreceklerine delâlet etmektedir.
Rasulullah Aleyhisselâm’dan rivâyet edilen hadis-i şerifle­rde İbrahim Sûresi’ndeki: “Allah, iman edenlere, dünya hayatında da, âhirette de o sabit sözde daima sebat ihsan eder. Allah zalimleri şaşırtır. Allah ne dilerse onu yapar.”(İbrâhim, 27) âyetinin kabir azâbı hakkında indiği belirtilmiştir.[38] Şüphesiz bu da kabir azâbının varlığına delâlet eder.
Hz. Ali’den rivâyet edildiğine göre Hz. Ali: “Tekâsür Suresi ininceye kadar kabir azâbından şüphe ederdik.”[39] diğer bir rivâyete göre de: “insanlar şüphe ederdi.” demiştir. Allah Teâlâ Tekâsür Suresi’nde: “Soy sopunuzla öğünmek, sizi (Allah’a ibadet etmekten) öyle meşgul etti ki; kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz (ölülerinizi sayıp, onların çokluğu ile öğündünüz). Hayır, (bu hareketiniz uygun değildir) ileride (ölürken size ne yapılacağını) bileceksiniz. Yine sakının ile­ride (kabirde size ne yapılacağını) bileceksiniz…” buyuruyor. Âyet-i kerimedeki sıraya göre ikinci bilme ka­birde olacaktır ki, bu oradaki azâbı tatmakla dünyada in­anmadıkları şeylerin (ölümden sonraki hayatın) gerçek olduğunu öğretecektir kendilerine.
Tabii mü’minler de orada azaptan kurtulmakla imanlarının faydasını idrak edecek ve nimetleneceklerdir. Meryem Suresi’ndeki Yahya Aleyhisselâm’ın üç yerde selâmette olduğunu bildiren âyet-i kerimede: “Ona selâmet olsun: Hem doğduğu gün (şeytandan), hem öleceği gün (kabir azâbından), hem de diri olarak kaldırılacağı gün (ateşten)…” (Meryem,15 )  buyrulmaktadır. Bura­daki ikinci kurtuluş kabir azâbından Allah’ın onu koru­masıdır.
Kabir azâbının varlığına delil olarak bir de, Allah’ın, tasdik yoluyla kâfirlerden hikâye ettiği şu âyet-i kerimeyi zikredebiliriz: ” (Cehennemde olan kâfirler) şöyle diye­cekler: Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defada dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık; fakat var mı (dönüp dünyaya) çıkmağa bir yol? “(Mü’min, 11) Bu âyetteki iki defa öldürme ve iki defa diriltmekten kasıt şudur: Kabre konulmadan önce yani dünya hayatının sonunda öldürme, sonra kabirde diriltme; Münker ve Nekir’in sorgu­lamalarından ve dünyanın sonu geldikten sonra tekrar öldürme ve sonra da haşir için diriltme. Müfessirlerin çoğunun görüşü budur.[40] Âyet-i kerimede ifade edilen iki diriltmeden birisi mutlaka kabirde olacaktır ki bu kabirde hayatı, yani dirilmeyi kabul edenler, azâbı da kabul etmişlerdir.
Kabir azâbının olacağına dair âyetlerden delilleri sıraladık. Hadisten delillere gelince, bu hususta, teker teker âhad olsa bile, manâca mütevâtir derecede hadisler vârid olmuştur. Bu derece meşhur olmuş yaygın haberl­er, istidlali ilmi gerektirir ki, kabir azâbının olacağına dair selefin de icmâı vardır.[41] Yani onlar muhtelif pek çok hadis-i şerifte bildirilen kabir azâbının olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü Allah’ın, Rasûlüne açıkladığı hakikatleri, Rasûlullah Aleyhisselâm haber verince ondan şek ve şüphe edilmez, kesinlikle tasdiki gerekir.
Önce şunu belirtmeliyiz ki Allah Teâlâ, diğer insan­lardan gizli tuttuğu, bazı hakikatleri Rasûlüne açmıştır. Rasûlullah Aleyhisselâm ise, bunlardan bir kısmını insanlara açıklamış, bir kısmını ise sadece haber vermiştir. Çünkü diğer insanlar onun gibi değillerdi. Her hakikati apaçık görmeğe ve duymağa tahammül edemezlerdi. Korkup fe­veran ederler ve yapacakları işleri ihmal ederlerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur­lar: “Eğer ölülerinizi defnetmemeniz endişesi olma­saydı, kabir azâbından (bir kısmını) sizlere işittirmesi için muhakkak Allah’a dua ederdim.”[42] Hadisin diğer rivâyetinde “…bana işittirdiğini”[43] kaydı vardır ki, Rasûlullah Aleyhisselâm bunu Neccâroğullarına ait bir hurma bahçesine girdiğinde orada bulunan, câhiliyede ölmüş birinin kabrinden bir ses (azap sesi) duymuş ve o zaman söylemiştir. [44]
Ebu’l-Hasan el-Eş’arî [45] ve Beyhakî bu hadis-i şerifi kabir azâbına delil olarak zikretmişler ve Beyhakî hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir.[46]
Peygamber Efendimiz’in, ashabına ve ümme­tine kabir azâbından Allah’a sığınmalarını emredişi de ka­bir azâbının varlığına delâlet eder. Rasûlullah Aleyhisselâm, müteaddit defâlar ashabına: “Kabir azâbından Allah’a sığınınız.” diye emretmiş[47] ve bizzat kendisi de kabir azâbından Allah’a sığınmıştır. Hatta bir defasında Benî Neccâr bahçelerinden birinde bulunan müşrik kabirlerin­den azap sesini duyup, yanındakilere kabir azâbından Al­lah’a sığınmalarını emredince, onlardan biri: “Ya Rasûlallah, onlar kabirlerinde azap mı olunuyorlar?” diye sorunca şöyle cevap vermiştir: “Evet, onlar kabirlerinde öyle bir azapla azap olunuyorlar ki, (onların azap ses­lerini) hayvanlar işitir.”[48]
Bütün bunlar, kabir azâbının var olduğuna delil­dirler. Çünkü eğer kabirde azap olmasaydı, Rasûlullah Aleyhisselâm, ondan Allah’a sığınmayı emretmez ve kendisi de sığınmazdı. Çünkü olmayan bir şeyden Allah’a sığınmak abes olur ve hâşâ Allah ile dalga geçmek olurdu. Allah’ın Pey­gamberi ise böyle bir şeyle meşgul olmaz. O, ancak Al­lah’ın dilediği gibi konuşur ve Allah’ın emrettiği gibi hare­ket eder. Bu nedenle kabirde azap olmasa O’nun Rasûlü ondan Allah’a sığınmazdı.
Hâlbuki o, kıldırdığı cenaze namazında: “…Al­lah’ım, onu kabir azâbından koru…” diye dua etmiş[49] ve ümmetine şöyle emretmiştir: “Sizden biriniz namazı bi­tirdiği zaman şu dört şeyden Allah’a sığınsın: Cehen­nem azâbından, kabir azâbından, ölü ve dirilerin şerrinden ve Mesih Deccâl’in şerrinden.”[50] Peygamber Efendimiz bir defasında hanımı Ümmü Habibe bt. Ebî Süfyân’ın: “Allahım, beni de ko­cam Mühammed (S), babam Ebu Süfyan ve kardeşim Muaviye ile birlikte öldür…” diye dua ettiğini görüyor ve yaptığı duayı tasvib etmeyerek ona şöyle dua etmesinin daha iyi olacağını öğretiyor: “…Eğer Allah’a sana afiyet ver­mesi için duâ etsen ve Allah’dan seni Cehennem azâbından ve kabir azâbından korumasını istesen daha efdal ve daha hayırlı olurdu.” diyor.[51] Burada da yine kabir azâbından sığınma emredilmiştir.
Hz. Aişe validemize bir gün bir yahudi kadın gelir ve ona kabir azâbını zikrederek: “Allah seni kabir azâbından korusun.” der.[52] Hz. Aişe’nin kafasında bu husus­ta bir istifham belirir ve Rasûlullah (sav) gelince ona kabir azâbını sorar. O da: “Evet kabir azâbı vardır.” der. Hz. Âişe, bu olaydan sonra Rasûlullah Alehisselâm’ın namaz kılıp da sonunda kabir azâbından Allah’a sığınmadığını hiç görmedim, der.[53] Yani her namazın sonunda mutlaka ka­bir azâbından Allah’a sığınırdı.
Aynı mahiyette bir başka olayı Hz. Âişe şöyle an­latıyor: Medine Yahudilerinden iki ihtiyar kadın yanıma geldiler ve: “Muhakkak ki kabir ehli, kabirlerinde azap olunurlar.” dediler. Ben onları yalanladım. Yahudilerin yalancılığından dolayı onları tasdik etmek, bana hoş gelmedi. Onlar çıkınca yanıma Rasûlullah  geldi, dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, Medine Yahudilerinden iki ihtiyar kadın, kabirdekiler kabirlerinde azap olunurlar, dediler.” Bunun üzerine Rasûlullah (sav) : “Doğru söylemişler, onlar öyle bir azapla azaplanır ki, bütün hayvanlar duyar.’ buy­urmuşlardır.[54] Hz. Âişe’nin Yahudi kadınlardan duyduğu bu söze inanmayışı, hakkında nass olmayan bir şeyi ilk defa yahudiden duyduğu ve bu gibi hususlara Peygamber Aleyhisselâm’dan duymadıkça inanmak mecburiyetinde olmadığından­dır. Rasûlullah (sav), önce Yahudilerin kabir azâbı çektiklerini biliyordu. Daha sonra Müslümanların da ka­birde sorguya çekilecekleri kendisine vahyolununca, Müslümanların da kabirde azap çekecekleri sabitleşmiş oldu.[55] Ondan sonra kendisi her namazın sonunda kabir azâbından Allah’a sığındı ve ümmetine de bunu emretti.
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın işittiği ve hayvanların da işiteceğini söylediği azap sesi, kabirde azap görmekte olan kişinin feryadıdır. Nitekim bir hadisinde Peygamber Efen­dimiz (sav), kabir suâlini anlattıktan sonra, kâfir ve münafıklar cevap veremeyince onlara yapılan azâbı şöyle anlatır: “Sonra demirden bir tokmakla ensesine öyle bir vurulur ve kâfir yahut münafık öyle bir bağırır ki, insan ve cinden başka ona yakın olan her şey, onun feryadını işitir.”[56] Diğer bir hadiste, bu vuruşun etkisiyle kabirdekinin toprak olacağı ve tekrar ruhu kendisine iade edilerek azâba devam edileceği bildirilmiştir.[57] İnsan ve cin­lerin bu azâbı duymamalarının sebebi, onların mükellef olmalarıdır. Onlar, görmeden Allah ve Rasûlünün haber vermesiyle inanacaklardır. Yoksa görseler ve duysalardı, dünyaya imtihan için gelişin gayesi gerçekleşmemiş olur­du.
Kâfir ve münafıkların kabirlerinde azap gördük­lerine, Ebu Eyyub el-Ensâri’den rivâyet edilen şu haber de delildir. Ebu Eyyub şöyle anlatıyor: Bir gün güneş bat­tıktan sonra Rasulullah (sav) dışarı çıktı ve bir ses işitti. Bunun üzerine: “Yahudiler kendi kabirleri içinde azap olunuyorlar.” buyurdu.[58] Enes b. Mâlik de şöyle anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah (sav) ile Baki mezarlığında yürürlerken Rasûlullah (sav), Bilâl’e: “Ey Bilâl benim duy­duğumu duymuyor musun?” diye sordu. Bilâl: “Ey Al­lah’ın Rasûlü, duymuyorum Vallahi.” deyince Rasulullah (sav): “Duymuyor musun, şu kabirlerin sahipleri (yani kabrin içindekiler) azap olunuyorlar.” demiştir ki, kas­tettiği kabirler, câhiliyede ölmüş kişilerin kabirleriydi.[59]
Bütün bu hadis-i şerifler, mü’min olmayanların ka­bir azâbı çektiklerine apaçık delildir.  Rasûlullah Aleyhisselâm’ın müşriklere şu şekilde bedduâ et­mesi de kabir azâbının varlığına ve müşriklerin kabirde azap gördüklerine delildir. Hz. Ali’den rivâyet olunduğuna göre: Rasulullah (sav), Hendek Savaşı günü müşrikler hakkında şöyle dedi: “Bizi meşgul edip de ikindi namazını kılmaktan, güneş batıncaya dek alıkoydukları için Allah,  onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.”[60] Şâyet kabirde hayat ve azap olma­saydı Peygamber Efendimiz (sav) bu şekilde beddua etmez­di. Onun müşriklere bedduâsı, zaten mevcut olan aza­plarının artırılması içindir.
Peygamber Efendimiz’in, Ehl-i Kalib’in (Bedir harbinde öldürülüp de bir çukura doldurulan müşrik­lerin) halini bilip onlara: “Rabbinizin size va’dettiğini (azâbı) hak (gerçek) olarak buldunuz mu?”[61] diye hitap etmesi de kabirde müşriklerin azap çektiklerine delildir. Çünkü eğer onlar, kabre girer girmez azap görmeğe başlamamış olsalardı, Peygamber Efendimiz (sav) onlara bu şekilde hitap etmezdi.
Yine Rasûlullah Aleyhisselâm, kabrin ya Cennet bahçele­rinden bir bahçe yahut da Cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu haber vermiş[62] ve: “Dünya kâfirin cen­neti, kabir azap yeri ve Cehennem de en son varacağı yerdir.”[63] buyurmuştur.
Böylece, kâfirlerin kabirlerinde azap gördükleri kesinlikle sabit olmuş oluyor. Acaba mü’minlerden de kabrinde azap görecek olanlar var mı?
Bu konudaki hadislerden günahlarından ötürü tevbe etmeden ölenlerin berzah hayatında günahlarına göre türlü çeşit azap gördükleri anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz (sav), bir gece rüyasında kabirlerinde azap gören günahkârlardan pek çoğunu görmüş ve ashabına anlatmıştır.[64] Aynı şekilde İsrâ ve Mi’râç gecesinde de kendisine berzahta azap çekenlerden bazıları gösterilmiştir.[65] Hz. Peygamber (sav) in rüyası, rüyâ-i sâdıka ve vahiy olduğuna göre, günahkâr müminlere de kabir azâbı vardır. Allah Teâlâ’nın affettikleri müstesna tabii.
Şu hadis-i şerif de âsi mü’minlere kabir azâbı olduğuna ve azaplarını kabirlerinde çektiklerine delildir: “İbn Abbas’tan, şöyle anlatır: Nebi Aleyhisselâm, iki kabre rastladı ve şöyle buyurdu: “Bunların ikisi de azap görüyorlar. Bunlar büyük günahtan ötürü azap görmüyorlar (Yani yaptıkları günah insanlar indinde büyük günah sayılmaz, ama Allah indinde büyüktür.) Sonra şöyle buy­urdu: “Evet, onlardan biri koğuculuk   yapıyordu (insanlar arasında söz taşıyordu). Diğeri ise küçük abdestinden korunmuyordu.” Abdullah b. Abbas dedi ki; sonra Peygamber Aleyhisselâm bir yaş dal alıp ikiye böldü ve bunları kabirlerin üzerine dikti. Sonra şöyle dedi: “Ümit edilir ki, bunlar kurumadıkça onların azapları hafifletilir.[66]
Adam öldürme, zina ve hırsızlık gibi büyük günah­lar yanında pek küçük kalan bu iki günahtan ötürü ka­birde azap olduğuna göre, daha büyük günahlar için de elbette azap vardır kabirde. Ve günahın çeşidine, bü­yüklüğüne göre azap da değişik olacaktır.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir haberde de Rasûlullah Aleyhisselâm’ın, bir kabre uğradığı ve: “Bana iki tane yaş dal getirin.” dediği, getirilen bu dalların birini kabrin baş tarafına diğerini de ayak tarafına diktiği bildirilmektedir. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlu, bu ona (ölüye) fayda verir mi?” diye sorulunca Peygamberimiz (sav): “Yaş olarak kaldıkları müddetçe ondan kabir azâbından bir kısmının hafifletilmesi umulur.” buyurmuşlardır.[67]
Bütün bu hadis-i şerifler ve -konuyu fazla uzatma­mak için burada zikretmediğimiz- daha pek çok hadis-i serif, kabirde kâfire ve âsi, günahkâr mü’minlere azap ola­cağına delâlet etmektedir. Ve Rasûlullah Aleyhisselâm, kabir azâbından duyduğu ve gördüklerini haber vermektedir ki, hadislerin hepsi “kabir azâbının varlığını bildirmek” hu­susunda tevâtür derecesine ulaşmaktadırlar. Haber veri­len husus da aslında mümkün olan işlerdendir. Böyle konularda mütevâtir haber kesin delildir ve haber verilen­lerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini ifade eder.
Yukarıda sıraladığımız âyet ve hadisler kabir azâbının mutlak olarak varlığına delâlet etmektedir. Bu sebeple kabir azâbının varlığına in­anmak zaruridir ve bunu inkâr etmek küfre götürür. Ama kabir azâbının varlığını tasdik ettikten sonra, bunun yalnız ruhi veya hem ruhi hem de bedenî olacağı hususu gibi -hakkında kesin delil olmayan- keyfiyeti hususunda ileri sürülen görüşlerdeki farklılık insanı küfre götürmez. Çünkü bunlardan her hangi birine nasslarda açık delâlet yoktur, sadece işaretler vardır.[68]
Bu gibi -nasslarda açıklık bulunmayan- hususlarda izlenecek en doğru yol, üzerinde akıl yürütmemek ve işi Allah’a havale etmektir. O, nasıl dilerse öyle yapar, çünkü O’nun gücü her şeye yeter demektir. Ancak insanoğlu, kendine verilen eksik ve ölçülü, sadece kulluk vazifelerini idrak edip yapması için verilmiş olan aklıyla her şeyin üstesinden gelmek ister. Onun için bu konuda da akıl yürütülmüştür. Hatta o büyük (!) akıllarına dayanarak kabir hayatını imkânsız gören ve tümüyle inkâr edenler de çıkmıştır.
    (Devam Edecek)
DİPNOTLAR
[1] Söz söyleyenin ifade ettiği mânâya, zahirde açıklık kazandıran şey; ancak bir tek mânâya ihtimali olan söz, te’vîle ihtimali olmayan şey. “Kur’an’ın nass’ı” veya “sünnetin nass’ı” sözleri ile, bu kaynaklardaki açık (zahir) sözler ile ifade olunan hükümler anlaşılır. İmam Şâfiî, er-Risâle’sinde, kitabın nass’ı, hükmün nass’ı gibi ifadeleri çokça kullanır ve bununla Kur’an’ın vazettiği hükümleri kasteder. Sünnetin nass’ı sözleriyle de bazı yerlerde hadis metnini ifade eder. Kelime, yukarıdaki mânâlar içinde gelişerek, ayrıca şu üç mânâyı da ifade edebilmektedir: a) Yazılı olan veya olmayan bir kanunî hükmün metni; b) Mukaddes bir metnin zâhiri; c) Böyle bir metnin asıl mânâsı. Geniş bilgi için bak: Şâmil İslâm Ansiklopedisi, ‘Nass’ Maddesi, c.5, s.56-57, Şâmil Yayınları, İstanbul,1992
[2]Ömer Ergül, Allah Ve Rasulu Arasını Ayıranlar Ve Kabir Azâbı Meselesi, Nebevi Hayat Dergisi, Sayı:30, Mayıs, 2015
[3] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Kabir’ Maddesi, c.24,s.37-38, İstanbul, 2001
[4] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var mı?,  s.444, Sidre Yay., Samsun,  2007
Mehmet Okuyan, kabir azabı konusunda müstakil kitap yazacak kadar konuyla ilgilenen bir akademisyen. Hafız olması ve Kur’an-ı Azimüşşan hakkındaki bilgisi, dünürü ve yoldaşı olan Mustafa İslamoğlu’na göre insanları daha bir etkilemekte. Ama hadisler konusundaki bilgisizliği âşikâr. Meselâ bir TV proğramında (28.12.2012’de Habertürk-Öteki Gündem) hoca şöyle diyor: “Peygamberimizin adına, onun ağzından sunulan rivayetlerin kabul edilebilirliği noktasında çok önemli bir ölçümüz olması lazım. Bizi dinleyenler; ‘bunlar hadisleri inkâr ediyor’ diyorlar. Asla ve kat’a! Bu suçlamayı şiddetle reddediyorum!.. Bu rivayetlerin Hz. Peygamber’e âidiyetinde sorun var. Rivayetlerin bize nakledilişinde çok karanlık dönemler yaşanmıştır. Ölçü, Kur’an’a uygunluk ölçüsüdür. Zaten Peygamberimizin bu konuda bir de uyarısı var. Diyor ki bir hadisinde; ‘Size benden bir şey geldiği zaman onu Allah’ın Kitabına arzedin. O söz Allah’ın Kitabına uygunsa onu ben demişimdir, aykırı ise onu ben dememişimdir”. Şimdi “ölçü” diye verilen bu “sözde hadis”e dikkat ediniz! Hiçbir muteber kitapta yer almayan uydurma bir rivâyet, akademisyenimiz tarafından “ölçü” edinilmiş durumda. Sadece Kurtubî’nin meşhur tefsiri “el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân”ın Mukaddime kısmındaki “Kitab’ın Sünnet’le Tebyîni” bâbına baksa, müellifin Ebû Dâvud şârihi Hattâbî (ö. 388)’den yaptığı şu alıntıyı görecekti: “Bu bir bâtıl hadistir (uydurmadır), aslı (senedi) yoktur!”. Hadis hakkında ilk devir ulemâsının sözlerini araştırma zahmetine katlansaydı, İbn Mehdî, İmam Şâfiî, İbn Maîn, İbn Abdilberr gibi zevâtın bu rivayeti Hâricîlerin ve Zındıkların uydurduğunu söylediklerini görecekti. Ama heyhat!( Bu eleştiri Yrd.Doç.Dr.Ahmet Tahir Dayhan’a aittir. Geniş bilgi için bak: http://deuif.blogspot.com.tr/p/mehmet-okuyan.html
[5] http://www.mustafaislamoglu.com/HD533_olum-ve-otesi.html
Sorulan sorular ve verilen cevaplara bakıldığında İslamoğlu’nun ‘kabir azabını’ inkâr etmediğini, fakat inkâr etmemenin yanında ‘kesin olarak kabul de etmediğini‘ ve “yoruma dayalı bir mevzu olduğunu” söyleyerek, kabir azabına ‘inansa da olur, inanmasa da olur’ tavrıyla yaklaştığını görmekteyiz. Fakat bu cevap 2009 tarihli. İslamoğlu her hususta yaptığı gel-gitlere uygun olarak yakın tarihli bir televizyon proğramında kendisinden emin ve yer yer müstehzi bir edayla,”Kabir azabı yok, ahiret azabı var, Kur’an da kabir azabıyla alakalı tek bir ayet yok sadece ona yorumlanan bazı ayetler var. Kabir azabından bahseden hadis rivayetleri çelişkili onun için kabir azabı vardır demek çok zor.” demiştir. İslamoğlu’nun her hususta yaptığı gel-gitlere şu örneği verebiliriz: Zamanında  “Ben tekfirciliği tekfir ettim. Müslüman tekfirci mantıktan ve söylemden uzak durmalıdır.” diyen İslamoğlu, 5 Ekim 2015’de şöyle bir tweet paylaştı: “Bana reddiye yazanlar uydurulmuş din müntesibidir. Bense indirilmiş ve tamamlanmış dinin müntesibiyim. Onların dini onlara, benim dinim bana”  (İslamoğlu’nun bu tweet’ini aynı gün içinde sildiğini de belirtelim.)
[6] lzmirli İsmail Hakkı,  Yeni İlmi Kelâm, c. 2, s. 199, İst. 1339-1341
[7] Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkif, c.3, s.242,  Matbaayı Amire, 1311 h.
[8] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.316, Esra Yayınları, Konya, 1994
[9] Câsiye, 21-22.
[10] Abdurrahman Habenneke El-Meydânî,  El-Akâidu’l-islâmiyye ve Üsüsühâ, s.643, Şam, 1979
[11]  bkz. En’am, 93; Enfâl, 50
[12]  Mü’min, 46
[13] Fahreddin Razî, Tefsirü’l-Kebir, c. 19, s. 309-311, Akçağ Yayınları, Ankara,1995
[14] Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, El-İbâne ‘An Usûli’d-Diyâne, s. 65-66, Me­dine, 1975
[15] Ebu’l-Müîn En-Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, v. 283 b
[16] Gazzali, El-İktisâd Fi’l- İ’tikâd  (Terc. Kemâl Işık),  İtikadda Orta Yol, s. 160, Ank.1971
[17] Taftazânî, Şerhü’l-Makâsıd, c. 2, s. 162.
[18] Cürcânî, Şerhü’1-Mevâkıf, c. 3,  s. 242.
[19] Îmamü’l-Haremeyn  el-Cüveynî,El-İrşad ilâ Kavâidil-Edille Fi Usûli’l-İ’tikad, s. 375, Mısır.  1950
[20] Sadru’l-İslam Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, (Terc. Şerafeddin Gölcük), s.235, Kayıhan Yayınları,  İst. 1980
[21] Buhâri, Sahih, Cenâiz, 89
[22] Ebu’l-Müîn En-Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, v. 283 b
[23] Fahreddin Razî, Tefsirü’l-Kebir, c. 19, s. 309-311
[24] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.320
[25] El- Fıkh-ül Ebsat, s. 55, 3. Paragraf, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Çeviren: Mustafa Öz, İstanbul, 1981
[26] Ebu Mansur el-Maturîdî, Akaîd Risalesi, (Terc. Yusuf Ziya Yörükan), s. 27, İst. 1953
[27] Ebul-Hasen El-Eşârî, El-İbâne ‘An Usûli’d-Diyâne, s.66
[28] İbn Kesîr, Tefsiru Kur’ani’l-Azim, c.3, s.447, Beyrut, 1969 ve Beyrut, 1977; İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, c.8, s.375-376, Buruc Yayınları, İstanbul; Taberi, Taberi Tefsiri, c.4, s.350-353, Hisar Yayınevi, İzmir
[29] Taberî,  a.g.e., c. 4, s.353
[30] Taberî. a.g.e, c. 4, s. 353
[31]  Eş’arî, a.g.e, s. 66.
[32] Süleyman Toprak, a.g.e., s.323
[33] Beyhakî, İsbâtu Azabi’l-Kabr, s. v. 31 a- 32 a., elyazma, İst. Beyazıt Umum Küt. Nr. 18807.
[34] Beyhakî , a.g.e, v. 31 a- 32 a.
[35] Seyyid Sâbık, el-Akâidül-İslâmiyye, s. 239, Dâru’l-Kütübil- Arab,  Beyrut, T.siz
[36] Buhârî, Çenâiz, 85; Müslim, Cennet, 17
[37] Beyhakî. a.g.e. v. 21 b
[38] İbn Mâce, Zühd, 32;  Nesaî. Cenâiz, 100
[39] Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, c.2, s.727, Fatih Yayınevi; Abdulfettah El- Kâdi, Esbab-ı Nüzul,s.476,  Fecr Yayınevi.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.12, s.367-371, Risale Yayınları, İstanbul; İmam Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c.15, s.237-240
[41] Ebu’l-Mu’in en-Nesefî, a.g.e, s. 283
[42] Müslim, Cennet,17
[43] Ahmed bin Hanbel,  Müsned,  c. 3,  s. 104-111
[44] Nesai, Ccnâiz, 114
[45] Eş’arî, el-İbâne,  s. 65
[46] Beyhakî, a.g.e. v. 35 b
[47] Müslim, Cennet,  17
[48] Ahmed bin Hanbel,  Müsned,, c. 4, s. 362
[49] Müslim, Cenâiz, 26
[50] Müslim, Mesâcid, 2;  İbn Mace, İkame, 26
[51] Müslim, Kader, 7
[52] Diğer bir rivayete göre Hz. Âişe’den bir şey ister ve o da verince böyle duâ eder. bkz. Nesaî, Cenâiz,  115
[53] Buhâri, Cenâiz, 84
[54] Nesâî, Cenâiz, 115
[55] Suyütî, Şerhü Süneni’n-Nesâi, c. 4, s. 105
[56] Buhâri, Cenâiz, 66
[57] Ebu Davud, Sünnet, 27
[58] Müslim, Cennet, 17
[59] Ahmed bin  Hanbel,  Müsned, c. 3, s. 259.Beyhakî, Enes’den rivâyet edilen bu hadisin senedinin sa­hih olduğunu söylemiştir.
[60] Müslim, Mesâcid: İbni Mâce, Salât, 6
[61] Buhâri, Ccnâiz, 85
[62] Tirmizî, Kıyamet,  14
[63] Suyütî, Şerhus Südûr, v. 6
[64] Buhari, Ta’bir, 48
[65] Ahmed  bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 224.
[66] Buhâri, Cenâiz, 88
Burada Peygamber Efendimiz’in, kabirler üzerine yaş dal dikmesinin hikmeti, her yaş ve diri olan şey Allah’ı tesbih edeceğinden, onların tesbihleri hürmetine Allah Teâlâ’nın o kabirdekilerden azabı hafifletmesidir. Bu ruhi anlayış, nebatat ve cemâdâtın tesbih­lerini müşahede etmesi sebebiyle Hz. Peygamber’ e mahsustur ve onun özelliklerindendir. Daha sonra bu adet, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın tesisi olarak devam etmiştir. Bazı yerlerde ise çiçek dikmeye dönüş­müştür. Çiçekler de Allah’ı tesbih ederler, ama azabı ha­fifletmek Allah’ın bileceği bir iştir. İsterse hafifletir, isterse etmez.
[67] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2,  s. 441
[68] el-Butî. a.g.e., s. 332- 333

Ölüm ve Ötesi – 5

- 20 Şubat 2016
Önceki sayıda Kabir azabının Kur’an ve Sünnetten delillerini nakletmiş ve âlimlerimizin bu mühim mevzudaki görüşlerini serdetmiştik. Bu bölümde de güya Kur’an’a dayanarak[1] Kabir azabını inkâr edenlerin itirazlarına Ehl-i Sünnet âlimlerimizin verdikleri bizce muknî cevapları sizlere iletmiş olacağız.
mezarlik
ŞÜPHE: “Kabirden kalkışın anlatıldığı Yâsin sûresinin 52. âyet-i kerimesinde “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı.” buyrulmuştur. Bu ayet-i kerime gösterir ki, kabir hayatı ve azabı uyku gibi bir şeydir. İnsan uykusunda kâbus gördüğünde nasıl sıkıntı çekiyorsa onlar da kabirde uyurlarken bir azap kâbusu görürler ve onun sıkıntısını çekerler. Yoksa kabirde gerçek bir azap yoktur.”
CEVAP: “Sûr’a (ikinci defa) üflenince, bir de bakarsın, (ruhları bedenlerine iâde edilerek) kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.(Yeniden dirilişi inkâr edenler pişmanlık içerisinde) bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden kim kaldırdı (çıkardı)? derler. (Onlara cevap olarak:) Bu, Rahmân’ın vadettiği ve doğru sözlü elçilerin haber verdikleri şeydir (yeniden diriliştir) derler. O (kabirlerden diriliş), yalnızca bir tek sayha’dan (Sûr’a üflemekten) başkası değildir. Bir de bakarsın, (hesap ve cezâ için) hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır. İşte bugün hiç kimseye zulmedilmez ve (dünyada) yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla karşılık görmeyeceksiniz.”(Yâsin Sûresi: 51-54)
Allah Subhânehu ve Teâlâ, yeniden diriliş, hesaba duruş ve kabirlerden kalkış için Sûr’a üflenmesini emrettiği zaman, âhiret gününü, yeniden dirilişi ve hesabı inkâr edenler, yalanladıkları şeyi gördüklerinde şöyle derler: “…bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden (Min merkadinâ) kim kaldırdı (çıkardı)?” (Yâsin Sûresi: 52) Merkad” kelimesinin aslı; Arapçada yatak, döşek anlamına gelir. Lisânu’l-Arab adlı kitapta şöyle gelmiştir: “Merkad, muddaca’ (yatak, döşek) demektir.”[2] İbn-i Âşûr şöyle demiştir:”Merkad; uyuma ve dinlenme yeridir. Rekâd’in hakikati ise, uykudur. Rekâd, uyuyan kimsenin hâline benzediği için, ölüm ve kabirde uyumaya rekad denmiştir.”[3]
Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenlerin, kabirlerini “merkad” olarak ifâde etmeleri, “kabirlerinde azap görmediler” anlamına gelmez. Aksine böyle ifâde etmeleri, kıyâmet günü ile mahşerin dehşetini gördükleri için akılları başlarından gitmiş olması ve korkuya kapılmaları sebebiyledir. Öyle ki gördükleri kabir azabı, kıyâmet gününün dehşeti ve sonrasındaki azabın büyüklüğü karşısında onlar için bir yatak ve döşek gibi olmuştur.
İbn-i Kesîr bu konuda şöyle demiştir: “Bu, onların kabirlerinde gördükleri azabın olmadığı anlamına gelmez. Çünkü kabir azabı, onlar için kabir hayatından sonraki merhaleye göre döşekte uyumak gibidir.”[4]
İmam Şevkânî bu konuda şöyle demiştir: “(Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenler) Kıyâmet gününün dehşetini gözleri ile görmeleri ve korkuya kapılmaları sebebiyle akılları başlarından gittiği için kendilerini uykudaymış gibi zannederler.” [5]
İbni Abbas, İmam Katade, Ubeyy b. Ka’b ve Ebu Salih gibi bir kısım âlimler bu ayet-i kerimeyi şöyle izah etmişlerdir: Sûra iki defa üfürülecektir. Birinci defa sûra üfürüldüğünde kabirdekilerin azabı kaldırılır ve ikinci üfürüşe kadar bir uykuya dalarlar. İki üfürüş arasında kırk yıllık bir süre vardır. Bu sürenin kırk yıl olduğu, Müslim ve Buhâri’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri hadis-i şerifle sabittir. İşte ilk sûr’a üfürülme ile ikinci defa üfürülme arasındaki bu kırk sene içinde kabir azabı kaldırılır ve ölüler uykuya dalmış gibi bir hâlde bulunurlar. “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” şeklindeki sözlerini bundan ötürü söylerler. Demek, ismini zikrettiğimiz bu âlimlere göre, onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı şeklindeki sözleri kabir azabının uyku gibi olduğuna delil değildir. Bilakis iki sûr arasındaki 40 senelik zaman diliminde uykuya benzer bir hayatın olduğuna delildir. Kabir ehli iki sûr arasında azap kaldırılıp 40 sene uyuduktan sonra bu sözleri söylerler.
Bununla birlikte, İmam Taberi ve İbni Kesir gibi âlimlere göre, bu iki sûr arasında dahi kabir azabı kaldırılmamaktadır. Bu âlimlere göre, kabir ehlinin, “Uykumuzdan bizi kim kaldırdı?” şeklindeki sözleri kabir azabının cehennem azabına göre uyku gibi hafif görüleceğindendir. Onlar ahiret azabını gördüklerinde kabirlerinde çektikleri azabı uyku gibi hafif görürler de bu sözü söylerler.
Bu bölümü Fahruddin Razi’nin tespitiyle noktalayalım: “Onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” sözünün manası “Allah bizi vaat edilen o dirilişle mi diriltti yoksa biz uyuyorduk da uyandırıldık mı?” şeklindedir. Bu tıpkı şuna benzer: Bir insana gücünün yetmeyeceği bir düşmanının gelmesi vaat edilse, sonra da bu insan korkunç bir adamın kendisine doğru yürüdüğünü görse ödünün kopması ve kendi kendine, “Bu o mu yoksa değil mi?” demesi gibidir. Ayetin manasının böyle olduğuna onların “uyuduğumuz yerden” ifadesi delalet eder. Çünkü onlar kabirlerini uyku yeri sanmışlardır. Bu, onların uyuyup da uyandırıldık mı yoksa ölüler olduktan sonra mı diriltildik hususunda şüphe ettiklerini gösterir. Fakat zannı galipleri bu işin yeniden bir dirilme olduğu yönündedir. Çünkü onlar bu iki ihtimali bir arada düşünmüşler, bunun kendilerine vaat edilen o diriliş olduğunu sandıklarına bir işaret olmak üzere, “Bizi kim kaldırdı?” demişler. Uykudan uyanmış oldukları ihtimaline bir işaret olmak üzere de “uyuduğumuz yerden” demişlerdir.”[6]
ŞÜPHE:  3.000 yıl önce ölen kişi kıyamete kadar kabir azabı ya da lütfuyla karşılaşacak. Ya kıyamet anında ölen kişi ne olacak, o kabir azabını falan görmeyecek mi? Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed (SAV) zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek? Daha sonra ölen daha avantajlı mı oluyor?
CEVAP: Kabir azabı, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre, günahkâr mü’minler ile kâfir olarak ölenler içindir. İster mü’min ister kâfir olsun, başına ne gelirse günahlarının affına sebep olacaktır. Bela, musibet, hastalık, sıkıntı gibi şeyler insanların günahlarının hafiflemesine sebep olmaktadır.
Bir mü’min bu dünyada günahkâr olarak yaşar, fakat başına gelen musibetler onun günahlarının azalmasına sebep olacaktır. Kabirde çektiği azaplar da yine günahlarına kefaret olup onları siler.
Aynen bunun gibi, Allah adili mutlak olduğu için kâfir kullarının başına gelen musibetler de cehennemdeki azaplarının azalmasına sebep saymaktadır. Aynı günahı işleyen ve kâfir olan iki kişiden biri musibete uğrasa diğeri uğramasa, musibete uğrayanın azabı diğerine göre hafifleyecektir.
Kâfir cehennemde sonsuza dek kalacağı için cennete giremeyecek, ama ister bu dünyada isterse kabirde çektiği sıkıntı ve azaplardan dolayı, cehennemdeki azabının şiddeti hafifleyecektir.
Bu sebeple kabirde çok kalıp çok azap çeken, az kalıp az azap çekene göre daha kötü olmayacaktır. Belki de ahirette bu durumunu öğrenince çok memnun olacaktır.
İnsanların hayatı ve geçirdiği zaman birimleri aynı değildir. Mesela, birkaç dakikalık rüyada günler, aylar ve yıllar geçmiş gibi geliyor. Bazen de yeni yatıp kalkmış gibi bir gecenin nasıl geçtiğini fark edemiyoruz.  Bunun gibi kabre erken giren bir insan, ahirette yeni kalkmış gibi olabilir. Bir diğeri ise birkaç sene kabirde kalır, ama binler sene kalmış gibi azap çekebilir. İşte kabre erken veya geç gitmek kişiye, günahına ve durumuna göre değişebilir. Allah orada da uyku ve rüyada olduğu gibi bir durum yaratabilir.
Azabın şiddeti değişik olabilir. Bir volt ile milyon voltun derecesi bir olmadığı gibi, mum ateşiyle güneş ateşi de bir değildir. Kabirde de herkesin durumuna göre ayrı ve çeşitli azaplar olabilir. Kabire geç giden birisi çok kısa zamanda şiddetli azap ile erken giden birisi kadar ceza çekebilir.[7]
Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed (SAV) zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek? diyenlere, her şeyden önce “Allah’ın adaleti” meselesinin basit ölçülerle ele alınamayacağını belirtelim. Bu dünyada 50, 60, bilemediniz 100 senelik bir ömür süresince küfür içinde yaşayanların, bunun karşılığında sonsuz bir azaba çarptırılması hangi maddî/beşerî adalet ölçüsüyle izah edilebilir? Cehennem hayatının kâfirler için de ebedî olmadığını söyleyenlerin bu mülahazayla hareket ettiğini biliyoruz. Ancak burada hesabın yanlış yapıldığını görmek durumundayız.
Kabir azabının, kabirde kalış süresiyle bağlantılı düşünülmesi bu bakımdan ayrıca izaha muhtaçtır. Mesele böyle ele alındığında, daha önce ölenin azabının biraz daha hafif, sonra ölenin daha ağır tutulup, aradaki zaman farkının azabın şiddetiyle dengelenmesi şeklinde cevaplar verildiğini biliyoruz.
Keza kişinin kabirde gördüğü azabın şiddetine bağlı olarak cehennemdeki azabının şiddetinin değişiklik göstereceği söylenmiştir. Yani kabirdeki azabı şiddetli olan, kabirde daha kısa süre azap görene oranla cehennemde biraz daha hafif azaba çarptırılacaktır. Ancak bunların aklî izahlar olup kesinlik arz etmediğini unutmamak gerekir.[8]
ŞÜPHE: İnsan kabirde nasıl sorguya çekilir? Melekler nasıl insanları karşısına oturtup hesaba çeker, soru sorup cevap alır? O, bu daracık yerde ve üzeri tamamen toprakla örtülü olduğu halde bu nasıl olabilir? Peki demir sopalarla nasıl dövülebilir, hâlbuki biz onun kabrini açıp da baksak onun üzerinde en ufak bir darp ve işkence izi göremeyiz?”
   CEVAP: Buna şöylece cevap verebiliriz: Bu tür vesveseler insana Allah Teâlâ’nın kudretinden gafil olması ve Berzah Âlemi’ni Dünya âlemine kıyas etmesi sebebiyle gelir. Böyle bir kıyas hatalı bir kıyastır ki bu hatanın kaynağında âhiretle ilgili hususları yeterince bilmeme ve ölümün mahiyetini doğru bir şekilde anlayamama vardır.
Ölüm külliyen bir yok oluş değildir, bilakis bir hayattan bir başka hayata geçiştir; tıpkı bir çocuğun anne karnından dünya hayatına geçişi gibi. Çocuk anne karnında iken gayet rahat ve ferah içerisinde yaşar, yer-içer, ama onun yeme-içmesi doğduktan sonra yiyip-içmesiyle aynı değildir, teneffüs de etmektedir ancak farklı bir yolla bunu yapmaktadır. Biz insanı dünya hayatından tekrar daha önce yaşadığı anne karnına, o daracık mekâna geri çevirmek, o hayat şartlarında yaşatmak istesek ve ağız yoluyla yeme içmesini kessek, onun göbek bağı vasıtasıyla beslenmesini istesek muhakkak boğulup ölecektir. Bu kıyas apaçık ortada iken berzah (kabir) âlemi dünya âlemine nasıl kıyas edilebilir?
Yine önümüzde küçültülmüş bir örnek durmaktadır ki o da uykudur. Cenab-ı Hakk uykuyu şu ayet-i kerimesinde vefat ve ölüm olarak isimlendirmiştir: “Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”(Zümer, 42)
Cenab-ı Hakk insanların ecelleri gelip de ömürleri sona erdiği zaman onların ruhlarını almak suretiyle vefat ettirdiğini haber vermektedir. İşte bu, hakiki, kâmil manadaki ölümdür. Bir de gerçekte ölmemiş olan insanlara da uykularında vefat halini yaşatır ki, buna da küçük ölüm denir. Çünkü insan uykuda iken adeta ölü gibidir. Uyuyan kişi uyanıncaya kadar görememektedir, işitememektedir, etrafında olup bitenleri hissedememektedir; bu yönüyle uyku ölüme benzemektedir.
İşte Cenab-ı Hakk bu küçük ölümü, tekrar diriltilmeye (ba’s ve neşr) bir delil kılmıştır. İnsan uyuduktan sonra nasıl tekrar uyanıyor ve bilinci yerine geliyorsa aynı şekilde ölür, Allah ölümünden sonra hesaba çekilmek ve yaptıklarının karşılığını görmek üzere onu tekrar diriltir. Bu sebeple Hazreti Peygamber uykudan uyandıkları vakit şöyle derlerdi: “Ölümden sonra bize tekrar hayat bahşeden Allah’a hamd-ü senalar olsun, dönüş ancak onadır.”[9]
Cenab-ı Hakk’ın “Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar” kavl-i şerifinin manası ölenlerin ruhlarını katında alıkoyar bedenlerine geri dönmelerine müsaade etmez demektir. “Diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir” kavl-i şerifi ise uyku suretiyle ölüm halini tadanların ruhlarını uyandıklarında bedenlerine geri gönderir şeklinde anlaşılmalıdır. Bunda ibret ve mev’iza (nasihat) vardır.
Kabirde azab veya mükâfat görme meselesini zihnimizde daha somut hale getirmek ve daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla şöyle bir misal verelim: İki kişinin aynı odada uyumakta olduğunu düşünelim. Birincisi rüyasında şunu görüyor: Sıkıntı içerisindedir, fakirlerin yaşadığı bir semtte oturmaktadır, hayatı boyunca fakirliğinden yoksulluğundan dolayı rahat yüzü görmemiştir. Aradan seneler geçer ve Allah kendisine bolca nimetler verir, rızkını öyle genişletir ki hayal edilemeyecek bir noktaya ulaşır. Yüz binler ve milyonlarla ifade edilebilecek çok büyük bir mal varlığına sahip olur.
Kendisine çok büyük bir köşk yaptırır. Köşkün yemyeşil, geniş, bakımlı, ağaçlarla, çiçeklerle, meyvelerle dolu bahçeleri vardır, kendi hizmetinde çalışan, kendisine harikulade lezzetli yemekler, canının çekebileceği her şeyi sunan hizmetçiler vardır, sadece hükümdarların sofralarında bulunan yemekler sunulmaktadır, harika döşekler, minderler, şahane koltuklar, akıllara durgunluk verecek meclisler, köşkün bahçelerinde nehirler gibi akan su pınarları… Fakirliği ve onun türlü sıkıntılarını tattıktan sonra azgın, şımarık, büyük zenginler gibi çok lüks bir hayat yaşar, çok güzel kadınlarla evlenir, oğulları ve kızları olur, hayatında çok büyük bir değişiklik olmuştur, adeta cahim’den sonra naim’i tatmıştır. Bütün bunları rüyasında, yatağında yatıyorken yaşamaktadır.
Aynı odada bu arkadaşıyla yan yana yatmakta olan ikinci kişiye gelince; o da uykuya dalıp gittiğinde rüyasında şunu görmektedir: Çok sertçe vurulan bir kapının arkasındadır, korkarak çıkıp kapıyı açtığında, karşısında emniyet güçlerinden ve polislerden oluşan bir grup buluyor. Tepeden tırnağa silahlandırılmış olan bu kişiler kapı açılır açılmaz içeri dalıp evin her tarafını kuşatıyorlar, bir kötülük yapacakları gözlerinden okunuyor zaten ve onu görür görmez hemen ellerini ve ayaklarını kelepçe ve zincirle bağlıyorlar, gözlerini de kapatıp beraberlerinde onu polis merkezine götürüyorlar. O ise haykırıyor; “ben ne yaptım? Suçum ne? Beni neden hapse atıyorsunuz?” Onlar alay ederek gülüyorlar ve diyorlar ki: “İşlediğin o çirkin cürmü bilmiyor musun? Sen katilsin, sen bir canisin, mücrimsin, filan kimsenin kanını akıttın, katlettin, sonra da suçunu gizleyebilmek için onun cesedini demir yoluna trenin önüne attın, ancak sen onu öldürürken birçok insan bunu gördü ve şahitlik ettiler ki katil senden başkası değil, sensin…”
Bu durum karşısında haykırmaya ve suçsuz olduğuna, bu hadiseden habersiz olduğuna, adam öldürmekle suçlandığı günde evinden dışarıya hiç çıkmadığına dair çok ağır yeminler etmeye başlıyor.
O gece hapse atılıyor, hem de daracık bir hücreye konuyor. Sabahleyin hapisten alınıp mahkemeye çıkarılıyor. Mahkeme huzurunda adam öldürdüğü suçlaması mahkeme heyetine arz ediliyor -tabi o inkâr etmektedir-. Suçlamalar karşısında diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki benim bu mesele hakkında bilgim yok, bu bana yöneltilen bir suçlamadan öte bir şey değil, ben suçsuzum, ben bu işten uzağım.” Uzun süren yargılama süreci neticesinde –ki her seferinde hapisten alınıp mahkemeye getiriliyor ve mahkeme sonrası tekrar zindana; o daracık hücreye atılıyor- üç hâkimce de suçun sabit olduğuna hükmedildi. Zira duruşmalara katılan çok sayıda şahit, mahkeme reisinin ve üç hâkimin huzurunda açıkça dediler ki: “Evet cinayeti işleyen kişi, katil, bu adamdan başkası değildir.”
Hâkimlerin müzakereleri neticesinde hüküm kesinleşir; işlediği katl cürmü sebebiyle asılarak idam edilecektir. İdam cezasının infaz edileceği gün de belirlenir. O gün gelince hücreden çıkarılır idam edileceği yere getirilir, yağlı urgan boynuna geçirilir, kalabalık bir insan topluluğu önünde suçu ve cezası bir kez daha yüzüne okunur, artık hükmün uygulanmasına mani bir durum kalmamıştır sadece ipin çekilip de idam sehpasından aşağıya düşüvermesi kalmıştır.
Tam bu korkunç sona varacağı sırada uykusundan uyanıverir. O anda kendisi gördüklerinin korkusundan tir tir titremekte ve şunu demektedir: Elhamdülillah, ya rabbi sana şükürler olsun ki bu bir rüyaydı, gerçek bir şey değildi.
İşte bunlar her iki şahsında rüyalarında gördükleri olaylardır. Onların yüzlerinden örtüyü açsak da biz birinci şahsın fakirlikten sonra kavuştuğu zenginlik sebebiyle duyduğu neşe ve mutluluğu göremeyiz. Aynı şekilde ikinci şahsın o korkunç sona doğru gidiyor olmaktan dolayı duyduğu endişe, korku ve sıkıntıyı da göremeyiz.
Peki, akıllı olan bir insan Allah’ın kudretini ve kabri sahibine göre; dilerse cennet, dilerse cehennem yapabilmesini nasıl imkânsız görür? Nasıl idrak edemez ki? Uyku, kabirde insanın başına gelecekler için en basit bir örnektir.[10]
ŞÜPHE: Kabir azabıyla ilgili hadisler ya uydurmadır ya da uydurmaya yakın zayıf rivayetlerdir. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, “Cenâiz” 53, 91) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki
bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var”[11]
CEVAP: Bu şüpheyi ortaya atan Mehmet Okuyan, kabir azabıyla ilgili hadislerin tümünü en iyimser ifadeyle sıhhatsiz saymaktadır.[12] Oysa bu hadislerin hemen tamamı Kütüb-i Sitte’de yer almaktadır. Bizce kabirde azap ve mükâfatla ilgili onca hadisi bir çırpıda yok saymak gerçekten çok büyük bir cesaretin ifadesidir. Belli ki Okuyan’a göre onca hadisin, onca ravinin ve yine onca müfessir ve mütekellimin bu konuda söylediklerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Oysaki bu konuda müstakil çalışma yapan Kasım Oğan’ın tespiti şöyledir: “Kabir azabının olacağından bahseden on yedi rivayet tespit edebildik. Bunlardan on dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; iki tanesinin ‘hasen garip’; olduğu anlaşılmaktadır. Kabirde azap şekillerinden bahseden üç rivayet tespit edebildik. Bu üç rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını artıran amellerden bahseden iki rivayet tespit edebildik. Bu iki rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını kaldıran ya da hafifleten amellerden bahseden altı rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; bir tanesinin de ‘hasen li gayrihi’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabrin nimet olasıyla ilgili beş rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; diğerinin ise ‘zayıf’ olduğu anlaşılmaktadır.” [13]
Âlimlerimize göre, hadîs kitaplarında, kabir azabına dair, manevî tevatür derecesine ulaşan pekçok hadîs mevcuttur. Bu konuda Taftâzânî şöyle demektedir: “Sonuç olarak bu ve bunun gibi ahiret halleri konusundaki hadisler, her ne kadar tek tek her biri âhâd rivayetler olsa da, topluca ele alındığında ma’nen mütevatir derecesine varmıştır.”[14]
Süleyman Toprak’ın tespiti de şöyledir: “Bütün bu hadis-i şerifler ve -konuyu fazla uzatma­mak için burada zikretmediğimiz- daha pek çok hadis-i şerif, kabirde kâfire ve âsi, günahkâr mü’minlere azap ola­cağına delalet etmektedir. Ve Rasûlullah (sav), kabir azabından duyduğu ve gördüklerini haber vermektedir ki, hadislerin hepsi ‘kabir azabının varlığını bildirmek’ hu­susunda tevatür derecesine ulaşmaktadırlar. Haber veri­len husus da aslında mümkün olan işlerdendir. Böyle konularda mütevatir haber kesin delildir ve haber verilen­lerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini ifade eder.’[15]
Bu mesele bir tarafa, Okuyan kimi hadisleri yanlış yorumlamaktadır. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omuzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, Cenâiz, 53) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var” şeklinde bir eleştiride bulunmaktadır.
Ancak bu eleştirinin basit ve hatta yersiz olduğu açıktır. Çünkü söz konusu hadis, ölü kimsenin sesinin veya feryadının yaşayan insanlar tarafından duyulup duyulmaması meselesiyle ilgili değildir. Dahası bu hadis, ölen kimsenin iyi ve kötü amellerine göre karşılaşacağı akıbet hakkında bir fikir vermeye yöneliktir.
Eğer ölü kişinin söylediği sözü yaşayan insanların duymaması anlamsız ve dolayısıyla bahis konusu hadis de manasız ise, o takdirde, “Onlardan birine ölüm gelip çattığı zaman, ‘Rabbim! Beni dünyaya geri gönder[in] de, geride bıraktığım dünyada güzel işler yapayım’ der.” (Mü’minûn, 99) mealindeki ayet de -hâşâ- anlamsızdır. Çünkü bugüne değin, ölen herhangi bir kâfirin böyle bir söz söylediğini duyup işiten kimse olmamıştır.
Okuyan, Enes b. Mâlik’ten gelen bir hadiste, “Kâfir ve münafığın başına kabirde demir çubukla vurulur”[16] şeklinde özetlenebilecek bir ifadeye yer verilmesini de şöyle eleştirmektedir: Melekler, demir çubukları nereden buluyorlar? Demiri insanlar bulduğuna ve bu buluş da ilk insanlara göre sonraki dönemlerde gerçekleştirildiğine göre acaba demirin bulunmadığı dönemlerde meleklerin ellerine neler aldığı da merak konusudur.[17]
Bu alaycı ve aynı zamanda komik eleştiriye, misilleme tarzında bir eleştiriyle şöyle cevap verilebilir: Melekler o demir çubukları, Hacc 21. ayette sözü edilen“demir topuz” deposundan veya Dehr 4. ayette bahsi geçen “zincir ve demir bukağı” fabrikasından(!) tedarik ediyorlar.[18]
Yazı dizimizin ‘Kabir Azabı’ ile ilgili bölümünü Mehmet Emin Akın hocanın şu derinlikli tespitleriyle bitirelim: “Kabir hayatında insanların ruhlarıyla ilgili hiç bir bilginin olmadığını söylemek ne kadar yanlışsa, ruhların ölümden sonra hiçbir imtihandan geçmediklerini ve sorguya tutulmadıklarını söylemek de yanlıştır. Aklen buna bir engel zaten yok. Bu dönemi uykuya benzetmek mecâzîdir. Yoksa ruhun hayatta kaldığı bir zamanı, boş anlamsız ve sınavsız bir zaman kabul etmek doğru değildir. Bu anlayış’ın, cehennem ve cennetle ilgili haberlerin ve ruhun kıyametten sonra nasıl bir durumda olacağına dair şüphe ileri süreceğini kesinlikle bilmeliyiz. Bu açık ve kesin delâletlere rağmen, Kur’an kavramlarını çarpıtmak Arap Dili’ne ve ilme saygısızlıktır.
TV ekranlarında “kabir azabı” hakkında Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını yalanlayarak çıkan efendiler; İslamî ilimleri, âlimlerimizi ve de selefin tamamını tahkirden ve terzilden de öte, Hadis imamlarına çok büyük bir haksızlık ve kadirbilmezlik ediyorlar. Keşke bunu bilselerdi de hevalarına bu kadar mağlup olmasalardı. Yenilikçi, Modern ve Naturalist Kur’an yorumculuğunun eleştiri kabul etmeyen “kibr”i, İslamî ilimlerin haysiyetini hiçe saymıştır. Haysiyetine bu kadar saldırdıkları ilim ve bu ilmin “menhec”i, “kaideleri” ve “usûl”ü; bize Kur’an’ı ve Sünnet’i sağlam bir şekilde getirmiştir.
Kur’an’ı bize getiren, asla bu sapkın te’viller ve Batınî tahrifler olmamıştır. Batınîlik; tarihî intikamını almak için Rasul’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetini ve sahabeyi Kur’an’dan ayırarak ve onları Kur’an’a düşman göstererek İslam’ın bütün i’tikadî ve fıkhî binasını yıkmak istiyor. “Sahabe’nin yalanlanması projesi”; “kabir azabı” “şefaat” “kader” ve benzeri konuları bize rivayet eden hadisleri inkâr edip bunu Kur’an’a aykırı göstererek; sahabeyi Kur’an’a karşı saygısızlık eden bir topluluk olarak gösterilmesinin ve de tekfirinin yolunu hazırlıyorlar. Bu proje temelde iki, zümreye hizmet etmektedir: Şia ve Yahudiler.
Rafızîler bazı sahabileri istisna ederek diğerlerini ve özellikle de üç Halife’nin kâfir ve mürted olduklarına inanmaktadırlar. Dolayısıyla sahabeden gelen birçok hadisi, Kur’an’a aykırı görme ve Kur’an vahyi dışında bir din inşa etme olarak göstermek, Rafızîlerin umumunun ve Şia’nın müşterek akidesidir. Böyle olunca, hadisleri Kur’an’a arzetme meselesi; Şia’nın da arkasında bulunduğu; yayılmasını istedikleri en tehlikeli projelerden birisi olarak karşımızdadır. Kur’an ile Sünnet’in bize ulaştırılmasında sayılmayacak kadar mübarek hizmetleri ve muazzam emekleri geçen; Allah’ın Rasul’ünün (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgili kardeşleri ve dostları olan sahabeyi, tekfir edenler Kur’an’a arz iddialarını sahabeyi İslamî kimliklerinden soyutlamak içindir.
Hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, aynı zaman da Sünneti de inkâr eden Kadiyanîlerin ve Yahudilerin Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı yürüttükleri savaşın en tehlikeli özelliğidir. Yahudilerin, Rafızîlerin ve Kuraniyyun’un “isnad” ilmine olan düşmanlıkları bugünkü şartlarda daha çok Şiîleştirme propaganlarının temelini teşkil etmekte ve onların amacına hizmet etmektedir.
Hülasa-i kelam, Sahabe’nin İslam’daki yerlerini boşaltmak ve onları İslam tarihi, Kur’an’ın korunması ve yeryüzünde yayılmasındaki emeklerini ve Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmini ve hikmetini yaymalarındaki asil ve emsalsiz gayretlerinin berhava edilmesi ancak böyle mümkündür.”[19]
Yazı dizimizin önümüzdeki sayısında –biiznillâh- Kabir ziyareti ve ölü için yapılabilecekler konusunu işleyip, çokça tartışılan “Ölüler için Kur’an okuma” meselesi hakkında âlimlerimizin görüşlerini ifâde edeceğiz.Selâm ve duâ ile…
   (Devam Edecek)


[1] Asrımızın bir kısım insanını anlamak ne kadar da zor! Bilhassa kendini ‘İndirilmiş dinin mensubu’ zannedenleri. Bu kişilerin delil olarak gösterdiği Kur’an ayetlerini 14 asır boyunca hiç kimse görmemiş, okumamış, ya da okumuş da onların anladığı manaları anlayamamış; ama bunlar bir çırpıda bütün gizli manalara ulaşmışlar. Demek bunlar öyle zeki insanlar ki, İmam Maturidileri, Eşarileri, İmam Gazalileri, İmam Rabbanileri ve saymakla bitiremeyeceğimiz bütün allameleri geride bırakmışlar. Hatta bunlar Kur’an’ı Sahabelerden bile daha iyi anlıyorlar. Öyle ya, -hâşâ- İbni Abbaslar, İbni Mesudlar, Abdullah İbni Ömerler ve diğer Sahabeler de kim oluyor, Sahabeler hiç bunların zekâsına yetişebilir mi? Yine başta 4 mezhep imamı olarak diğer müçtehidler ve âlimler de bunların gerisinde, bu inkârcılar onlardan çok daha zeki. Hatta bütün âlimlerin zekâsını toplasak, bunların zekâsına yetişemez.(!)
[2] Lisânu’l-Arab, c. 3, s. 183
[3] İbn-i Âşûr, Et-Tahriru ve’t-Tenvîr, c. 22, s. 245
[4] İbn-i Kesîr Tefsîri, c. 6, s. 581
[5] Fethu’l-Kadîr, c. 4, s. 531
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. 18, s.521, Akçağ Yayınları, Ankara
[7] http://www.sorularlaislamiyet.com/article/17120/kabir-azabi-mahser-gununun-hesabini-azaltir-mi.html
[8] Kabir Azabı, Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 10.02.2008
[9] Nevevî, El-Ezkâr, s.33, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006
[10] Muhammed Ali Es-Sabûnî, Çağdaş Tefsir Telakkilerinin Reddettiği Kur’anî Bir Hakikat: Berzah Âlemi ve Kabir Azabı, İnkişaf Dergisi, sayı:82
[11] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var mı?,  s.285, Sidre Yay., Samsun,  2007
[12] Mehmet Okuyan, mezkûr kitabında kabir azabı hakkındaki rivayetlerin mânen mütevatir oldukları tespitine Hayri Kırbaşoğlu’nun Hadis Metodolojisi adlı eserinden uzun bir alıntı yaparak cevap vermiş, mütevatir kavramının içinin ne ile dolu olduğunun belli olmadığını, hadisleri kabul etmede tek kriterin Kur’an’a arz olduğunu, hadisleri esas alıp Kur’an’ı değil, Kur’an’ı esas alıp hadisleri değerlendirmek gerektiğini vurgulamıştır. Bu noktada İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin rivayetlere yaklaşım tarzını örnek veren müellif bu noktada referansının Ebû Hanife olduğunu belirtmiştir.(s. 260-267 ) İmam Ebû Hanîfe’nin, daha henüz hadislerin toplanmasının gerçekleşmediği, hadislerin ayıklanmasının tamamlanmadığı bir zamanda bir yöntem olarak seçtiği bu tavrı benimseyebilir, kendi zamanının şartları gereği yerinde ve olması gereken bir uygulama olduğuna kanaat getirebiliriz. Ancak şunu da iyi bilmeliyiz ki böyle bir yöntemi kullanan İmam Ebû Hanîfe’nin kabir hayatına dair düşünceleri gayet nettir. İmam El-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde kabir hayatının ruh ve beden ortaklığında olacağını, el-Vasiyye adlı eserinde de hakkında hadis olması hasebiyle Münker ve Nekir’in suallerinin hak ve vâki olduğunu söylemektedir. Kur’ân’dan kabir azabına dair getirdiği iki delilin de açık olduğunu, te’vîl ve tefsirinin de tenzîli gibi olduğu gerekçesiyle bir kimsenin “ben ayeti değil yapılan te’vili ve tefsirini kabul etmiyorum” şeklindeki yaklaşımının onu küfre sürükleyeceğini söylemektedir. Bakınız: Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin İtikadî Görüşleri, çeviri: İlyas Çelebi, İFAV, İstanbul 2010, s.150-151.
[13] Kasım Oğan, Kabir Hayatıyla İlgili Rivayetlerin Tespit Tahriç ve Değerlendirilmesi, s.118, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
[14] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akaid, çev. Talha Hakan Alp, İstanbul, Rıhle Kitap, 2011, s. 227
Taftâzânî, bu ifadelerinin ardından, “Kabir azabını Mutezile ve Rafiziyyeden bazıları inkâr etmişlerdir” demektedir. Ancak, eserin mütercimi Talha Hakan Alp, Mutezile imamlarından Kadı Abdulcebbâr’ın konuyla ilgili farklı bir açıklamasına dikkat çekmektedir. Buna göre, kabir azabını Mutezile’den sadece Dırar bin Amr inkâr etmektedir. Kadı Abdulcebbâr, Mutezile’ye ilişkin bu yanlış bilginin İbnü’r-Râvendî’nin “Mutezile kabir azabını inkâr ediyor” şeklindeki ifadelerinin şöhret bulmuş olmasından kaynaklandığını belirtmektedir. (A.g.e., s. 227, dipnot: 1.)
[15] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), s.335
[16] Buhârî, Cenâiz, 66; Nesâi, Cenâiz, 110
[17] Mehmet Okuyan, a.g.e., s. 275.
[18] Muzaffer Öztürk, Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Yok mu? Kitabının Tenkidi, s.269-270, Çukurova Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, Yıl:2008
[19] http://www.mehmeteminakin.com/wp-content/uploads/2015/07/SON-KAB%C4%B0R-AZABI.pdf
Günümüzde özellikle “Kur’an’a dönüş”, “Kur’an İslâmı”, “Kur’anî Hayat”, “Kur’an’ın Aydınlığında” gibi birtakım popülist söylemlerle de ülke gündemimize taşınan modernist anlayışın İslâm ilim, kültür ve düşünce tarihinde açmış olduğu tahribatları ve tahrifleri örnekleriyle izah eden Mehmet Emin Akın hocamızın, Te’vilin Tahrife Dönüşmesi( Medarik Yayınları) eserini siz okuyucularımıza tavsiye ediyorum.

Ölüm ve Ötesi -6-

- 28 Mart 2016
kabirZiyareti
Yazı dizimizin önceki bölümlerinde, kabirdekilerin kendilerine mahsus bir hayat ile Al­lah Teâlâ’nın kendilerine tahsis ettiği makamlarda, azap yahut nimet içinde yaşadıklarını Kur’an ve Sünnetten delilleriyle açıklamıştık. Şimdi sıra geldi hayattakilerin, kabir ehline karşı yapacaklarına. Bunların başında da şüphesiz ‘Kabir Ziyâreti’ gelmektedir.
Evet, kabirleri ziyâret edecek miyiz? Edeceksek nasıl edeceğiz? Hem kabirdekine, hem de hayattakine faydalı olacak bir ziyâret nasıl olmalıdır? Kabirdekiler, yaşayanların amellerinden istifâde edebilirler mi? İstifâde edebiliyorlarsa bunun şartları nelerdir?
Bütün bu soruların cevabını vermek ve İslâm’da ka­bir ziyâretinin nasıl olacağını belirtmek yazı dizimizin bu bölümünün amacı olacaktır. Tevfik Allah’tandır.
A)   MEŞRÛİYYETİ:
Kabir ziyâretinin tarihi, kabirlerin yapılış tarihi ka­dar eskidir. Yeryüzünde kabir yapımına başlandığı günden beri insanlar buraları çeşitli maksatlarla ziyâret ede gelmişlerdir. Kabirlere “mezar” isminin verilişi de bunu gösterir ki, mezar, “ziyâret edilen yer”[1] manasına gelip, özellikle ziyâret edilen kabirler için kullanılır. Kur’an’da ziyâretle ilgili tek âyet, İslâm öncesinde dinî gayretle değil kabile mensuplarının sayısına ölülerin de dâhil edildiğini göstermek suretiyle yapılan kabir ziyâretleriyle övünmeyi eleştiren, “Çokluğunuzla övünmek kabirlere girinceye kadar sizi oyaladı” (Tekâsür, 1-2) meâlindeki âyettir
Önceleri, aralarından ayrılan, kabre koydukları sev­diklerinin bir hatırası olarak ve onlara faydalı olabilmek gayesiyle yapılan mezar ziyâretleriyle ilgili, zamanla pek çok bâtıl ve hurafe şeyler meydana gelmiş, insanlar, şeytanın da yardımıyla, gün gelmiş, Allah’ı unutup mezar­lara tapar olmuşlardır. Başları darda kalan insanlar burala­ra koşmuşlar ve dertlerine deva aramışlar, bilhassa ata­ların mezarlarından medet ummuşlardır. Bu, zamanla insanları şirke ve puta tapıcılığa götürmüştür ki, İslâmın geldiği asırda Arabistan’da yaşayan müşrikler de ölülerden medet umuyorlardı.
Şüphesiz böyle bir inanç bâtıldır. Bu nedenle, şirke ve bâtıla götüren bütün yolları kapatan Rasûlullah Efendimiz, İslâm’ın ilk günlerinde, içine birçok bâtıl inanç ve hu­rafeler karışmış olan kabir ziyâretini tamamen yasaklamıştır. Ta ki, Tevhid dini, Müslümanların kalbine iyice yerleşip, Allah’tan başka hiçbir şeyden fayda umulmaya­cağını bilsinler, tam muvahhid olsunlar diye. Nitekim za­manla İslâm doktrini ve Tevhid akîdesi, açık ve kesin bir sistem halini alıp, İslâm esaslarına bağlılık ve Allah’tan başkasına ibadet etmemek prensibi Müslümanların gönlüne iyice yerleşti. Müslümanlar İslâm’ı iyice anlayıp, Tevhid Dini’ nin ne demek olduğunu öğrenince, artık ölülerden faydalanmak değil, ölülere faydalı olmak gerek­tiğini anladılar.
Kabir ziyâretinin yasaklanmasına sebep olan mahzurlar ve bâtıl inanç korkusu da ortadan ka­lktığı için Rasûlullah Efendimiz tarafından artık kabir ziyâretle­rine izin verilmiş; hatta gerek ölüye, gerekse ziyâret edene yönelik olan faydalarından ötürü kabir ziyâreti teşvik bile edilmiştir. Bu ziyâretlerin nasıl yapılacağı, ziyâret es­nasında nelerin yapılacağı ve nelerin yapılmasından kaçınılacağı da yine Rasûlullah Efendimiz tarafından bazen sözle ve bazen de tatbikî olarak fiille öğretilmiştir.
Kabir ziyâretine müsaade edildiğini bildiren hadis­lerden birinde Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Size kabir ziyâretini yasaklamıştım. (Şimdi buna izin veriyorum) onları ziyâret ediniz”[2]  Aynı konuda ri­vâyet edilen değişik hadislerde, bu iznin muhtelif sebepleri de zikredilir ki, Hz. Ali’den nakledilen rivâyet şöyledir: “Sizi ka­bir ziyâretinden menetmiştim, (şimdi) onu ziyâret ediniz. Çünkü o (ziyâret) size âhireti hatırlatır.”[3]
Buradaki emir teşvik içindir. Bu teşvik, insanların ölümü, âhireti hatırlayarak, bir gün kendilerinin de kabirdekiler gibi ola­caklarını düşünerek, dünyaya aşırı bağlılıktan sakınıp, kabre ve ölümden sonrasına hazırlık yapmalarını sağla­mak içindir. Nitekim bazı hadis-i şeriflerde kabir ziyâreti için “âhireti hatırlatır” dendiği gibi, bazılarında da “ölümü hatırlatır” denilmektedir.[4]
Bu hususta Tirmizi’nin “hasen-sahihtir” diye nite­lendirdiği Büreyde hadisinde ise, Rasûlullah Efendimiz şöyle buy­urur: “(Ashabım), sizi kabirleri ziyâret etmekten menetmiş idim. Fakat şimdi (Peygamberiniz) Muham­med’e annesinin kabrini ziyâret etmesi için izin ve­rildi. Siz de kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü bu ziyâret, size âhireti hatırlatır.”[5]
Ebu Hureyre, Rasûlullah Efendimiz’in, annesinin kabrini ziyâret edişini şöyle anlatıyor: “Nebi aleyhisselâm, annesinin kabrini ziyâret edip ağladı ve yanındakileri de ağlattı. (Yani yanındakiler de onun ağlayışına dayanamayıp ağladılar). Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: “Rabbimden onun (annemin) affını dilemek için izin istedim, bana izin verilmedi.[6] Kabrini ziyâret etmek için izin istedim, (bunun için) bana izin verildi. Ka­birleri ziyâret ediniz. Çünkü bu (ziyâret), size ölümü hatırlatır. “[7]
Bir başka hadislerinde yasaklandıktan sonra izin verilen birkaç şeyin yanında kabir ziyâretini de sayan Rasûlullah Efendimiz: “…Kim ziyâret etmek isterse, ziyâret etsin. Ancak orada (ziyâret esnasında) ziyâretle bağdaşmayan boş söz ve günah işlerden sakınsın” [8]  buyurmakta ve yapılan işin gayesine uygun olarak yapılmasına, beklenen faydanın elde edilebilmesi için gay­esinden saptırılmamasına dikkat çekmektedir. Aynı hadi­sin değişik rivâyetlerinde, ‘kabir ziyâretinin insanlara sağladığı faydalar meyânında, ziyâretin kalbi yumuşata­cağı ve gözü yaşartacağı’ da zikredilmektedir.[9]
Bu konuda Abdullah İbn Mesûd’dan rivâyet edilen bir hadiste ise Rasûlullah Efendimiz, kabir ziyâretini önce yasaklamış oldu­ğunu belirttikten ve: “Onları ziyâret ediniz” dedikten sonra, ziyârete izin verilmesinin hikmetini şöyle dile geti­riyor: “Çünkü o (kabir ziyâreti) sizi dünyada zâhitleştirir (dünyaya aşırı bağlanmamanızı ve değer vermemeni­zi sağlar) ve âhireti hatırlatır. “[10]
Gerek bu hadis-i şeriflerde zikredilen ziyâretçiye yönelik faydaları ve gerekse değişik haberlerde bildirilen ölüye yönelik faydalarından ötürü, İslâm’da kabir ziyâreti, ziyâret edene manevî mükâfat kazandıran bir fiil olmuştur. Nitekim dört mezheb imamı büyük müctehidlerin hepsi de kabir ziyâretinin mendûb[11] olduğunu belirt­mişlerdir. Hanefî ve Mâlikîler perşembe, cuma ve cumarte­si günleri yapılan ziyâretin daha makbul olacağını söylerlerken, Hanbelîler ziyârette bütün günlerin eşit olduğunu, Şafi’îler de perşembe günü ikindi vaktiyle cu­martesi  günü,   gün   doğuncaya kadar geçen  zaman içerisinde ziyâret etmenin daha iyi olduğuna kail ol­muşlardır ki, Mâlikîlerin tercih edilen görüşü de böyle­dir. [12]
Kabir ziyâretinin bu günlere ve bilhassa cuma gününe tahsisi, âlimlerden bazılarından mezkûr günler­de ölünün ziyâretçisini bilip tanıyacağına dair gelen haberler ve cuma gününün diğer günlerden daha faziletli oluşundandır. O gün yapılacak dua ve hayırlı işlerin makbûliyeti ve iyi amellere verilecek sevap diğer günlerdekinden farklı olacaktır. Yoksa ölünün, belirtilen gün, ya da günler dışında ziyâretçisini bilip tanımadığı anlamına gelmez bu. Çünkü ölüler sadece cuma günlerinde değil, her zaman ziyâretçilerinden haberdar olur, onları -tanıdıkları bir kişi ise- tanır ve selâmlarını alırlar.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir haberde şöyle buyrulmuştur: “Bir kimse, sağlığında tanıyıp bildiği bir kişinin kabrine varıp da ona selâm verirse, mezardaki onu tanır ve selâmını alır. Eğer tanımadığı bir kimsenin ka­brine varıp selam verirse, ölü sadece selâmını alır.” [13]
Rasûlullah Efendimiz’in, Bedir’de öldürülen müşriklere hitabını ve ölünün kendisini kabre koyanların ayrılışlarında, gidenlerin ayak seslerini bile işittiğini haber verdiğini de biliyoruz. Ama biz onları duyamıyor, o âlemde olanları göremiyoruz. Biz duymasak bile, onlar duyduğu içindir ki, kabir ziyâretine vardığımızda yahut kabirlerin yanından geçerken oradakilere selâm veriyor, dua ediyo­ruz. Allah’ın Rasûlü’nün, kabristana varıldığında ölülere selâm verilmesini emredişi ve kendisinin de bizzat her vardığında selâm verişi, kabirdekilerin cemadât (cansız varlıklar) gibi olmadığına delildir. Zira cemadata hitap caiz olmadığına göre, bu hareket, ölünün kabrinde o âlemi idrak edecek bir hayatının varlığına ve hayattakilerin dua ve selâmını duyduğuna delildir. Kaldı ki, kabirdeki kişiye “ziyâret edilen (mezur)” ziyâretine varana da “ziyâretçi (zâir)” denilmesi bile, onun ziyâretçisinden haberdar olduğuna delildir. Çünkü ziyâret edilen ziyâretçisini bil­mezse buna “ziyâret” adı verilmez.
Ashabın fakîhelerinden olan Hz. Âişe validemiz, ken­di odasına defnedilmiş olan Rasûl-i Ekrem Efendimizi ve babası Hz. Ebû Bekir’i ziyâret ediyordu. Daha sonra onların yanına Hz. Ömer defnedilince, Hz. Âişe validemizin: “Biri kocam biri de babamdı, ama Hz. Ömer yabancıdır.” dediği ve bundan sonraki ziyâretlerinde örtünmeye daha çok dikkat ettiği rivâyet edilir.[14] O büyük insan, Hz. Ömer’in kendisini bilip gördüğüne inanmasaydı, bu sözü söylemez ve aynen eskisi gibi ziyâretlerine devam ederdi herhalde. Onun bu hareketi de, ölünün ziyâretçisinden haberdar olduğuna delildir.
Hattı zatında mümkün işlerden  olan,  kabirdeki ölünün ziyâretçisini bilmesi ve tanıyıp selâmını alması hakkında, buna delil olabilecek haberler de mevcut olun­ca, kabul ve tasdik etmek gerekir.  Bu husustaki haber­lerden bazılarında perşembe, cuma ve cumartesi günleri; bazılarında cuma günü ve cumartesi sabahı gün doğun­caya kadar bilir, dendiği halde, bazılarında da – böyle gün tahsisi yapılmaksızın- mutlak olarak bileceği haber veril­miştir ki, hadisler ve haberler, her ziyâretçi geldiğinde ziyâret edilenin, onları bilip sözlerini işittiğine ve selâmlarını alıp onlarla ünsiyet ettiğine delâlet etmektedir. Böyle ol­masaydı Rasûlullah Efendimiz, kabirdekilere selâm vermeyi meşru kılmazdı. Bu durum, umûm ölüler için aynıdır ve ziyârette belli bir vakit şart değildir. Hatta ziyâreti belli günlere inhisar ettirmek, Rasûlullah Efendimiz’in adetine mu­halif olacağından, bid’attır ve mekruhtur diyen âlimler de vardır.[15] En iyisi, mümkün olan her zaman ziyâret edip, ziyâretten istifade etmek ve ölülere de faydalı olmaktır.
B) ZİYÂRET ÇEŞİTLERİ:
Kabir ziyâretlerini birkaç yönden çeşitlere ayırmak ve tasnif etmek mümkündür. Ziyâret edilenler yönünden, ziyâret edenlerin maksat ve gayeleri yönünden ve ziyâret şekli yönünden kabir ziyâretlerini sınıflandıracak olursak karşımıza şu tablo çıkar:
1) Anne, baba, kardeş ve evlatlar gibi yakın ak­rabaların kabirlerini ziyâret etmek: En çok ziyâret edilen kabirler, akraba kabirleridir. Çünkü insan, hayatta iken sevdiği ve ziyâret ettiği kişileri, ölümlerini müteakip hemen unutmaz. İnsan, psikolojisi gereği unutmağa çalışsa bile, unutamaz ve onlarla olan münâsebetini de­vam ettirmek ve onları devamlı yanında yaşıyormuş gibi hissetmek ister. Özellikle ana-baba gibi kendisinin mey­dana gelmesine sebep olan ve kendisi için büyük emek sarfetmiş olan, daha doğrusu kendisi üzerinde pek çok hakkı bulunan büyüklerinin kabrini ziyâret etmek, onla­ra karşı minnet borcunu ödemiş olma hissini verir insa­na. En azından onların hatırasını yeniden canlandırır ki, ilk kabir ziyâretleri de böyle başlamış olup, ilk ziyâret edi­len kabirler yakın akraba kabirleridir.
2) Yakın akraba olmayan Müslüman kardeşlerin kabirlerinin ziyâret edilmesi: Aslında kabir ve berzah âlemi, mâhiyetini sadece Allah Teâlâ’nın bildiği ve ancak dilediği kişilere bildirdiği -ki Rasûlullah Efendimize bun­lardan bir kısmını bildirmiştir- insanın sırf akıl ve duyular vasıtasıyla mahiyetini kavrayamayacağı melekût âlemindendir. Allah Tealâ, Kur’an-ı Kerim’de mülk âlemine bu gözlerimizle bakıp kendi azametini görmemizi emrettiği gibi, melekût âlemi hakkında da ibretle te­fekkür etmemizi ve düşünmemizi emretmekte, gördüklerinden ibret almayanları kınamaktadır.[16]
Bu emri umûmileştirecek olursak, kabir âleminden ve ölümden de ibret alınmasının emredilmiş olduğu ortaya çıkar. Hadis-i şeriflerde de -yukarıda işaret edildiği gibi-kabir ziyâretinin, ölümü ve âhireti hatırlatacağı haber ve­rilmişti. İşte bu gaye ile ölümü ve âhireti hatırlayıp, ona göre hazırlık yapmak için, zaman zaman kabristana gidip, akrabası olmayanların kabirlerini ziyâret etmek de mubahtır.
Hatta sırf ölülerden ve ölümden ibret almak gaye­siyle mü’min olmayanların kabirleri bile ziyâret edile­bilir. Mü’min olmayanların kabirlerini ziyâret etmek, sa­dece ziyâret edene fayda sağlar; ziyâret edilene bir şey ka­zandırmaz. Çünkü ziyâretçi mü’min, ona dua etmez, etse de faydası olmaz.
Mü’min kabirlerini ziyârette ise fayda iki yönlüdür. Hem ziyâretçi, bu ziyâreti sayesinde ölümü, ka­bri ve orada karşılaşacağı suâl, azap ve nimeti hatırlayıp, kalan ömrüne kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek şekilde yön verir. Hem de kabirde yatan mü’min kardeşine, selâm verip dua ederek, okuyacağı âyet ve sûrelerin sevabını ona bağışlayarak ziyâret ettiği mü’min kardeşine faydalı olur. Çünkü mezardaki ölü, suya düşmüş olup da başkalarından yardım dileyen kim­se gibidir. Onun sevap alacak veya -eğer müstahak ise-kendisini azaptan kurtaracak işleri yapma imkânı kal­mamıştır. Artık faydalanacağı tek şey, ziyâretçilerinin ve mü’min kardeşlerinin yapacakları dua ve yaptıkları hayırlı amellerden bağışlayacakları sevaplardır.
3) Peygamberlerin, sâlihlerin ve velilerin kabir­lerinin ziyaret edilmesi: Bu türlü ziyaretler, ölüye fay­dalı olmak yahut ölümden ibret almak gayesinden çok, ziyaret edilen büyük zâtın yardım ve şefaatini istemek gayesiyle yapılır. Daha önceki ziyaretlerde gaye olan kabir­deki ölüye dua ederek faydalı olmak veya ibret alarak isti­fade etmek, çoğu kez türbe ve yatır ziyaretçilerinin aklından bile geçmez. Onlar, müşkillerinin halli ve başlarına gelen bela ve musibetlerin defi için, ziyaret et­tikleri türbe ya da yatırlardaki zevattan yardım umarlar ki, bu şekilde ölülerden medet ummaya ve yardım dilem­eye ” tevessül, istiğâse, istimdâd” gibi isimler verilmektedir.[17]
Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber’in öğrettiği şekilde kabir ziyareti yapılırdı. Kabristana edep içinde girilir, oradakilere toplu selam verilir, kabirlerde yatanlara dualar edilir hatta dirilere bile dualar edilirdi. Kısaca ziyaretlerin gayesi ölülerin affını istemek ve onlardan ibret almaktı. Yani kimse kendi menfaati için oralarda dua etmediği gibi, orda yatandan da herhangi bir talepte bulunmazdı. Böyle bir ihtiyacı var ise ya kendisi dua eder veya Rasûlullah’a başvurur, ondan dua etmesini isterdi. Sahabenin bu konudaki anlayışı çok saf olduğundan, kabirde yatandan meded isteme veya onun hürmetine isteme, orada duaların kabulünü dileme vs. konularında onların herhangi bir problemleri yoktu. Bu meselelere ait tartışmalar sahabe devrinden çok sonraları ortaya çıkmıştır.
Sahabe devrindeki bu safiyetin daha sondaki dönemlerde yavaş yavaş bozulduğunu biliyoruz. Tasavvuf hareketinin başlaması ile bu konularda bir hayli tartışmalar yapılmıştır. Bu konuda yapılan tartışmalar birçok  ihtilafları doğurmuş ve bu konuda farklı kanaatler meydana çıkmıştır[18]:
Tasavvuf erbabı, bu gibi hususlarda, hiçbir mahzur gör­memişler, hatta bunun lüzum ve faydasından bahsetmişlerdir. On­lara göre, resul ve velilerin kabirlerini ziyaret etmenin en önemli gayesi budur. En mühim ve en faydalı kabir ziyaret şekli de budur. Evliyaya dua ederek onlara faydalı olmak veya kabirlerinden ibret alarak istifade etmek, ekseriya türbe ve yatır ziyaretçilerinin ak­lından geçmez. Bütün türbelere, dergâhlara, âsitânelere, tekkelere, yatırlara ve tarikat ehline hâkim olan anlayış, düşünüş ve inanış budur. Tasavvuftan sağ ya da ölü şeyhlerin yeryüzündeki insanlar için, Allah katında şefaatçi ve yardımcı olacaklar inancı erken başlamıştır.
Ehl-i Sünnet mensubu fıkıh ve hadis âlimleri, tasavvufçuların bu görüşlerini hiçbir zaman kabul etmemiş, daima tenkit konusu yap­mıştır. Bunlardan bir kısmı, mutasavvıfları ağır ve sert, diğer kısmı yumuşak ve ölçülü bir biçimde tenkit etmişlerdir. Bu hususta İmam Birgivî şöyle der: “Şeriate en uzak olan bid’at, birçok insanın yaptığı gibi, ölüden murâdının husûlü için yardım istemektir. Bu hal, puta tapmak gibidir. Ölüden medet dilemek, şeklî bir benzeyiş değil; fiilî bir putperestlik, müşrikliktir. Ölüden yardım (dilemek avâmı) zavallılığa düşürmüştür. İnsanın büyüklüğüne inandığı ölünün kabrine tâzim ederek şirke düşmesi, ağaca, taşa taparak şirke düşmesinden kolaydır. Bu kolaylıktandır ki, çok insanlar mescitlerde duymadıkları huşû ve hudûu kabirlerde hissederler… Allah ile kendi arasında bir vâsıta ve şefaatçiyi kabule kendisini mecbur bilen adam, ya zanneder ki, Allah, kulunun istediğini bilmiyor. Yahut kendi uzaklarda olduğundan işitmiyor da böyle bir vâsıtaya muhtaç oluyor. Bir hükümdarın, kabul etmek istemediği dileği vezir ve memurlarının tesiriyle kabul ettiği gibi dünya büyüklerinin idarelerinde vâsıtaya mecbur oldukları gibi. Böyle fâsid ve bâtıl zanlara kapılan adam bilmiyor ki, padişah bu vâsıta ve müşâvirlere muhtaçtır.
Bazı câhiller “ziyâret” denilen türbelere giderek kıtlık, kuraklık, düşman istilâsı gibi felâketlerden korunmak, murâdına kavuşmak için ölüden medet umarlar. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, peygamberlerin kabirlerini mescid yaptıklarından dolayı yahûdilere ve nasârâya lânet etmiştir. Bu türlü hareketler insanı İslâm’dan uzaklaştırır, putperestliğe doğru götürür. Rasûlullah’ın şiddetle men ettiği kötülükleri teşvik edenler, kendilerine uyan câhilleri uçuruma sürüklemektedirler. Türbelere, mezarlara mum yakmak, çaput bağlamak bu gibi yerlerden, bu türlü hareketlerle peygamberlere velilere hürmet ve tâzimde bulunduklarını sananlar putlara tapanların, bu putlara gösterdikleri hürmete benzer. Öncekiler de, başlangıçta sevdikleri saydıkları ölülerin kabirlerine tâzimde bulunmuşlardı. Bu türlü bâtıl âdetleri terketmeyi saygısızlık sanma.
Bid’atlerle meşgul kalpler sünnetlerden nefret ederler. Kendi bildiğince devam edenlere dikkat ederseniz, Müslümanların ihyâ etmeye çalıştıkları sünnetlerden yüz çevirdiklerini, hep bid’atlerle uğraştıklarını görürüz. Peygamberlere tâzim, sünnetlerine uymakla velîlelere muhabbet, nasihatlerini dinlemekle olur. Kabirlerin üzerine türbeler binâ etmek, bunlara duâlar edip adak adamak gibi bâtıl inanç ve geleneklerin hemen hepsi putperest aşıların tezâhürleridir, müşrikleri taklit etmektir. Kabirde yatanın velî olması, şeyh olması, duâya ihtiyacı olmadığı mânâsına gelmez. Birtakım bid’at ve dalâlet ehli sapıklar, ölüye yardım için yapılan duâyı, ölüden yardım şekline çevirdiler. Ondan medet beklemek, şifâ talep etmek mânâsında bozdular. Birtakım bid’atçiler çıkarak emrolunanlardan sapmış, nehyedilenleri irtikâba başlamışlardır. Gâfil ve safdil Müslümanlar maalesef bu sapıklığın yayılmasına âlet olmuşlardır.”[19] (Devam Edecek)
DİPNOTLAR
[1] El-Mu’cemu’l-Vasît, c. 1,  s. 408; Müntehabât-ı Lügat-i Osmâniyye, “Mezar” maddesi, İstanbul, 1286
[2] Müslim, Cenâiz, 36
[3] Ahmed  b. Hanbel, Müsned. c. I, s. 145
[4] Ebu Davud, Cenâiz, 18
[5] Tirmizi,  Cenâiz, 18
[6] İslâm âlimleri arasında Ebeveyn-i Rasûl’ün dinî konumu hakkında bun­ların ehl-i necat oldukları ve olmadıkları ile durumlarının belirsiz olduğu şeklinde üç ana temayül oluşmuştur. Ahirette ehl-i necat olacakları görüşün­de olan çoğunluk, ilgili birçok ayet, hadis ve rivayetleri delil göstererek Ebeveyn’in fetret ehlinden olduklarını, Hanif olduklarını ve Hz. Peygamber’in özel duasıyla diriltilip ona iman ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i necat ol­madığı görüşünü benimseyen azınlıkta kalan âlimler ise Ebeveyn’in Cahiliye döneminde yaşadıklarını ve o dönemin yaygın inancının putperestlik olması­nı göz önünde bulundurarak onların da müşrik olduklarını, bu sebeple de ahirette kurtuluşa erenlerden olmayacaklarını iddia etmişlerdir. Bir kısım âlimler de onlar hakkında müspet veya menfi her hangi bir hüküm vermek­ten kaçınarak çekimser kalmışlardır.( Geniş bilgi için bk. Metin Yurdagür, İslâm Düşüncesinde Fetret Kavramı, İst., 1998, II.baskı, s.50-54,Marifet yayınları )
Bu derin mevzûda büyük hanefî âlimi İbn Abidin rahimehullah’ın görüşünü nakledelim: “Bazı muhakkik âlimlerin belirttiği gibi bu meseleyi üstün bir edep dairesinde işlemek gerekir. Bu, bilinmemesi zarar veren ya da kabir veya mahşerde sorulacak konulardan değildir. Bu yüzden bu meselede hayırdan başka söz sarf etmemek, dilimizi korumak en doğru ve en sağlıklı yoldur.”  (Muhammed Emin İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar ala’d-Durri’l-Muhtâr, tahk. Hüsameddin Farfur, Dımaşk, 2000, VIII, 615)
[7] Müslim, Cenâiz. 36; İbni Mâce, Cenâiz, 48
[8] Nesaî, Cenâiz, 100
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 237
[10] İbni Mâce, Cenâiz, 47
[11] Sevilen, yapılması uygun olan, işlenmesi teşvik edilen iş. Dinen yapılması iyi sayılmakla birlikte yapılmamasında sakınca olmayan ve Rasûlullah (s.a.s)’ın bazan yapıp, bazan terkettiği işler. Buna; müstehap, nâfile, tatavvu ve ihsan adları da verilir.
[12] Vehbe Zuhaylî,  İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c.3, s.89-92,  Risale Yayınları, İstanbul, 1990
[13] Suyutî, Büşral Keîb’den nakleden Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.421, Esra Yayınları, Konya, 1994
[14] Seyyid  Sabık, El-Akâidu’1-İslâmiyye,  s. 237, Dâru’l-Kütübil- Arab,  Beyrut, Tarihsiz.
[15] Osman Şekerci, İslâm Terbiyesi, s. 381, 1972.
[16] A’raf. 7/185
[17] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.427
[18] Kur’ân da ve hadislerde Allah’a yakınlığı sağlayan şeyler olarak ifadesini bulan Tevessül ve bu kavrama bağlantılı olarak şefaat, istimdâd ve istigâse kavramları, İslâm düşüncesinde tartışılan temel problemlerden biridir. Bu konuda Genç Birikim Dergisinde  “İstimdâd, Tevessül ve Rabıta Konularında Doğru Tavır”  adıyla bir yazı dizisi kaleme almıştık.Geniş bilgi için yazı dizimizin linki:  Bkz: http://www.gencbirikim.net/istimdad-tevesul-ve-rabita-konularinda-dogru-tavir-1/
[19] İmam Birgivi, Ziyaretu’l-Kuburi, eş-Şeriyyeti ve’ş-şirkiyye (Şer’i ve Şirki Kabir Ziyareti) / (Bidat ve Müstehab Kabir Ziyaretleri), s.53-55, Guraba yayınları, İstanbul,1997
Şeyh Muhyiddin Muhammed bin Ali el- Birgivî el-Hanefi (rh.a) , 1521 senesinde Balıkesir’de doğdu. Yöresindeki birçok âlimden İslami ilim tahsil etti.  Zamanında kabirler üzerine türbe yapılması, buralarda mum yakılması, ücret karşılığında Kur’an okunması gibi bid‘atlar ve ayrıca bâtıl itikadlarla, kadılar arasında rüşvetin yaygınlaşması, zengin çocuklarına ücretle ilmî pâyeler verilmesi gibi meşrû olmayan uygulamalara karşı da mücadele etti. İkinci Selim’in hocası Ataullah Efendi, Birgivî’nin ilimdeki kudretini takdir ederek, onu Birgi’de yaptırdığı medresenin müderrisliğine tayin ettirdi. Birgi’ye yerleşip ömrünü talebe yetiştirmek, vaaz vermek ve kitab yazmakla geçirdi. 1573’de vefat etti. Kabri, İzmir’in Birgi kasabasında bir tepededir. Fıkıhta Hanefî, itikadda Mâtürîdî olan Birgivî Mehmed Efendi’nin biyografisinden bahseden bütün kaynaklar, onun Osmanlılar döneminde yetişmiş seçkin bir âlim olması yanında dinî ve ahlâkî şahsiyeti bakımından da mükemmel bir insan olduğu belirtir. Birgivî son derece dürüst ve tavizsiz bir ilim adamıdır. Nitekim döneminde çok yaygın olan anlayışa rağmen hiçbir eserini herhangi bir devlet büyüğüne ithaf etmemiş, aksine devlet ileri gelenleri de dâhil olmak üzere her seviyedeki yöneticilerde ve görevlilerde gördüğü kusurları cesaretle tenkit etmiştir. Keşke Osmanlının tüm ilim adamları, İmam Birgivî gibi olsalardı.

mezar_ziyareti
C) ÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN AMELLERİNDEN İSTİFÂDE ETMESİ:
Burada ölümlerini müteakip berzah hayatı başla­yan kabirdekilerin salih amellerden istifade etmelerinden kastımız, kendilerinin ölmeden önce işledikleri ve amel defterlerine yazılıp beraberinde götürdükleri değildir. Çünkü ondan istifade edecekleri, herkesin mâlumudur. Asıl bizim izah etmeğe çalışacağımız husus, kendileri ber­zah âlemine göçtükten sonra amel defterlerine yazılacak ve orada fayda sağlayacak olan şeylerdir. Bu da, ya kendi­lerinin sağlıklarında yaptıklarının bir devamı olur, ya da geride kalan dost ve akrabalarının kendisi için yaptıkları.
Kabir ehlinin istifade edecekleri sâlih amelleri iki kısımda mütalaa etmek mümkündür:
1- Kendi Yaptıklarından İstifade Etmeleri: İnsan kabre girdiğinde onunla birlikte kabre giren ve ona fayda verecek olan, hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi, sadece amelidir.[1] Ancak kabrinde ameliyle başbaşa kalan mü’minin, dünyada iken yaptığı bazı işleri vardır ki, bunların, kişinin ölümünden sonra da amel defterine sevap yazılmasına sebep olacağı ve ölümden sonra da bun­lardan istifade edeceği, Rasûlullah Efendimiz tarafından ha­ber verilmiştir.
Rasûlullah Efendimiz, Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir hadisinde şöyle buyuruyor: “İnsan öldüğü zaman amel-i sâlihi kesilir, ancak üç şey müstesna (bunları yapanın amel-i sâlihi devam eder): Sada­kayı cariye, faydalı ilim ve kendisine dua edecek olan salih evlat.”[2]
Bu üç şeyi dünyada bırakmış olanın, bunlar yaşadıkça ve insanlar bunlardan istifade ettikçe, kabrinde onların faydasını görüp, amel-i sâlihinin devam edeceği bildirilmektedir bu hadis-i şerifte.
Bu hususta Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir diğer hadis de şu meâldedir: “Mü’mine ölümünden sonra amel ve hasenatından (iyiliklerinden) lazım olacak olanlar (faydası olanlar) şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, ge­riye bıraktığı salih evlat, (yazıp) miras bıraktığı mushaf, yaptığı mescid, yolcular için yaptırdığı konakla­ma yeri (ev, misafirhane) ve sağlığında, sıhhatli zamanında malından ayırdığı sadaka. İşte bunların hepsi ölümünden sonra ona lazım olur.”[3]
Görüldüğü üzere, burada da faydalı ilim ve salih ev­lat yanında sadakay-ı cariye cinsinden daha başka amell­er de sayılmıştır. İslam’da iyi bir çığır açan ve hayırlı bir işe sebep olanların, o işi yapanların aldığı sevaba denk sevap alacağını da burada hatırlamak gerekir. Hayırlı bir işi başlatan yahut yapılmasına sebep olanların alacakları bu sevap, ölümlerinden sonra da devam edecektir.[4]
Yine Rasûlullah Efendimiz’in: “Her nefis öldürüldük­çe, onun kanından Âdem’in ilk oğluna[5] bir (günah) payı gider. Çünkü öldürmeyi ilk defa âdet eden o olmuştur.”[6] meâlindeki hadisleri de kişinin sebep olduğu ve başlattığı işlerin yapılmasından, kendisine sevap yahut günah yazılacağını göstermektedir.
Demek ki, ölümden sonra sadakai câriye, faydalı ilim ve sâlih evlat bırakan, bunlardan istifade edecektir. Öyleyse her mü’minin sağlığında bunları geride bıraka­bilmek için gayret sarfetmesi gerekir.[7] Çünkü bu şekilde, insanın hayatında sebep olduğu amellerden istifade edeceği hususunda âlimler fikir birliği (icmâ) etmişlerdir.[8]
2- Başkalarının Yapacakları Amellerden İstifade Etmeleri: İnsanın hayatında bizzat yaptığı veya sebep olduğu iyi işlerin, ölümünden sonra da kendisine fayda sağla­yacağında ittifak eden âlimlerimiz, ölümünden sonra geride kalanların kendisi için yapacakları iyi işlerin sevabının ulaşıp ulaşmayacağı yahut hangisinin ulaşıp hangisinin ulaşmayacağı hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlar­dır.
Ehl-i bid’at fırkalarından olan Mu’tezile Mezhebi mensupları, duâ ve sadaka da dâhil, ölüye dirilerin yaptıkları hiç bir şeyin fayda vermeyeceğini savunur.[9] Delil olarak da Allah’ın hükmünün değişmeyeceğini ve herke­sin kendi yaptıklarından sorumlu tutulacağını haber ver­en âyetleri getirirler: “İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm,39) “Siz, ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.” (Yâsin, 54) ve “Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine kendine­dir” (Bakara, 286)
Bu âyetlerde insanın yalnız kendi yaptıklarından fayda yahut zarar göreceği belirtilmiştir. Binaenaleyh ken­di yaptıklarından başka bir sevap ölümünden sonra ona ulaşmaz, derler.
Ehl-i Sünnet âlimlerimizin hepsi, her ne kadar hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceğinde ihti­laf etmişlerse de, ölüye başkalarının yapacağı amellerin fayda vereceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda, bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine dair, apaçık âyet ve hadisler vardır. Meselâ dua ve istiğfarın fay­dalı olacağına şu âyet-i kerime delalet etmektedir: “Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kar­deşlerimizi bağışla; kalplerimizde İman edenlere karşı bir kin bırakma.” (Haşr,10)
Burada Cenab-ı Hakk, daha önce iman edip de göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden (bağışlanmalarını dileyen) mü’minleri övmüştür. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ, âyetinde ölmüş kimselere istiğfar edenleri övmezdi.
Ölüye kılınan cenaze namazı da ona dua etmek, onun affını dilemek içindir. Nitekim Rasûlullah Efendimiz: “Ölüye namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin.”[10] buyurmuş ve kendisi de kıldığı cenaze namaz­larında ölü için dua etmiştir. Şâyet bu namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Rasûlullah Efendimiz bunu ne kendi yapar ve ne de başkalarına emrederdi.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, ölü için başkalarının yapabilecekleri işleri bir kaç maddede toplayabiliriz:
a) Dua ve İstiğfar: Ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde âlimlerimiz ittifak etmişlerdir.[11]Burada kendisi için dua edilen kimsenin mü’min olması şarttır. Zira imanı olmayanlara hiçbir şeyin fayda vermeyeceği açıktır. Zaten onlar için dua etmek de meşru değildir.
İmanı olanlara dua ve istiğfarın fayda vereceğine ise, yukarıda zikrettiğimiz âyet ve hadisler delalet ettiği gibi, bu hususta daha pek çok naklî delil vardır ve akıl da bunu teyid etmektedir: Ümmül-Mü’minin Hz. Aişe, Rasûlullah Efendimizin Bakî Mezarlığı’na çıkıp oradaki ölülere dua ettiğini, bunun seb­ebini sorduğunda da: “Onlar için dua etmekle emrolundum.” buyurduğunu haber veriyor.[12] Yine Rasûlullah Efendimizin, kabir ziyâreti için kabristana varanların ne söylemeleri gerektiğini öğretirken, selamdan sonra ora­dakiler için dua etmeyi ta’lim ettiğini daha önce zikret­miştik. Bu hususta daha pek çok sahih hadis vardır.
Bunlardan biri de, Rasûlullah Efendimizin, cenazeyi def­netme işi bitince ashabına: “Kardeşiniz için istiğfar ed­iniz (affını dileyiniz) ve ona tesbit (sorulara sarsıl­madan cevap vermesini) isteyiniz. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir.”[13] buyurmasıdır. Bu hadis, diri­nin duasının ölüye fayda vereceğine delildir. Çünkü fayda vermeyecek olsaydı Rasûlullah Efendimiz bunu emretmezdi.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir başka hadisinde ise Rasûlullah Efendimiz şöyle buyuruyor: “Allah Tealâ, sâlih kulunun Cennetteki derecesini yükseltir. Bunun üzerine o: Ya Rabbi bu (yükselme) nereden (ne sebe­biyle) dir? diye sorar. Cenab-ı Hakk ona şöyle der: Oğlunun senin için yaptığı istiğfar sebebiyledir.”[14]
Burada da duâ ve istiğfarın ölüye faydası olacağı haber verilmektedir ki, İmam Eş’arî, “Makâlatu’l İslamiyyin” adlı eserinde, “Ashab-ı Hadis ve Ehl-i Sünnet’in cümlesinin görüşleri” başlığı altında bu zümrenin duâ ile sadakanın, Müslüman ölülerine, ölümlerinden sonra fayda vereceğine inandıklarını bildirmektedir.[15] Öyleyse duâ meşru ve fay­dalıdır.
b) Sadaka Vermek: Duâada olduğu gibi, sadakanın da ölüye faydalı olacağı hususunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Rasûlullah Efendimizin buna delâlet eden sahih hadisleri vardır. Nitekim Hz. Âişe vâlidemiz an­latıyor: ” Rasûlullah Efendimize bir adam gelerek şöyle dedi: “Ya Rasûlallah, annem birdenbire öldü, vasiyyet edemedi. Öyle sanıyorum ki, konuşabilseydi sadaka verirdi. Acaba ben onun yerine sadaka versem sevabı ona ulaşır mı?” Rasûlullah Efendimiz, “Evet.” cevabını verdi.”[16]
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir başka hadis-i şerifte de babası ölmüş olan bir adam Rasûlullah Efendimize, ba­basının çok mal bıraktığını ve vasiyyet etmediğini bildire­rek, onun namına tasadduk etsem olur mu (günahlarına keffaret olur mu)? diye soruyor. Rasûlullah Efendimizin verdiği cevap yine, “evet” olmuştur.[17]
Burada ölüye sevabının ulaşacağı bildirilen sadaka, sadakanın verildiği mal yönünden iki kısımdır: Birincisi, ölünün kendi malından verilen sadaka, ikincisi ise geride bıraktığı evlatlarının kendi mallarından verdikleri sadaka. Ölenin iman ile gitmiş olması şartıyla, bunların ikisi de kendisine fayda verir. Kaldı ki, eğer vasiyyet etmemişse, ölenin malı, zaten ölümünden itibaren mirasçılarının olur.
Bu konuda delil olan hadis-i şeriflerde, hep evladın baba ve annesi için vereceği sadaka söz konusu edildiği için ve bir de: “İnsan için kendi çalışmasından (sa’yu gayretinden) başkası yoktur”( Necm, 39) âyetiyle delil getirip, an­cak evladın yaptıklarının, ölünün kendi çalışması cinsin­den olacağını belirten bazı âlimler, evlat dışındaki kişilerin sadakalarının ölüye faydalı olacağına dair delil bulunmadığını söylemişlerse de[18] İmam Nevevî, ister evlat, isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğunu bildirmektedir.[19]
Ancak bu sadakanın mezar başında dağıtılması meşru olmadığı gibi, cenazeyle beraber götürülüp, cenazeyi defnedince dağıtmak da mekruhtur.
c) Ölünün Borcunun Ödenmesi: Bu ölüye fayda ve­rip, borçtan kurtulmasına sebep olur. Burada mali borçlarının ödenmesinde, borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması yahut olmaması neticeyi değiştirmez. Kim öderse ödesin, kendisi borçtan kurtulur.
d) Üzerinde borç kalan oruçlarının geride kalan akrabaları tarafından tutulması: Hz. Aişe validemiz, Rasûlullah Efendimizin: “Kim, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun orucunu velisi tutar.”[20] buyur­duğunu haber vermiştir.
Bu konuda İbn Abbas’tan rivâyet edilen diğer bir hadiste de, üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olan bir kadının vefat ettiği ve çocuğunun (oğlu veya kızının) Rasûlullah Efendimize gelip: “…Ben onun yerine oruç tutsam olur mu?” diye sorduğu haber verilmektedir. Rasûlullah Efendimiz ona: “Annenin üzerinde borç olsaydı, onu öder miy­din?” diye sorar. Onun: “Evet.” diye cevap vermesi üzerine de: “Allah’ın borcu, ödenmeğe daha layıktır.” buyurur.[21]
Oruç tutmak bedenî ibadetlerdendir. Burada oruç ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun se­vabının ölüye ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun söz konusu olup olmadı­ğında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivâyet edilen hadislerden, bazı âlimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak âhirete göçmüş olanların oruçla­rının bile geride kalanlar tarafından tutulabileceği hükmünü çıkarırlarken, bazıları da sadece nezir orucu­nun tutulabileceğine kail olmuşlardır. Hanbelîler ile Hz. Aişe ve İbn Abbas’ın bu son görüşü savundukları haber verilmiştir.
Bu durumu açıklayan İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye: “Nasıl ki farz namazı, bir başkası diğerinin yerine namaz kılamazsa, farz oruç da aynıdır” der. Şüphesiz böyle bir kapı açmak, insanları, sağlıklarında kendi yapacakları amelleri ihmale sevkeder ki, bu hususu nazarı dikkate alan bazı âlimler, hiçbir orucu tutamaz. Ancak keffaretini verir, demişlerdir.[22]
Şunu unutmamak gerekir ki, ölmüş olan kişinin yerine bir başkasının yapacağı ibadetler, buna caizdir, diyenlere göre bile aynen kendisi yapmış gibi yüzde yüz mesuliyetten kurtarmaz. Eğer böyle olsaydı zengin olan­lar, kendi ibadetlerini başkalarına yaptırır, mesuliyetten kurtulurlardı. Bu, kat’iyyen caiz değildir.
Şafi’î ve Malikîler, başkaları tarafından yapılacak olan bedenî ibadetlerin hiç birinin sevabının ölüye ulaşmayacağını söylerlerken, bu durumu göz önüne almış olsalar gerekir. Ancak Ebû Hanife, Ahmed b. Hanbel ve Selef âlimlerinin bir kısmı, oruç tutmak, Kur’an ok­umak, zikretmek gibi bedenî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağını belirtirken de[23], bu ibadetlerin, onların sağlıklarında yapmadıkları ibadetlerin yerine geçeceğini söylememişlerdir. Bu yapılan ibadetlerin faili, -şüphesiz sağ olan kişidir ve yaptığı ibadet kendisinindir. Sadece bu ibadetten elde edeceği sevabı bir başkasına bağışlamak­tadır. Bu, onun üzerindeki asıl borcun düşmesi değil, yapılan hayırlı amelin bağışlanan sevabından istifade et­mesidir. Umulur ki Cenab-ı Hakk, bu sevap nedeniyle onun bir kısım azabını hafifletir veya derecesini yükseltir.
Ama ölü, kendi yapmadığı ve ihmal ettiği ibadetlerd­en mutlaka sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin zannettikleri gibi, ıskatını vermekle veya devirle[24] yahut fidye ve keffâretini vermekle ölü yüzde yüz mesuliyetten kurtulmuş ol­maz. Eğer usûlüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan bu gibi iyi amellerin sevabı bağışlanmakla sadece o kişinin affı umulur.
e) Hac konusu da böyledir. Rasûlullah Efendimiz, sağlı­ğında hacca gitmemiş olan bir kadının yerine bir yakın­ının haccetmesini emretmiştir.[25] Ama bu da sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmışının ce­vazına delalet eder. Umulur ki o sevap nedeniyle Allah Teâlâ, huzuruna ibadet borcuyla varmış olan o kulunu affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti tehir edip yapamadan ölenler, kendi ihmallerinin cezasını çekerler.
Üstelik bu gibi ibadet borçlarının üzerinde kalması için de meşru bir mazereti olmalıdır kişinin. Meselâ, oruç borçlandıktan sonra hastalanıp ölünceye dek borcunu tutacak kadar sıhhate kavuşamaması gibi. Ancak böyle bir özre binaen yapamamış olanı, geride kalanların, Al­lah’a karşı olan borcunu ödemeleri sebebiyle Allah Teâlâ affeder, yoksa kasıtlı olarak terkedenleri değil.
f) Kurban: İslâm’da kabirlerin başında ölüler adına kurban kesmek yasaklanmıştır. Nitekim Rasûlullah Efendimiz; “Kabirde sığır, deve, koyun kesmek, İslâm’da yoktur”[26] buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. İslâm’da bütün ibadetler gibi kurban da ancak Allah adına ve Allah rızası için ifa edilebilir. Ölüler adına olmamak şartıyla her zaman Allah rızası için kurban kesilerek tasadduk edilip sevabı onlara bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu rivayet de bunu göstermektedir: Hâneş (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ali (r.a)’yi gördüm, iki koç kesmişti. Dedi ki: ‘Biri kendim için, diğeri Rasûlullah için.’ Hz. Ali (r.a) ilave etti: “Rasûlullah (s.a.s) böyle emretti -veya şöyle demişti, böyle vasiyet etti.- Ben (hayatta olduğum müddetçe) ebediyyen terk etmeyeceğim.”[27]
Ayrıca Rasûlullah Efendimizin de sevabını ümmetinden Allah’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenlere bağışlamak üzere Allah adına kurban kestiği bildirilmiştir.[28]
g) Kur’an Okuyup Sevabını Ölüye Bağışlamak: Bedenî ibadetlerin sevabını ölüye bağışlamanın caiz oldu­ğuna ve bundan ölünün istifade edeceğine kail olan âlimlere göre, okunan Kur’an’ın sevabı da ücretle okunmadığı ve ölüye bağışlanmak niyetiyle okunup sonunda bağış­landığı zaman ölüye ulaşır ve fayda sağlar. Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğu bu görüştedir.
‘Ölülere Kur’an Okumak’ mevzusunu -tarafımızca doğru anlaşılması gereken bir konu olduğundan-, delilleriyle önümüzdeki sayıda –biiznillah- ele alacağız. Selam ve duâ ile.

[1] Buharî,  Rikak, 42
[2] Müslim, Vasiyyet, 3; Ebu Davud, Vesaya, 14
[3] İbn Mace, Mukaddime, 20
[4] Müslim, İlim, 6
[5] Hadiste ismi sarahaten belirtilmeyen Hz.Âdem’in kâtil olan oğlunun ismi Tevrat’a göre Kâbildir. Tevrat’a göre Kâbil,  Hz. Âdem ile Hz.Havvâ’nın ilk, Hâbil ise ikinci oğludur.
[6] Buhari, Enbiyâ, 1
[7] Süleyman Toprak, A.g.e., s.453
[8] İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitâbu’r-Rûh, s.157, ( trc. Şaban Haklı) , İz Yay., İstanbul, 1993; Akif Akay, Ölülerin Yararına Yapılan Amellerin Akaid Açısından Değerlendirmesi, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 68, Nisan – Mayıs – Haziran 2005
[9] Aliyyu’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.353, Hisar Yayınları, İstanbul
[10] Ebu Davud, Cenaiz, 59
[11] Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c. 3, s. 98-100
[12] Ahmed  bin Hanbel, Müsned, c. 6, s. 252.
[13] Ebû Dâvud, Cenâiz 72
[14] İbn Mace, Edeb, 1
[15] Eş’arî, Makâlatu’l-İslamiyyin, s. 282, Matbaatu’s-Seâde, Mısır, 1954
[16] Buharî,  Cenaiz, 94
[17] Ahmed bin Hanbel, Müsned, c. 2, s. 371
[18] Nasıruddin El-Elbânî, Ahkamu’l-Cenâiz, s. 173-174, Beyrut,1969
[19] Süleyman Toprak, A.g.e., s.457
[20] Buharî, Savm, 42
[21] Müslim, Sıyam, 27
[22] Nasıruddin El-Elbânî, Ahkâmu’l-Cenâiz, s. 170
[23] Aliyyu’l-Kari, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.353-354
[24] Sözlükte “ıskat, düşürmek; devir ise, döndürmek, çevirmek” anlamına gelmektedir. Dinî literatürde, kişinin sağlığında edâ edemediği namaz, oruç, kurban, adak, keffâret gibi ibadetlerinin, vefatından sonra fakirlere fidye ödenerek düşürülmesine ıskat; bu maksatla ayrılan meblağın kâfî gelmemesi durumunda uygulanan yönteme de devir denmektedir. Kur’ân’da, oruç tutmaya gücü yetmeyen çok ihtiyar veya iyileşme umudu kalmayan hastaların, fidye vermeleri gerektiğine dair hüküm bulunmaktadır (Bakara, 184). İslâm bilginlerinin çoğunluğu, bu âyetten hareketle, mazeretli veya mazeretsiz orucunu tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için fidye ödenebileceğini ifade etmişler; oruç borcu olan kişilerin ölmeden önce bu konuda vasiyette bulunmalarını tavsiye etmişlerdir. Çünkü ölenin bu konuda vasiyetinin bulunması, bu kıyas hükmünü daha da kuvvetlendirecektir. Bu şekilde vasiyette bulunulmuşsa, defin masrafı ve varsa borçları düşüldükten sonra, terikenin üçte birinden bu vasiyyetin ifâsı gerekir. Vasiyet yoksa mirasçılar, isterlerse, miras malından, miras bırakmamışsa veya yetmezse kendi mallarından teberru olarak da verebilirler.
Namaz borcunun düşürülmesi anlamındaki ıskat-ı salât, Kur’ân ve Sünnetten herhangi bir delile dayanmamaktadır. Ancak, oruçtaki fidye hükmünü göz önünde bulunduran bazı âlimler, en azından namaz için verilen fidyelerin günahların silinmesine vesile olacak bir iyilik olduğu düşüncesiyle, mükellefin, vaktinde kılamadığı ve sonra da kaza edemediği namazlar için fidye verilmesi konusunda vasiyette bulunmasını yararlı görmüşlerdir. Iskat için ayrılan paranın yetmemesi halinde, bir miktar paranın fidye olarak fakire verilmesi,  onun da bunu alıp kabul ettikten sonra tekrar iade etmesi, aynı paranın tekrar fakire fidye olarak verilmesi ve bu işlemin fidye meblağına ulaşıncaya kadar devam etmesi şeklinde cereyan eden devir usulü, tamamen asılsız olup, dinde yeri yoktur. Son olarak Yusuf Kerimoğlu hocamızın bu konudaki görüşünü nakledelim: “Herhangi bir mü’min, meşrû herhangi bir özür sebebiyle namazını kazaya bırakmışsa ve kılamamışsa, mutlaka vasiyyet etmelidir. Zira vasiyyet ettiği fidye namazı ödemezse; en azından fakirlere tasadduk olur ve bir kötülüğün silinmesine vesiledir. Şunu da hemen kaydedelim ki; kasden namazı terkeden ve ölümünden sonra “Fidye” ile bundan kurtulacaklarını zannedenler, hayal içerisindedirler. Zira ûlema; acz halinde kazaya kalan namazların bile, “Fidye” ile kurtulacağını söylememiş, “İnşallah” demek suretiyle, sadece hayrı esas almıştır. Firaset sahibi mü’minler indinde, namaz kılmaktan aciz olabilme halleri malûmdur. Kasden namazı terkeden kimseler için “Iskat-ı Salât ve Devir” katiyyen yapılmamalıdır ki; namazın kadr-ü kıymeti bilinsin!..( Emânet ve Ehliyet- İslâm İlmihali-, s.299, Ölçü Yayınları, Ankara,1985)
[25] Müslim, Sıyam, 27
[26] Ebu Davud, Cenâiz, 70
[27] Tirmizî, Edahi, 1
[28] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c.4, s.539-540, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990

Ölüm Ve Ötesi-8-

- 26 Mayıs 2016
ttttttttttttt
Ölümlerini müteakip berzah hayatı başla­yan kabirdekilerin, yaşayanların sâlih amellerden istifade etmeleri konusunu geçen sayımızda işlemiştik ve Kur’an okuyup sevabını ölüye bağışlamak mevzusunda kalmıştık. Bu yazımızın ana konusu bu olacaktır.

Kur’an-ı Kerim, yaşamakta olan tüm insanlık için bir rahmet, şifa ve okunmasında fayda veren Allah Teâlâ’nın bir kelâmıdır. Bu konuda Rasûlullâh Aleyhisselâm’dan nakledilen oldukça fazla rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi de Abdullah b. Mes’ud (r.a.) tarafından nakledilen hadistir. Rivâyete göre Rasûlullâh Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “Allah’ın Kitabından bir harf okuyana bir hasene vardır. Bir hasene ise, on kat olarak yazılır”[1] Bu hadis çerçevesinde, Kur’an’ın okunması, dirilerin yanında hayattan göçmüş müslüman kişilerin de bu gibi rahmet ve faydalardan yararlanabileceği gibi hususlar İslam âlimleri tarafından tartışılmıştır. Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın gerek yakın çevresi gerekse arkadaşlarından ölen olduğunda Rasûlullâh Aleyhisselâm onlara Kur’an okumuş mudur? Ya da Kur’an’ın ilk muhatapları olan sahabeler böyle bir uygulama içerisinde olmuşlar mıdır? Kur’an’ın okunması sonucu sevabın ölülere ulaşması mümkün müdür? Yine bunlar ile ilgili herhangi bir rivâyet var mıdır? Ya da bazılarının dediği gibi bu husus tamamen batıl inanç mıdır? gibi soruları rivayetler ve İslam âlimleri tarafından yapılan yorumlarla açıklamaya çalışacağız.

Baştan ifâde edelim ki, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ölülerin ardından Kur’an okunmasına dâir emreden veya yasaklayan bir sarih âyet yoktur. Yalnızca Haşr sûresi 10. âyette: “Onlardan sonra gelenler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin. derler.” buyrularak iman edip de bu dünyadan ahirete göçmüş olan kardeşlerimiz için duâ etmemiz gerektiği ifâde edilmiştir.

Ölülere Kur’an okunup-okunmamasıyla ilgili ikinci ana müracaat kaynağımız Hadis kaynaklarına bakacak olursak pek çok rivayet ile karşılaşılacağı görülecektir.Söz konusu olan konu hakkında muhaddislerin eserlerinde birçok hadis olmakla beraber, en meşhur olan ve İslam âlimleri tarafından müsbet veya menfi olarak sunulan birkaç hadisi zikredeceğiz:
Bunlardan ilki Ma’kıl b. Yesar (r.a.) tarafından nakledilen hadistir. Hadiste Rasûlullâh Aleyhisselâm’ın “ölülerinize Yâsin’i okuyunuz”[2] hadisidir. Hadisi rivâyet eden Ebû Dâvûd, hadisin hükmü hakkında sükut etmiştir. Hakkında sükut ettiği hadislerin sâlih olduğunu bizzat kendisi söylediğinden ona göre hadis, delil olmaya elverişlidir.[3]

Heysemî, hadisin sahih olduğunu söylerken Hâkim ve Zehebî de rivayetin sahih olduğu kanaatindedirler. Diğer taraftan, İbn Kattân, rivayet edilen hadisin üç açıdan muallel olduğunu ve bu hadisin zayıf olduğunu belirterek, hadisin bazı tariklerinde mevkuf, bazılarında ise merfu olarak rivayet edilmiş olmasının yanında isnadında ızdırâb olduğunu söyler.[4] Bütün bu söylenenleri, birlikte değerlendirdiğimiz ve biraz sonra vereceğimiz hadislerin şahitliğini de göz önünde bulundurduğumuz vakit hadisin hasen olduğu kanaati ağır basmaktadır. Nitekim Şevkânî’nin vardığı sonuç da budur.[5]

Hadisin ifade ettiği anlam üzerinde muhaddisler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısım musannifler bu rivayeti, sekarât-ı mevt halinde olan kişiye yapılabilecek işlemlerle ilgili bablarda ele alırken (İbn Mâce, Cenâîz, 24) bir kısmı da istircâ (İnnâ Lillâh) bâbından sonra bu hadise yer vermiştir (Ebu Davud, Cenâîz, 24). Özellikle Ebu Dâvud, bâb başlıklarında belli bir sıra takip etmiş ve istircâ ile ölünün üzerini örtme bâblarından sonra söz konusu bâbı açmış ve hadiste ifade edilen “mevtâ” kelimesinin, ölmekte olan kişilerin değil ölmüş olanların kastedildiği kanaatindedir. Hadisin zâhiri anlamı zâten böyledir. Şafii âlimlerinden olan Muhibbu’t-Taberi de bu hadisin zahiri yönden anlamını alarak ölüden kastedilenin, ruhu bedeninden ayrılan kimse olduğunu ve hadisin ölmek üzere olan kimse için hamledilmesinin hiçbir dayanağının olmadığını ileri sürmüşlerdir.[6]

“Ölülerinize (Yasin’i) okuyunuz” hadisinin zayıf olduğunu söyleyenlerin yanında uydurma olduğunu söyleyen olmamıştır. Bu da bize bu konunun zayıfta olsa aslının olduğunu göstermektedir. Yapılan yorumlar ve düşünceler, hem ölmek üzere olan kişiler hem de ölenler olmak üzere iki yönlü bir sonuç çıkar ki, bu şekilde bir düşünüşün doğru bir yaklaşım tarzı olduğu kanaatindeyiz.[7]

Yine bir başka hadiste Rasûlullâh Aleyhisselâm’dan Abdullah b. Ömer (r.a) şöyle rivayet etmiştir: “İçinizden birisi öldüğü zaman onu durdurmayın ve onu kabrine koyma konusunda acele ediniz. Sonra da içinizden birisi ölünün başucuna durarak Fâtihâ sûresini, ayakucunda da Bakara sûresini okusun”[8]. Merfû olarak rivayet edilen bu hadisin isnadını, Heysemî senetteki Yahya b. Abdullah el-Bâbülettî’nin zayıf olduğu gerekçesiyle bu hadisi zayıf olarak nitelemiştir.[9]

Sahabeden Leclac (r.a.), oğluna vasiyette bulunurken şöyle demiştir: “Oğulcuğum! Ben öldüğüm zaman beni mezara göm. Beni mezarıma koyduğun zaman şöyle söyle: Bismillâhi ve alâ milleti Rasûlillâh. Sonra da üzerime toprak atarak onu düzle. Daha sonra ise başucumda Bakara sûresinin baş tarafını ve son kısmını oku. Zira ben Rasûlullah’ın böyle dediğini duydum.”[10] Heysemî, hadisin ravilerinin tamamının sika olduğunu belirtmiştir. Ancak bir ravi hakkında tereddüt etmiştir. İbn Hacer ise bahsi geçen ravi için makbul hükmünü vermiştir. Bunun dışında isnadda bir problem gözükmemektedir. Şu halde bu isnad, hasen derecesindedir.[11]


Cenaze namazında Fâtiha sûresinin okunacağına dair Talha’dan (Radıyallahu Anh) şöyle bir hadis nakledilmektedir: Talhâ’dan (Radıyallahu Anh): “Abdullah b. Abbas’ın (Radıyallahu Anh) arkasında bir cenaze namazı kıldım ve O, Fâtiha sûresini okudu. Sonra da onun sünnet olduğunu öğrenin diye, böyle okudum” dedi.[12] Hadisi rivâyet eden muhaddislerin bu hadisin bulunduğu bölüme verdikleri isim, Buhârî’nin  ‘Cenaze namazında Fâtiha sûresini okumak babı’ şeklinde vermiş olduğu isimden farklı değildir. İmâm Tirmizî, hadise hasen sahih hükmünü verdikten sonra birçok sahâbe ve tabiîn uygulamalarının bu yönde olduğunu ve Şafii, Ahmed ve İshâk gibi âlimlerin de bu hadisle amel ettiklerini ama Sevrî ve Kûfelilerin hadisi almadıklarını ilave etmektedir. Abdurrezzâk da Tirmizî gibi İbn Mes’ud başta olmak üzere pek çok sahâbe ve tabiînin söz konusu uygulamadan yana olduklarını aktarmaktadır.[13]

Cenaze namazı, Allah’ı övme, Hz. Peygamber’e (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) salavât getirme ve ölü için de duâ etmek olarak telâkki edilmektedir. Zaten rükûsuz ve secdesiz olması onun, diğer namazlardan farklı olduğunu gösterir. Cenaze namazı bizzat ölmüş olan kişiye kılınır. Bu namazın ön şartı cenazenin vukuudur. Sırf ölü için kılınan bir namazda Kur’ân okunması anlamlıdır. İster duâ anlamında olsun, isterse Kur’ân’dan bereketlenme manasında olsun, bu uygulamanın ölüye Kur’ân okunabileceğine dair bir hüccettir.

Kur’an’ın ölülere okunmasına dair zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz ondan fazla rivayet bulunmaktadır.
Kaynaklarda yer alan hadislerin tamamına yakınının en iyi değerlendirmeyle hasen olduğu ve bizzat Rasûlullah efendimizin herhangi bir ölüye Kur’an okuduğuyla ilgili bir haberin gelmediği bütün âlimlerimizin ortak kanaatidir. Bunun yanı sıra ölülere Kur’an okunmasının bir sahabe uygulamasını gösteren rivayetler de vardır. Naklettiğimiz rivayetler de bunu göstermektedir. Dolayısıyla hadis açısından konu yeni değil aksine önceden de var olan bir uygulama olduğunu görmekteyiz. Yani ölülere Kur’an okunmasının sonradan bir bid’at olarak ortaya çıktığı iddiasının yanlış olduğu kanaatindeyiz.

Başta mezhep imâmları olmak üzere, fakihler de, konu hakkında deği­şik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin bilinmesi ile konunun daha iyi anlaşılacağını ve aydınlanacağını umuyoruz:
Hanefîler, kabirde olsun, başka mekânlarda olsun, ölülere Kur’ân okumanın câiz olduğunu ve okunan Kur’ân’ın sevâbının bağışlanması duru­munda, bunun ölüye ulaşacağını söylemişlerdir.[14]Hanefî fıkıh kitaplarının hemen hemen tamamında, konuya ilişkin şu metin yer almaktadır. “Kişi, namaz, oruç, zekât, hac ve Kur’ân okumak gibi bir ameli yapar da, sevâbını başkasına bağışlarsa -bunu hangi niyetle yaparsa yapsın- bu yapılan bağış yerine ulaşır ve kendisine bağış yapılan kimse bundan yararlanır. Ölü veya diri olması fark etmez.” [15]
Muhaddis ve fakîh Aynî’den, Molla Aliyyul Kârî[16] ve İbn Âbidîn’e kadar, hemen hemen bütün Hanefî fakihleri buna dâhildir. Şu ifadeler de Hanefî âlimlerine aittir: “Ehl-i Sünnet ve’l Cemâat Mezhebi’ne göre, bir insan, namaz, oruç, hac, Kur’an okumak, zikir, gibi işlediği güzel amellerinin sevabını başkasına hediye edebilir.”[17]

Hanbelîlerde Hanefîler gibi düşünerek, ölülere Kur’ân okunmasını câiz görmüşlerdir. Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Kudâme el-Cevherî ile birlikte bir cenazeye katılmış ve tam mezarlıktan ayrılacakları esnada kör bir adam kabrin başında Kur’ân okumaya başlayınca, İbn Hanbel: “Ey falanca! Ka­birde Kur’ân okumak bid’attır.” diyerek kırâata engel olmuştur. Bunun üzerine Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’den, Mübeşşir b. İsmâîl el-Halebî hakkındaki düşüncesini ve ondan hadis alıp almadığını sormuş, o da söz konusu şahsın sikâ (rivayet hususunda güvenilir, muteber) olduğunu ve kendisinden rivâyette bulunduğunu ifâde etmiştir. Bunun üzerine Muhammed, Leclâc radıyallahu anh hadisini, Mübeşşir b. İsmail’in kendisine rivâyet ettiğini söylemiştir. Bunu duyan Ahmed İbn Hanbel, kabirde Kur’ân okumanın bid’at oldu­ğunu söylediği adamın çağrılmasını ve kırâatına devam etmesini istemiştir. [18]
Yine Ahmed b. Hanbel’in şöyle dediği nakledilmektedir: “Kabristana girdiğinizde Âyete’l-Kürsî ve üç defa İhlâs Sûresi’ni oku­yarak şöyle duâ ediniz: Allah’ım! Onun ecrini şu kabir halkına ulaştır.” [19]
Hanbelî mezhebinin önde gelen fakihlerinden İbn Kudâme, İbn Kudâme el-Makdisî ve İbn Teymiyye, Ahmed İbn Hanbel’in bu görüşünün daha meşhur olduğunu söy­leyerek, tercihte bulunmuşlardır.[20]
Bu konuda Hanbelîler de Hanefîler gibi çerçeveyi geniş tutarak, “ne tür ibâdet olursa olsun, kişi yaptığı ibâdetin sevâbını ölülere bağışlarsa, Allah’ın izniyle ölü bundan yararlanır.”[21] demişlerdir.
İbn Teymiyye ise, mâlî ibadetlerin sevabının ölülere ulaşması nokta­sında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat arasında hiçbir aykırı görüşün olmadığını, namaz kılarak, oruç tutarak ve Kur’ân okuyarak sevaplarının bağışlanması durumunda, bunların ölülere ulaşıp ulaşmadığı hakkında ise tartışmaların olduğunu ve doğrusunun bu tür ibadetlerin sevaplarının da ölülere ulaşması olduğunu söylemiş, birinci bölümde incelediğimiz hadisleri de delil olarak göstermiştir. [22]

Mâlikîler, duânın dışındaki bedeni ibadetlerin ölüye ulaşmayacağını söylemişlerdir. Onlara göre muhtazar(ölüm halinde olan)ın yanında, Kur’ân okunabilir. Ama gerek defin sırasında gerekse definden sonra ölülere Kur’ân okunmaz.
Fakat Abdulhak el-İşbîlî[23] ve Kurtubî[24] gibi müteahhir Mâlikî âlimleri, özellikle de Endülüs fukahâsı, ölülere Kur’ân okunabileceğini ve ölülerin bundan yararlanacağını söylemişlerdir.
İmâm Kurtubî, ölülerin durumu ve ahirete müteallik işlerle ilgili yaz­dığı kitabında, bu konuya geniş yer vermiş, sonuç olarak: “Ölülere okunan Kur’ân’ın hem sevabı, hem de ölülerin o kırâati dinlemelerinin ecri onlara ulaşır. Kur’ân okunduktan sonra bağışlanan sevap da ulaşır. Çünkü Kur’ân bir duâ, istiğfar, yakarma ve istirhâmdır.”[25] diyerek kanaatini ifâde etmiş­tir.
Mâlikîlerden Kadı İyaz da, ölüye Kur’ân okumanın müstehab olduğunu söylemiştir.[26]
Şâfiî mezhebinde daha çok şöhret bulmuş görüşe göre, Kur’an’ın se­vabı ölüye ulaşmaz. Ancak, tercih edilen görüşe göre, bu sevap -özellikle arkasından dua edildiği zaman- ölüye ulaşır. İbn Abdüsselâm  dışında, hicrî altıncı asırdan itibaren, Şâfiî fukahâsının geneli, Hanefîlerin görüşünü benimsemiş ve ölülere Kur’ân okunabileceğini söylemişlerdir.
İmâm Gazâlî, bu bölümde verdiğimiz hadislerden başka, birtakım rüyalara ve İslâm bilginlerinin sözlerine de yer vererek, kabirdeki ölülere Kur’ân okumakta hiçbir sakıncanın olmadığını ve kırâatın sevabının ölülere ulaşacağını ifâde etmiştir.[27] İbnü’s-Salâh,[28] Nevevî, [29] Muhibbu’t-Taberî, İbnü’r-Rifat, İbn Hacer, Suyûtî ve Şirbînî’nin de içlerinde bulunduğu müteahhir Şâfiî ulemasının tamamına yakını, ölü­lere Kur’ân okunabileceğini kabul etmişlerdir.
İmâm Nevevî: “Ashabımız şöyle dedi: Mezarlığı ziyaret eden kimse­nin, öncelikle kabirlere selâm vermesi, sonra da hem ziyaret ettiği kimse­lere, hem de bütün Müslümanlara duâ etmesi ve Kur’ân’dan kolayına gelen yerleri okuduktan sonra ölülere duâ etmesi müstehaptır.” dedikten sonra, bu görüşün bizzat İmâm Şâfiî’nin ve Şâfiî ulemâsının görüşü olduğunu kesin bir dille belirtmiştir. [30]
İmâm Nevevî el-Ezkâr’ında ise, İmâm Şâfiî ve arkadaşlarının, “Ziya­retçilerin, kabirde Kur’ân’dan bir bölüm okumaları müstehaptır. Şâyet Kur’ân’ın tamamını okurlarsa/hatim yaparlarsa, daha güzel olur” [31] dedikle­rini naklederek, bilinenin aksine, Şâfiî’nin görüşünün müsbet yönde olduğunu ifâde etmiştir.
Şâfiîlerin sonraki âlimlerinin yazdıklarına göre, kırâatın ölüye ulaş­ması, ölünün huzurunda olması; gıyabında ise kırâatın arkasından duâ edil­mesi durumundadır. Çünkü kırâat mahalline rahmet ve bereket iner. Kırâatın arkasından duâ edilmesi durumunda, duânın kabul edilmesi daha çok umulur. Bunun gerektirdiği mana şudur: Kastedilen, ölünün kırâattan faydalanmasıdır, ölünün o sevabı kazanması değildir.
İbn Hacer el- Askalânî de, kendisine sorulan kırâatın sevabı ölüye ulaşır mı? suâline şu cevabı verir: “Bu, meşhur bir meseledir. Bu mevzuda ben bir risale yazdım. Hâsıl-ı kelam, mütekaddim ulemânın ekseriyeti, okunan Kur’an’ın sevabının ölüye ulaşacağı görüşündedir. Tercih edilen görüş ise, bu amelin müstehap olması ve çok yapılması kabul edilmekle beraber, mesele hakkında kesin bir şey söylemekten geri durmaktır…” [32]
Şevkânî de, diğer müteahhir ulemâ gibi ölülere Kur’ân okunabileceğini ve bunun sevabının ölüye ulaşacağını söylemiştir. [33]Daha önce ifâde ettiğimiz gibi, Şevkânî, “Ölülerinize Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz!” hadisinin, ölüler hakkında nass (hakikat), muhtazarlar için ise mecaz olduğunu, mecaza gitmek için de bir karineye ihtiyaç olduğunu be­lirtmiş ve hadisten anlaşılması gereken anlamın hakikat olduğuna hükmet­miştir.
Sonuç olarak cumhûr-u fukahâ, Kur’ân-ı Kerîm’in ölülere okunabile­ceği, kırâatın sevabının bağışlanması durumunda, bu sevabın, ölülere ula­şacağı ve ölülerin bu sevaptan yararlanacağı kanaatindedir. Sadece İmâm Mâlik bu görüşe katılmamaktadır.
Kurtubî, Abdülhak gibi, Mâlikî fıkıhçıları da dahil, hicrî beşinci asırdan itibaren müteahhir fukahâ arasında ise, ölülere Kur’ân okunabileceği, se­vabının bağışlanabileceği ve ölülerin bundan faydalanacağı konusunda icmâa varan bir ittifak oluşmuştur. Hatta bâzı fakihler bu konuda icmâ olduğunu bile ileri sürmüşlerdir. [34]
Ezher şeyhlerinden Hattâb es-Subkî, ölülerin kendile­rine bağışlanan her türlü ibadetten yararlanacaklarını, cumhurun görüşü­nün bu yönde olduğunu söylerken,[35] çağdaşı Reşid Rızâ da, Mekke Kadısı ile Mekke’de yaptığı mülakatta kadıya, ölülere Kur’ân okunup okunamayacağını sormuş, okunur cevabını alınca, kendisi de bu görüşe katılmıştır. [36]
Seyyid Sâbık[37], Mısır Müftüsü Hasan Mahlûf, [38] Ezher şeyhlerinden Şerabâsî [39], Ebu’l-A’la Mevdudî[40], Abdülkerîm Zeydân[41], Abdulfettah Ebû Gudde[42] ve Vehbe Zuhaylî[43] gibi son devir âlimlerinin çoğu, cumhûrun görüşünü benimsemişlerdir.

Türkiye özelinde ise Muhammed Emin Er[44],Alaaddin Palevî[45], Hayrettin Karaman[46], Nureddin Yıldız[47]ve Hüsnü Aktaş (Yusuf Kerimoğlu)[48]  gibi önde gelen ilim ehlinin de genel kanaatleri bu yöndedir.
Buraya kadar olan bölümde, ölülere Kur’an okunabileceğini ve ölülerin kendilerine bağışlanan kıraat sevabından yararlanacağını ifade eden âlimlerin görüşlerini aktardık. Şimdi de hem erken dönemlerde hem de son zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in, ölülere hiçbir surette okunamayacağını, okunsa bile faydasının olmayacağını savunan âlimlerin görüşlerini özetle aktaracağız:
Böyle düşünenlere göre; Kur’an hayatta olan, işiten, gören ve kavrayabilenler için indirilmiş dünya hayatıyla ilgili bir kılavuzdur. O, ölülere hitap etmiyor, onların da ondan yararlanma zaman ve imkânları kalmamıştır artık. Kur’an-ı Kerim’den; ölülere seslerin iletilemediği (Rûm, 52), her insanın ancak kendi kazancının rehin tutulduğunu (Tur, 21), kabirlerde bulunanlara işittirecek takatin olmaması (Fatır, 22), hiçbir bir kimsenin başkasının vebalin yüklenemeyeceği ve insanın ancak çalıştığı nispetinde hesaba çekileceği (Necm, 38-41), günahkar kimselerin başkasının günahını yüklenemeyeceği ve yükünün ağırlığından dolayı yakını bile olsa başkasından asla bir şey alamayacağı (Fatır, 18), herkesin kazandığı iyilik ve yaptığı zararın kendisinin çekeceği (Bakara, 286) gibi ayetleri delil olarak gösterirler. Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki cennet ya da cehennem, insanın âhiretteki yerini kendi eliyle kazanması ve hiç kimseye en ufak bir haksızlık edilmemesi için bu geçici hayat yaratılmıştır, diyerek okunan Kur’an-ı Kerim’in faydasız olacağını söylemişlerdir.
Bir de böyle düşünenler, Rasûlullah Efendimiz’in hayatta iken zaman zaman Baki Mezarlığını ziyaret edip ölüler için dua ettiğini ancak orada, Fatiha sûresi de dâhil, Kur’an okuduğu veya ashabına, ölüleri için Kur’an okumaları ve sevabını bağışlamaları konusunda tavsiyede bulunduğuna dair sahih hiçbir rivayet bulunmamadığından hareketle bunun bid’at olduğunu ifade etmişlerdir.
Diğer bir itiraz da şudur: Kur’an-ı Kerim’in ölülere okunması konusunda o kadar ileri gidilmiştir ki, adeta bu alanda özel bir sektör doğmuş ve hayatında hiç Kur’an okumayan ve Kur’an’ın içeriğinden habersiz olan insanlar ölür ölmez, adına hatim ve mevlid proğramları düzenlenir hale gelmiştir. Müslümanların büyük bir kısmının gözünde artık Kur’an, hastalara ve ölülere okunan bir kitap durumuna düşmüştür. Bu bir sapmadır. Zira Kur’an’ın muhatapları dirilerdir.
Bu itirazlara karşı Ehl-i Sünnet âlimlerimizin görüşlerini nakletmiştik yukarı bölümde ancak İbnul Kayyım El-Cevziyye’nin sorulu cevaplı açıklamalarını nakletmek istiyoruz:
“ Eğer denilirse ki: ‘Bu anlattıklarınız, selef âlimlerinde görülmemekte. Hayra çok düşkün olmalarına rağmen kimse Kuran okumakla ilgili bir şey nakletmemiştir. Rasulullah da onlara bunu anlatmamış; onları duaya, istiğfara, sadakaya hac ve oruca teşvik etmiştir. Eğer Kuran okumanın sevabı da ölülere ulaşacak olsaydı Rasulullah bunu onlara anlatır, onlar da böyle ya­parlardı.’
Cevabımız şudur: “Bu iddianın sahipleri, hac, oruç, dua ve istiğfar sevap­larının ölülere ulaşacağını itiraf ediyorlarsa onlara denir ki: ‘Ne sebeple Kuran sevabının ölüye ulaşacağını reddederken bu amellerin sevaplarının ulaşacağının kabul ediyorsun? Bu, benzer şeyler arasında ayrımı yapmak­tan başka ne olabilir? Yok eğer bu amellerin sevaplarının ölülere ulaşacağını itiraf etmiyorlarsa ki bu olamaz bu, Kitapla, sünnetle, icma ve şer’î prensiplerde sabit olmuştur. İşin Kurân’la olan sebebine gelince, bu selef âlimlerinde görülmemiştir. Çünkü onlar, bir kimsenin Kuran okumasına ya da sevabını ölülere bağışla­masına karşı olmamışlar; haddi zatında bunun üzerine düşmemişlerdir. Za­mane insanların yaptıkları gibi sırf Kur’ân okumak için kabristana gitme­mişlerdir. Bunun yanında, hiçbir selefi, okuduğu Kur’ân’ı hatta verdiği sa­dakayı, tuttuğu orucu filanca ölüye bağışlayan bir adama rastlamamıştır.
Kur’ân okuma sevabının ölüye ulaşmasına karşı olana sonra şöyle denir: “Seleften birinden: ‘Allahım, şu orucun sevabını falancaya ver’ dediğini zor­lamayla nakletmiş olsan bunu ispatlamada yetersiz kalırsın. Çünkü onlar, salih amelleri gizlemeye çok düşkündürler, ayrıca kazandıkları sevapları ölülerine ulaştırmak için Allah’ı da şahit tutmamışlardır.”
Eğer denilirse ki:  “Allah’ın O Rasulü ki ashabına bunlardan bahsetmemiştir.” Meselenin cevabı çok açıktır. Mesela biri ölü adına hac yapmaktan sormuş O da buna izin vermiş. Bir diğeri ölü adına oruç tutmayı sormuş, oda buna izin vermiş. Bir başkası da ölü adına sadaka vermeyi sormuş. O ise bu­na da izin vermiş; ama ölü adına yapılabilecek diğer şeylerden menetmemiştir. Mücerret niyetten ve imsaktan (yemek, içmek, aile ilişkisi gibi orucu bo­zan şeylerden) ibaret olan orucun sevabının ulaşmasıyla Kur’ân okumak ve zikir çekmenin sevaplarının ulaşması arasında ne fark vardır? Aynı zamanda, seleften kimse böyle bir şey yapmamıştır diyen kimse de bilmediği bir konudan konuşuyordur. Bu ise bilmediği şeyin nefyine şehâdet eder. Selef ulemasından gelen, birtakım bilgileri olsa da buna hemen bir şa­hit bulamazlar. O halde, gayblar âlemiyle ilgili bilgileri en iyi bilen Allah (cc), onların niyetlerini amaçları hususunda özellikle de bağışlama niyetini dile getirmede, kâfidir.
Meselenin sırrı şudur: Sevap, amel eden kişinin mülküdür. Gönül rıza­sıyla Müslüman kardeşine bağışlayınca, Allah sevabı bu kimseye ulaştırır. Öyleyse Kur’an okuma sevabını diğer sevaplardan ayırıp kulun kardeşine göndermesine engel nedir? İnkârcılar da içinde olmak üzere çeşitli asırlarda birçok beldelerde insanlar böyle amel etmişler; ulemadan hiç kimse de buna karşı olmamıştır.
Eğer denirse ki: “Rasûlullah’a bağışlamak hakkında ne diyorsun? Cevap şudur: Muteahhirîn fukahadan bazıları bunu müstehap görürken bazıları müstehap görmemiş, bunu bid’at saymıştır. Çünkü Sahabe-i Kiram böyle şeyler yapmamıştır. Rasûlullah’a ümmetinden iyi bir amel işleyenin ameli kadar, hiçbir azalma olmaksızın sevap vardır. Çünkü Rasulullah, her türlü hayırda, ümmetine önderlik yapmış; onları irşat ederek Hakka çağırmıştır. Bir hadiste: “Kim insanları doğru yola çağırırsa[49], kendi ecri yanında, sözüne uyup hidayet bulanların ecri kadar daha ecir alır. Hidayet bulanların ecrin­den de bir şey eksilmez” buyurulmuştur.[50] Her hidayet, her ilim, ümmete O’nun elinden geçtiğinden dolayı, kurtulsun ya da kurtulmasın kendisine uyanların aldığı ecir kadar, Rasulullah da ecir alır.” [51]

Diğer taraftan toplumsal yanılgı ve aşırılıktan hareketle Kur’an’ın, ölülere okunmayacağını, okunsa bile kesinlikle onlara hiçbir faydasının olmayacağını ileri sürmek de ikinci bir yanlıştır. Vefat edenlerin ardından Kur’an okunması, ‘avam’ın dinle irtibatı için bir vesile olmaktadır. Kaldı ki, yakınlarını/sevdiklerini Kur’an okuyarak anan kişilere “Kur’an okumayın!” dendiğinde ve yerine daha güzel bir âdet ikame edilemediğinde, söz konusu kişilerin şu an eleştirilen konumdan daha kötü bir konuma gidebileceği gözden kaçırılmamalıdır. Okunan Kur’an’ın ölülere yararı olmaması durumunda bile, okunan Kur’an ayetleri içinde duaların yer alması, ölen kişinin sadaka-i cariyeden istifade edeceğinin hadiste belirtilmiş olması dikkate alınarak, Kur’an okuma gibi salih bir ameli yerine getiren hayırlı evlatların ölen kişi için bir nevi sadaka-i cariye hükmünde olması ve Kur’an’ı o anda dinleyen ‘hayatta’ kişilerin olması Kur’an okumanın güzel olmasına delil olarak yeter.

Ölen kimsenin ardından Kur’an okuma vesilesiyle bir araya gelen insanlar, dini bir haz, heyecan ve his ile bu etkinliği gerçekleştirmektedirler. Bunu reddetmek yerine ıslah etmek, mümkün olduğunca dinin istek ve amaçlarına uygun bir tarzda yapmak önemlidir. Bu tür tâziye yerlerinde, okunan Kur’an bölümlerine bakıldığında, içerik olarak bunların Allah’ın özellikleri ve ölüm sonrası hayatla ilgili oldukları görülecektir. Hal böyle olunca, Kur’an okunan mecliste bunların anlamlarını açıklamak ve vermek istediği mesajlara
değinmek uygun olacaktır. Bu, Yüce Kitabın öteki dünyayla değil, bu dünyayla ilgili olması bakımından da önemlidir.
“Kur’ân’ı okuyun ve O’nunla amel edin. O’ndan yüz çevirmeyin. Yanlış yorumlarla taşkınlık yapmayın. O’nu karın doyurmaya/ticarete alet etmeyin. O’nunla zenginleşmeye kalkmayın.”[52] hadisi ışığında, Kur’an’ı geçim vasıtasına, mezarlıkları da bir ticarethaneye dönüştürmekten kaçınılmalıdır.

“Ölüler İçin Kur’an okuma hakkında son olarak şunu söyleyebiliriz: Sırf Allah rızası için okunan Kur’­an’ın sevabını ölülere bağışlamak, kendilerine fayda verir. Bunu mezar başında değil de evde, yahut camide, ya da bir başka yerde okumak, bu husustaki münakaşaları ber­taraf edeceği için, daha iyidir. Ama her ne kadar kabir yanında Kur’an okumak hakkındaki hadislerden bir kısmının sağlam senede sahip olmadıkları veya mevzu ol­dukları söyleniyorsa da, kabre dikilen yaş dalın Allah Teâlâ’yı zikretmesinden ötürü azap hafifletilince, kabir yanında okunan Kur’an’ın faydasız olacağını söylemek bilmem isabetli olur mu? Yeter ki sırf Allah rızası için, bid’atler karıştırılmadan ve usulüne uygun olarak okun­sun. Orada yalan yanlış okuyup, bir taraftan alacağı par­ayı, bir taraftan da gelen yeni ziyaretçilerden tutacağı yeni müşteriyi düşünen istismarcıların eline düşmesin…”[53]

Allah subhânehû en doğrusunu bilir. Doğrular Allah’tandır. Yanlışlıklar nefsime aittir. Hatalarımdan dolayı bağışlaması bol olan Rabbime sığınırım.
(Devam Edecek)

DİPNOTLAR
[1] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’an, 16
[2] Ebu Davud, Cenâîz, 20
Tayâlisî (v. 204/819), Ebû Ubeyd (v.224/839), İbn Ebî Şeybe (v.235/849) ve İbn Hanbel (v.241/855) gibi kütüb-i sitte öncesi muhaddislerin eserlerinde yer alan bu hadisi, sünen sahipleri de rivâyet etmişlerdir. Hadisin sekiz ayrı mütâbii vardır. Fakat hadisi, sahâbeden sadece Ma’kıl b. Yesâr’ın rivâyet etmiş olması ve beşinci tabakaya kadar bu durumun devam etmesi, söz konusu rivâyetin ferd-i mutlak ya da bir başka ifâdeyle garîb-i mutlak olduğunu göstermektedir. Beşinci tabakada iki râvi vardır: Abdullah b. el-Mübârek (v.181/797) ve Yahya el-Kattân (v.198/813).  İbn Hıbbân (v.354/965) dışındaki muhaddislerin tamamı hadisi Abdullah b. Mübarek tarikiyle rivâyet etmişlerdir. Heysemî, hadisin râvîlerinin, sahihin ricalinden olduğunu söyleyerek, isnâda sahih hükmü vermiştir. (Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, c, VI, s. 314)
[3] Ebû Dâvûd, Risâletü Ebî Dâvûd ilâ Ehl-i Mekke, s. 38
[4] Zekeriya Ceylan, Teolojik ve Folklorik Açıdan Ölüm ve Ölüyle İlgili Davranış Uygulamaları, Yüksek Lisans Tezi, s.88, Sakarya, 2010
[5] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c.4, s.22, Mısır,1398
[6] İbn Hacer, Telhîsu’l Habîr fî Tahrîci Ehâdîsi’r-Râfi’ı’l-Kebîr, c.2, s.650, Mektebetü Nizâr, Riyâd.
Abdulhak el-İşbîlî (v.582/1186), İmâm Kurtubî (v.671/1273), Tîbî (v.743/1342), Münâvî (v.1031/1622) ve Abdurrahmân el-Bennâ (v.1378/1958) gibi muhaddisler, hadisin hem ölmek üzere olanlara hem de rûhunu teslim etmiş olan ölülere ihtimalli olduğunu söylemişlerdir.
(Kurtubî, et-Tezkira, c.I, s.102; Abdulhak, el-Âkıbe, s.255. Münâvî, Feydu’l-kadîr, c.2, s.65)
[7] Şevkânî, söz konusu münakaşaya yer verdikten sonra şu değerlendirmeyi yapar: “Hadisin lafzı ölüler hakkında açıktır (nass). Onun, ölmek üzere olan diri kimseye (muhtazar) şümulü mecazdır. Mecâza ise ancak bir karine (delil, ipucu) olması halinde gidilir. Cemaat halinde ölünün yanında veya kabri üzerine Yâsîn okumak ile mescitte veya evinde Kur’an’ın tamamını (hatim) veya bir kısmını ölü için okumak arasında bir fark yoktur.(Şevkânî, İrşâdü’s-sâil, s. 46)
[8] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, c.12, s.340,  3. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1985
[9] Heysemî, Mecmau’z-zevâid ve Menbau’l Fevâid, c.3, s.47, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut, 1987
Söz konusu bu râvinin yanında seneddeki Eyyûb b. Nehîk de aynı şekilde cerhedilmiştir. bu iki Ravi’nin hakkında söylenenleri hep birlikte düşündüğümüzde isnadın zayıflığının, yesîru’d-da’f olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Tebrîzî , Beyhakî’nin bu hadisi tahric ettikten sonra şöyle dediğini nakletmektedir: “Doğrusu bu hadis mevkûftur”  Fakat Beyhakî’nin hadis hakkında söylediği şeyi bu anlamda anlamak mümkün değildir. Çünkü Beyhakî:“Bildiğim kadarıyla bu hadis, yalnızca bu isnadla yazılmıştır. İçinde söz konusu kırâatın geçtiği hadis, İbn Ömer’e mevkûf olarak bize rivâyet olunmuştur.(Beyhakî, Şuabu’l-İman, c.VII, s. 16 (h.no. 9294)Şeklinde zayıf bir görüş bildirmiş ve kuvvetli olanını tahric etmiştir. Zira mevkûf dediği rivâyeti, temrîd edâtıyla söyleyerek isnadını da vermemiştir. Bu cümleden çıkarılması gereken anlam, bu hadisin mevkûf olduğu değil, ayrıca hadisin mevkûf olarak varid olduğudur. Zira İbn Ömer’in (Radıyallahu Anh) aynı lafızlarla fetvâ vermesi mümkündür. Çünkü onun böyle anlaşılmasını gerektiren başka hadisler vardır.
[10] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, c.19, s. 220- 221
[11] Hadis hakkındaki değerlendirmeler için bak: Zekeriya Ceylan, A.g.t., s. 89
[12] Buhârî, Cenâiz, 65; Ebû Dâvud, Cenâiz, 59; Tirmizî, Cenâiz, 39; Nesâî, Cenâiz, 77
[13] Abdurrezzâk, El-Musannef,  c. 3, s. 489
[14] İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, c.3, 63; Meydânî, el-Lübâb, c.1, s.138. İbn Âbidîn, er-Reddü’l-Muhtâr, c.1,s. 844
[15] Aynî, el-Binâye, c.3, s.844-845.
[16] Aliyyul Kârî, Fıkh-ı Ekber Şerhi, s.354-355, Hisar Yayınları, İstanbul
[17] Fethu’l-Kadîr, c.6, s.132; el-Bahru’r-Râik, c.7, s. 379
[18] İbn Kudâme, eş-Şerhu’l-Kebîr, c.2,s. 424, Daru’l-Kütübi’l- İlmiyye, Beyrut
[19] İbn Kudâme, A.g.e., c.2, 424; Kurtubî, et-Tezkira, c.1, s.96
[20] İbn Kudâme, A.g.e., c.2, 424; İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, c.24,s. 366, 367, Riyad,1991
[21] İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 425; İbn Kudâme el-Makdisî, A.g.e., c.2, 424.
[22] İbn Teymiyye, A.g.e., c.24, s.366, 367.
[23] Abdulhak, el-Âkıbe, s.254-255.
[24] Kurtubî, et-Tezkira, c.1, 96-97.
[25] Kurtubî, et-Tezkira, c.1, 103.
[26] Müslim Şerhi 11/125
[27] Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, c.4, s.878, Bedir Yayınevi, İstanbul, Tarihsiz
[28] Şirbinî, Muğni’l-Muhtâc, c.5, 445.
[29] Nevevî, el-Mecmû, c.5, 31.
[30] Nevevî, el-Mecmû’, c.5, 311.
[31] Nevevî, el-Ezkâr (Resulullah’ın Dilinden Duâlar ve Zikirler) , s.286-287, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006
[32] İbn Hacer, Fetâvâ, s. 20.
[33] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c.4, s.52.
[34] İbn Kudâme, el-Muğnî, c.2, s.429.
[35] Hattâb, el-Menhel, c.7, s.259.
[36] Reşid, Rızâ, el-Makâlât, c.4, s.1884.
[37] Sabık, Fıkhu’s-Sünne, c.1, s.480.
[38] Mahlûf, el-Fetâva’ş-Şer’iyye, s. 50- 51.
[39] Şerabâsî, Yes’elûnek, c.1, s.442.
[40] Mevdudî, Fetvalar, c.3,s.232-233, Nehir Yayınları, İstanbul, 1992
[41] Zeydan, el-Mufassal, c.11, s.186.
[42] Bant çözümü.
[43] Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, c.3, s.98-101, Risale Yayınları, İstanbul,1990
[44] http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=4719&ctgr_id=61
[45] Alaaddin Palevî, Mühim Soruların Cevabı, s.182-183, Şehadet Yayınları, Konya,2008
[46] http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat2/0270.htm
[47] http://www.fetvameclisi.com/fetva-olunun-ardindan-kuran-okumak-2-31238.html
[48] Yusuf Kerimoğlu, Emanet ve Ehliyet, c.1, s.350, Ölçü Yayınları, İstanbul, 1985
[49] ‘Hayra delalet eden onu yapan gibidir’ hadisine işaret etmektedir. Hadisi, Bezzar, İbni Mes’ûd’dan; Taberânî ise Sehl b. Sa’d ile İbni Mes’ûd’dan rivayet etmişlerdir. Diğer rivayetler için bkz. Sahîhül-câmî (3393).
[50] Birinci bölüm, Ahmed’in, Müslim’in, dört Sünen sahibinin, Dârimî’nin ve İbni Ebî Asım’ın Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri sahih bir hadisin bir bölümüdür, bkz. Sahîhül-câmî (6110)
[51] İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-ruh,  İz Yayıncılık, s. 187-191
[52] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 428; Beyhaki, Şuabü’l-lman, II, 532; el-Hindi, Kenzu’l-Ummâl, I, 511
Birisi adına ücretle Kur’an okumak ittifakla caiz değildir. Çünkü Kur’an okumak bir ibadettir; ibadet de sadece Allah rızası için yapılır. Bunun dışında başka bir maksat gözetilerek yapılan her türlü davranış, görünüşte ibadete benzese bile, gerçekte ibadet değeri taşımaz. İbadet olmayınca da sevabı olmaz, olmayan sevap da başkasına bağışlanmaz.
[53] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), s.464, Esra Yayınları, Konya, 1994







Önceki sayıda Kabir azabının Kur’an ve Sünnetten delillerini nakletmiş ve âlimlerimizin bu mühim mevzudaki görüşlerini serdetmiştik. Bu bölümde de güya Kur’an’a dayanarak[1] Kabir azabını inkâr edenlerin itirazlarına Ehl-i Sünnet âlimlerimizin verdikleri bizce muknî cevapları sizlere iletmiş olacağız.
mezarlik
ŞÜPHE: “Kabirden kalkışın anlatıldığı Yâsin sûresinin 52. âyet-i kerimesinde “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı.” buyrulmuştur. Bu ayet-i kerime gösterir ki, kabir hayatı ve azabı uyku gibi bir şeydir. İnsan uykusunda kâbus gördüğünde nasıl sıkıntı çekiyorsa onlar da kabirde uyurlarken bir azap kâbusu görürler ve onun sıkıntısını çekerler. Yoksa kabirde gerçek bir azap yoktur.”
CEVAP: “Sûr’a (ikinci defa) üflenince, bir de bakarsın, (ruhları bedenlerine iâde edilerek) kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.(Yeniden dirilişi inkâr edenler pişmanlık içerisinde) bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden kim kaldırdı (çıkardı)? derler. (Onlara cevap olarak:) Bu, Rahmân’ın vadettiği ve doğru sözlü elçilerin haber verdikleri şeydir (yeniden diriliştir) derler. O (kabirlerden diriliş), yalnızca bir tek sayha’dan (Sûr’a üflemekten) başkası değildir. Bir de bakarsın, (hesap ve cezâ için) hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır. İşte bugün hiç kimseye zulmedilmez ve (dünyada) yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla karşılık görmeyeceksiniz.”(Yâsin Sûresi: 51-54)
Allah Subhânehu ve Teâlâ, yeniden diriliş, hesaba duruş ve kabirlerden kalkış için Sûr’a üflenmesini emrettiği zaman, âhiret gününü, yeniden dirilişi ve hesabı inkâr edenler, yalanladıkları şeyi gördüklerinde şöyle derler: “…bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden (Min merkadinâ) kim kaldırdı (çıkardı)?” (Yâsin Sûresi: 52) Merkad” kelimesinin aslı; Arapçada yatak, döşek anlamına gelir. Lisânu’l-Arab adlı kitapta şöyle gelmiştir: “Merkad, muddaca’ (yatak, döşek) demektir.”[2] İbn-i Âşûr şöyle demiştir:”Merkad; uyuma ve dinlenme yeridir. Rekâd’in hakikati ise, uykudur. Rekâd, uyuyan kimsenin hâline benzediği için, ölüm ve kabirde uyumaya rekad denmiştir.”[3]
Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenlerin, kabirlerini “merkad” olarak ifâde etmeleri, “kabirlerinde azap görmediler” anlamına gelmez. Aksine böyle ifâde etmeleri, kıyâmet günü ile mahşerin dehşetini gördükleri için akılları başlarından gitmiş olması ve korkuya kapılmaları sebebiyledir. Öyle ki gördükleri kabir azabı, kıyâmet gününün dehşeti ve sonrasındaki azabın büyüklüğü karşısında onlar için bir yatak ve döşek gibi olmuştur.
İbn-i Kesîr bu konuda şöyle demiştir: “Bu, onların kabirlerinde gördükleri azabın olmadığı anlamına gelmez. Çünkü kabir azabı, onlar için kabir hayatından sonraki merhaleye göre döşekte uyumak gibidir.”[4]
İmam Şevkânî bu konuda şöyle demiştir: “(Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenler) Kıyâmet gününün dehşetini gözleri ile görmeleri ve korkuya kapılmaları sebebiyle akılları başlarından gittiği için kendilerini uykudaymış gibi zannederler.” [5]
İbni Abbas, İmam Katade, Ubeyy b. Ka’b ve Ebu Salih gibi bir kısım âlimler bu ayet-i kerimeyi şöyle izah etmişlerdir: Sûra iki defa üfürülecektir. Birinci defa sûra üfürüldüğünde kabirdekilerin azabı kaldırılır ve ikinci üfürüşe kadar bir uykuya dalarlar. İki üfürüş arasında kırk yıllık bir süre vardır. Bu sürenin kırk yıl olduğu, Müslim ve Buhâri’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri hadis-i şerifle sabittir. İşte ilk sûr’a üfürülme ile ikinci defa üfürülme arasındaki bu kırk sene içinde kabir azabı kaldırılır ve ölüler uykuya dalmış gibi bir hâlde bulunurlar. “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” şeklindeki sözlerini bundan ötürü söylerler. Demek, ismini zikrettiğimiz bu âlimlere göre, onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı şeklindeki sözleri kabir azabının uyku gibi olduğuna delil değildir. Bilakis iki sûr arasındaki 40 senelik zaman diliminde uykuya benzer bir hayatın olduğuna delildir. Kabir ehli iki sûr arasında azap kaldırılıp 40 sene uyuduktan sonra bu sözleri söylerler.
Bununla birlikte, İmam Taberi ve İbni Kesir gibi âlimlere göre, bu iki sûr arasında dahi kabir azabı kaldırılmamaktadır. Bu âlimlere göre, kabir ehlinin, “Uykumuzdan bizi kim kaldırdı?” şeklindeki sözleri kabir azabının cehennem azabına göre uyku gibi hafif görüleceğindendir. Onlar ahiret azabını gördüklerinde kabirlerinde çektikleri azabı uyku gibi hafif görürler de bu sözü söylerler.
Bu bölümü Fahruddin Razi’nin tespitiyle noktalayalım: “Onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” sözünün manası “Allah bizi vaat edilen o dirilişle mi diriltti yoksa biz uyuyorduk da uyandırıldık mı?” şeklindedir. Bu tıpkı şuna benzer: Bir insana gücünün yetmeyeceği bir düşmanının gelmesi vaat edilse, sonra da bu insan korkunç bir adamın kendisine doğru yürüdüğünü görse ödünün kopması ve kendi kendine, “Bu o mu yoksa değil mi?” demesi gibidir. Ayetin manasının böyle olduğuna onların “uyuduğumuz yerden” ifadesi delalet eder. Çünkü onlar kabirlerini uyku yeri sanmışlardır. Bu, onların uyuyup da uyandırıldık mı yoksa ölüler olduktan sonra mı diriltildik hususunda şüphe ettiklerini gösterir. Fakat zannı galipleri bu işin yeniden bir dirilme olduğu yönündedir. Çünkü onlar bu iki ihtimali bir arada düşünmüşler, bunun kendilerine vaat edilen o diriliş olduğunu sandıklarına bir işaret olmak üzere, “Bizi kim kaldırdı?” demişler. Uykudan uyanmış oldukları ihtimaline bir işaret olmak üzere de “uyuduğumuz yerden” demişlerdir.”[6]
ŞÜPHE:  3.000 yıl önce ölen kişi kıyamete kadar kabir azabı ya da lütfuyla karşılaşacak. Ya kıyamet anında ölen kişi ne olacak, o kabir azabını falan görmeyecek mi? Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed (SAV) zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek? Daha sonra ölen daha avantajlı mı oluyor?
CEVAP: Kabir azabı, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre, günahkâr mü’minler ile kâfir olarak ölenler içindir. İster mü’min ister kâfir olsun, başına ne gelirse günahlarının affına sebep olacaktır. Bela, musibet, hastalık, sıkıntı gibi şeyler insanların günahlarının hafiflemesine sebep olmaktadır.
Bir mü’min bu dünyada günahkâr olarak yaşar, fakat başına gelen musibetler onun günahlarının azalmasına sebep olacaktır. Kabirde çektiği azaplar da yine günahlarına kefaret olup onları siler.
Aynen bunun gibi, Allah adili mutlak olduğu için kâfir kullarının başına gelen musibetler de cehennemdeki azaplarının azalmasına sebep saymaktadır. Aynı günahı işleyen ve kâfir olan iki kişiden biri musibete uğrasa diğeri uğramasa, musibete uğrayanın azabı diğerine göre hafifleyecektir.
Kâfir cehennemde sonsuza dek kalacağı için cennete giremeyecek, ama ister bu dünyada isterse kabirde çektiği sıkıntı ve azaplardan dolayı, cehennemdeki azabının şiddeti hafifleyecektir.
Bu sebeple kabirde çok kalıp çok azap çeken, az kalıp az azap çekene göre daha kötü olmayacaktır. Belki de ahirette bu durumunu öğrenince çok memnun olacaktır.
İnsanların hayatı ve geçirdiği zaman birimleri aynı değildir. Mesela, birkaç dakikalık rüyada günler, aylar ve yıllar geçmiş gibi geliyor. Bazen de yeni yatıp kalkmış gibi bir gecenin nasıl geçtiğini fark edemiyoruz.  Bunun gibi kabre erken giren bir insan, ahirette yeni kalkmış gibi olabilir. Bir diğeri ise birkaç sene kabirde kalır, ama binler sene kalmış gibi azap çekebilir. İşte kabre erken veya geç gitmek kişiye, günahına ve durumuna göre değişebilir. Allah orada da uyku ve rüyada olduğu gibi bir durum yaratabilir.
Azabın şiddeti değişik olabilir. Bir volt ile milyon voltun derecesi bir olmadığı gibi, mum ateşiyle güneş ateşi de bir değildir. Kabirde de herkesin durumuna göre ayrı ve çeşitli azaplar olabilir. Kabire geç giden birisi çok kısa zamanda şiddetli azap ile erken giden birisi kadar ceza çekebilir.[7]
Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed (SAV) zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek? diyenlere, her şeyden önce “Allah’ın adaleti” meselesinin basit ölçülerle ele alınamayacağını belirtelim. Bu dünyada 50, 60, bilemediniz 100 senelik bir ömür süresince küfür içinde yaşayanların, bunun karşılığında sonsuz bir azaba çarptırılması hangi maddî/beşerî adalet ölçüsüyle izah edilebilir? Cehennem hayatının kâfirler için de ebedî olmadığını söyleyenlerin bu mülahazayla hareket ettiğini biliyoruz. Ancak burada hesabın yanlış yapıldığını görmek durumundayız.
Kabir azabının, kabirde kalış süresiyle bağlantılı düşünülmesi bu bakımdan ayrıca izaha muhtaçtır. Mesele böyle ele alındığında, daha önce ölenin azabının biraz daha hafif, sonra ölenin daha ağır tutulup, aradaki zaman farkının azabın şiddetiyle dengelenmesi şeklinde cevaplar verildiğini biliyoruz.
Keza kişinin kabirde gördüğü azabın şiddetine bağlı olarak cehennemdeki azabının şiddetinin değişiklik göstereceği söylenmiştir. Yani kabirdeki azabı şiddetli olan, kabirde daha kısa süre azap görene oranla cehennemde biraz daha hafif azaba çarptırılacaktır. Ancak bunların aklî izahlar olup kesinlik arz etmediğini unutmamak gerekir.[8]
ŞÜPHE: İnsan kabirde nasıl sorguya çekilir? Melekler nasıl insanları karşısına oturtup hesaba çeker, soru sorup cevap alır? O, bu daracık yerde ve üzeri tamamen toprakla örtülü olduğu halde bu nasıl olabilir? Peki demir sopalarla nasıl dövülebilir, hâlbuki biz onun kabrini açıp da baksak onun üzerinde en ufak bir darp ve işkence izi göremeyiz?”
   CEVAP: Buna şöylece cevap verebiliriz: Bu tür vesveseler insana Allah Teâlâ’nın kudretinden gafil olması ve Berzah Âlemi’ni Dünya âlemine kıyas etmesi sebebiyle gelir. Böyle bir kıyas hatalı bir kıyastır ki bu hatanın kaynağında âhiretle ilgili hususları yeterince bilmeme ve ölümün mahiyetini doğru bir şekilde anlayamama vardır.
Ölüm külliyen bir yok oluş değildir, bilakis bir hayattan bir başka hayata geçiştir; tıpkı bir çocuğun anne karnından dünya hayatına geçişi gibi. Çocuk anne karnında iken gayet rahat ve ferah içerisinde yaşar, yer-içer, ama onun yeme-içmesi doğduktan sonra yiyip-içmesiyle aynı değildir, teneffüs de etmektedir ancak farklı bir yolla bunu yapmaktadır. Biz insanı dünya hayatından tekrar daha önce yaşadığı anne karnına, o daracık mekâna geri çevirmek, o hayat şartlarında yaşatmak istesek ve ağız yoluyla yeme içmesini kessek, onun göbek bağı vasıtasıyla beslenmesini istesek muhakkak boğulup ölecektir. Bu kıyas apaçık ortada iken berzah (kabir) âlemi dünya âlemine nasıl kıyas edilebilir?
Yine önümüzde küçültülmüş bir örnek durmaktadır ki o da uykudur. Cenab-ı Hakk uykuyu şu ayet-i kerimesinde vefat ve ölüm olarak isimlendirmiştir: “Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”(Zümer, 42)
Cenab-ı Hakk insanların ecelleri gelip de ömürleri sona erdiği zaman onların ruhlarını almak suretiyle vefat ettirdiğini haber vermektedir. İşte bu, hakiki, kâmil manadaki ölümdür. Bir de gerçekte ölmemiş olan insanlara da uykularında vefat halini yaşatır ki, buna da küçük ölüm denir. Çünkü insan uykuda iken adeta ölü gibidir. Uyuyan kişi uyanıncaya kadar görememektedir, işitememektedir, etrafında olup bitenleri hissedememektedir; bu yönüyle uyku ölüme benzemektedir.
İşte Cenab-ı Hakk bu küçük ölümü, tekrar diriltilmeye (ba’s ve neşr) bir delil kılmıştır. İnsan uyuduktan sonra nasıl tekrar uyanıyor ve bilinci yerine geliyorsa aynı şekilde ölür, Allah ölümünden sonra hesaba çekilmek ve yaptıklarının karşılığını görmek üzere onu tekrar diriltir. Bu sebeple Hazreti Peygamber uykudan uyandıkları vakit şöyle derlerdi: “Ölümden sonra bize tekrar hayat bahşeden Allah’a hamd-ü senalar olsun, dönüş ancak onadır.”[9]
Cenab-ı Hakk’ın “Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar” kavl-i şerifinin manası ölenlerin ruhlarını katında alıkoyar bedenlerine geri dönmelerine müsaade etmez demektir. “Diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir” kavl-i şerifi ise uyku suretiyle ölüm halini tadanların ruhlarını uyandıklarında bedenlerine geri gönderir şeklinde anlaşılmalıdır. Bunda ibret ve mev’iza (nasihat) vardır.
Kabirde azab veya mükâfat görme meselesini zihnimizde daha somut hale getirmek ve daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla şöyle bir misal verelim: İki kişinin aynı odada uyumakta olduğunu düşünelim. Birincisi rüyasında şunu görüyor: Sıkıntı içerisindedir, fakirlerin yaşadığı bir semtte oturmaktadır, hayatı boyunca fakirliğinden yoksulluğundan dolayı rahat yüzü görmemiştir. Aradan seneler geçer ve Allah kendisine bolca nimetler verir, rızkını öyle genişletir ki hayal edilemeyecek bir noktaya ulaşır. Yüz binler ve milyonlarla ifade edilebilecek çok büyük bir mal varlığına sahip olur.
Kendisine çok büyük bir köşk yaptırır. Köşkün yemyeşil, geniş, bakımlı, ağaçlarla, çiçeklerle, meyvelerle dolu bahçeleri vardır, kendi hizmetinde çalışan, kendisine harikulade lezzetli yemekler, canının çekebileceği her şeyi sunan hizmetçiler vardır, sadece hükümdarların sofralarında bulunan yemekler sunulmaktadır, harika döşekler, minderler, şahane koltuklar, akıllara durgunluk verecek meclisler, köşkün bahçelerinde nehirler gibi akan su pınarları… Fakirliği ve onun türlü sıkıntılarını tattıktan sonra azgın, şımarık, büyük zenginler gibi çok lüks bir hayat yaşar, çok güzel kadınlarla evlenir, oğulları ve kızları olur, hayatında çok büyük bir değişiklik olmuştur, adeta cahim’den sonra naim’i tatmıştır. Bütün bunları rüyasında, yatağında yatıyorken yaşamaktadır.
Aynı odada bu arkadaşıyla yan yana yatmakta olan ikinci kişiye gelince; o da uykuya dalıp gittiğinde rüyasında şunu görmektedir: Çok sertçe vurulan bir kapının arkasındadır, korkarak çıkıp kapıyı açtığında, karşısında emniyet güçlerinden ve polislerden oluşan bir grup buluyor. Tepeden tırnağa silahlandırılmış olan bu kişiler kapı açılır açılmaz içeri dalıp evin her tarafını kuşatıyorlar, bir kötülük yapacakları gözlerinden okunuyor zaten ve onu görür görmez hemen ellerini ve ayaklarını kelepçe ve zincirle bağlıyorlar, gözlerini de kapatıp beraberlerinde onu polis merkezine götürüyorlar. O ise haykırıyor; “ben ne yaptım? Suçum ne? Beni neden hapse atıyorsunuz?” Onlar alay ederek gülüyorlar ve diyorlar ki: “İşlediğin o çirkin cürmü bilmiyor musun? Sen katilsin, sen bir canisin, mücrimsin, filan kimsenin kanını akıttın, katlettin, sonra da suçunu gizleyebilmek için onun cesedini demir yoluna trenin önüne attın, ancak sen onu öldürürken birçok insan bunu gördü ve şahitlik ettiler ki katil senden başkası değil, sensin…”
Bu durum karşısında haykırmaya ve suçsuz olduğuna, bu hadiseden habersiz olduğuna, adam öldürmekle suçlandığı günde evinden dışarıya hiç çıkmadığına dair çok ağır yeminler etmeye başlıyor.
O gece hapse atılıyor, hem de daracık bir hücreye konuyor. Sabahleyin hapisten alınıp mahkemeye çıkarılıyor. Mahkeme huzurunda adam öldürdüğü suçlaması mahkeme heyetine arz ediliyor -tabi o inkâr etmektedir-. Suçlamalar karşısında diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki benim bu mesele hakkında bilgim yok, bu bana yöneltilen bir suçlamadan öte bir şey değil, ben suçsuzum, ben bu işten uzağım.” Uzun süren yargılama süreci neticesinde –ki her seferinde hapisten alınıp mahkemeye getiriliyor ve mahkeme sonrası tekrar zindana; o daracık hücreye atılıyor- üç hâkimce de suçun sabit olduğuna hükmedildi. Zira duruşmalara katılan çok sayıda şahit, mahkeme reisinin ve üç hâkimin huzurunda açıkça dediler ki: “Evet cinayeti işleyen kişi, katil, bu adamdan başkası değildir.”
Hâkimlerin müzakereleri neticesinde hüküm kesinleşir; işlediği katl cürmü sebebiyle asılarak idam edilecektir. İdam cezasının infaz edileceği gün de belirlenir. O gün gelince hücreden çıkarılır idam edileceği yere getirilir, yağlı urgan boynuna geçirilir, kalabalık bir insan topluluğu önünde suçu ve cezası bir kez daha yüzüne okunur, artık hükmün uygulanmasına mani bir durum kalmamıştır sadece ipin çekilip de idam sehpasından aşağıya düşüvermesi kalmıştır.
Tam bu korkunç sona varacağı sırada uykusundan uyanıverir. O anda kendisi gördüklerinin korkusundan tir tir titremekte ve şunu demektedir: Elhamdülillah, ya rabbi sana şükürler olsun ki bu bir rüyaydı, gerçek bir şey değildi.
İşte bunlar her iki şahsında rüyalarında gördükleri olaylardır. Onların yüzlerinden örtüyü açsak da biz birinci şahsın fakirlikten sonra kavuştuğu zenginlik sebebiyle duyduğu neşe ve mutluluğu göremeyiz. Aynı şekilde ikinci şahsın o korkunç sona doğru gidiyor olmaktan dolayı duyduğu endişe, korku ve sıkıntıyı da göremeyiz.
Peki, akıllı olan bir insan Allah’ın kudretini ve kabri sahibine göre; dilerse cennet, dilerse cehennem yapabilmesini nasıl imkânsız görür? Nasıl idrak edemez ki? Uyku, kabirde insanın başına gelecekler için en basit bir örnektir.[10]
ŞÜPHE: Kabir azabıyla ilgili hadisler ya uydurmadır ya da uydurmaya yakın zayıf rivayetlerdir. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, “Cenâiz” 53, 91) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki
bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var”[11]
CEVAP: Bu şüpheyi ortaya atan Mehmet Okuyan, kabir azabıyla ilgili hadislerin tümünü en iyimser ifadeyle sıhhatsiz saymaktadır.[12] Oysa bu hadislerin hemen tamamı Kütüb-i Sitte’de yer almaktadır. Bizce kabirde azap ve mükâfatla ilgili onca hadisi bir çırpıda yok saymak gerçekten çok büyük bir cesaretin ifadesidir. Belli ki Okuyan’a göre onca hadisin, onca ravinin ve yine onca müfessir ve mütekellimin bu konuda söylediklerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.
Oysaki bu konuda müstakil çalışma yapan Kasım Oğan’ın tespiti şöyledir: “Kabir azabının olacağından bahseden on yedi rivayet tespit edebildik. Bunlardan on dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; iki tanesinin ‘hasen garip’; olduğu anlaşılmaktadır. Kabirde azap şekillerinden bahseden üç rivayet tespit edebildik. Bu üç rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını artıran amellerden bahseden iki rivayet tespit edebildik. Bu iki rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını kaldıran ya da hafifleten amellerden bahseden altı rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; bir tanesinin de ‘hasen li gayrihi’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabrin nimet olasıyla ilgili beş rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; diğerinin ise ‘zayıf’ olduğu anlaşılmaktadır.” [13]
Âlimlerimize göre, hadîs kitaplarında, kabir azabına dair, manevî tevatür derecesine ulaşan pekçok hadîs mevcuttur. Bu konuda Taftâzânî şöyle demektedir: “Sonuç olarak bu ve bunun gibi ahiret halleri konusundaki hadisler, her ne kadar tek tek her biri âhâd rivayetler olsa da, topluca ele alındığında ma’nen mütevatir derecesine varmıştır.”[14]
Süleyman Toprak’ın tespiti de şöyledir: “Bütün bu hadis-i şerifler ve -konuyu fazla uzatma­mak için burada zikretmediğimiz- daha pek çok hadis-i şerif, kabirde kâfire ve âsi, günahkâr mü’minlere azap ola­cağına delalet etmektedir. Ve Rasûlullah (sav), kabir azabından duyduğu ve gördüklerini haber vermektedir ki, hadislerin hepsi ‘kabir azabının varlığını bildirmek’ hu­susunda tevatür derecesine ulaşmaktadırlar. Haber veri­len husus da aslında mümkün olan işlerdendir. Böyle konularda mütevatir haber kesin delildir ve haber verilen­lerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini ifade eder.’[15]
Bu mesele bir tarafa, Okuyan kimi hadisleri yanlış yorumlamaktadır. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omuzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, Cenâiz, 53) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var” şeklinde bir eleştiride bulunmaktadır.
Ancak bu eleştirinin basit ve hatta yersiz olduğu açıktır. Çünkü söz konusu hadis, ölü kimsenin sesinin veya feryadının yaşayan insanlar tarafından duyulup duyulmaması meselesiyle ilgili değildir. Dahası bu hadis, ölen kimsenin iyi ve kötü amellerine göre karşılaşacağı akıbet hakkında bir fikir vermeye yöneliktir.
Eğer ölü kişinin söylediği sözü yaşayan insanların duymaması anlamsız ve dolayısıyla bahis konusu hadis de manasız ise, o takdirde, “Onlardan birine ölüm gelip çattığı zaman, ‘Rabbim! Beni dünyaya geri gönder[in] de, geride bıraktığım dünyada güzel işler yapayım’ der.” (Mü’minûn, 99) mealindeki ayet de -hâşâ- anlamsızdır. Çünkü bugüne değin, ölen herhangi bir kâfirin böyle bir söz söylediğini duyup işiten kimse olmamıştır.
Okuyan, Enes b. Mâlik’ten gelen bir hadiste, “Kâfir ve münafığın başına kabirde demir çubukla vurulur”[16]şeklinde özetlenebilecek bir ifadeye yer verilmesini de şöyle eleştirmektedir: Melekler, demir çubukları nereden buluyorlar? Demiri insanlar bulduğuna ve bu buluş da ilk insanlara göre sonraki dönemlerde gerçekleştirildiğine göre acaba demirin bulunmadığı dönemlerde meleklerin ellerine neler aldığı da merak konusudur.[17]
Bu alaycı ve aynı zamanda komik eleştiriye, misilleme tarzında bir eleştiriyle şöyle cevap verilebilir: Melekler o demir çubukları, Hacc 21. ayette sözü edilen“demir topuz” deposundan veya Dehr 4. ayette bahsi geçen “zincir ve demir bukağı” fabrikasından(!) tedarik ediyorlar.[18]
Yazı dizimizin ‘Kabir Azabı’ ile ilgili bölümünü Mehmet Emin Akın hocanın şu derinlikli tespitleriyle bitirelim: “Kabir hayatında insanların ruhlarıyla ilgili hiç bir bilginin olmadığını söylemek ne kadar yanlışsa, ruhların ölümden sonra hiçbir imtihandan geçmediklerini ve sorguya tutulmadıklarını söylemek de yanlıştır. Aklen buna bir engel zaten yok. Bu dönemi uykuya benzetmek mecâzîdir. Yoksa ruhun hayatta kaldığı bir zamanı, boş anlamsız ve sınavsız bir zaman kabul etmek doğru değildir. Bu anlayış’ın, cehennem ve cennetle ilgili haberlerin ve ruhun kıyametten sonra nasıl bir durumda olacağına dair şüphe ileri süreceğini kesinlikle bilmeliyiz. Bu açık ve kesin delâletlere rağmen, Kur’an kavramlarını çarpıtmak Arap Dili’ne ve ilme saygısızlıktır.
TV ekranlarında “kabir azabı” hakkında Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını yalanlayarak çıkan efendiler; İslamî ilimleri, âlimlerimizi ve de selefin tamamını tahkirden ve terzilden de öte, Hadis imamlarına çok büyük bir haksızlık ve kadirbilmezlik ediyorlar. Keşke bunu bilselerdi de hevalarına bu kadar mağlup olmasalardı. Yenilikçi, Modern ve Naturalist Kur’an yorumculuğunun eleştiri kabul etmeyen “kibr”i, İslamî ilimlerin haysiyetini hiçe saymıştır. Haysiyetine bu kadar saldırdıkları ilim ve bu ilmin “menhec”i, “kaideleri” ve “usûl”ü; bize Kur’an’ı ve Sünnet’i sağlam bir şekilde getirmiştir.
Kur’an’ı bize getiren, asla bu sapkın te’viller ve Batınî tahrifler olmamıştır. Batınîlik; tarihî intikamını almak için Rasul’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetini ve sahabeyi Kur’an’dan ayırarak ve onları Kur’an’a düşman göstererek İslam’ın bütün i’tikadî ve fıkhî binasını yıkmak istiyor. “Sahabe’nin yalanlanması projesi”; “kabir azabı” “şefaat” “kader” ve benzeri konuları bize rivayet eden hadisleri inkâr edip bunu Kur’an’a aykırı göstererek; sahabeyi Kur’an’a karşı saygısızlık eden bir topluluk olarak gösterilmesinin ve de tekfirinin yolunu hazırlıyorlar. Bu proje temelde iki, zümreye hizmet etmektedir: Şia ve Yahudiler.
Rafızîler bazı sahabileri istisna ederek diğerlerini ve özellikle de üç Halife’nin kâfir ve mürted olduklarına inanmaktadırlar. Dolayısıyla sahabeden gelen birçok hadisi, Kur’an’a aykırı görme ve Kur’an vahyi dışında bir din inşa etme olarak göstermek, Rafızîlerin umumunun ve Şia’nın müşterek akidesidir. Böyle olunca, hadisleri Kur’an’a arzetme meselesi; Şia’nın da arkasında bulunduğu; yayılmasını istedikleri en tehlikeli projelerden birisi olarak karşımızdadır. Kur’an ile Sünnet’in bize ulaştırılmasında sayılmayacak kadar mübarek hizmetleri ve muazzam emekleri geçen; Allah’ın Rasul’ünün (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgili kardeşleri ve dostları olan sahabeyi, tekfir edenler Kur’an’a arz iddialarını sahabeyi İslamî kimliklerinden soyutlamak içindir.
Hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, aynı zaman da Sünneti de inkâr eden Kadiyanîlerin ve Yahudilerin Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı yürüttükleri savaşın en tehlikeli özelliğidir. Yahudilerin, Rafızîlerin ve Kuraniyyun’un “isnad” ilmine olan düşmanlıkları bugünkü şartlarda daha çok Şiîleştirme propaganlarının temelini teşkil etmekte ve onların amacına hizmet etmektedir.
Hülasa-i kelam, Sahabe’nin İslam’daki yerlerini boşaltmak ve onları İslam tarihi, Kur’an’ın korunması ve yeryüzünde yayılmasındaki emeklerini ve Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmini ve hikmetini yaymalarındaki asil ve emsalsiz gayretlerinin berhava edilmesi ancak böyle mümkündür.”[19]
Yazı dizimizin önümüzdeki sayısında –biiznillâh- Kabir ziyareti ve ölü için yapılabilecekler konusunu işleyip, çokça tartışılan “Ölüler için Kur’an okuma” meselesi hakkında âlimlerimizin görüşlerini ifâde edeceğiz.Selâm ve duâ ile…
   (Devam Edecek)


[1] Asrımızın bir kısım insanını anlamak ne kadar da zor! Bilhassa kendini ‘İndirilmiş dinin mensubu’ zannedenleri. Bu kişilerin delil olarak gösterdiği Kur’an ayetlerini 14 asır boyunca hiç kimse görmemiş, okumamış, ya da okumuş da onların anladığı manaları anlayamamış; ama bunlar bir çırpıda bütün gizli manalara ulaşmışlar. Demek bunlar öyle zeki insanlar ki, İmam Maturidileri, Eşarileri, İmam Gazalileri, İmam Rabbanileri ve saymakla bitiremeyeceğimiz bütün allameleri geride bırakmışlar. Hatta bunlar Kur’an’ı Sahabelerden bile daha iyi anlıyorlar. Öyle ya, -hâşâ- İbni Abbaslar, İbni Mesudlar, Abdullah İbni Ömerler ve diğer Sahabeler de kim oluyor, Sahabeler hiç bunların zekâsına yetişebilir mi? Yine başta 4 mezhep imamı olarak diğer müçtehidler ve âlimler de bunların gerisinde, bu inkârcılar onlardan çok daha zeki. Hatta bütün âlimlerin zekâsını toplasak, bunların zekâsına yetişemez.(!)
[2] Lisânu’l-Arab, c. 3, s. 183
[3] İbn-i Âşûr, Et-Tahriru ve’t-Tenvîr, c. 22, s. 245
[4] İbn-i Kesîr Tefsîri, c. 6, s. 581
[5] Fethu’l-Kadîr, c. 4, s. 531
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. 18, s.521, Akçağ Yayınları, Ankara
[7] http://www.sorularlaislamiyet.com/article/17120/kabir-azabi-mahser-gununun-hesabini-azaltir-mi.html
[8] Kabir Azabı, Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 10.02.2008
[9] Nevevî, El-Ezkâr, s.33, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006
[10] Muhammed Ali Es-Sabûnî, Çağdaş Tefsir Telakkilerinin Reddettiği Kur’anî Bir Hakikat: Berzah Âlemi ve Kabir Azabı, İnkişaf Dergisi, sayı:82
[11] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var mı?,  s.285, Sidre Yay., Samsun,  2007
[12] Mehmet Okuyan, mezkûr kitabında kabir azabı hakkındaki rivayetlerin mânen mütevatir oldukları tespitine Hayri Kırbaşoğlu’nun Hadis Metodolojisi adlı eserinden uzun bir alıntı yaparak cevap vermiş, mütevatir kavramının içinin ne ile dolu olduğunun belli olmadığını, hadisleri kabul etmede tek kriterin Kur’an’a arz olduğunu, hadisleri esas alıp Kur’an’ı değil, Kur’an’ı esas alıp hadisleri değerlendirmek gerektiğini vurgulamıştır. Bu noktada İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin rivayetlere yaklaşım tarzını örnek veren müellif bu noktada referansının Ebû Hanife olduğunu belirtmiştir.(s. 260-267 ) İmam Ebû Hanîfe’nin, daha henüz hadislerin toplanmasının gerçekleşmediği, hadislerin ayıklanmasının tamamlanmadığı bir zamanda bir yöntem olarak seçtiği bu tavrı benimseyebilir, kendi zamanının şartları gereği yerinde ve olması gereken bir uygulama olduğuna kanaat getirebiliriz. Ancak şunu da iyi bilmeliyiz ki böyle bir yöntemi kullanan İmam Ebû Hanîfe’nin kabir hayatına dair düşünceleri gayet nettir. İmam El-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde kabir hayatının ruh ve beden ortaklığında olacağını, el-Vasiyye adlı eserinde de hakkında hadis olması hasebiyle Münker ve Nekir’in suallerinin hak ve vâki olduğunu söylemektedir. Kur’ân’dan kabir azabına dair getirdiği iki delilin de açık olduğunu, te’vîl ve tefsirinin de tenzîli gibi olduğu gerekçesiyle bir kimsenin “ben ayeti değil yapılan te’vili ve tefsirini kabul etmiyorum” şeklindeki yaklaşımının onu küfre sürükleyeceğini söylemektedir. Bakınız: Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin İtikadî Görüşleri, çeviri: İlyas Çelebi, İFAV, İstanbul 2010, s.150-151.
[13] Kasım Oğan, Kabir Hayatıyla İlgili Rivayetlerin Tespit Tahriç ve Değerlendirilmesi, s.118, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
[14] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akaid, çev. Talha Hakan Alp, İstanbul, Rıhle Kitap, 2011, s. 227
Taftâzânî, bu ifadelerinin ardından, “Kabir azabını Mutezile ve Rafiziyyeden bazıları inkâr etmişlerdir” demektedir. Ancak, eserin mütercimi Talha Hakan Alp, Mutezile imamlarından Kadı Abdulcebbâr’ın konuyla ilgili farklı bir açıklamasına dikkat çekmektedir. Buna göre, kabir azabını Mutezile’den sadece Dırar bin Amr inkâr etmektedir. Kadı Abdulcebbâr, Mutezile’ye ilişkin bu yanlış bilginin İbnü’r-Râvendî’nin “Mutezile kabir azabını inkâr ediyor” şeklindeki ifadelerinin şöhret bulmuş olmasından kaynaklandığını belirtmektedir. (A.g.e., s. 227, dipnot: 1.)
[15] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), s.335
[16] Buhârî, Cenâiz, 66; Nesâi, Cenâiz, 110
[17] Mehmet Okuyan, a.g.e., s. 275.
[18] Muzaffer Öztürk, Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Yok mu? Kitabının Tenkidi, s.269-270, Çukurova Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, Yıl:2008
[19] http://www.mehmeteminakin.com/wp-content/uploads/2015/07/SON-KAB%C4%B0R-AZABI.pdf
Günümüzde özellikle “Kur’an’a dönüş”, “Kur’an İslâmı”, “Kur’anî Hayat”, “Kur’an’ın Aydınlığında” gibi birtakım popülist söylemlerle de ülke gündemimize taşınan modernist anlayışın İslâm ilim, kültür ve düşünce tarihinde açmış olduğu tahribatları ve tahrifleri örnekleriyle izah eden Mehmet Emin Akın hocamızın, Te’vilin Tahrife Dönüşmesi( Medarik Yayınları) eserini siz okuyucularımıza tavsiye ediyorum. 


kiyamet
Yazı dizimizin önceki bölümlerinde kabir hayatı üzerinde genişçe izahatlarda bulunmuştuk. Bu bölümde kıyâmet ve bu kapsamda kıyâmet halleri üzerinde duracağız. Tevfik Allah’tandır.
Kıyâmet kelimesi “kalkmak, dikilip ayakta durmak” mânasındaki kıyam kö­künden isim veya masdar olup “dirilip mezarından kalkma, Allah’ın huzurunda durma” yahut “bu olayın başlangıcını teş­kil eden kozmik değişikliğin vukû bulma­sı” anlamına gelir.[1] Kur’an’da kıyâmet kelimesi­ne çok yakın bir muhtevada kullanılan âhi­ret beş yerdeki farklı kullanılışı hariç yerde geçmekte, yirmi altı âyette “el-yevmü’l-âhir” terkibiyle yer almaktadır.[2]
İslâm inancının üç temel esâsından birini oluşturan kıyâmet veya âhiret konusu sayısı yüzleri aşan, çok de­ğişik ve etkileyici üslûplar taşıyan âyetler­de ve müstakil sûrelerde ele alınmıştır. Burada, toplum hayatında büyük önem taşıyan mesuliyet duygusunun telkin edilmesinin bir hedef teşkil ettiği şüphe­sizdir.
Ayrıca “Herkes yarın için ne hazır­ladığının bilincini taşımalıdır” (Haşr,18) âyetinde ifadesini bulan geleceği dü­şünme ve ebedî hayatın mutluluğunu sağlama uğruna faaliyet gösterme ilkesi­nin hâkim rol oynadığını da söylemek ge­rekir. İnsan duyularıyla algılayabildiği, acı ve tatlı tecellilerinin süjesini oluşturduğu dünya realitesini anlamakta güçlük çekmediği halde uzak geleceği, hatta zaman zaman dünya planındaki yakın geleceği bile ihmal edebilen bir psikolojiye sahip­tir. “İnsanların içinde bulunduğu dünya hayatı geçici bir zevk ve eğlenceden iba­rettir. Âhiret yurduna gelince asıl hayat oradaki hayattır, keşke bunu bilselerdi” (Ankebût, 64) meâlindeki âyette de vurgulandığı üzere ölüm sonrası hayat ebedî olduğu ve önceden hazırlanan im­kânlar çerçevesinde sıkıntılar veya mut­luluklar içinde devam edeceği için bütün ilâhî dinlerde önem kazanmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de zaman zarfı olan “yevme, yevmeizin” kelimeleriyle oluşup kıyâmeti tasvir eden âyetlerin sayısı 400’e yakındır. Bunların yetmişi “yevmü’1-kıyâme” şeklindedir. Ayrıca Kur’an’ın altmış yedinci sûresi olan Mülk’ten itibaren yer alan kırk sekiz sûrenin büyük ekseriyetinin en belirgin muhtevası kıyâmet konusudur. Bunlardan başka “kıyâmetin kopma za­manı” demek olan saat; “dünyanın sonu” anlamına gelen ukbâ; “mutlaka gerçekleşecek olan realite” mânasındaki vâkıa; “kimini alçaltan, kimi­ni yükselten olay” anlamındaki hâfidatur-râfia; “yeniden diriltmek, dirilterek hesap meydanında toplamak” mânasındaki ba’s ve haşr kelimeleriyle bunlara benzer kavramlar kıyâmet için kullanılmıştır. “Dönüş, dönüş yeri, çıkarıldığı yer” anla­mına gelen ve bir âyette yer alıp bir yoru­ma göre kıyâmet mânasında olan meâd kelimesi de özellikle kelâm ve felsefe kitap­larında kıyâmet yerine kullanılmıştır.
Kıyâmet, semavî dinlerin temel iman esaslarından biri olarak kabul ettikleri bir konu olmanın yanında mevcudiyetine inananlarca ebedî hayatlarını ilgilendi­ren çok önemli bir husustur. Bu ölümsüz âlem hakkında bilgi edinmek için başvu­rulacak yegâne kaynak nakildir yani Kur’an ve Sünnettir.
Herkesin kıyâmeti kendi ölümüyle başlar. İnsan, yaratı­lışının gereği ölümü hoş karşılamaz. Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde dünya­nın meşrû nimetlerinden faydalanılması emredilmiş ve yeryüzünün imar edilmesi istenmiştir.[3] Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de ölümün temenni edilmemesini tavsiye etmiş ve yaşamanın mümine hayır getireceğini belirtmiştir.[4]
Kıyâmetin ne zaman kopacağı bilinmemektedir. Kur’an’da kırk yerde geçen “saat” kelimesiyle anlatılan kıyâmetin kopuşunun -jeolojik zaman çerçevesinde-yakın olduğu, ansızın gele­ceği[5] ve alâmetlerinin belirdiği[6] ifade edilmektedir. Ancak bu alâmetlerin nelerden ibaret olduğu açık bir şekilde haber verilmemiş, sadece Ye’cûc ve Me’cûc’ün gelişiyle[7] dâbbetü’l-arzın çıkışı[8] kıyâmet alâmeti mânasına alınabilecek bir bağlam içinde zikredilmiştir.
Peygamber Efendimiz çeşitli hadislerinde bunlardan başka birçok kıyâmet alâmetlerini haber vermiştir. Âlimler söz konusu alâmetleri “Büyük Alâmetler” ve “Küçük Alâmetler” olarak iki gruba ayırmışlardır.
a) Büyük Alâmetler: Kıyâmetin kopmasına yakın zamanda meydana çıkacak olan ve insanın irade ve müdahalesinin asla söz konusu olmadığı alâmetlerdir. Deccâlın ortaya çıkışı, Meh­dinin zuhuru, Hz. Îsâ’nın gökten inmesi[9], Ye’cûc ve Me’cûc’ün görünmesi, Hicaz bölgesinde büyük bir ateşin çıkışı, gökten insanları bürüyen bir dumanın inmesi ve dâbbetü’l-arzın yerden çıkması kıyâmetin kopmasına yakın büyük alâmetlerdir.[10]
İmâm Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhu’l-Ekber adlı muhalled eserinde; Deccâl, Ye’cûc ve Me’cûc, Güneşin batıdan doğması, Hz. Îsâ’nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen şekliyle diğer kıyâmet alâmetlerinin hepsinin gerçekliği ifade edilir.[11]
b) Küçük Alâmetler: Kıyâmetin kopmasından çok uzun zaman önce meydana gelecek olan ve insanın irade ve müdahalesinin söz konusu olabildiği alâmetler ise, küçük alâmetler kategorisinde yer alır.
Âhir zaman peygamberi ve son nebî olması sebebiyle kıyâmete yakın bir zaman diliminde gönderildiğini açıklayan Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in,  kıyâmetin küçük alâmeti olarak zikrettiği olayların belli başlıları şunlardır: İlmin ortadan kalkıp cehaletin yerleşmesi, sarhoşluk veren içkilerin yaygınlaşması, zinanın aleni hale gelmesi, zekât verilecek kimse bulunamayacak kadar servetin çoğalması, aynı davayı güden iki büyük topluluğun birbiriyle savaşması, adam öldürme olaylarının ve fitnelerin fazlalaşması, kadın nüfusunun artması, insanların hayatlarından bıkarak ölülere gıpta etmesi, yeryüzünde Allah veya Lâ ilâhe illallâh diyen bir kimsenin kalmaması, depremlerin sıklaşması gibi alâmetler…[12]
Müslüman için önemli olan, kıyametin ne zaman kopacağını bilmek değil, onun kopmasıyla başlayacak olan ebedî hayata gerektiği şekilde hazırlanabilmektir.
     Kıyâmet Halleri:
Kıyâmet hallerini sûra üfleniş, ba’s, haşir, hesap, cennet ve ce­hennem durakları olmak üzere beş mer­halede incelemek mümkündür.
1.Sûr’a Üfleniş: Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmetin fiilen kopması “sûra üflenmek” eylemiyle ifade edilmiştir. Ge­nellikle “üflemeye yarayan boynuza ben­zer boru” diye anlam verilen sûr’un ma­hiyeti hakkında sahih bilgi bulunmamak­tadır.[13] On âyette ge­çen “sûr” ile [14] aynı mânada kullanılan “nâkûr” kelimeleri [15] yer al­dıkları âyetlerin muhtevaları çerçevesin­de ele alınınca üflenişin iki defa olacağı anlaşılır.[16] Bunların birincisi yer küresinin bağlı bulunduğu kozmik sistemin değiş­tirilmesini, ikincisi de bütün ölülerin diril­tilip kabirlerinden hesap meydanına ha­reket etmesini sağlamak için olacaktır.
Sûra ilk üflenişin ve dolayısıyla kozmik düzende meydana gelecek değişiklikle­rin dehşetini tasvir eden birçok âyet ve sûre var­dır. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)   buyurdular ki: “Kıyâmeti dünya gözüyle  görmek isteyen kimse şu sûreleri okusun: “İze’ş-Şemsü Küvvirat (Tekvîr)”, “İze’s-Semâu’n fetarat (İnfitâr)”, “İze’s-Semâu’n-Şakkat (İnşikâk).”[17] Bu tür âyet ve sûrelerin beyanına göre sûra bir defa üflenmekle yer küresi dağlarıyla birlikte yörüngesinden çıkarılıp parçala­nacak, olup bitmesi gereken mutlaka ger­çekleşecek, gök de yarılıp düzensiz bir şekle bürünecek,[18]  o gün güneş dürülüp karanlığa gömülecek, yıldızlar kararıp dağılacak, dağlar yerle­rinden koparılıp parçalanacak, vahşi hay­vanlar bir araya getirilecek, denizler kay­natılacak[19], insanlar şaş­kın şaşkın uçuşan pervanelere benzeye­cek, dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacaktır.[20]
Bu âyetlerin mutlaka vuku bulacağını vurgulayarak tasvir ettiği kozmik değişikliğin mahiyeti bilinmese de yine Kur’an’da beyan edil­diği üzere maddeden oluşmuş ve hacim taşıyan bir âlem teşkil edilecektir. Yerin başka bir yer, göklerin de başka gökler olacağını ifade eden İbrahim süresindeki âyete Tâhâ sûresinin 105-107. âyetleri kısmen açıklık getirmektedir: “Sana kıyâmet gününde dağların ne olacağını soracaklar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak, böylece yeri dümdüz bir alan haline getirecek, orada ne iniş ne de bir yokuş görebileceksin.”
Kur’ân-ı Kerîm’de âhiret âleminin fizik yapısı ve onunla bağlantılı olarak tasvir edilen kıyâmet hallerine dair birçok âye­tin lafız, üslûp ve muhtevası göz önünde bulundurulduğu takdirde İslâm filozofla­rının iddia ettiği gibi haşr’in cismanî de­ğil ruhanî olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. Duyulara ve onların verilerinden faydalanan aklî istidlale da­yanan beşerî bilginin sınırları dışında ka­lan âhiret âlemi hakkında öncel tahmin­lerle hüküm verme yönteminin bilim ve düşünce kurallarıyla bağdaşmayacağını belirtmek gerekir.
2. Ba’s: Uykudan uyandırmak, yeniden di­riltmek” anlamına gelen ba’sın sûra ikinci üflenişle başlayacağı anlaşılmaktadır. Sû­r’a iki defa üflenişi bir arada zikreden Zümer sûresi 68.âyette, “Ona bir daha üflenince insanlar bir anda ayağa kalkıp etraflarına bakacaklardır” denilmekte, Yâsîn sûresi 51.âyette geçen “Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler” ifadesi de bunu desteklemektedir. Ba’si konu edi­nen âyetler kabre atıf yapmakta, ancak yeni diriltmenin mahiyeti hakkında bilgi vermemektedir. Çürümüş kemiklerin ye­niden hayata kavuşturulmasını aklına sığdıramayan inkârcıyı eleştiren âyetler, bu­nun imkân dâhilinde olduğunu ilk yaratılış örneğini hatırlatarak kanıtlamakta[21] aslında göklerin ve yerin ya­ratılmasının insanları yaratmaktan daha muazzam bir şey olduğu [22] bunu gerçekleştir­mekten âciz kalmayan Allah’ın ikinci ya­ratmayı da gerçekleştirmeye elbet muk­tedir olduğu belirtilmektedir.[23]Bunun yanında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen bir hadise göre sûra iki üflenişin arasında kırk yıl kadar bir zaman geçecek ve ba’s, bedenin kuy­ruk sokumunda bulunan çürümeyen tek unsur durumundaki maddeden (acbü’z-zeneb[24]) geliştirilecektir.[25] Ayrıca kabrinden ilk defa Hz. Muhammed’in (SAV) kalkacağı belirtilmiştir.[26]
3.Haşir: Toplamak, bir araya getirmek” an­lamına gelen haşir, yeniden diriltilen in­sanların hesap meydanına sevkedilmesini ifade eder. Toplanılacak yere “mahşer, mevkıf” durup bekleyecek yer veya “arasat (birleştirilmiş boş araziler)” denir. Kur’ân-ı Kerim’in kırkı aşkın âyetinde yer alan haşir kavramı daha çok kıyâmetin tasviriyle ilgilidir.[27] Bu âyetlerin beya­nına göre başta mükellef olan insanlar ve cinler, ayrıca şeytanlar, melekler ve tapınılan putlar haşredilecektir.[28] Bunca kalabalıkla­rın toplanma yerine sevkini, bunları kap­sayacak geniş meydanı, gerek Allah’a ge­rekse birbirine yönelik hak ve sorumlu­luklarının muhasebesinin gerçekleştiril­mesini beşer muhayyilesine sığdırmak imkânsız gibi görünürse de semavat ve arzın bütün ordularına sahip bulunan yü­ce yaratıcı Allah Teâlâ için[29] bunun ba­sit bir iş olduğu belirtilir: “Şüphe yok ki hayat veren de ölümü gerçekleştiren de biziz; her mükellefin dönüp varacağı yer bizim katımızdır. O gün yeryüzü üzerle­rinden süratle açılır. Onları bir araya top­lamak bizim için kolay bir şeydir.” (Kâf, 43-44)
Haşrin vukû buluş şekli hakkında daha çok hadis rivayetlerinde bazı açıklamalar mevcuttur. Bu tür naslarda dehşet veri­ci tasvirlerin, selim yaratılışlarının istika­metini yanlış yöne çevirmek suretiyle ma­nevî gerçekleri inkâr eden zâlimlere yöne­lik olduğu anlaşılmaktadır. Ana konusu kıyâmeti tasvir etmekten ibaret olan Meâric sûresi 43 ve 44.âyetlerde, dünyada dinî ve mânevi konulara ilgi göstermeyip hayatlarını oyun ve eğlence içinde geçiren kişilerin mezarlarından aceleyle fırlayıp bir hedefe doğru koşuyormuş gibi hareket edecek­leri ifade edilmekte ve bu esnada gözleri aşağıya düşmüş, zillete duçar olmuş bir vaziyette olacakları haber verilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan başka bir tasvir de şöyledir: “Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıkları kötülüklerden ha­bersiz sanma! Allah sadece onlara gözle­rin dehşetten dışarı fırlayacağı bir güne, başları bir medet umarcasına kalkık, ken­dilerine bile dönüp bakamayacak bir şaş­kınlık içinde ve çaresizlikten dolayı zihin­leri bomboş bir durumda koşuştukları güne kadar zaman tanımaktadır.”(İbrahim, 42-43) İbn Abbas’tan gelen bir ri­vayete göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem bir gün etra­fındaki sahâbîlere, “Şunu bilmelisiniz ki kıyâmette çıplak, yalınayak ve sünnetsiz olarak haşrolunacaksınız” demiş, ardın­dan, “Yaratmayı ilkin nasıl başlattıysak onu tekrar ederiz” (Enbiyâ,104) meâlindeki âyeti okuduktan sonra kıyâmette ilkin Hz. İbrahim’in giydirileceğini belirtmiştir.[30] Hz. Âişe’den rivayet edi­len hadisin devamında Hz.Âişe, bir arada bu­lunacak çıplak kadın ve erkeklerin birbi­rine bakabileceğinden söz etmiş, Rasûl-i Ekrem de, “Durum buna müsaade etme­yecek kadar vahim olacaktır”[31] cevabını vermiştir. Ebû Hureyre’den nakledilen bir hadiste de insanların üç grup halinde haşir işlemine tâbi tutulacağı haber verilmektedir: Gü­nahları sebebiyle ümitle korku arasında bulunan müminler ki bunların yaya ola­rak gitmesi muhtemeldir, binekle gidecek erdemli müminler ve yanlarından ayrılmayan bir ateşle hesap meydanına sevkedilecek gruplar.[32]
Hadis ve tefsir rivayetleriyle destekle­nen bazı âyetlerde kıyâmet gününde ceza ve mükâfat safhasının fiilen başlamasın­dan önce dünyada işlenen kötü amellerin ibret verici yansımalarının olacağı haber verilir. Meselâ toplumu sömürücü bir ni­telik taşıyan ribâ işlemini sürdürenler kabirlerinden şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacaktır.[33] Ayrıca tabia­tın yaratılış ve işleyişinde gözlenen ve semavî kitaplarda yer alan işaretleri gör­mezlikten gelen, ebedî hayatı ve kulun Allah karşısındaki sorumluluğunu inkâr eden kimselerin âhirette kör, dilsiz ve sa­ğır olarak haşredileceği Kur’an’da beyan edilmektedir.[34] Bu tür naslarda yer alan tasvir­leri zahirî mânalarında anlamak mümkün olduğu gibi işlenen kötü fiillerin dünya ve âhiret çapındaki tahribatı ve acı sonuçla­rını dile getiren mecâzî anlatımlarla yo­rumlamak da mümkündür. Meselâ kör olarak haşredilmek “hesap meydanında kendisini savunup haklı olduğunu kanıt­layacak bir delilden yoksun olmak” mâ­nasına yorumlanmıştır.[35]
Allah Teâlâ, mahşer yerinde yaşanacak bazı sahneleri[36] –insanlar bu âyetleri dünyadayken okusunlar ve kendilerine çeki düzen versinler diye- Kitâb-ı Hakim’inde zikretmiştir. Bunlardan bir kısmını zikredelim: “Öyle insanlar vardır ki, Allah’tan başkasını Allah’a denk tutar, tıpkı Allah’ı severcesine onları severler. Müminlerin Allah’a olan sevgileri ise her şeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir. Böyle yaparak kendilerine zulmedenler, azabı gördükleri zaman anlayacakları gibi, bütün kuvvet ve kudretin yalnız Allah’a ait olup, Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu, keşke şimdiden bilselerdi! İşte (izlenilen) önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi. Bunun üzerine tâbi olanlar şöyle dediler: “Ah ne olurdu, elimize bir fırsat geçse de onların bizden uzak durdukları gibi, Biz de onları bir reddetseydik!İşte Allah Teâlâ onlara, bütün yaptıklarını, en şiddetli pişmanlıklar halinde gösterecektir. Onların o ateşten çıkacakları da yoktur.”(Bakara, 165-167); “Yüzleri ateşte gâh bu yana, gâh öbür yana çevrileceği gün: ‘Ah!’ derler, ‘ah ne olurdu! Keşke Allah’a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik!’ Ey ulu Rabbimiz! derler, ‘sözün doğrusu, biz önderlerimizin ve büyüklerimizin dediklerine uyduk, ama onlar bizi yoldan saptırdılar.’ Ey ulu Rabbimiz! Onlara azabın katmerlisini ver ve dehşetli bir lânetle onları rahmetinden uzaklaştır!”(Ahzâb, 66-68);  “Onlar ateşin karşısında durdurulup da ‘Ah n’olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, müminlerden olsak!’ dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler!” (En’âm, 27)
4. Hesab: Saymak, hesap etmek, hesaba çek­mek” mânalarına gelen hesap (hisâb) arasât meydanında toplandıktan sonra sual, kitap, mîzan ve iyiliklerle kötülüklerin he­saplanması gibi âhiret hallerini kapsar. Kur’ân-ı Kerîm’de ölçü ve tartıda hile ya­panların âhiretteki acıklı hallerine temas edilirken kıyâmet “bütün insanların rabbü’l-âlemînin huzurunda divan duraca­ğı büyük bir gün” olarak tasvir edilir.[37] Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, sözü edilen âyetleri hatırlatarak kıyâmet gü­nünde güneşin insanlara çok yaklaşa­cağını ve kişilerin amellerine göre to­puklarından boğazlarına kadar yükselen bir ter içinde kalacaklarını belirtmiştir.[38]
Çeşitli âyetlerde âhiret âlemine de vur­gu yapılarak Cenâb-ı Hakk’ın insanların hesabını çabuk göreceği kaydedilmekte­dir.[39]Ancak güvenilir hadis kaynakların­da zikredildiğine göre kıyâmet gününde hesap meydanında toplanma ve hesap öncesi bekleşme uzun sürecek, nihayet insanlar Hz. Âdem’den başlamak üzere Hz. Nûh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ ve Hz.Îsâ’ya başvurup hesabın başlaması için Allah’a niyazda bu­lunmalarını isteyecek, fakat her birinin buna cesaret edemeyeceğini söylemesi üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e başvuracaklar, onun huzûr-i ilâhîdeki duâ ve niyazından son­ra hesap başlayacaktır.[40]
Konuyla ilgili naslardan hesaba çekil­menin sorgulama ile başlayacağı ve ilke olarak sorumluluğun ferdî olacağı anla­şılmaktadır. “Kimse başkasının günah yü­künü taşıyamaz. Kendi yükü ağır gelen kimse onu taşımak için başkasına çağrı­da bulunsa ve o yakını da olsa günahının hiçbir kısmını üstlenemez.”(Fâtır,18) Bununla birlikte başkalarının hak yolun­dan sapmasına sebep olanlar kendi günahlarıyla birlikte saptırdıkları kimselerin günahlarından da sorumlu olacaklardır.[41] Aynı konuyu işleyen hadis rivâyetle­rinde, saptırdıkları kimselerin de günah­larının cezasını görecekleri beyan edilir­ken yanında başkalarının hidayete erme­sine ve iyilik yapmasına vesile olanların bundan mükâfat alacakları da haber ve­rilmektedir.[42]
İnsan ilâhî emaneti taşıyan çok değerli bir varlıktır. Birçok tabiat nesne ve olayı, hayatını sürdürmesi ve arzularını yerine getirmesi için bu değerli varlığın hizme­tine verilmiştir. İnsan, akıl ve şuurla do­natılıp iyiliğe yönelik selim bir fıtrata sa­hip kılınmakla birlikte kendisine ilâhî vah­yin aydınlattığı akla, hikmete ve fıtrata zıt davranışlarda bulunma özgürlüğü de verilmiştir. Bütün bu yetenek ve imkân­larını, bir hadiste de zikredildiği üzere ömrünü, gençliğini, servetini ve ilmini ne­relerde kullanıp harcadığı mutlaka soru­lacaktır.[43] Her mükellef kendi imkânları ve bunlar sayesinde yüklendiği görev çerçevesinde sorguya tâbi tutulacaktır. Hesabın bu derecesine peygamberler de dâhildir.[44]
Kur’ân-ı Kerîm’de hesabın yazılı bir belgeye (kitap) dayandırılarak yapılacağı ve herkesin kendi belgesini inceleyip akı­betini tesbit edebileceği belirtilir.[45] Bunun yanında tartı ve terazi­den, tartıların ağır veya hafif gelmesin­den söz edilir.[46] Kur’an’da, hesap sırasın­da inkârcıların ağızlarına mühür vurulup işledikleri kötülükleri ellerinin haber vere­ceği, ayaklarının da buna tanıklık edece­ği[47] ayrıca Allah düşmanları­nın kulakları, gözleri ve tenlerinin kendi aleyhlerine olmak üzere tanıklıkta bulu­nacağı ifade edildiği göz önünde bulun­durularak yazılı belgenin kişinin fizikî ya­pısında bulunduğunu, tartma işleminin bu çerçevede bir değerlendirme niteliği taşıdığını söylemek mümkündür. Nitekim âlimler bu konuda maddî tasvirler yapmaktan kaçınmıştır. İmam Mâtürîdî, tartı­ların ağır veya hafif gelmesinin hesaba katılabilecek derecede değerli veya hiçbir kıymet ifade etmeyen bâtıl konumunda bulunması mânasına alınmasının daha isabetli olacağını söylemektedir.[48]
“Yüce Allah meleklere şöyle emreder: “O zalim müşrikleri, yoldaşlarını ve Allah’tan başka putlaştırdıkları nesneleri toplayın ve hepsini doğru cehenneme sevk edin! Hem tutuklayın onları, çünkü sorguya çekilecekler!” (Saffât, 22-24) meâlindeki âyetlerle kitapları sağdan verilecek kimselerin hesap vermesinin ko­lay olacağını ifade eden ilâhî beyan [49] kıyâmetteki sorgu ve he­sabın inkârcılar ve zalimler için çetin ge­çeceğini göstermekte, bunun yanında sa­mimi müminler için elem verici bir duru­mun söz konusu olmayacağına işaret et­mektedir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in inceden inceye hesaba çekilecek kimselerin hüsrana uğ­rayacağını söylemesi üzerine Hz. Âişe, İnşikâk sûresindeki âyeti hatırlatarak hesa­bın kolay geçmesinin gerektiği yolunda bir fikir ileri sürmüş, bunun üzerine Rasûl-i Ekrem, “O âyetin bahis konusu etti­ği şey hesap değil arzdır”[50] şeklinde cevap vermiştir. Bu tür nakillerden ha­reketle iman ve iyi davranış sahibi kim­selerin tâbi tutulacağı hesabın genel bir kontrol niteliğinde olacağını söylemek mümkündür. Başta Buhârî ve Müslim ol­mak üzere muhaddisler, hesaba çekilme­den birçok kişinin cennete gireceğini ifa­de eden hadisler nakletmişlerdir.[51] Bu nevi hadisleri sözü edilen arz niteliğindeki kolay hesap kontrolü şeklinde anlamak mümkündür.
5.Cehennem ve Cennet: Kıyâmet hallerinin sonuncusu, ebe­dî saâdet ve ebedî hüsran yeri olarak ta­nıtılan Cennetle Cehennemdir. Bu sonsuz iki mekânı da önümüzdeki sayıda anlatmaya gayret edelim.
(Devam Edecek)

NOT: İnsanlara hidayet olarak indirilen Kur’an’ın nâzil olduğu,  hayır ve bereketin, zafer ve fetihlerin ayı Ramazan-ı Şerif’in İslâm âlemine hayır ve bereketler getirmesini yüce Rabbimizden niyaz ederim.

DİPNOTLAR
[1] Râgıb el-İsfahânî, el-Mûfredât, “kvm” md., Kâhire, 1961; Lisânü’l Arab, “kvm.” md.,
[2] M. Fuâd Abdülbâki, el-Mu’cem, “âhir”, “âhiret” maddeleri, Kâhire, 1950
[3] Bakara 168, 172; Ankebût, 17; Cum’a, 10
[4] Buhârî, “Da’avât”, 30; Müslim, “Zikir”, 10, 13
[5] M. Fuâd Abdülbâkî, el-Mu’cem, “sâat” md
Kıyâmetin ansızın kopacağının Kur’an’da birçok âyette ifade buyrulduğu doğrudur. Ancak dikkat edilecek olursa, bu ayetlerin istisnasız hepsi inkârcılardan bahsetmekte, Kıyâmetin onların üzerine ansızın kopacağı bildirilmektedir. Dolayısıyla Kur’an’ı da, Efendimiz (s.a.v.)’i de inkâr edenler için Kıyâmetin alâmetlerinin herhangi bir anlamı yoktur. Kıyâmet alâmetlerinin anlamı biz müminler içindir. Bu söylediğimizin en büyük delili, yine bizzat Kur’an ayetleridir.
[6] Muham­med, 18
[7] Enbiyâ,  96
[8] Neml, 82
[9] Hz. Îsâ’nın bedeniyle semaya kaldırıldığı, Kıyâmetin arifesinde ise tekrar yeryüzüne ineceği mezkûr alâmetler içerisinde -deliller itibariyle- en muhkem olanıdır. Çünkü nüzûl-ü Îsâ ile alakalı hüküm, hem Kur’ani sarih şahitlere hem de mütevâtir hadislere dayanmaktadır. Aralarında İbn Cerîr et-Taberî, İbn Atıyye el-Endelüsî, Ebu’l-Velîd İbn Rüşd, İbn Kesîr, İbn Hacer el-Askalânî, Şemsüddîn es-Seffârînî, eş-Şevkânî,  el-Âlûsî, Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî, Muhammed b. Ca’fer el-Kettânî, Muhammed Zâhid el-Kevserî,  Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddîk el-Ğumârî, Abdülfettâh Ebû Gudde gibi isimlerin bulunduğu ulema, nüzul-i Îsâ konusundaki rivâyetlerin mütevâtir olduğunu açıkça belirtmişlerdir.
Geniş bilgi için bak: Muhammed İmamoğlu, Âhir Zaman Müslümanına Notlar, ‘Hz. Îsâ’nın Ref’i ve Nüzûlü Haktır’ makâlesi,  s.183-215, İ’tisam yayınları, Ankara, 2015
[10]Kıyâmetin büyük alâmetleri hakkında geniş bilgi için bakınız: Hasan Karakaya, İslam Akaidi, s. 823-882, Beka Yayıncılık, İstanbul, 2011. Ayrıca Ayhan Tekineş,  Ahir Zaman ve Kıyâmet Alametleri, Işık Yayınları, İstanbul,2009; Ayrıca Yusuf el-Vâbil, Kur’an ve Sahih Hadisler Işığında Kıyâmet AlametleriHadis Yayınları.
[11]Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-ekber (çev. Mustafa Öz), İstanbul, 1992, s. 59
[12] Buhârî, Fiten 4-5, 22, 24, Cihat 95, Nikâh 110; Müslim, İlim 8-10; İbn Mace, Fiten 25-36; Tirmîzî, Fiten 35, 42-43. Kıyâmetin küçük alâmetleri hakkında geniş bilgi için bakınız: Hasan Karakaya, İslam Akaidi, s. 882-935
[13] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “svr” maddesi’den naklen Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, ‘Kıyâmet’ maddesi, c.25, s.518, Ankara, 2002
[14] M. F. Abdülbâkî, el-Mu’cem, “sûr” md
[15] Müddessir, 8
[16]  Sûra iki defa üfürüleceğini söyleyen âlimlerin çoğunluğu, Yâsîn sûresinde 49.âyette önce kıyâmetin kopmasını ifade eden korkunç bir ses, arkasından 51. âyette yeniden diriltme ve inşâ için sûra üflenmesi, Zümer sûresi 68.âyette sûra üfürülmesiyle bazı istisnalar hariç bütün canlıların öleceği,  ardından yeniden dirilişi sağlayacak ikinci bir üfürmeden bahsedilmiş olması, Nâziât sûresi 6 ve7. âyetlerde  kâinatı sarsan bir şeyi ikincinin takip edeceğinden söz edilmesiyle istidlâl etmiş, ayrıca muteber hadis kaynaklarında iki üflemeden bahsedilmiş olmasını da göz önünde bulundurmuştur (Buhârî, Tefsîr, 39/4; 78/1; Müslim,  Fiten, 116, 141)
[17] Tirmizî, Tefsir, Tekvir, (859)
[18] Hâkka, 13-16
[19] Tekvîr, 1-6
[20]Kâria, 4-5
[21] Yâ­sîn, 77-79
[22] Mü’min, 57; Nâziât, 27
[23] Rûm, 27; Kâf, 15
[24] Acbü’z-zeneb ile ilgili hadisleri tahlil ettiğimiz zaman, haşr (ikinci yaratılış) ile insanın ana rahmindeki oluşumu arasındaki münasebeti tesbit edebiliriz. Günümüzde tıp ilminin vardığı sonuç şudur: “Sperm ana rahmine düştüğü zaman (ilk oluşum esnasında) ana rahmiyle, insan embriyosu arasında birleştirici bir sap bulunur. Başlangıçta cenin bu sap üzerinde büyür. İşte bu sap, insan embriyosunun kuyruk sokumuna tekabül eden bölgesidir.” Hadis-i şeriflerde acbü’z-zeneb diye ifade edilen kemiğin, yeniden dirilişin çekirdeğini teşkil edeceğini düşünmek mümkündür. Resûl-i Ekrem (sav)’in “hardal tanesine benzettiği ve insan bedeninin çekirdeği” (İmam Ahmed b. Hanbel, El Müsned, İst: 1401, c.3, s. 28) olarak vasıflandırdığı acbü’z-zeneb, insanoğlunun kendine mahsus özelliklerini içinde toplamaktadır. Her insanın parmak izi birbirinden farklı olduğu gibi, acbü’z-zeneb kemiği de farklıdır. Buna genetik şifre isminin verilip verilmeyeceği meselesinde tevakkuf etmekte fayda vardır.
[25] Müsned, II, 322; Buharî, Tefsir, 39/4, 78/1; Müslim, Fiten, 141-143
[26] Buhârî, Tefsir, 39/4; Müslim, Fezâ’il, 3
[27] M. Fuâd Abdülbâkî, el-Mu’cem, “haşr” md.
[28] Âl-i İmrân, 158; En’âm, 51, 72, 128; Sebe’, 40-41
[29] Feth, 4, 7
[30] Buhârî, Rikâk, 45; Müslim, Cennet, 56-58
[31] Buhârî, Rıkak, 45; İbn Mâce, Zühd, 33
[32] Buhârî, Rikâk, 45; Müslim, Cennet, 59
[33] Bakara, 275
[34] İsrâ, 97-99; Tâhâ, 124-127
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.8, s.516-519, Risale Yayınları, İstanbul; İbni Cerir et-Taberî, Taberi Tefsiri, c.5, s.497-498, Hisar Yayınevi
[36] Bu konuda Kur’an şehidi Seyyid Kutub’un ‘Kur’anda Kıyâmet Sahneleri (Ravza Yayınları)’adlı kitabını siz okuyucularımıza tavsiye ederim.
[37] Mutaffifîn, 1-6
[38] Buhârî, Rikak, 47; Müslim, Cennet, 60-62
[39] M. Fuâd Abdülbâki, el-Mu’cem, “serî” md
[40] Buhârî, Tefsir, 17/4; Müslim, Îmân, 322-328
[41] Nahl, 24-25; Ankebût, 12-13
[42] Müslim, İlim, 15-16; Tirmizî, İlim, 16
[43] Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 1
[44] Mâide,109; A’râf, 6
[45] İsrâ, 13-14
[46] A’râf, 8-9; Kâria, 6-8
[47] Yâsîn, 65
[48] Te’vilâtü’l-Kur’ân, vr. 242b-243a’dan naklen Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c.25, s.520, Ankara, 2002
[49] İnşikâk, 7-9
[50] Buhârî, Rikâk, 49; Müslim, Cennet, 79-80
[51] İslam dininde ihlâslı ve samimi olan ibadetlerini de sadece gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ için yapan şirkten ve şirk şüphesi olan her şeyden arınmış olarak Allah’a yönelen ve tevhide bağlı kalan herkes cennet ile mükâfatlandırılacaktır. Yani Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uyanlar cennete girecek insanların özellikleridir. Cennet’e girecek Müslümanların bir kısmının sorgusuz-sualsiz cennete gireceğini ifa­de eden hadisler vardır. Bu meyanda İbn-i Abbas radıyallâhu anhumâ anlatıyor:  “Bir gün Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem yanımıza çıkageldi ve: (Mahşer meydanı gözümün önüne getirildi ve) bütün ümmetler bana gösterildi. Bazı peygamberler vardı ki yanında bir adamla, bazısı iki, bazısı tek başına, bazısı da arkasında ufak bir toplulukla geçiyordu. Sonra büyük bir kalabalık gördüm. Onların benim ümmetim olmasını temenni ettim, fakat ‘Onlar Mûsâ (a.s) ve ümmetidir’ denildi. Sonra, ‘Şu tarafa bak!’ denildi. O tarafa doğru baktığımda âdeta ufku kaplamış bir kalabalık gördüm. Ardından, ‘Şu taraflara, şu taraflara da bak!’ denildi. O tarafa doğru baktığımda aynı onun kadar bir kalabalık gördüm. Sonra bana, ‘İşte onlar senin ümmetindir. Bunlarla birlikte yetmiş bin kişi daha hesapsız cennete girecektir’ denildi. Bu hadisin ardından insanlar dağıldı. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hesapsız cennete girecekler hakkında bir açıklama yapmamıştı. Sahabeler aralarında onların kimler olduğunu konuşmaya başladılar ve: ‘Bizler şirk ortamında (putlara tapılan bir zamanda) doğduk. Fakat Allah ve Rasûlü’ne iman ettik. Onlar olsa olsa bizim çocuklarımız ve torunlarımızdır, dediler.’ Sahabelerin bu şekilde konuşmaları Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaşınca,  ‘Onlar vücutlarını dağlamayan (dövme yaptırmayan), sihir ve büyü ile uğraşmayan, olan olaylardan uğursuzluk çıkarmayan ve yalnızca rablerine tevekkül eden kimselerdir’ buyurdular. Bunun üzerine Ukkâşe b. Muhsin ayağa kalkarak,  ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Benim de o kimselerden olmam için dua et, dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, ‘Sen onlardansın, buyurdular. Bu sefer başka biri kalktı ve Ukkâşe’nin  söylediklerini söyledi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona, ‘Bu hususta Ukkâşe seni geçti’ buyurdular.” (Buhârî, Rikâk, 5; Müslim, İmân, 374; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâmet, 16)


  1. C) KABİR VE BERZAH KELİMELERİNİN LÜGAT VE ISTILÂH ANLAMI:

Türkçe de sıklıkla kullanılan “kabir” kelimesi aslen Arapça bir kelime olup, insanın ölümden sonra defnedildiği yer anlamına gelmektedir.[1] Aslı itibariyle “kabera” kökünden mastar olarak, “kabir” kelimesinin çoğulu “Kubûr”dur. Aynı anlamda “makbera” ve “mekâbir” kelimeleri de kullanılmakta ve Kurân-ı Kerim’de her iki şekilde de geçmektedir.

Kabir kelimesinin Kur’an’daki, yani ıstılâh manası da lügat manasıyla aynıdır ve “insanın öldükten sonra defnedileceği yer” anlamına gelmektedir. Kabir kelimesi, Kur’an’da şu şekillerde geçmektedir: “Çoğunluk olmak iddianız sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz.”(Tekâsür,1-2);  “Şüphe yok ki kıyamet mutlaka gelecektir (kopacaktır). Kabirlerde olanları diriltecek olan Allah’tır.”( Hacc,7); “Sonra onu öldürdü ve kabre gömdürdü.”(Abese, 21)

Ayrıca “cedes çoğulu ecdâs” ve “merkad” kelimeleri de kabirle aynı anlamda kullanılan kelimelerdir.[2] “Nihayet Sûr’a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler. (İşte o zaman:) Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın vaat ettiği şeydir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler! derler.” (Yâsin, 51-52)

Berzah kelimesi ise, lügatte iki şey arasına giren engel, mânia, ayrıcı hudut gibi manalara gelmektedir.[3] Bu anlamıyla ölümle-hayat, âhiret ile dünya arasına giren perde, engel manasına gelir ve kişi ölünce berzah’a girmiş olur. Dolayısıyla onunla dünyaya geri dönme arasında veya Kıyâmet Günü tekrar diriliş arasında engel (berzah) vardır.

Kurân-ı Kerim’de Rahmân sûresinin 20. âyetinde, “O iki denizin arasına (berzah) engel /perde koymuştur; birbirlerine karışmazlar”  ve Furkân sûresinin 53. âyetinde, “Birinin suyu tatlı ve kolay içimli, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıveren ve aralarına bir engel (berzah), aşılmaz bir sınır koyan O’dur.” geçen  Berzah, engel ve ayırıcı anlamında kullanılmıştır.

Bu âyetlerden şunu anlayabiliriz: Bu âyetlerde belirtildiği gibi, iki denizin suyu nasıl iki tarafa da karışmıyor ve geçemiyorsa, insanlar da öldüğü ve Berzah âlemine geçtiği zaman öyle bir engel oluşur ki, bundan sonra ne Âhirete geçebilirler, ne de tekrar dünyaya dönebilirler. İkisinden de engellenmiş ve mahrum bırakılmış olurlar.

Mü’minun sûresinin100. âyetinde : “Onlardan birine ölüm geldiği vakit ‘Rabbim! Beni geri gönder. Umulur ki, terk ettiğim o yerde ve hayatta salih ameller işlerim’ der. Hayır, bu onun söylediği (boş) bir sözdür. Onların arkalarında ise, yeniden dirilecekleri güne kadar bir Berzah (hayatı) vardır.” buyrulmuştur.

Yukarda kaydettiğimiz âyetteki ifadede ise, Berzah kelimesi ıstılâhi anlamda kullanılmıştır. Dolayısıyla ölümle tekrar dirilme / ba’s arasındaki bu âleme “Berzah” ismini veren bizzat Allah Teâlâ’dır. Onun içindir ki, Berzah kelimesi Kur’ânî bir kelimedir. Bu kelime yukarıdaki âyetlerde de, hem lügat manasında hem de ölümden dirilmeye kadar devam eden dünya ile Âhiret arasındaki âlemi ifade eden ıstılâhî manasında kullanılmıştır.

Çoğu zaman Berzah hayatı veya Berzah âlemi için kabir hayatı veya kabir âlemi denilmesi, ölenlerin çoğunun kabre gömülmesinden kaynaklanan bir genellemeden ibarettir. Ölenlerin hepsi kabre gömülemese de, ölen herkes Berzah hayatı ve âlemine girer ve oranın durumlarına ve şartlarına maruz kalır.[4]

Berzah hayatında – her ne kadar ceset de ruhla birlikte azap ya da nimete iştirak ediyorsa da -bazı parçaları hariç- çoğunlukla cesetler çürümüş olup ruhlar baki olduğundan bu âleme “âlem-i ervah” yani ruhlar âlemi ismi de verilmektedir.

Bu âlem, dünya ile Âhiret arasında geçici bir istasyondur. Dünyada Allah’ın rızasına uygun hareket eden insanlar, henüz kabir hayatındayken cennetvâri bir hayat yaşamaya başlayacaklardır. O’na isyanlarla dolu bir hayatın sonunda buraya gelenler ise burada azap ve sıkıntı çekmeye başlayacaklardır.[5]

 Kabir/berzah âlemi, Kur’ân’da müphem olarak yer almış olup sünnette açıklığa kavuşturulan bir meseledir. Bazı âyetlerin delalet ettiği kabir suâli, kabir azabı ve nimeti hususları Hz. Peygamber (sav) tarafından izah edilmiştir. İnsan zihnini meşgul eden bu önemli konunun Hz. Peygamber’in sünnetinde vuzuha kavuşması hem Kur’ân’ın beyanı açısından hem de sünnetin itikat alanındaki değeri açısından önemlidir. Kur’ân ayetlerinde işaret edilen ve Hz. Peygamber’in hadislerinde bildirilen kabir hayatı, inanılması vacip olan gaybî konulardandır.[6]

  1. D) KABİR SUÂLİ

Kabir suâlinin varlığına pek çok sahih hadis, haber ve icma delâlet etmektedir. Bu konuda pek çok hadis ve haber gelmiştir olup, bunlar mana bakımından birbirini tamamlamaktadırlar. Kabir suâli hakkında gelen hadisler tek tek tevatür derecesine ulaşmamakla beraber, ashap­tan pek çok kimse kabir suâlinin varlığına delalet eden hadisler rivayet ettikleri için, manâ yönünden mütevatirdirler. Bu sebeple kabul etmek ve olacağına inanmak gerekir.
Net bir şekilde kabir suâlini beyân eden âyet yoktur.Ancak buna işaret eden âyet vardır. Kur’an-ı Kerim’deki : “Allah, iman edenlere dünya hayatında da âhirette de o sabit sözde daima sebat ihsan eder. Allah, zâlimleri (kâfirleri) şaşırtır, Allah ne dilerse onu yapar.” (İbrahim, 27) âyeti ka­bir suâline açıkça delâlet etmektedir. Nitekim İbn Abbas’ın, bu âyetin mü’minlerin kabirde sorguya çekileceklerine delil olduğunu söylediği rivayet edilmiştir.[7]

Ebû Hureyre’den nakledilen ve Müslim’in Sahihi ile Ebu Davud’un Süneni’nde yer alan bir hadiste Hz. Peygamber (sav), İbrahim sûresinin 27. âyetini okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır: “Bu, ona kabrinde, “Rabbin kim? Dinin ne? Peygamberin kim?’ denilip de onun: ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, Peygamberim de Muhammed (s.a.s.) dir. Bize Yüce Allah katından açık deliller getirdi, ben de ona iman ettim ve onu tasdik ettim,’ dediği zamandır.” [8]

Abdullah b. Mes’ud da: “Size bir hadis söylediğimiz zaman mutlaka Kitap’tan (Kur’an-ı Kerim’den) onu doğrulayan bir şey getiririz. Müslüman kabrine konduğunda oturtulur ve kendisine şöyle denir: “Rabbin kim? Dinin ne? Nebin Kim?” Allah onu sabit söz üzere tespit eder ve (kul) şöyle der: “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim de Muhammed Aleyhisselamdır.” Bunun üzerine onun kabri genişletilir ve hoşça kokulanır.” der ve ardından İbrahim sûresinin  27. âyetini okur.[9] Demek ki, Abdullah b. Mes’ud bu âyeti kabir suâline ve bu suâlde mü’minin doğru cevap verişine delil olarak getirmiştir.
Ebû Katâde el-Ensârî[10], kabirde sorulacak suâlleri ve mü’minle kâfirin vereceği cevaplan zikrettikten, her birine sorgulanmalarını müteakip makamlarının gösterileceğini anlattıktan sonra İbrahim sûresinin 27. âyetini okuyup,  dünya hayatındaki tesbitten kasıt, dünyada Kelime-i Tevhidi söylemesidir; âhirettekinden kasıt ise, ka­brinde sorguya çekilişi esnasında doğru cevap vermesidir, diye tefsir etmiştir.[11]
Hülasa, bu âyet-i kerimedeki “sabit söz” den kasıt, Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehâdet; “ahiret” den kasıt da kabirdir ve kabir sorgusu esnasında mü’minin aynen dünyadaki gibi Kelime-i Tevhidi söylemesidir. Kelime-i Tevhidi dünyada kalplerine yerleştirenler, kabirdeki sorgu esnasında, Allah’ın da yardımıyla, şaşırmazlar ve dosdoğru, inandıkları gibi söylerler. Ama bu iman kalplerinde kökleşmemiş olanlar orada şüpheye düşer ve cevap veremezler. [12]
Buhârî, Müslim, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettikleri hadiste, kabre konulan ölüye, iki meleğin gelip Rabbi’nin ve peygamberinin kim olduğu hakkında soru soracakları anlatılır, fakat meleklerin adından söz edilmez. Yalnız Tirmizî’nin  rivâyet ettiği ve garip olarak nitelediği hadiste bu meleklerin, birinin Münker, diğerinin Nekir adlı iki siyah melek oldukları belirtilmiştir.

Ebu Hureyre’nin (ra) anlattığına göre Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ölü (ya da sizden biriniz) defnedildiği zaman ona siyah ve mavi gözlü –ki bunlardan birisine Münker diğerine Nekir denir- iki melek gelir ve derler ki: ‘Bu adam hakkında ne derdin’? Bunun üzerine o kimse (ölmeden önce) söylediğini aynen söyler ve: ‘O, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür. Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir’ der. Melekler: “Biz senin bunu söylediğini biliyorduk.” derler ve kabri yetmiş arşın kare genişletilerek içi nurla doldurulur ve ona “uyu” denir. O kimse: ‘Aileme döneyim ve onlara haber vereyim mi’ der. Bunun üzerine onlar: ‘Uyu! Düğün gecesinde güveyin uyuduğu gibi uyu! Çünkü onu uykusundan ancak ailesinden en çok sevdiği kimse uyandırır’ derler. O kişi, Allah onu o yatağından mahşere kaldırıncaya kadar (rahat rahat) uyur. Eğer o kimse münafık ise (soruya): “İnsanların (ona peygamber) dediklerini işittim ve ben de aynı şeyi söyledim, (doğru mudur) bilmiyorum” diye cevap verir. Melekler: ‘Biz senin bunu söylediğini biliyorduk’ derler. Ardından toprağa: ‘Çullan onun üzerine’ denilir. Toprak onun üzerine çullanır; (bu sıkma neticesinde) kaburga kemikleri birbirine geçer. Allah onu
yattığı yerden kaldırıncaya (mahşer için diriltinceye) kadar kabrinde azab görmeye devam eder.”[13]

Hz. Osman diyor ki:  “Resulullah (sav) ölüyü defnetme işini bitirince kabrin yanında durup şöyle derdi: ‘Kardeşiniz için istiğfar edin (Allah’tan affını isteyin) ve (imanda) sebat göstermesi için (Allah’a) niyazda bulunun. Çünkü şu anda o sorguya çekilmektedir.’[14]

Hz. Osman’ın kölesi Hâni şöyle demiştir: Hz. Osman bir kabirde durduğunda sakalı ıslanacak (ıslanıncaya) kadar ağlardı. Kendisine “Cennet ve cehennemden söz ettiğin zaman ağlamıyorsun. Bundan dolayı mı (kabirden söz ettiğin zaman mı) ağlıyorsun? denildiğinde O, Hz. Peygamber’in (sav) şöyle buyurduğunu naklederdi: “ Kabir ahiret konaklarının ilkidir. Orada kurtulana ondan sonrası daha kolaydır. Orada kurtulamayana (başaramayana) ise, ondan sonrası daha da zordur.”[15]

Yine O, Allah Rasülü (sav) şöyle buyurdu dedi: “Hangi manzara ile karşılaştımsa, kabri ondan daha korkunç buldum.”[16]

Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kul kabrine konulup arkadaşları geri dönünce, arkadaşlarının ayak seslerini işitir. Ve ona iki melek gelir, onu oturturlar ve kendisine: “Şu Muhammed (s.a.s.) denilen kimse hakkında ne diyordun?’ diye sorarlar. (Mü’min olan kimse): “Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet ederim.” der. O zaman sorgu melekleri o mü’mine şöyle derler: “Cehennem’deki yerine bak. Allah onu senin için Cennet’ten bir yerle değiştirdi.” Bundan sonra Peygamber (s.a.s.) buyurdu ki: ‘Ölen kimse, hem Cennet’teki yerini hem de Cehennem’deki yerini beraber görür.” Münafık veya kâfir olan kimseye gelince: (Meleklerin sorularına):“Bilmiyorum; ben O’nun hakkında insanların dedikleri şeyi diyordum” der. Bunun üzerine o kimseye şöyle derler: “Ne anladın ne de (O’na) uydun.” Sonra demirden bir tokmakla (kamçıyla) kulaklarının arasına (ense köküne) öyle bir vurulur ve o öyle bir feryat eder ki, onun sesini insan ve cinlerden başka bütün varlıklar duyar.”[17]

Kabir suâli hakkında Bera b. Azib, Carir b. Abdillah, Enes b. Mâlik ve Esma bt. Ebû Bekr başta olmak üzere, yirmiden çok sahabeden değişik lafızlarla hadisler rivâyet edilmiştir.

Sonuç olarak, “âyetlerde işaret olunan, rivayetlerde açıkça anlatılan ve olmasında aklın hiçbir imkânsızlık görmediği kabir sualinin olacağına inanmak, âhirete imana dâhildir” diyebiliriz. Ahiretin varlığına inanan bir insan, âhiretin ilk durağı olan kabir hallerine de inanmalıdır. Nitekim İmam Kurtubî bu hususta şunları söylemektedir: “Allâh Teâlâ, ölen her mükellef kulu, kendisine sorulan soruları anlayıp cevaplandıracak şekilde aklını vererek, kabir nimet ve azâbını tadacak sekilde hayatını ona iade ederek diriltir. Haberler bu şekilde gelmiş, ashâb ve tabiûn da bu itikad üzere olmuştur. Kabir hayatı ve fitnesine haberlerde geldiği şekilde iman etmek ve Peygamber’i (s.a.s.) tasdik etmek vaciptir.”[18]

İbnul Kayyım El-Cevziyye ise, Kitâbu’r-Rûh adlı kitabında kabir hayatıyla ilgili olarak şunları kaydetmektedir: “Yüce Allah, üç tane ‘dâr’ yaratmıştır. Dâr-ı Dünya, Dâr-ı Berzah, Dâr-ı Karâr. Ayrıca her dârla ilgili bir takım hükümler koymuştur. İnsanoğlunu, beden ve nefisten mürekkep yaratarak dünya ile ilgili hükümleri, dil ve uzuvlardan – nefsin isteklerine karşı da olsa –meydana gelen fiillere göre ayarlamıştır. Berzah’la ilgili hükümlerse, bedenlere uyan ruhlaradır. Dünyadayken nasıl ki ruhlar bedenlere uyarak, bedenlerin sevinciyle sevinmiş elemiyle üzülmüşse, aynı şekilde Berzah’ta da nimet ve azâba muhatap olan, nimet ve azâb sebeplerini hazırlayan ruhlara bedenler uyarak, nimet ve azapta müşterek olurlar. Bu takdirde Berzah’ta nimet veya azap içinde olan ruhlardır.

Bedenler zâhirdir ama ruhlar hafîdir. Beden bir mânâda ruhun kabridir. Berzah’ta ise, ruhlar bedenlerin kabri olmakta bu nedenle de Berzahla ilgili hükümler direk ruha uygulanmakta, nimet veya azap ruha geçmektedir. Bu hususu iyice anlayarak içten ve dıştan gelen şüphelerini böylece gidermen gerekmektedir. Yüce Allah’tan, dünya hayatında bize misaller göstermesi için, lütfuyla, rahmeti ve hidayetiyle dua ettik. O’ da, uykudaki kişiyi bize hatırlattı. Uykudaki sevinme ve üzülme hakikatte ruha yöneliktir, bedense ruha tabiidir. Rüyada etkilenme o kadar belirginleşir ki, beden de bunu hisseder; rüyasında yediği dayaktan dolayı bağırır, yaranın izi vücudunda görülebilir. Bazen de yediği içtiği şeyin tadını ağzında duyar, açlık ve susuzluğunu giderebilir.  Bundan daha garibi, rüyasında ayağa kalkar, birini döver, birini yakalar ya da kendini savunur. Oysa ki, uykudaki kişi şuursuzdur, normalde bunları yapamaz. Yani burada ruha yapılan bir isleme, hariçten beden de iştirak eder. Bilfiil bedenin ruha yapılan işlemlere rüyada katılması durumunda, beden uyanır ve hisseder.

Ruh acı çeker veya sevinir; bu durum da ruha uymakla bedene geçince Berzah’ta bu daha belirgin olur. Çünkü Berzah’ta ruh, bedenden -uykuya nisbetle- daha da uzaktır. Bedenle ilgisi olmakla birlikte, ondan tamamen irtibatını kesmez. Haşir günü gelip insanlar kabirlerinden kalkınca, azap ya da nimet ebedi olarak hem ruha hem bedene birden uygulanır. Dolayısıyla Rasûlullâh’ın (s.a.s.), kabir hayatıyla ilgili olarak verdiği haberlerin akla uygun ve hepsinin gerçek olduğu açık bir şekilde belli olur.

Bundan daha garibi de, aynı yatakta yatan iki kişinin durumudur. Birinin ruhu nimetler içinde olur ve uyandığında bu ferahlığı bedenine vurur. Diğerinin de ruhu azaplar içinde olur ve uyandığında bu azâbın korkusunu bedeninde hisseder. Önemli nokta, birbirlerinin ne yaptığının farkına varmamalarıdır. Rüyada bu kadar garip olaylar olabiliyorsa, Berzah’ta daha acayibinin olması normaldir.”[19]

Yeri gelmişken birkaç cümle ile bedenden ayrılan ruhun yeri konusunu ele alalım: Bedenden ayrılan ruhun yeri konusu gayb ile ilgili bir konudur. Bu konuda başvurulacak bilgi kaynakları ise Kur’an ve Sünnettir. Ruhun yeri neresidir? Gökte midir, yerde midir? Cennette mi yoksa Cehennem’de midir? Azap mı görmekte, mükâfat mı görmekte, bir başkasının bedenine mi girmekte? gibi sorular insan zihnini hep meşgul etmiştir. Bütün bu sorulara İslam âlimleri cevap aramışlar ve özetle şu sonuçlara ulaşmışlardır: Ebu Hureyre ve Abdullah b. Ömer’e göre şehid olsun, olmasın işledikleri büyük bir günah veya üzerlerinde kalan borç kendilerini alıkoymamışsa, bütün müminlerin ruhları Cennette, Allah katındadırlar. Mücâhid’e ve İslâm âlimlerinin bazılarına göre, ruhlar Cennet’in içinde değil, kapısının önündedirler. Onlara Cennet’in kokusu, nimeti ve rızkı gelir. Bazı âlimlere göre de ruhlar, kabirlerinin çevresinde bulunurlar. İmam Ahmed b. Hanbel’e göre, şehit olsun olmasın müminlerin ruhları Cennet’e, kâfirlerin ruhları da Cehennem’e gider. Bazı âlimlere göre, müminlerin ruhları yedinci kat semadaki illiyyûn(yüceler) de, kâfirlerin ruhları ise yedinci kat arzda (yerde), İblis ordusunun altındaki Siccîn’dedir.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Peygamberlerin, şehitlerin, müminlerden itaatkâr olanların ruhları cennettedir. Müminlerden asi olanların ruhları sema ve arz arasındadır. Kâfirlerin ruhları ise, yedi kat göğün altındaki Siccîn’dedir.

İslâm ümmeti içerisindeki genel kanaat ölümden sonra kabirde ruhun tekrar bedene döneceği, sorgulamanın ve azab ile nimetin ruh-beden bütünlüğüne yönelik olacağı şeklindedir. Çünkü ruh-beden ayrılığı, hayatın olmaması anlamına gelir. Hâlbuki kabirde bir hayat vardır ve bu da ancak ruhun beden ile irtibatı şeklinde. Ruh her ne kadar bedenden ayrılmış, ondan soyutlanmış ise de hiçbir şekilde onunla bir irtibatı bulunmayacak surette ondan ayrılmaz.[20]

Ölüye nasıl suâl sorulacağı ve ölünün nasıl cevap verebileceği hususu ve bilhassa çeşitli şekillerde ölüp ce­sedi dahi ortada mevcut olmayanların ne şekilde sorgu­ya çekilecekleri mevzuu, bizim maddi ölçüler ve duyula­rımızla algılayıp izah edemeyeceğimiz konulardandır. Yani bunlar bize göre gaybî, gizli ve saklı konulardandır ki, duyularımızla idrak sahamıza girmeyen bu gibi konular­da, ancak nakli deliller doğruyu gösterir. Naklî delille ha­ber verilen hususların nasıl olacağı veya olabileceği akla gelirse o zaman da Allah’ın güç ve kudretinin her şeye şâmil olduğunu düşünmekle, mümkün olan, olması imkânsız olmayan her şeyi yaratmaya Allah’ın muktedir olduğunu hatıra getirmekle problem çözülür.

Buraya kadar “kabir sualinin varlığı”, “kabirde sual soracak melekler”, “sorulacak sorular” ve “kabir sualinin zamanı” gibi sorulara cevap aradık. Son olarak kabir suâlinden muaf olacaklar var mıdır? Buna dâir mülahazalarımızı serdedelim:

Ehl-i Sünnet âlimleri, –Allah’ın (cc) müstesna kıldıkları hariç- ölümünden sonra her insanın berzah âleminde sorguya çekileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu insan, ister mezara defnedilmiş, isterse defnedilmemiş olsun, ister normal yolla ölsün, isterse yakılmış, asılmış, boğulmuş ya da terkedilmiş olsun. Yahut mumyalanıp, ilaçlanıp insanların gözü önünde bulundurulsun. Her ölüye mutlaka sual vardır.[21]

Hadis-i şeriflere göre “şehitler[22], murabıtlar (nöbet tutanlar) kabir sualinden muaf olacaktır. Bu duruma işaret eden birçok rivayet mevcuttur. Ashâb-ı Kiramdan birisinin Hz. Peygamber’e (sav) şöyle dediği haber verilmektedir: “Ey Allah’ın Resulü! Ne oluyor da şehitlerden başka müminlerin hepsi kabirlerinde sorguya çekiliyorlar? (Niçin şehitlere kabir suali yoktur?) Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Onların başı üstünde kılıçların parıltısı, (onlara) imtihan olarak yeter.”[23]

Bu rivayetten anlaşıldığına göre Hz. Peygamber (sav) şehitlerin kabir sualinden muaf olduğunu gerekçesiyle birlikte açıklamıştır.

Bir de Allah yolunda murabıt olanların kabir sualinden muaf olduğunu anlatan rivayet şu şekildedir: Selman-ı Fârisî (ra) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber’i (sav) şöyle derken işittim” : “Allah yolunda bir gün, bir gece nöbet tutmak, bir ay (nafile) oruç tutmak ve namaz kılmaktan daha hayırlıdır. Eğer bu esnada (nöbet tutan o kimse) ölürse, dünyada iken yaptığı ameli (yazılmaya) devam eder ve (şehitlerin cennette rızıklandırıldığı gibi) rızıklandırılır ve fettandan (kabirde sorguya çeken iki meleğin sorgulamasından) emin olur.”[24]

  1. E) KABİR AZÂBI:
Şer’î nasslar[25], farklı veçhelerden kategorize edilmektedir. Bu farklı yönleri dolayısıyla müsâvî olmaları imkân dâhilinde değildir. En basitinden nasslar; itikâd, muâmelât ve ahlâka müteallik olmak üzere üç kısma ayrılabilir. Bunlar da kendi aralarında bölümlere ayrılırlar ve birbirlerinden farklı mülâhaza edilirler. Kabir hayatına dair konumuz gereği, onun üst şemsiyesi olan itikâd kategorisi de kendi içerisinde -klasik eserler göz önüne alındığında usûlü’s-selâse diye adlandırılan- üç kısma ayrıldığı görülecektir. Bunlar, ilâhiyyât, nübüvvât ve sem’iyyât bahisleri olarak adlandırılırlar. Bu tasnife göre kabir konusu da sem’iyyât bahislerinde ele alınan bir konudur. Çünkü sem’iyyât konuları tamamen sahih nakle dayanan bir alandır. Bu açıdan da baktığımızda itikâdî meseleleri, aklın müdâhil olduğu ya da sırf nakle dayalı ve aklın bir fonksiyonunun olmadığı iki alan olarak ele almış oluyoruz. Yani bu alan daha çok gayba dair bilgilerin işlendiği bir alandır. Dolayısıyla itikâd alanı, aklın bir nass olmaksızın şu veya bu şekilde olmalı ya da olmamalı diye kendiliğinden bir yargıda bulunamayacağı bir sahadır.[26]
Böyle bir girişten sonra kabir azâbı meselesinin nasslar içerisinde nerde durduğunu görmüş olduk. Şimdi de nassların karşısında ümmetin durumunu ele alırsak iki şekilde gruplandırma yapabiliriz. Nasslar karşısında ümmet ya ittifak ya da ihtilâf halindedir. İttifak edilen mesele sayısı ihtilâf edilenlere nazaran oldukça azdır. Ancak kabir azâbının olduğu hakikati, açık Kur’ânî bir delile dayanmamasına rağmen Hâricîler, bir kısmı hariç Mûtezîle ve yine bir kısım Şiî anlayışın tersine Müslümanların büyük oranda fikir birliği ettiği bir konudur.[27]
Böylesine üzerinde uzlaşma sağlanmış bir meselenin son zamanlarda tartışmaya açıldığına, kitaplar yazıldığına ve imkânsızlığı konusunda konuşmalar yapıldığına şahit olmaktayız. Bilhassa kendi hevâi fikirlerini “indirilen din” ve Ehl-i Sünnet’in mûteber görüşlerini ise “uydurulan din” diye lanse eden bazı modernist ilâhiyatçıların adeta Kur’an’ın hakkındaki son söz sanki yeryüzünde onlara bırakılmış ve bu konuda Allah’tan kendilerine “vahy” inmiş gibi, kesin inançla Kabir azâbını reddetmelerine iki örnek verelim:
“Kur’an’a göre hayat, dünya ve ahiret olmak üzere iki çeşit olduğu için azap da dünya ve ahirette olmak üzere iki çeşittir. Ölülere hiçbir şey işittirilmeyeceği ve onlardan hiçbir şey duyulamayacağı Kur’an’da açıkça ortaya konulmuştur. Buna rağmen, geçmiş kültürlerin etkisinde oluştuğunu düşündüğümüz ve güvenilirlikleri son derece problemli olan rivâyetleri esas alarak, ölmüş insanların kabirde cezalandırılmasına ya da ödüllendirilmesine inanmak Kur’an’a uygun bir kabul değildir.”[28]
“Kabir Azâbı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur’an’dan bazı âyetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azâbının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azâbı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azâbı iman veya inkârın konusu değildir.”[29]
Şimdi biz burada kabir azâbı hakkında genel bilgi verip; bu konuda âyet ve hadisleri nakledeceğiz:
Kabir azâbından kasıt, ölümden sonra başlayıp kıyamete kadar sürecek olan devredeki azaptır. İsterse bu azâbı çeken bir kabre defnedilmemiş olsun, yine de ka­birde çekeceği azap varsa o azapla mutlaka karşılaşa­caktır. Aslında berzah hayatındaki azap, nimet ve suâlin kabre izafe edilerek “kabir suâli, azâbı ve nimeti” denilme­si, tağlib yoluyla, yani ölenlerin çoğunun kabre konul­ması sebebiyledir. Yoksa bunların, illa da kabirde olacak­ları manasına değildir. Öyle olsaydı, çeşitli sebeplerle kabre konmayanların kabirdeki azaptan kurtulmaları ger­ekirdi. Hâlbuki Allah ve Rasûlü, herkesin ölümle kıyâmet arasında “berzah” denilen bir yerde kalacaklarını ve orada suâl, nimet ve azaptan bazı şeyler idrak edeceklerini ha­ber vermişlerdir.
Allah Teâlâ, insanları günâhlarından temizlemek için bir takım imtihanlar ve hastalık devaları hazırla­mıştır. Dünyada iken günâhlarından tamamen temizlen­memiş olanlar, berzah âleminde, orada da temizlenemezlerse, yani orada çektikleri azap onlar bütün günah­larından temizlemeye yetmezse, dâr-ı mevkıfte (mahşerde), orada da temizlenemezlerse Cehennem’de temizlenirler. Böylece tamamen temizlendikten sonra tertemiz olarak Cennete girerler. Çünkü orası temizlerin yeridir. Dünyada iken hiç iman ve itaat etmemiş olanlara ise, berzahtaki ve mahşerdeki temizlik (azap) kâfi gelmez ve bunlar Cehen­nem’de ebedî kalmak suretiyle azaplanırlar.[30]
Buna göre kabirdeki azap, ya da nimet, kişinin, dünyadaki durumuna göre olacaktır. Gerek âyetlerde, ge­rekse bu husustaki haber ve eserlerde, en çok kabir azâbından söz edilmiştir. Bunun sebebi, kabirdekilerin çoğunun kâfir ve âsîler olması sebebiyle, kabirde en çok vuku bulacak şeyin azap olması olabileceği gibi, Cürcânî’nin Mevâkıf Şerhi’nde: “Kabir azâbı is­patlanınca, kabirde dirilme ve sorgulama da sabit olur. Çünkü kabir azâbını kabul edenler, bunları da kabul ederler…”[31] sözüyle ifade ettiği, azap kabul edilince diğerlerinin de kabul edileceği gerçeği de olabilir. Çünkü bir şeyin bir cüz’ünü, parçasını kabul etmek, onun kül (bütün) halinde var olduğunu kabul etmek demektir. Ka­bir azâbı kabul edilince, herkesin azap göreceği iddia edil­emez. Mecburen azâbın zıddı olan nimetin de kabulünü mantık gerektirir. Aksi halde azâba müstahak olmayan­ların durumunun ne olacağı sorusu cevapsız kalır.

Bu sebepledir ki, ileride izah edileceği üzere, kabir azâbını kabul edenler suâl ve nimeti de ikrar etmişler, ka­bir azâbını imkânsız görüp kabul etmeyen ve bu hususta­ki nass’ları türlü şekillerde te’vil edenler, kabirdeki diğer ahvâli de inkâr etmişlerdir.
1- Kabirde Azâbın Olacağına Dair Deliller:
Kur’an âyetlerinden ve hadis-i şeriflerden kabir azâbı ve nimetinin hak olduğuna kesinlikle delâlet eden­ler bulunduğu için, kabirde nimet ve azâbın olacağına inanmak gereklidir. Ehl-i Sünnet âlimleri, kitap ve sünnette kabir azâbına apaçık delâlet eden nasslar bulun­duğundan, “Kâfirlerin ve bir kısım âsi müminlerin kabirde azap edilmeleri; itaatkâr olanların ise kabirde nimetlenmeleri… sem’î delillerle sabit olmuş olan gerçeklerdendir.” demişlerdir.[32]
Akıl ve müşahede (gözlem) yoluyla bilinme imkânı olmayan ve ancak sem’î delillerle, Allah Teâlâ’nın ve Rasûlullah Aleyhisselâm’ın haber vermesi ve bildirmesiyle -sadece on­ların bildirdiği kadarıyla- bilinebilen gaybî hakikatlerden olan kabir azâbına, Kur’an âyetlerinden bazıları açıkça delâlet etmekte, bazıları ise işaret etmektedir.
Kur’an-ı Kerim de öncelikle iyilerle kötülere, ha­yatlarında ve ölümlerinde yapılacak muamelenin bir ol­mayacağını bildirerek Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yoksa o kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini iman edip sâlih ameller işleyenler gibi yapacağız, hayat ve ölümlerini bir tutacağız mı sandılar? Ne fena hüküm veriyorlar. Hâlbuki Allah, gökleri ve yeri adaletle ya­rattı (zulüm olsun diye değil). Hem de herkese ka­zandığının karşılığı verilmek için (yarattı). Onlara asla haksızlık edilmez.”[33]
Bu âyetler, adı geçen iki fırkanın ölümde ve berzah­ta eşit olmayacaklarına delâlet eder. Allah herkese ameli­nin karşılığını vereceğine göre ve bu iki fırka ölümde ve sonrasında eşit olmayınca günah işleyenlerin -ki şirk ve küfür de bir günahtır ve günahların en büyüğüdür- azap­ta, iman edip sâlih ameller işleyenlerin de nimet içinde ol­maları gerekir. İşte bu, kabir azâbı ve nimetidir.[34]
İşte bu azap ve nimet, yukarıda izah edildiği gibi, ölüm anındaki müjde ve azapla ve kişiye makamının gösterilişi ile başlamaktadır. Çünkü meleklerin, ölümü anında kâfirleri azarlamaları ve onlara vurmaları[35] bir nevi azaptır. Aynı şekilde sâlih mü’minlere rıfk ile muamele et­meleri ve âhiretteki makamlarıyla müjdelemeleri de bir ni­mettir.
Allah Teâlâ, Fir’avn (m.ö. 14. asır) ve hanedanının fena hallerini beyân ederek şöyle buyuruyor: “Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arz edilecekler. Kıyamet koptuğu gün de: Fir’avn ve kavmini en şiddetli azâba sokun, denile­cektir.”[36]
Bu âyet-i kerimede bildirilen sabah ve akşam ateşe arzedilişin kabir âleminde olacağını müfessirler bey­an etmişler[37] ve  Ebu’l-Hasen el-Eş’arî[38], Ebu’l-Mu’in en-Nesefî[39], İmam Gazzâlî[40], Taftazânî[41] ve Seyyid Şerif el-Cürcâni[42] başta olmak üzere pek çok âlim bu âyetin açıkça kabir azâbına delâlet ettiğini belirterek, eserlerinde delil olarak kul­lanmışlardır.
Âyet-i Kerimenin sonunda onların kıyamet günü bundan daha şiddetli azâba konulmalarının emredileceği haber veriliyor ki, bununla akşam-sabah arzedildikleri azâbın kıyamet günündeki azaptan önce ve başka bir azap olduğu anlaşılıyor. Bu da ölümlerinden sonra ve kıyametteki Cehennem azâbından önce olacağına göre, kabir azâbından başkası olamaz.[43] Çünkü ölüm ile haşir arasında kabir âleminden başka bir âlem yoktur. Kabir azâbı, Cehennem azâbına nisbetle daha ehven olacağı için, âyetin sonunda ifade edilen şiddetli azapla Cehennem’deki ebedi azâbın kastedildiği açıktır. Nitekim bu âyette bildirilen ateşe arz olunmanın kabirde olacağı hu­susunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Ve âyet açıkça delalet ettiği için, kabir azâbını inkâr edenin kâfir olacağını belirtmişlerdir.[44]
Buhârî’nin İbn Ömer’den rivâyet ettiği bir hadis-i şerifinde Rasûlullah Aleyhisselâm, kabirdekilere her gün sabah akşam Cennet veya Cehnennem’deki yerlerinin arzedileceğini, kendilerine yerlerinin arzedilmediği bir gün bile geçmeyeceğini haber vermiştir.[45] Bu hadis-i şerif, yu­karıdaki âyeti te’yid ve tefsir ettiği gibi, nimet ehlinin ve sâlihlerin durumunu bildiren âyetleri de tefsir etmektedir. Çünkü her gün iki defa kişiye âhiretteki azâbının arzedilmesi en büyük azap, Cennet’teki makamının arzedilişinin vereceği sevinç ve neşe de büyük bir nimettir.
Allah Teâlâ’nın, Nuh kavminin durumunu beyân ederek buyurduğu: ” Onlar, su da boğuldular ve ateşe atıldılar.” (Nûh, 25) âyeti de kabir azâbının olacağına delildir. Çünkü âyette geçen “fe”, ta’kib içindir ve ateşe girişin, boğulmanın hemen akabinde olduğunu gösterir.[46] Bu da ancak dünyada olur. Çünkü boğulma fii­li dünyada gerçekleşmiş ve ateşe sokulmaları da hemen boğulmalarını takip etmiştir. Bu âyet-i kerime, ölümle­rinden hemen sonra bazı insanların kabir azâbına tutu­lacağına delâlet ediyor.[47]
Burada şöyle bir itiraz yapılabilir: “Bu âyetteki ‘fe’ boğulma ve ateşe girdirilmenin zaman itibariyle hemen arka arkaya olmalarını gerektirmez. Bilakis azâba, yani nâr’a girdirilişleri mahşerde olabilir. Bunun bir benzeri de Bakara Suresi’nde: “Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki siz, ölü idiniz. O, sizi diriltti.”(Bakara, 28) âyetidir. Orada da insanların diriltilmeleri için fe-i ta’kibiyye kullanılmıştır. Hâlbuki bütün insanlar bir anda diriltilmediler. Ruhlar âlemindeki yaratılışları ile cisimler âleminde hayat bulmaları arasında uzun müddet geçmesine rağmen, bu iki durumu ifade ederken, ‘fe’ kul­lanılmıştır. Yukarıdaki âyette de durum böyledir ve âyet kabir azâbına delil olmaz.”
Bu itirazı, şöyle cevaplandırabiliriz: Önce şunu belirtmeliyiz ki, “emvât” kelimesi, eti, kemiği, kanı, derisi, yani cismi bir varlığı olan ölüye tabir edilir. Binâenaleyh buradaki ‘emvât’dan kasıt, insanın rahimde teşekkül edip de henüz canlanmadan önceki halidir. Ve rahimdeki teşekkülün ardından hemen Cenâbı Hakk onu hayata kavuşturduğu için fe-i ta’kibiyye kulalnılmıştır. O halde, Bakara Sûresi’ndeki bu âyet misâl gösterilerek yapılan bu itiraz yersizdir ve bu âyet, itirazcı için değil, kabir azâbını tasdik eden bizler için delildir. Nasıl ki insanın, rahimde teşekkülü tamamlanır tamamlanmaz, hayata kavuşturul­ması fe-i ta’kibiyye ile ifade edilmiştir, aynı şekilde Nuh Kavmi’nden Hz. Nuh’a inanmayanlar da boğulur boğulmaz hemen ateşe atılmışlardır ve kabirlerinde azap çekmektedirler.[48]
Münafıklar hakkında inmiş olan Tevbe Sûresin­deki: “Çevrenizdeki bedevilerden ve Medine halkından bir takım münafıklar vardır ki, onlar nifak yapmaya alışmışlardır. Sen onları bilmezsin. Onları biz biliriz. Biz onları iki defa azaplandıracağız. Sonra da büyük bir azâba döndürüleceklerdir.”( Tevbe,101) âyeti de kabir azâbının olacağına delâlet etmektedir. Nitekim İmam A’zam Ebu Hanife: “Kabir azâbını bilemem diyen kişi helak olmuş Cehmiyye gibi olur. Böyle bir durumda, Allah’ın (celle celâluhu) kabir azâbını belirttiği ‘Kendilerine iki defa azap edeceğiz.’(Tevbe,101) ve “Zulmedenlere, şüphesiz, bundan başka da azap vardır.”(Tûr,47) meâlindeki âyetlerini inkâr etmiş olur. Ben âyete inanıyorum, ama tefsir ve teviline inanmıyorum, derse de kâfir olur. Zîrâ Kur’ân’da, tevili tenzilinin aynı olan âyetler vardır ki bunu kim inkâr ederse o kâfir olur.” [49] demektedir.
İmam Mâturîdî[50] İmam Ebu’l-Hasen el-Eş’arî [51] başta olmak üzere pek çok müellif de, bu âyet-i kerimenin kabir azâbına delâlet ettiğini belirterek eserle­rinde kabir azâbının delilleri arasında zikretmişlerdir. Çünkü tefsircilerin açıklamalarına göre, âyetteki “…Sonra büyük bir azâba atılırlar.” cümlesi, daha önce geçen iki azâbın, Cehennem azâbından önce olduğuna delâlet eder.
Bu iki azâbın Cehennem azâbından önce ve iki azaptan birinin dünyada, birinin de kabirde olduğu hu­susunda ittifak eden âlimler[52], münafıkların dünyadaki azaplarının ne olduğu hususunda farklı tefsirler yap­mışlardır. Müfessirlerden bazılarına göre, âyetteki birinci azaptan kasıt açlıktır.[53] Bazı âlimlere ve Hasanü’l-Basrî’den gelen bir rivâyete göre ise, münafıkların dünyadaki azapları, mallarından zekât alınmasıdır.[54]
Çünkü mü’minler verdikleri zekâtın mükâfatını âhirette alacaklardır ama münafıkların imanı olmadığı için âhirette alacakları bir karşılık yoktur ve dünyada çok sev­dikleri mallarından istemeyerek zekât vermeleri bir azaptır. Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ise, birinci azâbın kılıçla, ikinci azâbın da kabirde olacağını söylemiştir.[55]
Cenâb-ı Hakk diğer bir âyet-i kerimede: “Onlara (o kâfir ve münafıklara) o en büyük azaptan önce yakın azaptan tattıracağız…”(Secde,21) buyurmuştur. Abdullah b. Abbas, Ebu Hanife ve Mâturidî başta olmak üzere sahabe ve tabiinden pek çok âlim, bu âyet-i kerime ile kabir azâbını isbatta delil getirmişlerdir. Çünkü bu âyette Allah Teâla, kâfir ve münafıklar için “ednâ” ve “ekber” olmak üzere iki azap olduğunu haber vermiştir. “Ancak yüz çeviren ve (Allah’ı) inkâr eden (var ya), Allah onu en büyük azapla azaplandıracaktır.” (Gâşiye, 23-24) âyetinde de ifade edildiği gibi, “en büyük azap = ekber azap”, Cehennem azâbı olduğuna göre, “ednâ” olan azaptan kasıt Cehen­nem azâbından başkadır. Allah onlara ednâ olan azap­tan bir kısmını belki küfür ve nifaklarından döner, iman ederler diye dünyada ölmeden önce, bir kısmını da ölümden sonraki berzah hayatlarında tattırır.[56]
“Muhakkak ki o zalimlere (kafirlere) bundan (âhiret azâbından) önce de bir azap vardır…”(Tûr, 47) âyetindeki azapla da kabir azâbı, yahut on­ların dünyada karşılaştıkları çeşitli musibet ve felâketler kastedilmiştir ki, ashabtan İbn Abbas, tabiin fakihlerinden İkrime ve daha başka sahabilerle, imam Mâturîdî[57] ve bir kısım âlimler, buradaki azapla kabir azâbının kastedildiğini beyân etmişlerdir.
“Her kim de benim zikrimden (Kur’anımdan) yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır ve onu kıyâmet günü kör olarak hasrederiz.”(Tâhâ,124) âyeti de kabir azâbının olacağına delildir. Çünkü âyet-i kerimede Allah’ın zikrin­den yüz çevirenlere kıyamet günündeki azaptan önce dar bir geçimin olacağı haber veriliyor. Dünyada kâfirler genel­likle bolluk, refah içinde olduklarına ve dünya kâfirin cenneti olduğuna göre, bu dar geçimden kasıt kabir azâbı olsa gerekir. Nitekim Rasûlullah Aleyhisselâm, bu âyet-i kerimenin kabir azâbı hakkında indiğini belirterek buradaki “dar geçim” den kasdın kabir azâbı olduğunu söylemiştir.[58]
Diğer bir hadislerinde ise Peygamberimiz Aleyhisselâm, bura­daki dar geçimle kâfirin kabrinin kendisini sıkmasının kastedildiğini belirtmişlerdir ki[59], bu da kabir azâbının bir çeşididir. İbn Abbas, İbn Mes’ud, Suddî ve Hasanu’l-Basri ile pek çok âlim, bu âyetteki “dar geçimi” kabir azâbı ile tefsir etmişlerdir. Mücâhid ise “kabir sıkması” diye tefsir etmiştir.[60] Abdullah b. Mes’ud, kabirdeki sorgulamayı an­lattığı uzunca bir sözünün sonunda, kâfirin, kabir suâline cevap veremeyince, kabrinin daraltılıp kendisine azap edileceğini söylemiş ve delil olarak da Tâhâ Suresi’ndeki bu âyet-i kerimeyi okumuştur.[61] Demek ki bu âyet, ister kabir sıkması şeklinde olsun, isterse başka şekilde, mutlak olarak kâfirlerin kabirde azap göreceklerine delâlet etmektedir.
Rasulullah Aleyhisselâm’dan rivâyet edilen hadis-i şerifle­rde İbrahim Sûresi’ndeki: “Allah, iman edenlere, dünya hayatında da, âhirette de o sabit sözde daima sebat ihsan eder. Allah zalimleri şaşırtır. Allah ne dilerse onu yapar.”(İbrâhim, 27) âyetinin kabir azâbı hakkında indiği belirtilmiştir.[62] Şüphesiz bu da kabir azâbının varlığına delâlet eder.
Hz. Ali’den rivâyet edildiğine göre Hz. Ali: “Tekâsür Suresi ininceye kadar kabir azâbından şüphe ederdik.”[63] diğer bir rivâyete göre de: “insanlar şüphe ederdi.” demiştir. Allah Teâlâ Tekâsür Suresi’nde: “Soy sopunuzla öğünmek, sizi (Allah’a ibadet etmekten) öyle meşgul etti ki; kabirlere varıncaya kadar ziyaret ettiniz (ölülerinizi sayıp, onların çokluğu ile öğündünüz). Hayır, (bu hareketiniz uygun değildir) ileride (ölürken size ne yapılacağını) bileceksiniz. Yine sakının ile­ride (kabirde size ne yapılacağını) bileceksiniz…” buyuruyor. Âyet-i kerimedeki sıraya göre ikinci bilme ka­birde olacaktır ki, bu oradaki azâbı tatmakla dünyada in­anmadıkları şeylerin (ölümden sonraki hayatın) gerçek olduğunu öğretecektir kendilerine.
Tabii mü’minler de orada azaptan kurtulmakla imanlarının faydasını idrak edecek ve nimetleneceklerdir. Meryem Suresi’ndeki Yahya Aleyhisselâm’ın üç yerde selâmette olduğunu bildiren âyet-i kerimede: “Ona selâmet olsun: Hem doğduğu gün (şeytandan), hem öleceği gün (kabir azâbından), hem de diri olarak kaldırılacağı gün (ateşten)…” (Meryem,15 )  buyrulmaktadır. Bura­daki ikinci kurtuluş kabir azâbından Allah’ın onu koru­masıdır.
Kabir azâbının varlığına delil olarak bir de, Allah’ın, tasdik yoluyla kâfirlerden hikâye ettiği şu âyet-i kerimeyi zikredebiliriz: ” (Cehennemde olan kâfirler) şöyle diye­cekler: Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defada dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık; fakat var mı (dönüp dünyaya) çıkmağa bir yol? “(Mü’min, 11) Bu âyetteki iki defa öldürme ve iki defa diriltmekten kasıt şudur: Kabre konulmadan önce yani dünya hayatının sonunda öldürme, sonra kabirde diriltme; Münker ve Nekir’in sorgu­lamalarından ve dünyanın sonu geldikten sonra tekrar öldürme ve sonra da haşir için diriltme. Müfessirlerin çoğunun görüşü budur.[64] Âyet-i kerimede ifade edilen iki diriltmeden birisi mutlaka kabirde olacaktır ki bu kabirde hayatı, yani dirilmeyi kabul edenler, azâbı da kabul etmişlerdir.
Kabir azâbının olacağına dair âyetlerden delilleri sıraladık. Hadisten delillere gelince, bu hususta, teker teker âhad olsa bile, manâca mütevâtir derecede hadisler vârid olmuştur. Bu derece meşhur olmuş yaygın haberl­er, istidlali ilmi gerektirir ki, kabir azâbının olacağına dair selefin de icmâı vardır.[65] Yani onlar muhtelif pek çok hadis-i şerifte bildirilen kabir azâbının olacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü Allah’ın, Rasûlüne açıkladığı hakikatleri, Rasûlullah Aleyhisselâm haber verince ondan şek ve şüphe edilmez, kesinlikle tasdiki gerekir.
Önce şunu belirtmeliyiz ki Allah Teâlâ, diğer insan­lardan gizli tuttuğu, bazı hakikatleri Rasûlüne açmıştır. Rasûlullah Aleyhisselâm ise, bunlardan bir kısmını insanlara açıklamış, bir kısmını ise sadece haber vermiştir. Çünkü diğer insanlar onun gibi değillerdi. Her hakikati apaçık görmeğe ve duymağa tahammül edemezlerdi. Korkup fe­veran ederler ve yapacakları işleri ihmal ederlerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurur­lar: “Eğer ölülerinizi defnetmemeniz endişesi olma­saydı, kabir azâbından (bir kısmını) sizlere işittirmesi için muhakkak Allah’a dua ederdim.”[66] Hadisin diğer rivâyetinde “…bana işittirdiğini”[67] kaydı vardır ki, Rasûlullah Aleyhisselâm bunu Neccâroğullarına ait bir hurma bahçesine girdiğinde orada bulunan, câhiliyede ölmüş birinin kabrinden bir ses (azap sesi) duymuş ve o zaman söylemiştir. [68]
Ebu’l-Hasan el-Eş’arî [69] ve Beyhakî bu hadis-i şerifi kabir azâbına delil olarak zikretmişler ve Beyhakî hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir.[70]
Peygamber Efendimiz’in, ashabına ve ümme­tine kabir azâbından Allah’a sığınmalarını emredişi de ka­bir azâbının varlığına delâlet eder. Rasûlullah Aleyhisselâm, müteaddit defâlar ashabına: “Kabir azâbından Allah’a sığınınız.” diye emretmiş[71] ve bizzat kendisi de kabir azâbından Allah’a sığınmıştır. Hatta bir defasında Benî Neccâr bahçelerinden birinde bulunan müşrik kabirlerin­den azap sesini duyup, yanındakilere kabir azâbından Al­lah’a sığınmalarını emredince, onlardan biri: “Ya Rasûlallah, onlar kabirlerinde azap mı olunuyorlar?” diye sorunca şöyle cevap vermiştir: “Evet, onlar kabirlerinde öyle bir azapla azap olunuyorlar ki, (onların azap ses­lerini) hayvanlar işitir.”[72]
Bütün bunlar, kabir azâbının var olduğuna delil­dirler. Çünkü eğer kabirde azap olmasaydı, Rasûlullah Aleyhisselâm, ondan Allah’a sığınmayı emretmez ve kendisi de sığınmazdı. Çünkü olmayan bir şeyden Allah’a sığınmak abes olur ve hâşâ Allah ile dalga geçmek olurdu. Allah’ın Pey­gamberi ise böyle bir şeyle meşgul olmaz. O, ancak Al­lah’ın dilediği gibi konuşur ve Allah’ın emrettiği gibi hare­ket eder. Bu nedenle kabirde azap olmasa O’nun Rasûlü ondan Allah’a sığınmazdı.
Hâlbuki o, kıldırdığı cenaze namazında: “…Al­lah’ım, onu kabir azâbından koru…” diye dua etmiş[73] ve ümmetine şöyle emretmiştir: “Sizden biriniz namazı bi­tirdiği zaman şu dört şeyden Allah’a sığınsın: Cehen­nem azâbından, kabir azâbından, ölü ve dirilerin şerrinden ve Mesih Deccâl’in şerrinden.”[74] Peygamber Efendimiz bir defasında hanımı Ümmü Habibe bt. Ebî Süfyân’ın: “Allahım, beni de ko­cam Mühammed (S), babam Ebu Süfyan ve kardeşim Muaviye ile birlikte öldür…” diye dua ettiğini görüyor ve yaptığı duayı tasvib etmeyerek ona şöyle dua etmesinin daha iyi olacağını öğretiyor: “…Eğer Allah’a sana afiyet ver­mesi için duâ etsen ve Allah’dan seni Cehennem azâbından ve kabir azâbından korumasını istesen daha efdal ve daha hayırlı olurdu.” diyor.[75] Burada da yine kabir azâbından sığınma emredilmiştir.
Hz. Aişe validemize bir gün bir yahudi kadın gelir ve ona kabir azâbını zikrederek: “Allah seni kabir azâbından korusun.” der.[76] Hz. Aişe’nin kafasında bu husus­ta bir istifham belirir ve Rasûlullah (sav) gelince ona kabir azâbını sorar. O da: “Evet kabir azâbı vardır.” der. Hz. Âişe, bu olaydan sonra Rasûlullah Alehisselâm’ın namaz kılıp da sonunda kabir azâbından Allah’a sığınmadığını hiç görmedim, der.[77] Yani her namazın sonunda mutlaka ka­bir azâbından Allah’a sığınırdı.
Aynı mahiyette bir başka olayı Hz. Âişe şöyle an­latıyor: Medine Yahudilerinden iki ihtiyar kadın yanıma geldiler ve: “Muhakkak ki kabir ehli, kabirlerinde azap olunurlar.” dediler. Ben onları yalanladım. Yahudilerin yalancılığından dolayı onları tasdik etmek, bana hoş gelmedi. Onlar çıkınca yanıma Rasûlullah  geldi, dedim ki: ‘Yâ Rasûlallah, Medine Yahudilerinden iki ihtiyar kadın, kabirdekiler kabirlerinde azap olunurlar, dediler.” Bunun üzerine Rasûlullah (sav) : “Doğru söylemişler, onlar öyle bir azapla azaplanır ki, bütün hayvanlar duyar.’ buy­urmuşlardır.[78] Hz. Âişe’nin Yahudi kadınlardan duyduğu bu söze inanmayışı, hakkında nass olmayan bir şeyi ilk defa yahudiden duyduğu ve bu gibi hususlara Peygamber Aleyhisselâm’dan duymadıkça inanmak mecburiyetinde olmadığından­dır. Rasûlullah (sav), önce Yahudilerin kabir azâbı çektiklerini biliyordu. Daha sonra Müslümanların da ka­birde sorguya çekilecekleri kendisine vahyolununca, Müslümanların da kabirde azap çekecekleri sabitleşmiş oldu.[79] Ondan sonra kendisi her namazın sonunda kabir azâbından Allah’a sığındı ve ümmetine de bunu emretti.
Rasûlullah Aleyhisselâm’ın işittiği ve hayvanların da işiteceğini söylediği azap sesi, kabirde azap görmekte olan kişinin feryadıdır. Nitekim bir hadisinde Peygamber Efen­dimiz (sav), kabir suâlini anlattıktan sonra, kâfir ve münafıklar cevap veremeyince onlara yapılan azâbı şöyle anlatır: “Sonra demirden bir tokmakla ensesine öyle bir vurulur ve kâfir yahut münafık öyle bir bağırır ki, insan ve cinden başka ona yakın olan her şey, onun feryadını işitir.”[80] Diğer bir hadiste, bu vuruşun etkisiyle kabirdekinin toprak olacağı ve tekrar ruhu kendisine iade edilerek azâba devam edileceği bildirilmiştir.[81] İnsan ve cin­lerin bu azâbı duymamalarının sebebi, onların mükellef olmalarıdır. Onlar, görmeden Allah ve Rasûlünün haber vermesiyle inanacaklardır. Yoksa görseler ve duysalardı, dünyaya imtihan için gelişin gayesi gerçekleşmemiş olur­du.
Kâfir ve münafıkların kabirlerinde azap gördük­lerine, Ebu Eyyub el-Ensâri’den rivâyet edilen şu haber de delildir. Ebu Eyyub şöyle anlatıyor: Bir gün güneş bat­tıktan sonra Rasulullah (sav) dışarı çıktı ve bir ses işitti. Bunun üzerine: “Yahudiler kendi kabirleri içinde azap olunuyorlar.” buyurdu.[82] Enes b. Mâlik de şöyle anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah (sav) ile Baki mezarlığında yürürlerken Rasûlullah (sav), Bilâl’e: “Ey Bilâl benim duy­duğumu duymuyor musun?” diye sordu. Bilâl: “Ey Al­lah’ın Rasûlü, duymuyorum Vallahi.” deyince Rasulullah (sav): “Duymuyor musun, şu kabirlerin sahipleri (yani kabrin içindekiler) azap olunuyorlar.” demiştir ki, kas­tettiği kabirler, câhiliyede ölmüş kişilerin kabirleriydi.[83]
Bütün bu hadis-i şerifler, mü’min olmayanların ka­bir azâbı çektiklerine apaçık delildir.  Rasûlullah Aleyhisselâm’ın müşriklere şu şekilde bedduâ et­mesi de kabir azâbının varlığına ve müşriklerin kabirde azap gördüklerine delildir. Hz. Ali’den rivâyet olunduğuna göre: Rasulullah (sav), Hendek Savaşı günü müşrikler hakkında şöyle dedi: “Bizi meşgul edip de ikindi namazını kılmaktan, güneş batıncaya dek alıkoydukları için Allah,  onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.”[84] Şâyet kabirde hayat ve azap olma­saydı Peygamber Efendimiz (sav) bu şekilde beddua etmez­di. Onun müşriklere bedduâsı, zaten mevcut olan aza­plarının artırılması içindir.
Peygamber Efendimiz’in, Ehl-i Kalib’in (Bedir harbinde öldürülüp de bir çukura doldurulan müşrik­lerin) halini bilip onlara: “Rabbinizin size va’dettiğini (azâbı) hak (gerçek) olarak buldunuz mu?”[85] diye hitap etmesi de kabirde müşriklerin azap çektiklerine delildir. Çünkü eğer onlar, kabre girer girmez azap görmeğe başlamamış olsalardı, Peygamber Efendimiz (sav) onlara bu şekilde hitap etmezdi.
Yine Rasûlullah Aleyhisselâm, kabrin ya Cennet bahçele­rinden bir bahçe yahut da Cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu haber vermiş[86] ve: “Dünya kâfirin cen­neti, kabir azap yeri ve Cehennem de en son varacağı yerdir.”[87] buyurmuştur.
Böylece, kâfirlerin kabirlerinde azap gördükleri kesinlikle sabit olmuş oluyor. Acaba mü’minlerden de kabrinde azap görecek olanlar var mı?
Bu konudaki hadislerden günahlarından ötürü tevbe etmeden ölenlerin berzah hayatında günahlarına göre türlü çeşit azap gördükleri anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimiz (sav), bir gece rüyasında kabirlerinde azap gören günahkârlardan pek çoğunu görmüş ve ashabına anlatmıştır.[88] Aynı şekilde İsrâ ve Mi’râç gecesinde de kendisine berzahta azap çekenlerden bazıları gösterilmiştir.[89] Hz. Peygamber (sav) in rüyası, rüyâ-i sâdıka ve vahiy olduğuna göre, günahkâr müminlere de kabir azâbı vardır. Allah Teâlâ’nın affettikleri müstesna tabii.
Şu hadis-i şerif de âsi mü’minlere kabir azâbı olduğuna ve azaplarını kabirlerinde çektiklerine delildir: “İbn Abbas’tan, şöyle anlatır: Nebi Aleyhisselâm, iki kabre rastladı ve şöyle buyurdu: “Bunların ikisi de azap görüyorlar. Bunlar büyük günahtan ötürü azap görmüyorlar (Yani yaptıkları günah insanlar indinde büyük günah sayılmaz, ama Allah indinde büyüktür.) Sonra şöyle buy­urdu: “Evet, onlardan biri koğuculuk   yapıyordu (insanlar arasında söz taşıyordu). Diğeri ise küçük abdestinden korunmuyordu.” Abdullah b. Abbas dedi ki; sonra Peygamber Aleyhisselâm bir yaş dal alıp ikiye böldü ve bunları kabirlerin üzerine dikti. Sonra şöyle dedi: “Ümit edilir ki, bunlar kurumadıkça onların azapları hafifletilir.[90]
Adam öldürme, zina ve hırsızlık gibi büyük günah­lar yanında pek küçük kalan bu iki günahtan ötürü ka­birde azap olduğuna göre, daha büyük günahlar için de elbette azap vardır kabirde. Ve günahın çeşidine, bü­yüklüğüne göre azap da değişik olacaktır.
Ebu Hureyre’den rivâyet edilen bir haberde de Rasûlullah Aleyhisselâm’ın, bir kabre uğradığı ve: “Bana iki tane yaş dal getirin.” dediği, getirilen bu dalların birini kabrin baş tarafına diğerini de ayak tarafına diktiği bildirilmektedir. Kendisine: “Ey Allah’ın Rasûlu, bu ona (ölüye) fayda verir mi?” diye sorulunca Peygamberimiz (sav): “Yaş olarak kaldıkları müddetçe ondan kabir azâbından bir kısmının hafifletilmesi umulur.” buyurmuşlardır.[91]
Bütün bu hadis-i şerifler ve -konuyu fazla uzatma­mak için burada zikretmediğimiz- daha pek çok hadis-i serif, kabirde kâfire ve âsi, günahkâr mü’minlere azap ola­cağına delâlet etmektedir. Ve Rasûlullah Aleyhisselâm, kabir azâbından duyduğu ve gördüklerini haber vermektedir ki, hadislerin hepsi “kabir azâbının varlığını bildirmek” hu­susunda tevâtür derecesine ulaşmaktadırlar. Haber veri­len husus da aslında mümkün olan işlerdendir. Böyle konularda mütevâtir haber kesin delildir ve haber verilen­lerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini ifade eder.
Yukarıda sıraladığımız âyet ve hadisler kabir azâbının mutlak olarak varlığına delâlet etmektedir. Bu sebeple kabir azâbının varlığına in­anmak zaruridir ve bunu inkâr etmek küfre götürür. Ama kabir azâbının varlığını tasdik ettikten sonra, bunun yalnız ruhi veya hem ruhi hem de bedenî olacağı hususu gibi -hakkında kesin delil olmayan- keyfiyeti hususunda ileri sürülen görüşlerdeki farklılık insanı küfre götürmez. Çünkü bunlardan her hangi birine nasslarda açık delâlet yoktur, sadece işaretler vardır.[92]
Bu gibi -nasslarda açıklık bulunmayan- hususlarda izlenecek en doğru yol, üzerinde akıl yürütmemek ve işi Allah’a havale etmektir. O, nasıl dilerse öyle yapar, çünkü O’nun gücü her şeye yeter demektir. Ancak insanoğlu, kendine verilen eksik ve ölçülü, sadece kulluk vazifelerini idrak edip yapması için verilmiş olan aklıyla her şeyin üstesinden gelmek ister. Onun için bu konuda da akıl yürütülmüştür. Hatta o büyük (!) akıllarına dayanarak kabir hayatını imkânsız gören ve tümüyle inkâr edenler de çıkmıştır.

KABİR AZABIYLA İLGİLİ ŞÜPHELER VE CEVAPLARI

Bu bölümde de güya Kur’an’a dayanarak[93]  Kabir azabını inkâr edenlerin itirazlarına Ehl-i Sünnet âlimlerimizin verdikleri bizce muknî cevapları sizlere iletmiş olacağız.

ŞÜPHE: “Kabirden kalkışın anlatıldığı Yâsin sûresinin 52. âyet-i kerimesinde “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı.” buyrulmuştur. Bu ayet-i kerime gösterir ki, kabir hayatı ve azabı uyku gibi bir şeydir. İnsan uykusunda kâbus gördüğünde nasıl sıkıntı çekiyorsa onlar da kabirde uyurlarken bir azap kâbusu görürler ve onun sıkıntısını çekerler. Yoksa kabirde gerçek bir azap yoktur.”

CEVAP: “Sûr’a (ikinci defa) üflenince, bir de bakarsın, (ruhları bedenlerine iâde edilerek) kabirlerden çıkmış, Rablerine doğru akın akın gitmektedirler.(Yeniden dirilişi inkâr edenler pişmanlık içerisinde) bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden kim kaldırdı (çıkardı)? derler. (Onlara cevap olarak:) Bu, Rahmân’ın vadettiği ve doğru sözlü elçilerin haber verdikleri şeydir (yeniden diriliştir) derler. O (kabirlerden diriliş), yalnızca bir tek sayha’dan (Sûr’a üflemekten) başkası değildir. Bir de bakarsın, (hesap ve cezâ için) hepsi birden toplanıp huzurumuza çıkarılmışlardır. İşte bugün hiç kimseye zulmedilmez ve (dünyada) yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla karşılık görmeyeceksiniz.”(Yâsin Sûresi: 51-54)
Allah Subhânehu ve Teâlâ, yeniden diriliş, hesaba duruş ve kabirlerden kalkış için Sûr’a üflenmesini emrettiği zaman, âhiret gününü, yeniden dirilişi ve hesabı inkâr edenler, yalanladıkları şeyi gördüklerinde şöyle derler: “…bize yazıklar olsun! Bizi kabirlerimizden (Min merkadinâ) kim kaldırdı (çıkardı)?” (Yâsin Sûresi: 52) Merkad” kelimesinin aslı; Arapçada yatak, döşek anlamına gelir. Lisânu’l-Arab adlı kitapta şöyle gelmiştir: “Merkad, muddaca’ (yatak, döşek) demektir.”[94] İbn-i Âşûr şöyle demiştir:”Merkad; uyuma ve dinlenme yeridir. Rekâd’in hakikati ise, uykudur. Rekâd, uyuyan kimsenin hâline benzediği için, ölüm ve kabirde uyumaya rekad denmiştir.”[95]

Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenlerin, kabirlerini “merkad” olarak ifâde etmeleri, “kabirlerinde azap görmediler” anlamına gelmez. Aksine böyle ifâde etmeleri, kıyâmet günü ile mahşerin dehşetini gördükleri için akılları başlarından gitmiş olması ve korkuya kapılmaları sebebiyledir. Öyle ki gördükleri kabir azabı, kıyâmet gününün dehşeti ve sonrasındaki azabın büyüklüğü karşısında onlar için bir yatak ve döşek gibi olmuştur.
İbn-i Kesîr bu konuda şöyle demiştir: “Bu, onların kabirlerinde gördükleri azabın olmadığı anlamına gelmez. Çünkü kabir azabı, onlar için kabir hayatından sonraki merhaleye göre döşekte uyumak gibidir.”[96]
İmam Şevkânî bu konuda şöyle demiştir: “(Âhiret gününü ve yeniden dirilişi inkâr edenler) Kıyâmet gününün dehşetini gözleri ile görmeleri ve korkuya kapılmaları sebebiyle akılları başlarından gittiği için kendilerini uykudaymış gibi zannederler.” [97]

İbni Abbas, İmam Katade, Ubeyy b. Ka’b ve Ebu Salih gibi bir kısım âlimler bu ayet-i kerimeyi şöyle izah etmişlerdir: Sûra iki defa üfürülecektir. Birinci defa sûra üfürüldüğünde kabirdekilerin azabı kaldırılır ve ikinci üfürüşe kadar bir uykuya dalarlar. İki üfürüş arasında kırk yıllık bir süre vardır. Bu sürenin kırk yıl olduğu, Müslim ve Buhâri’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri hadis-i şerifle sabittir. İşte ilk sûr’a üfürülme ile ikinci defa üfürülme arasındaki bu kırk sene içinde kabir azabı kaldırılır ve ölüler uykuya dalmış gibi bir hâlde bulunurlar. “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” şeklindeki sözlerini bundan ötürü söylerler. Demek, ismini zikrettiğimiz bu âlimlere göre, onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı şeklindeki sözleri kabir azabının uyku gibi olduğuna delil değildir. Bilakis iki sûr arasındaki 40 senelik zaman diliminde uykuya benzer bir hayatın olduğuna delildir. Kabir ehli iki sûr arasında azap kaldırılıp 40 sene uyuduktan sonra bu sözleri söylerler.

Bununla birlikte, İmam Taberi ve İbni Kesir gibi âlimlere göre, bu iki sûr arasında dahi kabir azabı kaldırılmamaktadır. Bu âlimlere göre, kabir ehlinin, “Uykumuzdan bizi kim kaldırdı?” şeklindeki sözleri kabir azabının cehennem azabına göre uyku gibi hafif görüleceğindendir. Onlar ahiret azabını gördüklerinde kabirlerinde çektikleri azabı uyku gibi hafif görürler de bu sözü söylerler.
Bu bölümü Fahruddin Razi’nin tespitiyle noktalayalım: “Onların, “Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?” sözünün manası “Allah bizi vaat edilen o dirilişle mi diriltti yoksa biz uyuyorduk da uyandırıldık mı?” şeklindedir. Bu tıpkı şuna benzer: Bir insana gücünün yetmeyeceği bir düşmanının gelmesi vaat edilse, sonra da bu insan korkunç bir adamın kendisine doğru yürüdüğünü görse ödünün kopması ve kendi kendine, “Bu o mu yoksa değil mi?” demesi gibidir. Ayetin manasının böyle olduğuna onların “uyuduğumuz yerden” ifadesi delalet eder. Çünkü onlar kabirlerini uyku yeri sanmışlardır. Bu, onların uyuyup da uyandırıldık mı yoksa ölüler olduktan sonra mı diriltildik hususunda şüphe ettiklerini gösterir. Fakat zannı galipleri bu işin yeniden bir dirilme olduğu yönündedir. Çünkü onlar bu iki ihtimali bir arada düşünmüşler, bunun kendilerine vaat edilen o diriliş olduğunu sandıklarına bir işaret olmak üzere, “Bizi kim kaldırdı?” demişler. Uykudan uyanmış oldukları ihtimaline bir işaret olmak üzere de “uyuduğumuz yerden” demişlerdir.”[98]
ŞÜPHE:  3.000 yıl önce ölen kişi kıyamete kadar kabir azabı ya da lütfuyla karşılaşacak. Ya kıyamet anında ölen kişi ne olacak, o kabir azabını falan görmeyecek mi? Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek? Daha sonra ölen daha avantajlı mı oluyor?
CEVAP: Kabir azabı, Peygamberimiz’in bildirdiğine göre, günahkâr müminler ile kâfir olarak ölenler içindir. İster mümin ister kâfir olsun, başına ne gelirse günahlarının affına sebep olacaktır. Bela, musibet, hastalık, sıkıntı gibi şeyler insanların günahlarının hafiflemesine sebep olmaktadır.
Bir mümin bu dünyada günahkâr olarak yaşar, fakat başına gelen musibetler onun günahlarının azalmasına sebep olacaktır. Kabir de çektiği azaplar da yine günahlarına kefaret olup onları siler.
Aynen bunun gibi, Allah adili mutlak olduğu için kâfir kullarının başına gelen musibetler de cehennemdeki azaplarının azalmasına sebep saymaktadır. Aynı günahı işleyen ve kâfir olan iki kişiden biri musibete uğrasa diğeri uğramasa, musibete uğrayanın azabı diğerine göre hafifleyecektir.
Kâfir cehennemde sonsuza dek kalacağı için cennete giremeyecek, ama ister bu dünyada isterse kabirde çektiği sıkıntı ve azaplardan dolayı, cehennemdeki azabının şiddeti hafifleyecektir.
Bu sebeple kabirde çok kalıp çok azap çeken, az kalıp az azap çekene göre daha kötü olmayacaktır. Belki de ahirette bu durumunu öğrenince çok memnun olacaktır.
İnsanların hayatı ve geçirdiği zaman birimleri aynı değildir. Mesela, birkaç dakikalık rüyada günler, aylar ve yıllar geçmiş gibi geliyor. Bazen de yeni yatıp kalkmış gibi bir gecenin nasıl geçtiğini fark edemiyoruz.  Bunun gibi kabre erken giren bir insan, ahirette yeni kalkmış gibi olabilir. Bir diğeri ise birkaç sene kabir de kalır, ama binler sene kalmış gibi azap çekebilir. İşte kabre erken veya geç gitmek kişiye, günahına ve durumuna göre değişebilir. Allah orada da uyku ve rüyada olduğu gibi bir durum yaratabilir.
Azabın şiddeti değişik olabilir. Bir volt ile milyon voltun derecesi bir olmadığı gibi, mum ateşiyle güneş ateşi de bir değildir. Kabirde de herkesin durumuna göre ayrı ve çeşitli azaplar olabilir. Kabire geç giden birisi çok kısa zamanda şiddetli azap ile erken giden birisi kadar ceza çekebilir.[99]
Hz. Âdem zamanında ölen ile Hz. Muhammed zamanında ölen aynı azaba mı çekilecek?  diyenlere, her şeyden önce “Allah’ın adaleti” meselesinin basit ölçülerle ele alınamayacağını belirtelim. Bu dünyada 50, 60, bilemediniz 100 senelik bir ömür süresince küfür içinde yaşayanların, bunun karşılığında sonsuz bir azaba çarptırılması hangi maddî/beşerî adalet ölçüsüyle izah edilebilir? Cehennem hayatının kâfirler için de ebedî olmadığını söyleyenlerin bu mülahazayla hareket ettiğini biliyoruz. Ancak burada hesabın yanlış yapıldığını görmek durumundayız.
Kabir azabının, kabirde kalış süresiyle bağlantılı düşünülmesi bu bakımdan ayrıca izaha muhtaçtır. Mesele böyle ele alındığında, daha önce ölenin azabının biraz daha hafif, sonra ölenin daha ağır tutulup, aradaki zaman farkının azabın şiddetiyle dengelenmesi şeklinde cevaplar verildiğini biliyoruz.
Keza kişinin kabirde gördüğü azabın şiddetine bağlı olarak cehennemdeki azabının şiddetinin değişiklik göstereceği söylenmiştir. Yani kabirdeki azabı şiddetli olan, kabirde daha kısa süre azap görene oranla cehennemde biraz daha hafif azaba çarptırılacaktır. Ancak bunların aklî izahlar olup kesinlik arz etmediğini unutmamak gerekir.[100]
ŞÜPHE: İnsan kabirde nasıl sorguya çekilir? Melekler nasıl insanları karşısına oturtup hesaba çeker, soru sorup cevap alır? O, bu daracık yerde ve üzeri tamamen toprakla örtülü olduğu halde bu nasıl olabilir? Peki demir sopalarla nasıl dövülebilir, hâlbuki biz onun kabrini açıp da baksak onun üzerinde en ufak bir darp ve işkence izi göremeyiz?”

    CEVAP: Buna şöylece cevap verebiliriz: Bu tür vesveseler insana Allah Teâlâ’nın kudretinden gafil olması ve Berzah Âlemi’ni Dünya âlemine kıyas etmesi sebebiyle gelir. Böyle bir kıyas hatalı bir kıyastır ki bu hatanın kaynağında âhirete ilgili hususları yeterince bilmeme ve ölümün mahiyetini doğru bir şekilde anlayamama vardır.
Ölüm külliyen bir yok oluş değildir, bilakis bir hayattan bir başka hayata geçiştir; tıpkı bir çocuğun anne karnından dünya hayatına geçişi gibi. Çocuk anne karnında iken gayet rahat ve ferah içerisinde yaşar, yer-içer, ama onun yeme-içmesi doğduktan sonra yiyip-içmesiyle aynı değildir, teneffüs de etmektedir ancak farklı bir yolla bunu yapmaktadır. Biz insanı dünya hayatından tekrar daha önce yaşadığı anne karnına, o daracık mekâna geri çevirmek, o hayat şartlarında yaşatmak istesek ve ağız yoluyla yeme içmesini kessek, onun göbek bağı vasıtasıyla beslenmesini istesek muhakkak boğulup ölecektir. Bu kıyas apaçık ortada iken berzah (kabir) âlemi dünya âlemine nasıl kıyas edilebilir?
Yine önümüzde küçültülmüş bir örnek durmaktadır ki o da uykudur. Cenab-ı Hakk uykuyu şu ayet-i kerimesinde vefat ve ölüm olarak isimlendirmiştir: “Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.”(Zümer, 42)
Cenab-ı Hakk insanların ecelleri gelip de ömürleri sona erdiği zaman onların ruhlarını almak suretiyle vefat ettirdiğini haber vermektedir. İşte bu, hakiki, kâmil manadaki ölümdür. Bir de gerçekte ölmemiş olan insanlara da uykularında vefat halini yaşatır ki, buna da küçük ölüm denir. Çünkü insan uykuda iken adeta ölü gibidir. Uyuyan kişi uyanıncaya kadar görememektedir, işitememektedir, etrafında olup bitenleri hissedememektedir; bu yönüyle uyku ölüme benzemektedir.
İşte Cenab-ı Hakk bu küçük ölümü, tekrar diriltilmeye (ba’s ve neşr) bir delil kılmıştır. İnsan uyuduktan sonra nasıl tekrar uyanıyor ve bilinci yerine geliyorsa aynı şekilde ölür, Allah ölümünden sonra hesaba çekilmek ve yaptıklarının karşılığını görmek üzere onu tekrar diriltir. Bu sebeple Hazreti Peygamber  uykudan uyandıkları vakit şöyle derlerdi: “Ölümden sonra bize tekrar hayat bahşeden Allah’a hamd-ü senalar olsun, dönüş ancak onadır.”[101]
Cenab-ı Hakk’ın “Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar” kavl-i şerifinin manası ölenlerin ruhlarını katında alıkoyar bedenlerine geri dönmelerine müsaade etmez demektir. “Diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir” kavl-i şerifi ise uyku suretiyle ölüm halini tadanların ruhlarını uyandıklarında bedenlerine geri gönderir şeklinde anlaşılmalıdır. Bunda ibret ve mev’iza (nasihat) vardır.
Kabirde azab veya mükafat görme meselesini zihnimizde daha somut hale getirmek ve daha iyi anlaşılmasını sağlamak maksadıyla şöyle bir misal verelim: İki kişinin aynı odada uyumakta olduğunu düşünelim. Birincisi rüyasında şunu görüyor: Sıkıntı içerisindedir, fakirlerin yaşadığı bir semtte oturmaktadır, hayatı boyunca fakirliğinden yoksulluğundan dolayı rahat yüzü görmemiştir. Aradan seneler geçer ve Allah kendisine bolca nimetler verir, rızkını öyle genişletir ki hayal edilemeyecek bir noktaya ulaşır. Yüz binler ve milyonlarla ifade edilebilecek çok büyük bir mal varlığına sahip olur.
Kendisine çok büyük bir köşk yaptırır. Köşkün yemyeşil, geniş, bakımlı, ağaçlarla, çiçeklerle, meyvelerle dolu bahçeleri vardır, kendi hizmetinde çalışan, kendisine harikulade lezzetli yemekler, canının çekebileceği her şeyi sunan hizmetçiler vardır, sadece hükümdarların sofralarında bulunan yemekler sunulmaktadır, harika döşekler, minderler, şahane koltuklar, akıllara durgunluk verecek meclisler, köşkün bahçelerinde nehirler gibi akan su pınarları… Fakirliği ve onun türlü sıkıntılarını tattıktan sonra azgın, şımarık, büyük zenginler gibi çok lüks bir hayat yaşar, çok güzel kadınlarla evlenir, oğulları ve kızları olur, hayatında çok büyük bir değişiklik olmuştur, adeta cahim’den sonra naim’i tatmıştır. Bütün bunları rüyasında, yatağında yatıyorken yaşamaktadır.
Aynı odada bu arkadaşıyla yan yana yatmakta olan ikinci kişiye gelince; o da uykuya dalıp gittiğinde rüyasında şunu görmektedir: Çok sertçe vurulan bir kapının arkasındadır, korkarak çıkıp kapıyı açtığında, karşısında emniyet güçlerinden ve polislerden oluşan bir grup buluyor. Tepeden tırnağa silahlandırılmış olan bu kişiler kapı açılır açılmaz içeri dalıp evin her tarafını kuşatıyorlar, bir kötülük yapacakları gözlerinden okunuyor zaten ve onu görür görmez hemen ellerini ve ayaklarını kelepçe ve zincirle bağlıyorlar, gözlerini de kapatıp beraberlerinde onu polis merkezine götürüyorlar. O ise haykırıyor; “ben ne yaptım? Suçum ne? Beni neden hapse atıyorsunuz?” Onlar alay ederek gülüyorlar ve diyorlar ki: “İşlediğin o çirkin cürmü bilmiyor musun? Sen katilsin, sen bir canisin, mücrimsin, filan kimsenin kanını akıttın, katlettin, sonra da suçunu gizleyebilmek için onun cesedini demir yoluna trenin önüne attın, ancak sen onu öldürürken birçok insan bunu gördü ve şahitlik ettiler ki katil senden başkası değil, sensin…”
Bu durum karşısında haykırmaya ve suçsuz olduğuna, bu hadiseden habersiz olduğuna, adam öldürmekle suçlandığı günde evinden dışarıya hiç çıkmadığına dair çok ağır yeminler etmeye başlıyor.
O gece hapse atılıyor, hem de daracık bir hücreye konuyor. Sabahleyin hapisten alınıp mahkemeye çıkarılıyor. Mahkeme huzurunda adam öldürdüğü suçlaması mahkeme heyetine arz ediliyor -tabi o inkâr etmektedir-. Suçlamalar karşısında diyor ki: “Allah’a yemin ederim ki benim bu mesele hakkında bilgim yok, bu bana yöneltilen bir suçlamadan öte bir şey değil, ben suçsuzum, ben bu işten uzağım.” Uzun süren yargılama süreci neticesinde –ki her seferinde hapisten alınıp mahkemeye getiriliyor ve mahkeme sonrası tekrar zindana; o daracık hücreye atılıyor- üç hâkimce de suçun sabit olduğuna hükmedildi. Zira duruşmalara katılan çok sayıda şahit, mahkeme reisinin ve üç hâkimin huzurunda açıkça dediler ki: “Evet cinayeti işleyen kişi, katil, bu adamdan başkası değildir.”
Hâkimlerin müzakereleri neticesinde hüküm kesinleşir; işlediği katl cürmü sebebiyle asılarak idam edilecektir. İdam cezasının infaz edileceği gün de belirlenir. O gün gelince hücreden çıkarılır idam edileceği yere getirilir, yağlı urgan boynuna geçirilir, kalabalık bir insan topluluğu önünde suçu ve cezası bir kez daha yüzüne okunur, artık hükmün uygulanmasına mani bir durum kalmamıştır sadece ipin çekilip de idam sehpasından aşağıya düşüvermesi kalmıştır.
Tam bu korkunç sona varacağı sırada uykusundan uyanıverir. O anda kendisi gördüklerinin korkusundan tir tir titremekte ve şunu demektedir: Elhamdülillah, ya rabbi sana şükürler olsun ki bu bir rüyaydı, gerçek bir şey değildi.
İşte bunlar her iki şahsında rüyalarında gördükleri olaylardır. Onların yüzlerinden örtüyü açsak da biz birinci şahsın fakirlikten sonra kavuştuğu zenginlik sebebiyle duyduğu neşe ve mutluluğu göremeyiz. Aynı şekilde ikinci şahsın o korkunç sona doğru gidiyor olmaktan dolayı duyduğu endişe, korku ve sıkıntıyı da göremeyiz.
Peki, akıllı olan bir insan Allah’ın kudretini ve kabri sahibine göre; dilerse cennet, dilerse cehennem yapabilmesini nasıl imkânsız görür? Nasıl idrak edemez ki? Uyku, kabirde insanın başına gelecekler için en basit bir örnektir.[102]
ŞÜPHE: Kabir azabıyla ilgili hadisler ya uydurmadır ya da uydurmaya yakın zayıf rivayetlerdir. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, “Cenâiz” 53, 91) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki
bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var”[103]

CEVAP: Bu şüpheyi ortaya atan Mehmet Okuyan, kabir azabıyla ilgili hadislerin tümünü en iyimser ifadeyle sıhhatsiz saymaktadır.[104] Oysa bu hadislerin hemen tamamı Kütüb-i Sitte’de yer almaktadır. Bizce kabirde azap ve mükâfatla ilgili onca hadisi bir çırpıda yok saymak gerçekten çok büyük bir cesaretin ifadesidir. Belli ki Okuyan’a göre onca hadisin, onca ravinin ve yine onca müfessir ve mütekellimin bu konuda söylediklerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Oysaki bu konuda müstakil çalışma yapan Kasım Oğan’ın tespiti şöyledir:   “Kabir azabının olacağından bahseden on yedi rivayet tespit edebildik. Bunlardan on dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; iki tanesinin ‘hasen garip’; olduğu anlaşılmaktadır. Kabirde azap şekillerinden bahseden üç rivayet tespit edebildik. Bu üç rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını artıran amellerden bahseden iki rivayet tespit edebildik. Bu iki rivayetin de ‘sahih’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabir azabını kaldıran ya da hafifleten amellerden bahseden altı rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; bir tanesinin ‘hasen sahih’; bir tanesinin de ‘hasen li gayrihi’ olduğu anlaşılmaktadır. Kabrin nimet olasıyla ilgili beş rivayet tespit edebildik. Bunlardan dört tanesinin ‘sahih’; diğerinin ise ‘zayıf’ olduğu anlaşılmaktadır.”  [105]

Âlimlerimize göre,  hadîs kitaplarında, kabir azabına dair, manevî tevatür derecesine ulaşan pekçok hadîs mevcuttur. Bu konuda Taftâzânî şöyle demektedir:  “Sonuç olarak bu ve bunun gibi ahiret halleri konusundaki hadisler, her ne kadar tek tek her biri âhâd rivayetler olsa da, topluca ele alındığında ma’nen mütevatir derecesine varmıştır.”[106]
Süleyman Toprak’ın tespiti de şöyledir: “Bütün bu hadis-i şerifler ve -konuyu fazla uzatma­mak için burada zikretmediğimiz- daha pek çok hadis-i şerif, kabirde kâfire ve âsi, günahkâr mü’minlere azap ola­cağına delalet etmektedir. Ve Rasûlullah (sav), kabir azabından duyduğu ve gördüklerini haber vermektedir ki, hadislerin hepsi ‘kabir azabının varlığını bildirmek’ hu­susunda tevatür derecesine ulaşmaktadırlar. Haber veri­len husus da aslında mümkün olan işlerdendir. Böyle konularda mütevatir haber kesin delildir ve haber verilen­lerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini ifade eder.’[107]
Bu mesele bir tarafa, Okuyan kimi hadisleri yanlış yorumlamaktadır. Mesela, Hz. Peygamber’in, “Cenaze insanların omuzunda taşınırken o kişi eğer salihlerden ise, ‘Beni çabuk götürün, beni çabuk götürün’ der. Eğer salih bir kimse değilse, ‘Eyvah! Bunlar beni nereye götürüyor!’ der ve o esnada feryadını –insanlar hariç- bütün varlıklar duyar. Eğer o feryadı insanlar duysaydı hepsi düşüp bayılırdı” (Buhârî, Cenâiz, 53) şeklindeki hadisle ilgili olarak, “İşin enteresan tarafı mademki bu sesi cenazeyi taşıyanlar ya da etrafta bulunan insanlar bile duyamıyorlar, o takdirde ölü kişinin, ‘Eyvah bunlar beni nereye götürüyor?!’ demesinin ne anlamı var” şeklinde bir eleştiride bulunmaktadır.

Ancak bu eleştirinin basit ve hatta yersiz olduğu açıktır. Çünkü söz konusu hadis, ölü kimsenin sesinin veya feryadının yaşayan insanlar tarafından duyulup duyulmaması meselesiyle ilgili değildir. Dahası bu hadis, ölen kimsenin iyi ve kötü amellerine göre karşılaşacağı akıbet hakkında bir fikir vermeye yöneliktir.
Eğer ölü kişinin söylediği sözü yaşayan insanların duymaması anlamsız ve dolayısıyla bahis konusu hadis de manasız ise, o takdirde, “Onlardan birine ölüm gelip çattığı zaman, ‘Rabbim! Beni dünyaya geri gönder[in] de, geride bıraktığım dünyada güzel işler yapayım’ der.” (Mü’minûn, 99) mealindeki ayet de -hâşâ- anlamsızdır. Çünkü bugüne değin, ölen herhangi bir kâfirin böyle bir söz söylediğini duyup işiten kimse
olmamıştır.
Okuyan, Enes b. Mâlik’ten gelen bir hadiste, “Kâfir ve münafığın başına kabirde demir çubukla vurulur”[108] şeklinde özetlenebilecek bir ifadeye yer verilmesini de şöyle eleştirmektedir: Melekler, demir çubukları nereden buluyorlar? Demiri insanlar bulduğuna ve bu buluş da ilk insanlara göre sonraki dönemlerde gerçekleştirildiğine göre acaba demirin bulunmadığı dönemlerde meleklerin ellerine neler aldığı da merak konusudur.[109]

Bu alaycı ve aynı zamanda komik eleştiriye, misilleme tarzında bir eleştiriyle şöyle cevap verilebilir: Melekler o demir çubukları, Hacc 21. ayette sözü edilen“demir topuz” deposundan veya Dehr 4. ayette bahsi geçen “zincir ve demir bukağı” fabrikasından(!) tedarik ediyorlar.[110]

Yazı dizimizin ‘Kabir Azabı’ ile ilgili bölümünü Mehmet Emin Akın hocanın şu derinlikli tespitleriyle bitirelim: “Kabir hayatında insanların ruhlarıyla ilgili hiç bir bilginin olmadığını söylemek ne kadar yanlışsa, ruhların ölümden sonra hiçbir imtihandan geçmediklerini ve sorguya tutulmadıklarını söylemek de yanlıştır. Aklen buna bir engel zaten yok. Bu dönemi uykuya benzetmek mecâzîdir. Yoksa ruhun hayatta kaldığı bir zamanı, boş anlamsız ve sınavsız bir zaman kabul etmek doğru değildir. Bu anlayış’ın, cehennem ve cennetle ilgili haberlerin ve ruhun kıyametten sonra nasıl bir durumda olacağına dair şüphe ileri süreceğini kesinlikle bilmeliyiz. Bu açık ve kesin delâletlere rağmen, Kur’an kavramlarını çarpıtmak Arap Dili’ne ve ilme saygısızlıktır.
TV ekranlarında “kabir azabı” hakkında Allah’ın Rasulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabını yalanlayarak çıkan efendiler; İslamî ilimleri, âlimlerimizi ve de selefin tamamını tahkirden ve terzilden de öte, Hadis imamlarına çok büyük bir haksızlık ve kadirbilmezlik ediyorlar. Keşke bunu bilselerdi de hevalarına bu kadar mağlup olmasalardı. Yenilikçi, Modern ve Naturalist Kur’an yorumculuğunun eleştiri kabul etmeyen “kibr”i, İslamî ilimlerin haysiyetini hiçe saymıştır. Haysiyetine bu kadar saldırdıkları ilim ve bu ilmin “menhec”i, “kaideleri” ve “usûl”ü; bize Kur’an’ı ve Sünnet’i sağlam bir şekilde getirmiştir.
Kur’an’ı bize getiren, asla bu sapkın te’viller ve Batınî tahrifler olmamıştır. Batınîlik; tarihî intikamını almak için Rasul’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnetini ve sahabeyi Kur’an’dan ayırarak ve onları Kur’an’a düşman göstererek İslam’ın bütün i’tikadî ve fıkhî binasını yıkmak istiyor. “Sahabe’nin yalanlanması projesi”; “kabir azabı” “şefaat” “kader” ve benzeri konuları bize rivayet eden hadisleri inkâr edip bunu Kur’an’a aykırı göstererek; sahabeyi Kur’an’a karşı saygısızlık eden bir topluluk olarak gösterilmesinin ve de tekfirinin yolunu hazırlıyorlar. Bu proje temelde iki, zümreye hizmet etmektedir: Şia ve Yahudiler.
Rafızîler bazı sahabileri istisna ederek diğerlerini ve özellikle de üç Halife’nin kâfir ve mürted olduklarına inanmaktadırlar. Dolayısıyla sahabeden gelen birçok hadisi, Kur’an’a aykırı görme ve Kur’an vahyi dışında bir din inşa etme olarak göstermek, Rafızîlerin umumunun ve Şia’nın müşterek akidesidir. Böyle olunca, hadisleri Kur’an’a arzetme meselesi; Şia’nın da arkasında bulunduğu; yayılmasını istedikleri en tehlikeli projelerden birisi olarak karşımızdadır. Kur’an ile Sünnet’in bize ulaştırılmasında sayılmayacak kadar mübarek hizmetleri ve muazzam emekleri geçen; Allah’ın Rasul’ünün (sallallahu aleyhi ve sellem) sevgili kardeşleri ve dostları olan sahabeyi, tekfir edenler Kur’an’a arz iddialarını sahabeyi İslamî kimliklerinde soyutlamak içindir.
Hadislerin Kur’an’a arzedilmesi, aynı zaman da Sünneti de inkâr eden Kadiyanîlerin ve Yahudilerin Rasulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı yürüttükleri savaşın en tehlikeli özelliğidir. Yahudilerin, Rafızîlerin ve Kuraniyyun’un “isnad” ilmine olan düşmanlıkları bugünkü şartlarda daha çok Şiîleştirme propaganlarının temelini teşkil etmekte ve onların amacına hizmet etmektedir.
Hülasa-i kelam, Sahabe’nin İslam’daki yerlerini boşaltmak ve onları İslam tarihi, Kur’an’ın korunması ve yeryüzünde yayılmasındaki emeklerini ve Rasulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ilmini ve hikmetini yaymalarındaki asil ve emsalsiz gayretlerinin berhava edilmesi ancak böyle mümkündür.”[111]
DİPNOTLAR
[1] İbn Manzûr, Lisanu’l -Arab, c.5, s.68, Dâru’n-Neşr, Beyrut Trs.
[2] İbn Manzûr, , a.g.e., II, 118
[3] İbn Manzûr, a.g.e., III, 8
[4] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.37, Esra Yay., 7. Baskı, Ankara, 1997
[5] Kasım Oğan, Kabir Hayatıyla İlgili Rivayetlerin Tespit Tahriç ve Değerlendirilmesi, s.12, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
[6] Hamdi Gündoğar, İslâm İtikadında Sünnet, s. 195–196, Çıra Yay., İstanbul 2006.
[7] Beyhakî, İsbâtu Azabi’l-Kabr, s.22, elyazma, İst. Beyazıt Umum Küt. Nr. 18807
[8] Müslim, Kitâbu’l-cennet, 51; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27.
[9] Beylıaki, a.g.e, s. 21
[10] Hz. Peygamber’in süvarisi olarak tanınan cengâver sahâbî. Medineli olup Benî Selime kabilesindendir. Gâbe Gazvesi’ndeki gayret ve başarısından dolayı Resûlullah onun hakkında, “Süvarilerimizin en hayırlısı Ebû Katâde’dir” demiştir. Ashabın ileri gelenlerinden olan Ebû Katâde 54 (674) yılında Medine’de vefat etti. Hayatı hak. bilgi için bak: Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. 10,  s.175
[11] Suyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 58, elyazma, Konya Yusufağa Küt.Nr. 7253
[12] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.267
[13] Tirmizi, Cenâiz, 10
[14] Ebu Davud, Cenâiz, 73
[15] Tîrmizî, Sünen, Zühd, 3; İbn Mâce, Sünen. Zühd, 32.
[16] Tirmizî, Zühd, 5.
Hadiste bahsedilen “kabirdeki başarı”dan maksat; kabir sualinin başarılı geçmesidir. Zira Rasûlullah  (sav), cenaze namazlarında ölü için dua ederken, onun kabir azabı ve imtihanından koruması için Yüce Mevlaya “…Allahım onu kabir fitnesinden (imtihanından) ve cehennem azabından koru”( Müslim, Cenâiz, 26; İbn Mâce, Cenâiz, 23) şeklinde niyazda bulunurdu.
[17] Buhari, Cenâiz, 66, 85; Müslim, Kitâbu’l-cennet, 17; Nesâî, Cenâiz, 109–110
[18] Kurtubi, et-Tezkira Fî Ahvâli’l-Mevtâ ve Umûri’l-Âhira, s. 132, (tah. Abdulmecîd Tâmmete el-Halebî), Dâru’l-Ma’rife, 6. Baskı, Beyrut 2003
[19] İbnul Kayyım El-Cevziyye, Kitâbu’r-Ruh, s.91-93. (ter. Saban Haklı), İz yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, 2003.
[20] İbn Ebi’l İzz El-Hanefî, El-Akidetü’t-Tahaviyye ve Şerhi, s. 430, Çev. M. Beşir Eryarsoy, 2. Baskı,
Guraba Yay.,  İstanbul, 2008.
[21] Süleyman Toprak, a.g.e, s.363.
[22] Şehid, kelime olarak kesin bir haberi veren, bildiğini söyleyen, hazır olan, bulunan, bir hadiseye şahid olan, şahidlik eden manalarına gelir. Dinî anlamda, Allah rızası için, O’nun yolunda canını fedâ eden Müslümana verilen isimdir.
Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahidlik edilmiş olması veya onun yüce Allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta ruhunun doğrudan doğruya Daru’s-Selâm’da  (Cennet’te) bulunması veya Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır. ”
Yüce Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur :”Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma. Hayır, (onlar) diridirler. Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar. Allah’ın keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarında henüz (şehid olup)  kendilerine yetişemeyenlere de korku olmadığı, onların da üzüntüye uğramayacakları müjdesiyle sevinmektedirler. Allah’ın nimeti, keremiyle ve Allah’ın mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler”(Âl-i İmran, 169-171)
[23] Nesâî, Cenâiz, 112.
[24] Müslim, İmâre, 50
[25] Söz söyleyenin ifade ettiği mânâya, zahirde açıklık kazandıran şey; ancak bir tek mânâya ihtimali olan söz, te’vîle ihtimali olmayan şey. “Kur’an’ın nass’ı” veya “sünnetin nass’ı” sözleri ile, bu kaynaklardaki açık (zahir) sözler ile ifade olunan hükümler anlaşılır. İmam Şâfiî, er-Risâle’sinde, kitabın nass’ı, hükmün nass’ı gibi ifadeleri çokça kullanır ve bununla Kur’an’ın vazettiği hükümleri kasteder. Sünnetin nass’ı sözleriyle de bazı yerlerde hadis metnini ifade eder. Kelime, yukarıdaki mânâlar içinde gelişerek, ayrıca şu üç mânâyı da ifade edebilmektedir: a) Yazılı olan veya olmayan bir kanunî hükmün metni; b) Mukaddes bir metnin zâhiri; c) Böyle bir metnin asıl mânâsı. Geniş bilgi için bak: Şâmil İslâm Ansiklopedisi, ‘Nass’ Maddesi, c.5, s.56-57, Şâmil Yayınları, İstanbul,1992
[26]Ömer Ergül, Allah Ve Rasulu Arasını Ayıranlar Ve Kabir Azâbı Meselesi, Nebevi Hayat Dergisi, Sayı:30, Mayıs, 2015
[27] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, ‘Kabir’ Maddesi, c.24,s.37-38, İstanbul, 2001
[28] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var mı?,  s.444, Sidre Yay., Samsun,  2007
Mehmet Okuyan, kabir azabı konusunda müstakil kitap yazacak kadar konuyla ilgilenen bir akademisyen. Hafız olması ve Kur’an-ı Azimüşşan hakkındaki bilgisi, dünürü ve yoldaşı olan Mustafa İslamoğlu’na göre insanları daha bir etkilemekte. Ama hadisler konusundaki bilgisizliği âşikâr. Meselâ bir TV proğramında (28.12.2012’de Habertürk-Öteki Gündem) hoca şöyle diyor: “Peygamberimizin adına, onun ağzından sunulan rivayetlerin kabul edilebilirliği noktasında çok önemli bir ölçümüz olması lazım. Bizi dinleyenler; ‘bunlar hadisleri inkâr ediyor’ diyorlar. Asla ve kat’a! Bu suçlamayı şiddetle reddediyorum!.. Bu rivayetlerin Hz. Peygamber’e âidiyetinde sorun var. Rivayetlerin bize nakledilişinde çok karanlık dönemler yaşanmıştır. Ölçü, Kur’an’a uygunluk ölçüsüdür. Zaten Peygamberimizin bu konuda bir de uyarısı var. Diyor ki bir hadisinde; ‘Size benden bir şey geldiği zaman onu Allah’ın Kitabına arzedin. O söz Allah’ın Kitabına uygunsa onu ben demişimdir, aykırı ise onu ben dememişimdir”. Şimdi “ölçü” diye verilen bu “sözde hadis”e dikkat ediniz! Hiçbir muteber kitapta yer almayan uydurma bir rivâyet, akademisyenimiz tarafından “ölçü” edinilmiş durumda. Sadece Kurtubî’nin meşhur tefsiri “el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân”ın Mukaddime kısmındaki “Kitab’ın Sünnet’le Tebyîni” bâbına baksa, müellifin Ebû Dâvud şârihi Hattâbî (ö. 388)’den yaptığı şu alıntıyı görecekti: “Bu bir bâtıl hadistir (uydurmadır), aslı (senedi) yoktur!”. Hadis hakkında ilk devir ulemâsının sözlerini araştırma zahmetine katlansaydı, İbn Mehdî, İmam Şâfiî, İbn Maîn, İbn Abdilberr gibi zevâtın bu rivayeti Hâricîlerin ve Zındıkların uydurduğunu söylediklerini görecekti. Ama heyhat!( Bu eleştiri Yrd.Doç.Dr.Ahmet Tahir Dayhan’a aittir. Geniş bilgi için bak: http://deuif.blogspot.com.tr/p/mehmet-okuyan.html
[29] http://www.mustafaislamoglu.com/HD533_olum-ve-otesi.html
Sorulan sorular ve verilen cevaplara bakıldığında İslamoğlu’nun ‘kabir azabını’ inkâr etmediğini, fakat inkâr etmemenin yanında ‘kesin olarak kabul de etmediğini‘ ve “yoruma dayalı bir mevzu olduğunu” söyleyerek, kabir azabına ‘inansa da olur, inanmasa da olur’ tavrıyla yaklaştığını görmekteyiz. Fakat bu cevap 2009 tarihli. İslamoğlu her hususta yaptığı gel-gitlere uygun olarak yakın tarihli bir televizyon proğramında kendisinden emin ve yer yer müstehzi bir edayla,”Kabir azabı yok, ahiret azabı var, Kur’an da kabir azabıyla alakalı tek bir ayet yok sadece ona yorumlanan bazı ayetler var. Kabir azabından bahseden hadis rivayetleri çelişkili onun için kabir azabı vardır demek çok zor.” demiştir. İslamoğlu’nun her hususta yaptığı gel-gitlere şu örneği verebiliriz: Zamanında  “Ben tekfirciliği tekfir ettim. Müslüman tekfirci mantıktan ve söylemden uzak durmalıdır.” diyen İslamoğlu, 5 Ekim 2015’de şöyle bir tweet paylaştı: “Bana reddiye yazanlar uydurulmuş din müntesibidir. Bense indirilmiş ve tamamlanmış dinin müntesibiyim. Onların dini onlara, benim dinim bana”  (İslamoğlu’nun bu tweet’ini aynı gün içinde sildiğini de belirtelim.)

[30] lzmirli İsmail Hakkı,  Yeni İlmi Kelâm, c. 2, s. 199, İst. 1339-1341
[31] Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkif, c.3, s.242,  Matbaayı Amire, 1311 h.
[32] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.316, Esra Yayınları, Konya, 1994
[33] Câsiye, 21-22.
[34] Abdurrahman Habenneke El-Meydânî,  El-Akâidu’l-islâmiyye ve Üsüsühâ, s.643, Şam, 1979
[35]  bkz. En’am, 93; Enfâl, 50
[36]  Mü’min, 46
[37] Fahreddin Razî, Tefsirü’l-Kebir, c. 19, s. 309-311, Akçağ Yayınları, Ankara,1995
[38] Ebu’l-Hasen el-Eş’ari, El-İbâne ‘An Usûli’d-Diyâne, s. 65-66, Me­dine, 1975
[39] Ebu’l-Müîn En-Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, v. 283 b
[40] Gazzali, El-İktisâd Fi’l- İ’tikâd  (Terc. Kemâl Işık),  İtikadda Orta Yol, s. 160, Ank.1971
[41] Taftazânî, Şerhü’l-Makâsıd, c. 2, s. 162.
[42] Cürcânî, Şerhü’1-Mevâkıf, c. 3,  s. 242.
[43] Îmamü’l-Haremeyn  el-Cüveynî,El-İrşad ilâ Kavâidil-Edille Fi Usûli’l-İ’tikad, s. 375, Mısır.  1950
[44] Sadru’l-İslam Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, (Terc. Şerafeddin Gölcük), s.235, Kayıhan Yayınları,  İst. 1980
[45] Buhâri, Sahih, Cenâiz, 89
[46] Ebu’l-Müîn En-Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, v. 283 b
[47] Fahreddin Razî, Tefsirü’l-Kebir, c. 19, s. 309-311
[48] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat Kabir Hayatı, s.320
[49] El- Fıkh-ül Ebsat, s. 55, 3. Paragraf, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, Çeviren: Mustafa Öz, İstanbul, 1981
[50] Ebu Mansur el-Maturîdî, Akaîd Risalesi, (Terc. Yusuf Ziya Yörükan), s. 27, İst. 1953
[51] Ebul-Hasen El-Eşârî, El-İbâne ‘An Usûli’d-Diyâne, s.66
[52] İbn Kesîr, Tefsiru Kur’ani’l-Azim, c.3, s.447, Beyrut, 1969 ve Beyrut, 1977; İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, c.8, s.375-376, Buruc Yayınları, İstanbul; Taberi, Taberi Tefsiri, c.4, s.350-353, Hisar Yayınevi, İzmir
[53] Taberî,  a.g.e., c. 4, s.353
[54] Taberî. a.g.e, c. 4, s. 353
[55]  Eş’arî, a.g.e, s. 66.
[56] Süleyman Toprak, a.g.e., s.323
[57] Beyhakî, İsbâtu Azabi’l-Kabr, s. v. 31 a- 32 a., elyazma, İst. Beyazıt Umum Küt. Nr. 18807.
[58] Beyhakî , a.g.e, v. 31 a- 32 a.
[59] Seyyid Sâbık, el-Akâidül-İslâmiyye, s. 239, Dâru’l-Kütübil- Arab,  Beyrut, T.siz
[60] Buhârî, Çenâiz, 85; Müslim, Cennet, 17
[61] Beyhakî. a.g.e. v. 21 b
[62] İbn Mâce, Zühd, 32;  Nesaî. Cenâiz, 100
[63] Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, c.2, s.727, Fatih Yayınevi; Abdulfettah El- Kâdi, Esbab-ı Nüzul,s.476,  Fecr Yayınevi.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.12, s.367-371, Risale Yayınları, İstanbul; İmam Kurtubi, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c.15, s.237-240
[65] Ebu’l-Mu’in en-Nesefî, a.g.e, s. 283
[66] Müslim, Cennet,17
[67] Ahmed bin Hanbel,  Müsned,  c. 3,  s. 104-111
[68] Nesai, Ccnâiz, 114
[69] Eş’arî, el-İbâne,  s. 65
[70] Beyhakî, a.g.e. v. 35 b
[71] Müslim, Cennet,  17
[72] Ahmed bin Hanbel,  Müsned,, c. 4, s. 362
[73] Müslim, Cenâiz, 26
[74] Müslim, Mesâcid, 2;  İbn Mace, İkame, 26
[75] Müslim, Kader, 7
[76] Diğer bir rivayete göre Hz. Âişe’den bir şey ister ve o da verince böyle duâ eder. bkz. Nesaî, Cenâiz,  115
[77] Buhâri, Cenâiz, 84
[78] Nesâî, Cenâiz, 115
[79] Suyütî, Şerhü Süneni’n-Nesâi, c. 4, s. 105
[80] Buhâri, Cenâiz, 66
[81] Ebu Davud, Sünnet, 27
[82] Müslim, Cennet, 17
[83] Ahmed bin  Hanbel,  Müsned, c. 3, s. 259.Beyhakî, Enes’den rivâyet edilen bu hadisin senedinin sa­hih olduğunu söylemiştir.
[84] Müslim, Mesâcid: İbni Mâce, Salât, 6
[85] Buhâri, Ccnâiz, 85
[86] Tirmizî, Kıyamet,  14
[87] Suyütî, Şerhus Südûr, v. 6
[88] Buhari, Ta’bir, 48
[89] Ahmed  bin Hanbel, Müsned, c. 3, s. 224.
[90] Buhâri, Cenâiz, 88
Burada Peygamber Efendimiz’in, kabirler üzerine yaş dal dikmesinin hikmeti, her yaş ve diri olan şey Allah’ı tesbih edeceğinden, onların tesbihleri hürmetine Allah Teâlâ’nın o kabirdekilerden azabı hafifletmesidir. Bu ruhi anlayış, nebatat ve cemâdâtın tesbih­lerini müşahede etmesi sebebiyle Hz. Peygamber’ e mahsustur ve onun özelliklerindendir. Daha sonra bu adet, Rasûlullah Aleyhisselâm’ın tesisi olarak devam etmiştir. Bazı yerlerde ise çiçek dikmeye dönüş­müştür. Çiçekler de Allah’ı tesbih ederler, ama azabı ha­fifletmek Allah’ın bileceği bir iştir. İsterse hafifletir, isterse etmez.
[91] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2,  s. 441
[92] el-Butî. a.g.e., s. 332- 333
[93] Asrımızın bir kısım insanını anlamak ne kadar da zor! Bilhassa kendini ‘İndirilmiş dinin mensubu’ zannedenleri. Bu kişilerin delil olarak gösterdiği Kur’an ayetlerini 14 asır boyunca hiç kimse görmemiş, okumamış, ya da okumuş da onların anladığı manaları anlayamamış; ama bunlar bir çırpıda bütün gizli manalara ulaşmışlar. Demek bunlar öyle zeki insanlar ki, İmam Maturidileri, Eşarileri, İmam Gazalileri, İmam Rabbanileri ve saymakla bitiremeyeceğimiz bütün allameleri geride bırakmışlar. Hatta bunlar Kur’an’ı Sahabelerden bile daha iyi anlıyorlar. Öyle ya, -hâşâ- İbni Abbaslar, İbni Mesudlar, Abdullah İbni Ömerler ve diğer Sahabeler de kim oluyor, Sahabeler hiç bunların zekâsına yetişebilir mi? Yine başta 4 mezhep imamı olarak diğer müçtehidler ve âlimler de bunların gerisinde, bu inkârcılar onlardan çok daha zeki. Hatta bütün âlimlerin zekâsını toplasak, bunların zekâsına yetişemez.(!)
[94] Lisânu’l-Arab, c. 3, s. 183
[95] İbn-i Âşûr, Et-Tahriru ve’t-Tenvîr, c. 22, s. 245
[96] İbn-i Kesîr Tefsîri, c. 6, s. 581
[97] Fethu’l-Kadîr, c. 4, s. 531
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. 18, s.521, Akçağ Yayınları, Ankara
[99] http://www.sorularlaislamiyet.com/article/17120/kabir-azabi-mahser-gununun-hesabini-azaltir-mi.html
[100] Kabir Azabı, Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 10.02.2008
[101] Nevevî, El-Ezkâr, s.33, Ravza Yayınları, İstanbul, 2006
[102] Muhammed Ali Es-Sabûnî, Çağdaş Tefsir Telakkilerinin Reddettiği Kur’anî Bir Hakikat: Berzah Âlemi ve Kabir Azabı, İnkişaf Dergisi, sayı:82
[103] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var mı?,  s.285, Sidre Yay., Samsun,  2007
[104] Mehmet Okuyan, mezkûr kitabında kabir azabı hakkındaki rivayetlerin mânen mütevatir oldukları tespitine  Hayri Kırbaşoğlu’nun Hadis Metodolojisi adlı eserinden uzun bir alıntı yaparak cevap vermiş, mütevatir kavramının içinin ne ile dolu olduğunun belli olmadığını, hadisleri kabul etmede tek kriterin Kur’an’a arz olduğunu, hadisleri esas alıp Kur’an’ı değil, Kur’an’ı esas alıp hadisleri değerlendirmek gerektiğini vurgulamıştır. Bu noktada İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin rivayetlere yaklaşım tarzını örnek veren müellif bu noktada  referansının Ebû Hanife olduğunu belirtmiştir.(s. 260-267 ) İmam Ebû Hanîfe’nin, daha henüz hadislerin toplanmasının gerçekleşmediği, hadislerin ayıklanmasının tamamlanmadığı bir zamanda bir yöntem olarak seçtiği bu tavrı benimseyebilir, kendi zamanının şartları gereği yerinde ve olması gereken bir uygulama olduğuna kanaat getirebiliriz. Ancak şunu da iyi bilmeliyiz ki böyle bir yöntemi kullanan İmam Ebû Hanîfe’nin kabir hayatına dair düşünceleri gayet nettir. İmam El-Fıkhu’l-Ekber isimli eserinde kabir hayatının ruh ve beden ortaklığında olacağını, el-Vasiyye adlı eserinde de hakkında hadis olması hasebiyle Münker ve Nekir’in suallerinin hak ve vâki olduğunu söylemektedir. Kur’ân’dan kabir azabına dair getirdiği iki delilin de açık olduğunu, te’vîl ve tefsirinin de tenzîli gibi olduğu gerekçesiyle bir kimsenin “ben ayeti değil yapılan te’vili ve tefsirini kabul etmiyorum” şeklindeki yaklaşımının onu küfre sürükleyeceğini söylemektedir. Bakınız: Beyazîzade Ahmed Efendi, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin İtikadî Görüşleri, çeviri: İlyas Çelebi, İFAV, İstanbul 2010, s.150-151.
[105] Kasım Oğan, Kabir Hayatıyla İlgili Rivayetlerin Tespit Tahriç ve Değerlendirilmesi, s.118, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2010
[106] Sa’düddîn et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akaid, çev. Talha Hakan Alp, İstanbul, Rıhle Kitap, 2011, s. 227
Taftâzânî, bu ifadelerinin ardından, “Kabir azabını Mutezile ve Rafiziyyeden bazıları inkâr etmişlerdir” demektedir. Ancak, eserin mütercimi Talha Hakan Alp, Mutezile imamlarından Kadı Abdulcebbâr’ın konuyla ilgili farklı bir açıklamasına dikkat çekmektedir. Buna göre, kabir azabını Mutezile’den sadece Dırar bin Amr inkâr etmektedir. Kadı Abdulcebbâr, Mutezile’ye ilişkin bu yanlış bilginin İbnü’r-Râvendî’nin “Mutezile kabir azabını inkâr ediyor” şeklindeki ifadelerinin şöhret bulmuş olmasından kaynaklandığını belirtmektedir. (A.g.e., s. 227, dipnot: 1.)
[107] Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat (Kabir Hayatı), s.335
[108] Buhârî, Cenâiz, 66;  Nesâi, Cenâiz, 110
[109] Mehmet Okuyan, a.g.e., s. 275.
[110] Muzaffer Öztürk,  Kur’an-ı Kerim’e Göre Kabir Azabı Yok mu? Kitabının Tenkidi, s.269-270, Çukurova Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, Yıl:2008
[111] http://www.mehmeteminakin.com/wp-content/uploads/2015/07/SON-KAB%C4%B0R-AZABI.pdf
Günümüzde özellikle “Kur’an’a dönüş”, “Kur’an İslâmı”, “Kur’anî Hayat”, “Kur’an’ın Aydınlığında” gibi birtakım popülist söylemlerle de ülke gündemimize taşınan modernist anlayışın İslâm ilim, kültür ve düşünce tarihinde açmış olduğu tahribatları ve tahrifleri örnekleriyle izah eden Mehmet Emin Akın hocamızın, Te’vilin Tahrife Dönüşmesi( Medarik Yayınları) eserini siz okuyucularımıza tavsiye ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder