30 Mayıs 2017 Salı

Ağnam Meâl-i Şerifi





Ağnam AĞNAMAK, AĞNAMCI koyunlar. tekili ganemdir. Adet-i Ağnam Osmanli'da hayvanlar uzerinden alinan %8 oranindaki vergi.
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
Tevbe Suresi 60. Ayet Tefsiri
Meâl-i Şerifi
60- Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar, o işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kalbleri İslâm'a ısındırılacaklar), köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
60- Sadakalar. "SADAKA": İnsanın malından sırf Allah'ın hakkı olarak ayırdığı vergidir. Allah'a sadakatla bağlı olmak anlamından alınmış olan bir kavramdır. Sadaka vermek demek olan "tasadduk" kelimesi aynı köktendir ve "sadakatle bağlılığı aramak" anlamına gelir, Sadaka kavramında üç ana unsur vardır:
1. Fakirlik, yani sadakaya muhtaç durumda olmak,
2. Temlik, yani yapılan yardımın, sadaka diye verilen şeyin mutlaka alanın eline geçmesi ve onda tasarruf edebilmesi,
3. Allah için verilmiş olmak.
Sadaka, herşeyden önce vacip veya nafile olmak üzere iki kısımdır ki, vacip olan kısmına "Zekât" denilir. Her iki kısmın da birçok çeşitleri vardır. Mesela tarım ürünlerinden alınacak zekâta "öşür" denilir. Ayrıca sevaim (hayvanlar), ağnam (koyunlar), ticaret, nukud (nakit paralar), rikaz (defineler), meadin (madenler) adı verilen başka bölümleri vardır. Nefsin zekâtı olan "Sadaka-i fıtır" vardır. Görülen ve görülmeyen mallardan alınan bu zekâtların hepsi vacip olan sadakalar cinsindendir. Ve çoğul olarak "Sadakat" kelimesi bunların hepsini kapsamı içine alır. Fakat âyetin sonundaki bağlantı karinesiyle burada asıl söz konusu olan ve maksat olarak gözetilen şey farz olan sadakalar, yani zekât çeşitleridir. Şu halde toplu mânâ şudur:
Meselenin içyüzü ve özü o münafıkların zannettikleri ve arzuladıkları gibi değil, bilinen bütün çeşitleri ile sadakalar adı altında toplanan zekât cinsinin hepsi münhasıran şunlar içindir: Fakirler ve yoksullar içindir. Şöyle ki, "Onların mallarında dilenen ve dilenmeyen yoksullara ait belli bir hak vardır." (Me'âric, 70/25) âyetinin de öngördüğü şekilde vacip sadaka demek olan zekât bunların belli ve bilinen haklarıdır. Sadaka kavramı herşeyden önce fakirlik kavramı ile birlikte ele alınmaktadır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadisi şeriflerinde bunu şöyle ifade buyurmuşlardır: "Ben sadakayı zenginlerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum". Bununla sadakanın fakirlere ait olduğu ve vacip olan sadakanın, zenginin bir lütfu değil, fakir kesimin zenginlerin zimmetine geçmiş bir hakkı demek olduğu, yani bir borcun sahibine geri ödenmesi demek olduğu anlatılmıştır. Şu kadar ki, bu hak, doğrudan doğruya her fakir kişinin kendi öz hakkı değil, fakir fukara kesiminin bütününün genel bir hakkıdır. Ayrıca bizzat kendilerinden bir sözleşmeyle veya gasp yoluyla alınmış bir kazanılmış hak değil, Allah Teâlâ'nın emri ile sabit olan hibe cinsinden bir haktır, yani Allah hakkıdır. Bundan dolayı sadaka ancak Allah için sıdk u sadakatle verilir. Ne zenginin fakire minnet ve eza yüklemeye hakkı vardır, ne de bir fakirin bir zenginden istekte bulunmaya hakkı ve yetkisi vardır. Hatta her fakirin her sadakayı almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber soyundan, yani, seyyid olan bir fakirin zekât alması haramdır. Ancak tatavvu olan sadakadan alabilirler, bir de hediye kabul edebilirler. Yine bunun gibi soyundan geldiği kimselere ve kendi soyundan gelenlere zekât ve vacip olan diğer sadakalar verilmez. Çünkü nafaka hakları vardır. Ayrıca fakirlerin ellerinden alınmış borç, emanet veya gasp veya benzeri herhangi bir haklarının geri verilmesinde sadaka mânâsı bulunmaz. Bunun içindir ki, haram maldan verilen şeyler hakikatte sadaka olamaz, ya bir başka hakkın kısmen iadesi veya bir haksızlıktan başka bir haksızlığa geçiş anlamı taşır. Fakir, aslında muhtaç olan, yani kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen kimse demek olmakla beraber, az bir gelire sahip olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda olduğunu gizleyebilir, hatta bu yüzden "İffetli ve çekingen olduklarından, hallerini bilmeyenler onları zengin sanırlar." (Bakara, 2/273) âyetinin tarifi ile cahiller onları zengin bile sanabilirler. Miskin ise düşkün demektir. "Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve kimsesizler" (Beled, 90/16) âyetinin de işaretiyle yoksulluğu dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir. Miskinlik fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak anlamına gelir, üstelik acizlik ve zillet mânâsını da ifade eder. Bununla beraber aksine tefsir edenler de olmuştur. Hasılı bütün sadakalar herşeyden önce fakirler ve yoksullar içindir; "fukara ve mesakin" hakkıdır, bunların menfaatına tahsis edilmiştir. Aşağıda geleceği şekilde diğerlerine de yine onların menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları dolayısıyla verilecektir. Şöyle ki:
Ve sadakalar üzerindeki amillere. Yani toplanıp biriktirilmesinde çalışan tahsildarlar, katipler, koruyucular, bekçiler, mesela davar ve sığır cinsinden toplanan zekâtların çobanlığını yapanlar, hasılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Ve bu sebeple bunlar için sadaka verilmiş olmaz, yaptıkları hizmete karşılık ücret olmuş olur. Ancak onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmış hizmetler olur, onların menfaatine ait bulunur.
İmam Serahsi'nin "Mebsut" adlı eserinde zikredilmiştir ki Hz. Peygamber, gerek görünen mallardan ve gerek görünmeyen gizli kapaklı mallardan alınacak zekâtların tahsili için amiller tayin buyurdu. Hz. Osman'ın hilafeti zamanında görünmeyen mallardan alınacak zekâtın tahsilindeki zorluk sebebiyle bunlar zengin müminlerin kendi vicdanlarına terk edildi ve yalnızca görülen malların zekâtları üzerine amiller görevlendirmekle yetinildi, ki, o zamandan beri davar, öşür, madenler ve gümrük memurları tayin edilmekle beraber, görünmeyen mallardan alınacak zekât mükelleflere bırakılmış bulunmaktadır.
Müellefe-i kulub: Yani kalbleri İslâm dinine ısındırılacak olanlar. Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç kısım idiler. Bir kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlerle müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlamak ve İslâm tarafını tutmaları için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm'a meyilli kişiler yapardı. Diğer bir kısmı ise kabile reisi ve ileri gelen kimseler durumunda idi ki Hz. Peygamber, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm'a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslâm'a girmeleri ve İslâm'da sebat etmeleri gibi bir takım İslâmî amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi. Üçüncü bir kısım da İslâm'a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişiler idi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri iyice İslâm'a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b. Hısn, Akra' b. Hâbis ve Abbas b. Mirdas bunlar arasındaydı. İşte "müellefetü'l-kulub" sıfatı her üç kısma da verilir. Üçünde de durumun gereğine göre, İslâm'a hizmet ile cihadın mânâsı ve fakir fukaranın çıkarlarının gözetilmesi ve korunması gibi hikmetler söz konusudur. Bununla beraber Hz. Peygamber tarafından birinci kısma verilen ihsan ve yardımların resmi sadakalardan verildiği hakkında sarih ve kesin bir rivayet yoktur. Rivayetler bunun ganimetlerden verildiğini gösteriyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder