2 Temmuz 2016 Cumartesi

Sünnet Şüphesiz Vahy'dir!






Sünnet Şüphesiz Vahy'dir!

Allah (subhanehu ve teala) şöyle buyurur:

   "Batmakta olan yıldıza yemin olsun ki, arkadaşınız (Muhammed) ne sapmış, ne de azmıştır.Çünkü o hevâdan konuşmaz; onun konuşması, kendisine vahy edilen vahiyden başka bir şey değildir."( Necm  Suresi, 1.-4)
   

İmam Şatibi der ki: "Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem)'in bildirmiş olduğu her haber, haber verdiği gibidir, haktır, doğrudur, hem haber verdiklerinde, hem de kendisinden (naklederek aldığı melek) hakkında itimad edilir. (Verdiği) habere, teklifle alakalı bir hükmün bina edilip edilmemesi arasında herhangi bir fark yoktur.  
   Şayet O (sallAllahu aleyhi ve sellem) bir hüküm teşriinde bulunmuş veya bir şeyi emretmiş veya yasaklamış ise, aynen beyan ettiği gibi kabul edilir.
    Meleğin Allah (subhanehu ve teala)'dan haber vermesiyle (kalbine) üfürülmesi ve nefsine ilka edilmesi veya rüya/keşifle gösterilmesi ya da mucizevi bir şekilde gayba muttali olması veya bunların haricinde her hangi bir yolla alması arasında bir ayrım yapılamaz.
   (Hangi surette olursa) olsun, bu gelen habere itibar edilir, itikadta ve amelde üzerine bina edilebilinir, zira Allah Resulu (sallAllahu aleyhi ve sellem) ismet (vasfi) ile te'yid edilmiştir ve O (sallAllahu aleyhi ve sellem) kendi hevasından konuşmaz.(el-Muvafakat, İmam Şatibi)

.



EBU İSHAK EŞ-ŞÂTIBÎ:


Adı: ibrahim b. Musa b. Muhammed'dir. Eş-şâtıbî dîye meşhur olmuştur. Endülüs'tü ve gırnata'dandır. Mâliki mezhebine mensuptur. Hafız ve büyük bir mücîehid, ıısûlcü, müfessir, muhaddis, fakih, dil bilgini... Kısaca çok yönlü bir âlimdi. Öbür taraftan verâ' sahibi, sâlih, zâhid, sünnî bir zattı. Arapça'yı ve diğer ilimleri zamanının bü­yük âlimlerinden almıştır. Bunlar içerisinde ıbnu' l-fahhâr el-elbîrî, ebu'l-kâstm es-sebtî, ebu ali et-telemsâriî, gibi seçkin simalar vardır. Çok değerli teliflerde bulunmuştur. Bunlar içerisinde en değerlileri şunlardır: el-muvâfakât (dört cilt, elinizdeki bu eser), i'tisâm (iki cilt), el-mecâlis (imam buhârî'nin sahih'i/jin "kitâbu'l-büyû" kısmı üzerine yazdığı şerh), el-ifâdât ve'1-inşâdât (edebiyata dairdir), unvânu'l-ittifak fî ilmi'l-iştikâk, nahiv üzerine yazdığı beş büyük ciltlik el-makâsıdu'ş-şâfiye fî şerhi hulâsati'l-kâfiye. H. 790 - m. 1388 tarihinde, şaban'in sekizinde salı günü hakk'in rahmetine kavuşmuştur.

KİTAP HAKKINDA (HATIRALAR, DÜŞÜNCELER)


İstanbul yüksek islâm enstitüsünde talebe iken hocalarımızdan mer­hum celal hoca, bir sohbetinde seyyid beyinfıkıh usûlü kitabından övgü ile bahsetmiş, sahaflarda bulamadığı bu kitabı, yüklüce bir para ödeyerek bir hattata, süleymaniye kütüphanesinde mevcut bir nüshadan istinsah ettirdiğini söylemişti. O günden sonra biz de bu kitabın peşine düşmüş, so­nunda ele geçirmiş ve okumaya başlamıştık. Seyyid bey, kitabın giriş kıs­mında belli başlı fıkıh usûlü kitaplarını değerlendirirken, sıra el-muvâ-fakât'a gelince şunları yazmıştı:
"bu kitap yenilikçi (müceddidane) bir metodla yazılmış, gayet güzel, yu­karıda adlan geçen usûl kitaplarında bulunmayan, zamanımız için çok önemli bahisleri içine almış bir kitaptır. Şâtıbî bu eseriyle, fıkıh usûlü il­minde asıl incelenmesi gereken meselelerin hangileri olduğunu göstermek istemiş ve ilmin peşine düşmesi gereken hedefe yönelmiştir. Fakat, yukarı­da da söylediğim gibi, bizim doğu âlimlerinin sonradan gelenleri, şâtıbî'nin tuttuğu yolu takip etmemiş, bilâkis işi lâfız ve cedel kavgasına dökmüş ol­duklarından, onun açtığı çığın genişletecek kimse ortaya çıkmamıştır." (ist.1333, s. 60)
Bu satırları okuduktan sonra el-muvâfakât'ın peşine düşmemek mümkün olmazdı.sahaflarda bulduğum, kazan'da basılmış birinci cildin başındaki mûsâ cârullah'a ait tanıtma yazısı kitaba olan iştiyakımı daha da arttırdı.[1] bir seyahatimde ankara ilahiyat fakültesine uğramıştım, orada bir ağabey hocanın kütüphanesinde, elinizdeki tercümeye esas teşkil eden el-muvâfakât baskısını gördüm, hocaya rica ederek kitabı satın al­dım. O günkü sevincimi anlatamam. Dört cilt olan kitabın son cildini bitirdi­ğim zaman tarih atmışım: 24 temmuz 1961. Buna göre bu sevgili dost ile ta­nışmamızın üzerinden yaklaşık otuz yıl geçmiş bulunuyor.
Usûlü'1-fıkh ilmi dalında bir çok eser verilmiştir. Bunlar içinden şâfi'f -nin er-risâle'si, gazzâlfnin el-müstasfâ'si, sadru'ş-şerî'a'nın et-tavzîh'i, ibnu'l-kayyim'in riâmul-muvakkı'm'i, şâtıbî'nin el-muvâfakât'ı
Ve şevkânî'nin irşâdul-fuhûl'ü binanın temel taşları gibi eserlerdir. İslâm ilimlerinde ve özellikle fıkıh usûlü'nde derinleşmek isteyenlerin bu kitap­lardan müstağni kalmaları düşünülemez. Ancak el-muvâfakât'ın bir özel­liği onu sahasında tek kitap haline getirmektedir; bu da,"mekâsıdu'ş-şe-rî'a"ya verdiği geniş yerdir. Mekâsıdu'ş-şerî'a dinin güttüğü, gözettiği gaye­ler, maksatlar demektir. Allah teâlâ peygamberleri vasıtasıyla kullarına "iman, ibadet ve hayat nizamı" gönderiyor. Bu nizamı oluşturan bilgiler is­tekler ve kaideler yalnızca Allah'a kulluk etmeye, imtihanı kazanmaya mı yaramaktadır, yoksa Allah bunların, insanlara dünyada da bir takım fayda­ları dokunmasını mı istemiştir. Eğer ikinci ihtimal vâki ise, dinî hükümle­rin faydalarından, karşıladıkları ihtiyaçlardan söz etmek yerinde olacaktır. İşte şâtıbî, kitabının bir cildini bu konuyu ayırmakta, başka kitaplarda bir­kaç sayfaya sığdırılan "hükümlerin gayelerini, dinin maksatlarım" bu ge­nişlikte ve derinlikte ele alıp incelemektedir. Kitaba değer kazandıran di­ğer özelliklerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:
1. yazar mâliki mezhebine mensup bulunduğu halde, mezhep taas­subundan uzak, edepli ve uzlaştırıcı bir yol takip etmiş. Nitekim ki­tabına önce "et-ta'rîf bi-esrâri't-teklif: yükümlülüğün sırlarının bilgisi" adını koymak istemiş, sonra bir rüya üzerine bunu değiştir­miş, kitabında mâliki mezhebi ile hanefî mezhebini uzlaştırmayı hedef aldığı için "uzlaşılar, anlaşmalar" mânasında el-muvâfakât ismini tercih etmiştir. Kitabın sonlarına doğru "ihtilaflı konularda tercih" meselesini işlerken fıkıhçılara, birbirine karşı edepli ve hoş­görülü olmayı tavsiye etmekte ve aksi davranışın giderek katıla-şan, taassuba düşen nesiller, taraftarlar yetişmesine sebep olaca­ğını, bunun ise dinin yasakladığı tefrika ve bölünmeyi getireceğini etkili cümlelerle ifade etmektedir. Taklit ve taassupla ilgili şu söz­leri onun ilmî kişiliğine ışık tutmaktadır:
"...takva elbisesini kendine bir şiar kıl, insafı elden bırakma, hakkı aramak mezhebin, hakkı ehline teslim etmek prensibin olsun...taas­sup pınarından sakın içme, konunun hakikati anlaşıldığında onu ka­bul edip teslim olmaktan çekinme..." (tercüme, s.18-19).
2. Şâtıbî'ye göre "ilimden maksat Allah'a kullukta bulunmadan baş­ka birşey değildir."Şer'î hükümlerin dünya hayatında da faydayı hedeflediği konusu kesin delillerle sabittir.
"...şeriat ilmi pek dağınık ve çeşitli türden olan cüz'iyyatm genel ve kapsamlı bir şekilde istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edil­mekte ve neticede akılda, bidüziye (muttarit), genel ve sabit, değiş­mez, hep hakim konumda genel prensiplerden oluşan bir mecmua vü­cuda gelmektedir.
Bu satırlardan anlaşılan odur ki, şâtıbfye göre bir bilgiye kesingözüyle bakabilmek için onu ilmî metodlarla (burada tam istikra metoduile)eldeetmekgerekmektedir. Ve kendisi, bukitapta ele al­dığı şer'î maksatları işte bu metodla ortaya çıkarmıştır.
3. Müellif bu eserinde, sıradan bütün insanları ilgilendiren dînî hü­kümlerin kaynakları ve gayelerini araştırırken, yorumlarını ya­parken tasavvufun inceleme konusuna giren seyir ve sülük (ma­nevî ve ahlâkî eğitim) yoluyla farklılaşmış Allah kullarının hal ve yükümlülükleri üzerinde de durmuş, bunların genelleştirilmesine karşı çıkmakla beraber islâm bütünü içindeki mümtaz yerlerini tescil ve tesbit etmiştir.
4. Şâtıbî, felsefe mesleğine mensup bazı âlimlerin yaptıkları gibi akla öncelik vererek nasları —zahirleri ile almak ve anlamak mümkün olduğu halde— te'vil ve gerçek mânâlarından saptırma yoluna git­memiş, nakle (kesin ve açık nakle) öncelik vermiştir:
"şer'î meselelerde...nakil öne almir ve metbû (kendisine uyulan) kı­lınır, akıl ise geri alınır ve tâbi kabul edilir. İnceleme ve sonuca varma konusunda akıl ancak naklin müsâadesi ölçüsünde katkıda bulu­nur..."(s.78 )
El-muvâfakât'ın saymakla bitmez güzellikleri ve faydalı yön­leri sebebiyle hep türkçemize kazandırılmasını istemiş ve ilgili dostlara tavsiye etmişimdir. Bu arzumun, hem tercüme, hem de ki­taplaştırma bakımlarından en güzel bir şekilde gerçekleşmesi be­nim için mutluluk sebebi olmuştur. Değişik cümle yapılan, üslûbu, mantığı ile el-muvâfakât gibi anlaşılması, hele hele türkçeye ak­tarılması oldukça zor olan bir kitabı başarı ile tercümeye muvaffak olduğu için mehmed erdoğan'ı candan tebrik ediyor, daha nice ça­lışmalarını bekliyorum. Sahasında erişilmez bir seviyeyi temsil eden bu eserin tercüme ve neşri için elinden geleni geri koymayan yayıncılara da teşekkür ediyor, sa'ylerinin meşkûr, amellerinin makbul olmasını mevlâdan niyaz eyliyorum.
Doç. Dr. Hayreddin karaman

Mütercimin Onsozu


Elinizdeki bu değerli eserin günyüziine çıkmasına bizleri muvaffak kılan Allah'a sonsuz hamd ve senalar eder, o'nun pâk şeriatının teb-liğcisi, yorumcusu ve örnek tatbikatçısı olan sevgili peygamberimiz hz. Muhammed'e salât ve selâm eder, o'nun nurlu yolundan giden ve kutsal emâneti kendisinden sonra gelenlere ulaştıran âl ve ashabını, tabiîn nesli­ni, güzellikle onların yolundan gidenleri, ümmetin büyük müctehid imam­larını, bütün insanlığın dünya ve âhiret seâdetine kefil olan islâm şe­riatının yüceltilmesi ve yenilenmesi için kafa yoran tüm islâm âlim ve dü­şünürlerini rahmetle anarım. Keza rabbimizden, bizleri de islâm'ı ve onun yüce değerlerini hayata yeniden hâkim kılabilecek bir neslin iman, ilim, ir­fan ve cihad erleri kılmasını niyaz ederim.
Daha önceleri çeşitli hocalarımızdan övgüsünü işittiğim şâtıbî'nin el-muvâfakât adlı eserinin içeriğini gerçek anlamda doktora öğrenciliğim sı­rasında değerli hocam hayreddin karaman'ın derslerinde okuduğumuz ve daha sonra da islam hukuk felsefesi adıyla tercüme ettiğimiz m. Tâhir b. Aşûr'un eseri vasıtasıyla öğrenmiştim. Daha sonra "ahkâmın değişme­si" adlı doktora tezimin temel kaynaklarından biri olması hasebiyle de ya­kından incelemiş ve böylece eseri daha da iyi tanımıştım.
Doktora çalışmalarımı tamamladıktan sonra değerli arkadaşım dr. İlhan kutluer'in iz yayıncılık adına eserin tarafımdan tercüme edilmesi teklifini büyük bir memnuniyet ve cesaretle kabul ettim. Memnuniyetle ka­bul ettim; çünkü, hakikaten bu eserin türk okuyucularına bir an evvel ka­zandırılmasının zaruretine inanıyordum. Cesaretle diyorum, çünkü önüm­de büyük badireler olduğunu biliyordum. Şöyle ki:
Her şeyden önce eser, fevkalâde yüksek bir bilgi düzeyine sahip insan­lara hitap ediyordu. Müellif eserini alışılagelmiş klâsik usûl kitapları tar­zında kaleme almamış, başta usûl ilmi olmak üzere diğer şer'î ve aklî ilim­lerde işlenilmiş ve sonuca ulaşılmış konuları esas alarak bunların üzerine eserini bina etmeyi prensip edinmişti. Eser dört cilt halinde mufassal olmasına rağmen, onun belirttiğimiz bu özelliği hemen hemen her ilme mü­racaatta bulunmayı gerekli kılmıştır. Haliyle bu, çalışmamızı zorlaştıran ve yavaşlatan bir etken olmuştur.
Eserin daha önce birkaç baskısı yapılmış olmakla birlikte, tercümemi­ze esas aldığımız a. Dıraz neşri de dahil bizim anladığımız mânâda hadisler tahric edilmemişti. Tercümemizde âyet numaraları tesbit edilmiş, hadisler de tahric edilmiştir. Müellifin pek çok hadis kullanmasına rağmen, hemen hemen bütün hadislerini concordance aracılığı ile kütüb-i tis'a (dokuz temel hadis kitabı) içerisinde bulabilmemiz, sanırız kudretli müellifimi­zin kaynak anlayışının zikre değer bir göstergesi olmalıdır. Âyet ve hadisle­rin yerlerini belirten dipnotlarda mütercim tarafından konulduğunu göste­ren  rumuzu kullanılmamıştır.
Yaptığımız en önemli katkılardan biri de kullanılan kavramların ge­nelde dipnotlarda açıklan ması dır. Bu tür tarafımızdan yapılan tarif ve açık­lamaları  rumuzu ile nâşir'in dipnotlarından ayırmış bulunuyoruz.
Nâşir'in tamamen lafzî olan ve mânânın açıklanmasına yönelik bazı dipnotlarım metne kaydırdık.
Uzun cümleleri yer yer bendlere ayırarak anlaşılmasını kolaylaştır­dık. Dil olarak mümkün mertebe sade bir dil kullanmaya çalıştık. Ancak ko­nunun ağırlığı ve ifade kısırlığı gibi zor durumlarda kaldığımızda eski keli­meleri de kullanmada bir sakınca görmedik. Istılahları korumaya özen göstermekle birlikte açıklamalarda bulunduk.
Bütün bunlardan sonra, takdir değerli okuyucularımızın olmakla birlikte, öyle sanıyoruz ki—, eserin türkçesi, arapça orijinalinde bulunan ve naşir dıraz'inhaklı olarak belirttiği zorluklardan büyük ölçüde arınmış oldu.
Bütün şer'î ilimlere yönelik bir özeleştiri içermesi ve islâmî literatür içerisinde kendi ifadesiyle "dürüst mânâsında tek usûl-ı fıkıh" diye nitele­diği muvâf akât'm ilmî değerini çok iyi tanıtması açısından kazan müftüsü musa carullah tarafından kaleme alman çok değerli bulduğum biryazıyı da sadeleştirerek değerli okuyucularımızın istifadesine sundum. Umarım ki bu yazı, üzerinden yaklaşık bir asır geçmesine rağmen üzüntüyle belirtmek gerekir ki istenilen doğrultuda hâlâ yeterli adımların atılmadığını göster­meye yarayacaktır. Musa carullah'ın bu değerli eserin neşri ile gerçek an­lamda usûle bir adım ya da kapı araladığını ifade ettiği gibi, biz de onu türkçe'ye kazandırmak suretiyle gösterilen hedefe doğru bir adım attığı­mıza ya da bir kapı araladığımıza inanıyoruz. Bu vesileyle kendimizi mutlu hissediyoruz.
Özellikle diğer üç cildin daha muntazam, daha kusursuz çıkabilmesi için değerli okuyucularımızdan yapıcı tenkitlerini bekler, teşvik ve yardım­ları için hocalarımıza teşekkür ederim.
Burada ayrıca bir sunuş yazısıyla bu çalışmamızı da destekleyen de­ğerli hocamız doç. Dr. Hayreddin karaman'a, bu cildin tercümesini okuya­rak değerli katkılardabulunanebubekireroğlu ile arkadaşım ilhan kutlu-er'e, eserin basımım üstlenen îz yaymcıhk'a, bütün okuyucularımıza te­şekkür eder; eserin değerli müellifine Allah'tan rahmet dilerim.
Başarı ancak Allah'tandır.
Dr. Mehmet erdoğan
Ağustos, 1990 istanbul[2]


MÜELLİFİN HAYATI

 

Şâtıbî

 

(ö. 790 = 1388)


Adı: ibrahim b. Musa b. Muhammed'dir. El-lahmî el-gırnâtâ nisbesi bulunmaktadır. Künyesi ebû ishak olan müellifimiz, eş-şâtıbî diye meşhur olmuştur. Endülüs'lü ve gırnata'dandır. Mâliki mezhebine mensuptur.
Müellifimiz hafız ve büyük bir müctehid, usûlcü, müfessir, muhaddia fakih, dil bilgini... Kısaca çok yönlü bir âlimdi. Öbür taraftan verâ1 sahibi, sâlih, zâhid, sünnî bir zattı.
Arapça'yı ve diğer ilimleri zamanının büyük âlimlerinden almıştır. Bunlar içerisinde ibnu'l-fahhâr el-elbîrî, ebu'l-kâsım es-sebtî, ebu ali et-telpmsânî, ebu abdillah el-mukrî, ebu saîd b. Lübb, ibn merzûk, ebu ali mansûr b. Muhammed, ebu abdillah el-belensî... Gibi seçkin simalar var­dır.
Şâtıbî, çalışmış, akranları arasında yükselmiş ve büyük imamlar ara­sına girmiştir. Pek çok meseleyi zamanının önde gelen âlimleriyle müzake­rede bulunmuştur. İlim tahsilinde hep ilk kaynaklara itimad eder ve bunun ilim tahsili için gerekli görürdü.
Müellifimiz çok değerli teliflerde bulunmuştur. Bunlar içerisinde en değerlileri şunlardır: el-muvâfakât (dört cilt, elinizdeki bu eser), ptisâm (iki cilt), el-mecâlis (imam buhârî'nin sahih'inin "kitâbu'1-büyû" kısmı üzerine yazdığı şerh), el-ifâdât ve'1-inşâdât (edebiyata dairdir), unvâ-nu'1-ittifâk fî ümi'l-iştikâk, nahiv üzerine yazdığı beş büyük ciltlik el-makâsıdu'ş-şâfîye fi şerhi hulâsati'l-kâfiye.
Kendisinden de, meşhur imam ebu yahya b. Âsim ve kardeşi kadı ebu bekir b. Asım gibi pek çokları istifade etmiştir.
H. 790-m. 1388tarihinde şaban'msekizinde salı günühakk'ınrah­metine kavuşmuştur. [3]

 

"EL-MUVÂFAKÂT" NEŞRİNE AİT BİR-İKİ SÖZ


İslâmî ilimler tarihine dikkatlice ve tarafsız bir gözle bakaninsan, ic-tihad ehlinin ictihadlarını her ne kadar güzel bulacak olursa da, telif erba­bının şer'î ilimleri telîf konusunda edinmiş oldukları usûllerine tamamen rıza yüzü gösteremez.
Ben burada arap dilinin edebî sanatlarından, kur'ân-ı kerîm'in de edası ile ilgili ilimlerden bahsetmeyip. Tefsir, hadis, fıkıh, usûl gibi is-lâmiyetin yalnız şer'î ilimlerine dair düşüncemi bir iki cümle ile arzedece-ğim:
İslâm âleminde islâm âlimlerinin kalemleriyle telif olunmuş tefsirler gayet çoktur. Ancak o tefsirlerin her biri himmetlerini yalnız ya arap dili ile ilgili konulara ya da rivayet yönlerine hasretmiş olup, "insanlık âleminin me-denî hayatında rehber" olmak sıfatıyla gökten inmiş kur'ân-ı kerim'in hem ilmî hem de hayatiyet arzeden yönlerine himmet sarfetmiş hiçbir tef­sir yoktur. Taberî, keşşaf, beyrîâvî,râzî...gibi islâm âleminde en mute­ber ilmî tefsirlerin münderecâtı benim iddiamı isbat edebilir.
Ben bu sözümü müfessirleri yermek için değil, kitap'ta biz hiçbir-şeyi eksik bırakmadık." (6/38) gibi sıfatlarla nitelenmiş kur'ân-ı kerim'in genişliğine gölge düşürmemek için, devamlı iddia ede­rim. Bu iddiamı isbat için de. Tabiat âleminden bahseden fakat henüz esrarı çözülememiş yüzlerce âyetleri şahid olarak gösterebilirim. Tabiattan bah­seden âyetleri zikretmeye hacet mi var; fıkhı hükümlere dair âyetlerin bü­yük çoğunluğu da tefsirlerin hiçbirinde layıkı üzere tamamıyla çözüme bağlanmış değildir.
Arap dili açısından açık. Hem de mânânın kolaylığı cihetiyle vuzuh de­recesinde olan âyetlerin tefsirinde karar bilmeyen ihtilâf benim bu sözüme şahid gibi olmuyor mu?
Ribâ gibi iktisâdi meselelere; şûrn ve idare gibi siyâsî meselelere: içki­nin haramhğı gibi insan hayatının mutluluğuyla her yönden ilgili obın meselelere; nikâh ve talâk gibi aile meselelerine dair âyetlerin tefsirinde tefsircilerin son derece kusur göstermeleri benim bu iddiama kesin bir de­lil olmuyor mu?
İtikadı meselelere delâleti muhtemel âyetlere kelâmcıların edebsizce-sine hücumları; çoğu kez bir âyetle birbirine zıt iki iddiaya istidlalde bulun­maları, "ma'dûm şey mi?" gibi bir paralık önemi olmayan meselelere son de­rece kendilerini vererek delillendirmeye çalışıp; "varlığın gayesi nedir?" gibi en büyük meselelere delâleti mümkün olan âyetlerde vakûrâne sükût­ları benim bu dâvamı teyit etmiyor mu?
Hiçbir adama kusur bulma kasdıyla değil, sadece hakikati bulmak amacıyla şimdi düşünelim: bizim tefsirler niçin böyle olmuş?
Tefsirden sonra islâm âleminde en muteber, en ehemmiyetli ilim, ha­dis ilmidir. Zira hadis ilmi, bir taraftan kur'ân-ı kerîm'i bize beyan eder, di­ğer taraftan da sözleri, fiilleri, hükümleriyle hayatın intizamına, seâdetine insanları irşadiçin gönderilmiş şerefli peygamberin bütün sözlerini, fiille­rini ve hükümlerini bize nakleder.
Böyle en önemli bir ilimde tslâm âlimleri nasıl hizmet etmiştir? Buna da hakikat aramak kasdıyla tarafsız bir gözle bakalım:
Şüphe yok, islâm âlimleri hadislerin senetlerine ait yönlerde gayet bü­yük hizmetler göstermişlerdir. Yani rivayetin keyfiyetlerine, râvilerin de adalet, takva hususlarından ibaret hallerine ait yönlerde son derece özen ile, en ufak ihmal göstermeksizin uğraşını şiardır. Şüphesiz hadis ehli ha­disleri toplamak hakkında kusur göstermemişlerdir. Sabit hadisleri zayıf ya da mevzu (uydurma) hadislerden ayırmak hususunda da en ufak bir gev­şeklik göstermemişlerdir. Bu noktalardan bakanlar, hadisçilerin hadis il-mindeki hizmetlerini yeterli görebilir. Ancak hadislerin "insan hayatındaki önemi, ilmî meselelerde ifâdesi" noktasından bakan insan hadis ehlinin hiz­metleriyle yetinmezse hakkı vardır. Zira hadis kitaplarını baştan sona ak­tarıp tercümelerini (konu başlıklarını), istidlallerini ehemmiyet terazisiyle tartan insan, sıradan ve ehemmiyetsiz şeylerin herbirini orada bulur. An­cak son derece önemli meseleler bulunursa da son derece az bulunur. İçti­maî hayat meselelerine esas olacak kadar, yahut, ilmî düşüncenin yüksel­mesine önderlik edecek kadar ehemmiyetli hiçbir mesele hadis kitapları­nın tercümelerinde (bâb başlıklarında, bölümlerinde) yer almaz. Elbette ben bu genellemeden "vahyin başlangıcı nasıldı?" gibi başlıkları, ahlâkî fa­ziletlerle ilgili hadisler içerisinde açıklanmış şeyleri istisna ederim.
Son zamanlarda hadis kitapları telif edenler, daha ziyade bir aşırılığa düşmüşlerdir. Mümkün olduğu kadar fazla 'istinbât'ta bulunayım hülya-sıyla son zaman müellifleri en basit, en önemsiz şeyleri de hz.peygamber'-in hadislerinden çıkarivermişlerdir. Bu iş, hadisin önemli mânalarını açık­lama sonunda olsaydı yararda idi. Ancak  son zaman müellifleri hadisin ehemmiyetli mânâlarından sükut ederler de, basit meselelere gayet büyük özen ile himmet sarfederler.
Hiçbir kimseye kusur bulmak garazıyla değil, belki bir halin sebepleri­ni arayıp bulmak ümidiyle şimdi düşünelim: bizim hadis kitapları niçin böyle olmuştur?
Tefsir ve hadisten sonra, fıkıh i imi, şer'î ilimler arasında üçüncü rütbe­dedir. Fıkıh ilmi, kur'ân âyetleriyle hz. Peygamber'in hadislerinden çıka­rılmış olmaları sebebiyle üçüncü rütbede ise de, insanoğlunun hayatındaki önemi yönünden birinci derecededir. Zira:
Kur'ân-ı kerîm, bütün müslümanlarm dâvası ve inançları gibi, tüm in­sanlık için tâ kıyamete kadar kalacak mukaddes semavî bir kitap ise, elbet­te şüphe yok, bu gerçek sadece fıkhı ilimlerin kemâliyle, islâm fıkhının da insanlık hayatı nizamına tamamen uygunluğu ile sabit olabilir. İslâm pren­sipleri en yüce prensipler olmaz ise, islâm fıkhı da insanlık hayatı için en mükemmel âdil bir hukuk nizamı değilse, o vakit bizim şu itikadımız esas­sız bir imandır, dâvamız da kuru lâftan ibaret kalır.
İslâm risâletinin esası da i'câzdır (onun mucizeliği, emsalsizliğidir). Ancak i'câz elbette kur'ân-ı kerîm'in yalnız nazmıyla değil, gerçek i'câz, kur'ân'm mânâsıyladır. Öyle ise kur'ân-ı kerîm'in yüce prensiplerinin, is­lâm şeriatının fıkhı ilimlerinin insanlıkhayatıiçin en uygun ve mükemmel kanun (hukuk) olması lâzım gelir. Böyle olmazsa kur'ân-ı kerîm'de mâna açısından i'câz bulunamaz.
Ancak bizim mezhep kitaplarımızda tedvin edilmiş fıkhı ilimler kur'ân-ı kerîm'e i'câz verebilir derecede mükemmel midir? Kıyamete ka­dar bütün insanhkiçinen uygun âdil kanun (hukuk) olabilecek kadargeniş ve esnek midir? İnsanlık hayatında her gün, her asır tesadüf edilebilecek problemlerin çözümü ve cevabı bizim mezhep kitaplarımızda bulunabilir mi?
İslâmiyete tam olarak muhabbetim hem de inancım gereği olmak üze­re, bu soruların her birine "yok! Öyle değil." demeye mecburum. Ben bu ce­vabı fıkhı ilimlere kusur bulmak amacıyla değil, islâm şeriatına olan mu­habbetimin bir gereği olmak üzere söyledim.
Bizim fıkhî ilimlerde ibadetler kısmı bir noktaya kadar mükemmel ve hem de etraflıca işlenmişse de; muamelât kısmı, genel hukuk, özel hukuk kı­sımları, yine devlet idaresine ait hususlar şu güne kadar tedvin edilmiş fı­kıh ilimlerimizde o kadar mükemmel derecede değildir. Yalnız bu kadar mı? Aksine fıkıh kitaplarının bazı bâblarında icrası mümkün olmayan ve adalet ilkesine ters düşen şeyler de vardır.
Niçin bizim fıkıh ilimlerimiz böyle olmuştur?
Benim inancımca elbette her mü'minin de inancı öyledir islâm fıkhinin insanlık hayatı için en uygun hukuk, hem de halis adalet ilkesi üzeri­ne kurulmuş en mükemmel hukuk olması lâzım idî.
Ancak niçin bizim fıkıh ilimlerimiz böyîe olmuştur?
Biribirine asliyet-fer'iyet yönleriyle sık) sıkıya bağları bulunan tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerinin bu halleri neden kaynaklanmıştır?
Şüphesiz o kusurlar kur;ân-ı kerîm ve hz. Peygamberin sünneti gibi şeriatın esaslarında değil, tamamen onların dışında olan şeylerdedir. Her mü'min elbette böyle inanır.
Öyle ise o kusurlar nerededir?
Benim fikrimce, o kusurlar şeriatın esası olan kur'ân-ı kerîm'le rasûîullah'm sünnetine ve bunlardan alınmış olan şeriata bakış açımızda-dır.^başka bir deyişle ifade edelim: usül-i fıkıhtadır.
Usûl kitaplarında tedvin olunmuş "fıkhın esasları", şer'î delillerden bahsederken, o bahsi iki esas üzerine bina eder: biri sari' tarafından teklif yahut hitâb esası. İkincisi ümmet tarafından harfiyyen imtisal (teklife uy­ma) yahut icabet esası. Şu iki esas itibarıyla usûi-ı fıkıh iki kısımdan; yani deliller kısmı ile hükümler kısmından ibaret olur. Birinci kısım müellifle­rin çoğunun âdetlerine göre dört delilin, yani kitap, sünnet, icmâ ve kıyasın durumlarından bahseder. Kitap'tan bahsolunurken, esas bahis kitab'm arapça oîuşu ile ilgili konulara yani vaz\ delâlet, istimal (kullanış), fehm (anlama'» yönleriyle mânâyı ifadesine ait olur. Binaenaleyh, kitapla ilgili konular nazmın delâletine, mânâların anlaşılmasına müteallik meseleler­den ibaret kalır. Sünnet-inebeviyyeden bahsedilirken, genelde müelliflerin âdetine göre, sünnetin arapça oluşu ile ilgili konulara temas edilmez. Zira kitap bölümünde geçmiş olan meselelerle zaten buna ihtiyaç kalmaz. Bura­da esas bahis, sünnetin senedine dair olur. Bazen burada muâraza t tearuz i bahisleri de zikrolunur. Ancak bilindiği gibi bununla sünnetin delâletine bir esneklik ve genişlik gelmez. Sonra icmâdan bahsederler. Orada icmâ'ın mânâsı, deliliiği, dereceleri belirtilir, tema, ilmî meseleyi hal veya isbat için aslında delil olmayıp, bir hükmü, bir meseleyi yoruma kapamak için yalnız bir tarîk, bir vesile gibi ise de, usûlcüler icmâ'ı bir delil gibi, belki en büyük delil gibi telakki ederler. "icmâ" kanun vaz etmek meselelerinde gayet bü­yük ehemmiyeti haiz olabilecek en büyük bir dayanak olabilirse de. Bizim usûlcüler icmâ'm o yönüne bir paralık yahut lüzumu kadar önem verme­mişlerdir. Bununla insanlık hayatının yükselmesine mütenasib isiâm şe­riatının esneklik ve vüs'at kazanmasına büyük bir sekte arız olmuştur. Bin sene önce bizim fıkıh ilimlerimiz nasıl ise , bu günde bile henüz o derecede kalmıştır.
İcmâ'dan sonra usûl kitaplarında kıyas bahsi gelir. Kitap, sünnet ya daicmâile sabit bir hükmü diğermahallere sirayet ettirmek için kıyas bah­sinde şartlar zikrolunur. Mezheplerin ihtilafıyla şartlar ve bu arada kıyasın delilliğine bakışlar farklı olur. Sâri' tarafından hükmün illeti belirtilmemiş ise, o vakit sirayet edecek illeti (ilîet-i müteaddiye) bulabilmek gayet zor o-lur. Bulunsa bile, o bulunmuş vasfın elbette illetliğine delil bulabilmek aynı şekilde güç kalır. Yahut illetliği muhtemel olan şeyler birden çok olur ve kı­yas bize ihtilâftan başka bir netice vermez. Bundan dolayı kıyasın delil olu­şuyla da islâm şeriatı o kadar esneklik ve genişlik kazanamaz.
Herhalükârda şer'î delillere usûl-ı fıkhın nazarı, arap dili özellikleriy­le rivayetle ilgili konular cihetinden öteye gidemez. Benim gümanımca ic-tihad ehlinin içtihadı da çoğu kez buiki çerçeveileile sınırlı kalmış gibidir.
Böyle bir usûl üzerine tefsir, hadis, fıkıh gibi en büyük şer'î ilimlerimiz tesis kılınıp bu üç ilmin yukarıda beyan olunmuş kusurları benim gümâ-nımca yalnız şu yönden kaynaklanmıştır:
Kur'ân âyetlerini tefsir ederken, müfessirler genelde bir metod takip ederek hem tefsirlerini hem de istidlallerini usûl kitaplarında beyan edil­miş esaslara bina etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîm'in mânâlarını hem arapça dil kuralları hem de rivayet gibi iki muhkem çerçeve ile tahdid ederek, fikir ve akılla bulunabilecek mânâları tamamen ihmal etmişlerdir.insanlık ha­yatında kanun (hukuk) olacak şer'î hükümlere delâlet eden âyetleri tefsir­de yalnız umûm, husus, ibare, işâre, muhkemlik, mücmellik... Gibi nazmın çeşitlerine ehemmiyet verip, o hükümlerin insan hayatındaki önemine, te­sirine o kadar itina gözüyle bakmamışlardır. Bu hal islâm şeriatının don­masına yani terakki edemeyip aynı halde kalmasına en güçlü bir sebep ol­muştur.
Hadisçiler, tefsirciler gibi, istinbatiarım ve istidlallerini usûl kitapla­rında beyan olunmuş esaslar üzerine bina edip. Hadislerin arap dili iîe ilgili özelliklerinden ziyade rivayeti yönüne özen göstermişler de, insanın haya­tına kanun, ibadetine yol olacak en mühim şer'î hükümlere bir hadisin fark­lı rivayetlerini esas yapmışlardır. Böyle bir tavırda, bir taraftan delil olma­yan şeyleri delil etmek mahzuru, diğer taraftan da kanun gibi en esaslı şey­leri lâfızların ihtilâfına tâbi kılmak münasebetsizliği vardır. Ufak şeylerin her birisine müteaddit hadisler, hesapsız rivayetler zikredip, ehemmiyetli şeylerin çoğunu hadis olsa da zikretmemişlerdir. Bu hal şüphe yok ki, şer'î delillere "bakış tarzı' ndan yahut insan hayatına önem vermemekten kay­naklanmaktadır.
Muhaddisier hadisleri, müfessirler âyetleri açıklarken beyanlarını devamlı usûl kitaplarında zikrolunmuş usûl üzerine binâedip. Hem kitabın hem de sünnetin maksatlarına, kanun olacak şeylerin insanlık hayatında önemine gereği kadar itibar etmemişlerdir. Zira tuttukları usûlün dairesi o kadar geniş değildir.
Fıkhi ilimlerimize gelince, bizim fakîhler nazmın delâletine, her nasıl olursa olsun bir rivayetin mevcudiyetine en fazla itina edip şer'î hükümleri işte bu iki esas üzerine bina ederler: bir rivayet aranıp bulunur ise, yahut usûl kitaplarında beyan oiunmuş yolların biriyle tekellufveya tevîl ile de olsa nazmın delâleti güya isbat kılınır ise, o vakit hükümlerin diğer tafsi­latlarından bahsetmezler. Hayatî meselelerin çoğu ilmî cihetten son derece karanlık içerisinde kalır. Hayatın intizamına, insanların medenî ihtiyaçla­rına, yaklaşık olarak bir paralık önem vermezler.
Riba, faiz gibi hemenhenüz çözümlenememiş büyük meseleler, müt'a, tahlil (hülle) gibi islâmiyet'in yüzünü ta sonsuza kadar kızartabilecek leke­ler, hîle-i şeriyyeler gibi hem islâmiyet'i hem de kanunuen şenî biçimde tah-kiredebilecek şeyler benim o sözlerimi bir dereceye kadarteyitetmiyormu?
Olur olmaz varsayımları (farazi hükümler) son derece büyük gayret­lerle ortaya koyup, içtimâi durumca en büyük ehemmiyeti olan meselelerde tamamen sükût eden, yahut söyleyip de çözüm getiremeyen fıkıh kitapları genel olarak benim o sözlerime şahit olmuyor mu?
"medeniyet yoluna girdim." iddiasında olan islâm devletlerinden hiç­biri niçin islâm şeriatı kanunlarıyla idare olunamıyor?
Ömürleri boyunca kur'ân âyetlerini, hz. Peygamber'in hadislerini okuyup, beş-on ciltlik fetva kitaplarını ezbere bilen fakihler, millet ve dev­let idaresi için gerekli olacak kanunları, ıslahatları niçin hazır edemiyorlar?
İslâm şeriatını arkaya bırakıp da, ya avrupa kanunlarına sığınmak gi­bi rezalete islâm hükümetleri nasıl tahammül ederler? Lisân-ı halleriyle "o derece uygun kanunlar islâm şeriatında bulunmuyor." demiş olmuyorlar mı? Öyle ise, bizim fıkıh ilimlerimiz niçin öyle uygun kanunları bize hazır etmemişlerdir? Niçin etmiyorlar?
G-üman ederim, şu gibi soruların her biri benim tezimi isbat edebilir. Ben tezimi halis bir niyetle, büyük bir güvenle savunurum. Ancak Allah bilir islâmî ilimleri karalamak kasdıyla değil. Aksine islâm şeriatını en büyük bir muhabbetle, köklü bir inançla savunurum. Zira biliyorum ki: bi­zim kur'ân-ı kerim hem mukaddes, hem de mu'ciz bir semavî kitaptır. İ'câzı ise yalnız nazım ile değil, şüphe yok, mânâsıyladır. Öyle ise kur'ân-ı kerîm'-in i'câzma münasip bir şerîat-ımu'cize, yani medeniyet âleminde benzeri bulunamaz derecede en mükemmel bir kanun olmak niteliği ile bütün me­deniyet âleminde kabul olunabilir fıkıh ilimleri niçin islâm âleminde bu­lunmuyor? Bulunması, şüphesiz lâzım idi.
Serî ilimlerimizin, özellikle de fıkıh ilimlerimizin o kusurları benim gümanımca, şer'î delillerle şer'îhükümlere bizim bakışımızdan, yani usûl-ı fıkıhtan kaynaklanmaktadır. Zira islam âleminde yayılmış usûl kitapları genel olarak yukarıda beyan olunmuş üslup üzerinde telif olunmuşlardır ve hiçbiri kitap ve sünnetin en büyük şer'î maksatlarını ne icmali olarak ne de tafsili olarak beyan etmemiş, şeriat ile insan hayatı arasındaki münase­betleri, kısa bir söz ile de olsa, göstermemiş, insanlık hayatının gereklerin­den geniş ve derinlemesine şöyle dursun, icmâlî olarak dahi bahsetmemiş­lerdir. Şu sebeple usûl-ı fıkhın çerçevesi son derece dar olmuş, fıkhî ilimleri­miz bin sene önce nasıl ise, öyle kalmıştır.
Fıkıh ilimlerimizi islâm'myüceliğine uygun en kâmil, en geniş surette tedvin etmenin gereğine inanmış isek, yahut inanacak isek, o vakit bize her-şeyden önce iki şey lâzımdır:
Birincisi: Başları gerekli ilimler ve çağdaş tekniklerle (fünûn, müs-bet ilimler) dolu, hem ihlash hem de hür düşünceli fakih­ler dir.
İkincisi: Hem kitap hem de sünnetin teşrîî maksatlarını, insanlık hayatının hem zarurî hem de onların tamamlayıcısı (tek-mîlî) mahiyetinde bulunan ihtiyaçlarını, hukukun kay­naklarını, nasslarm ahkâma delâletlerini, mezheple ka­yıtlı olmaksızın, imam ebuhanife, imam mâlik, imam şafiî, imam ahmed gibi müctehidlerin islâm şerîatıyla insanlık hayatına bakışlarını mükemmel surette ortaya koyup açıklayan bir "usûl-ı fıkıh."
Buiki şey, yanı birikimihâlis hürfakihler ile dürüst manâsıyla "usûl-ı fıkıh" bizde bulunsa idi, o vakit islâm'ın i'câzına münasip bir şerîat-ımu'ci­ze yani medeniyet âleminde benzeri bulunamaz derecede en mükemmel bir kânun, şüphe yok bizde bulunur idi. O vakit biz kur'ân-ı kerîm'in i'câzım medeniyet âlemine isbat edebilirdik, o vakit islâmiyet'e imanımız korku (havf) imanı değil, basîret imanı olur idi.
Taassub edecek insan inkâr edebilirse de, insaf eden kimse hiçbir vakit inkâr edemez ki: şu güne kadar islâm âleminde makbulolagelmiş,tavzîh, usûl-ı pezdevî, fusûlu'l-bedâi', tahrîr, cem'u'l-cevâmi', mahsûl, minhâcu'l-vusûl, el-müntehâ, tenkîh, müsellemu's-sübût...gibi u-
Sûl kitapları yukarıda açıklanmış olan arzu ve isteklerimizin binde birine dahi yeterli olabilecek derecede değildir. Elbette yalnız lafzî bahisler ile ke­lâmla ilgili ihtilâflardan ibaret olan kitaplar gerçek manâsıyla usûl olamaz.
En dürüst manâsıyla usûl-ı fıkıh olabilecek bir kitap, islâmî literatür arasında var ise, yalnızca el-muvâfakât'tır.
El-muvafakat hem kitabın hem de sünnetin teşrîî maksatlarım en geniş şekilde beyan eder. İnsanın hem zarurî hem de onların tamamlayıcısı durumunda olan tekmîlî ihtiyaçlarını en ince surette ele alır. Şer'î delillerle insan hayatının birbirleriyle olan ilişkisini en esaslı tarzda belirler. Her meseleyi son derecede hür şekilde muhakeme edip, mütâlâa edenlere yal­nız akıl çerçevesiyle sınırlı en hür bir bakış bahşeder.
Bizim fıkıh ilimlerimiz, tefsir ilimlerimiz ile, hadis ilmimiz en büyük kemâllerine erişecekler ise, elbette yalnız bu yolla ve böyle bir usûl ile eri­şeceklerdir.
İşte bu büyük maksada bir adım atmak yahut büyük bir kapı açmak emeliyle, rusya âlimlerine de, talebelerine de en dürüst manasıyla usûl-ı fı­kıhtan bir nümûne göstermek kastıyla, kazan'da "sabah" kitabevi bu sene el-muvâfakât'ın basımına başladı.
El-muvâfakât, endülüs ulemâsından el-imâm el-hâfız ibrahim b. Musa eş-şâtıbî hazretlerinin benzeri bulunmaz bir kitabıdır. Bundan 25 sene önce 1302 senesinde tuiıus'da bir defa basılmış idi. Olağanüstü bir iti­na ile basılmış ise de kitapta yine de bir miktar hata kalmış idi.
Bu defa ben, kitabın tashihi yönlerini üstlenip Allah'ın yardımıyla ça­lışmada, itinada kusur göstermeyip, önceden kalmış hataları tashih ettim. Allah'ın hidayetine itimaden ümid ederim ki, kitabın bir noktasında bile hata kalmayacaktır.
Kitabın incelenmesini bir dereceye kadar kolaylaştırmak için cümle­leri noktalar ile ayırdım. Uygun yerlerde müstakil cümlelere daima satırın evvelinden başladım. Mesele ile ilgisi olan ilmî şeyleri bazan dipnot şeklin­de çizgi altına yazdım.
Dînî medreselerimizde dînî ilimler derslerini dürüst bir şekilde ıslah etmek lâzım ise, talebelerimize idrak melekesi , düşünce yeteneği, hem istiklâlhemdeictihadruhu vermemiz için menâr, tavzîh... Gibi kitaplar yerine el-muvâfakât gibi en dürüst manasıyla usûl-ı fıkıh beyan eden, hem de talebelere ictihad melekesi, istiklâl ruhu bahşeden bir kitabı kabul etmek lâzımdır. Yoksa dînî medreselerimizi ıslah hareketleri bize yeterli derecede semere veremez.
Musa cârullah
1327 rebîu'l-evvel 23 kazan[4]

 

ESERİN TANITIMI


Yüce kitabımız kur'ân-ı kerîm, şeriatın külli esaslarını ve islâm ümmetinin temel dayanağını oluşturmaktadır. Sünnet ise nihâi ola­rak kitâb'a döner; onun mücmelini açıklar, müşkil olan hususlarına açıklık getirir, onda genel hatları ile verilen konulara detaylar getirir. Bu itibarla, islâm şeriatından bizzat doğrudan doğruya ahkâm çıkar­ma amacında bulunan kimsenin, mutlaka kitâb ve sünnete, ya da ke­sin bir şekilde onlara dayanan icmâ ve kıyasa başvurması kaçınılmaz olacaktır.
Kitap ve sünnet arap dili ile gelmiştir. Tabiî arapların kendileri­ne has dili kullanış âdet ve şekilleri bulunuyordu. Bu kullanış âdet ve şekilleri ile kelâmda söz konusu olan sarîh, zahir, mücmel, hakikat, mecaz, âmin, hâss, muhkem, müteşâbih, nass, fahvâ ve daha benzen şekiller birbirinden ayrılıyordu. Bunun tabiî bir neticesi olarak, islâm şerîatmı bu iki kaynaktan öğrenmek isteyen kimsenin, gerek konuşan açısından ve gerekse dinleyicilerin zihinlerine doğan mânâlar açısın­dan, bütün yönleri ve incelikleri ile arap dilini bilmesi zorunluluk ar-zetmektedir. Arapça'nın bu düzeyde bilinmesi, ictihad için gerekli te­mel şartlardan olmaktadır. Nitekim bütün usûl âlimleri bu hususu belirtmişlerdir. Bunların başında da er-risâle adlı usûlle ilgili ese­rindeki açıklamaları ile imam şâfıî (204/819) gelmektedir.
Pâk ve yüce islâm şeriatının yükümlülükleri, insanları sadece dînin sultası altına sokmak için rast gele konulmuş değildir. Aksine onlar yüce şeriat sahibinin, insanların dünya ve ahiret seâdetlerini birlikte sağlamak şeklinde ifâde olunan maksatlarının gerçekleştiril­mesi amacı ile konulmuştur. İstisnasız bütün hükümlerde şu husus­lardan birisinin bulunmasına riayet edilmiştir:
A) Ya dinin, insan hayatının, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde özetlenen ve 'zarûriyyât' (zorunlu olan) diye isim­lendirilen beş husustan birisi göz önüne alınmıştır. Bu esas­lar bütün insanlık tarihinde ve her millet tarafından dikkate alınan prensiplerdir . Şayet bunlar olmasa ne dünya hayatı­nın düzeni mümkün olur, ne de ahirette kurtuluşa ulaşılabi­lirdi.
B) Ya da 'hâciyyât' (gerekli olan) tabir edilen bir husus göz önünde bulundurulmuştur. Muamelât kısmı bu gruba girer. Zarû-riyyâttan sonra eğer bunlar da dikkate alınmasaydı, insan­lar büyük bir güçlük ve sıkıntı içerisine düşerlerdi.
C) Veyahut da 'tahsîniyyât' (güzel olan) adı verilen bir hususa dikkat edilmiştir. Bunlar en üstün olarak yaratılan insanın insanca yaşamasını, ahlâkî olgunluğa ermesini, adâb-ı mua­şerete uygun bir hayat tarzı sürmesini temine yönelik husus­lardır.
D) Ve nihayet bu üç hususu tamamlamaya yönelik, onların ger­çekleşmesine yardımcı olacak 'mükemmilât'la ilgili bir husu­sa riayet edilir. Fıkhın düzenleme alanına giren hiçbir konu­da (ibâdetler, muamelât, cezalar), bu saydığımız hususların göz ardı edilerek, maksatsız bir hüküm serdedilmiş olması söz konusu değildir. İslâm şeriatında hükümler maksatları gerçekleştirmek için vardır.
Hiç şüphe yoktur ki, bu üç derece, gerçekleştirilmesi için yapılan talebin, sınırlarının çiğnenmesini de yasaklayan nehyin yoğunluğu ölçüsünde farklılık arzetmektedir.
Bu konu çok büyük bir denizdir; şâri'in maksatlarını:
A) Sâri', ilk başlangıçta şeriatı vaz' ederken neyi kasdetmiştir?
B) Onların anlaşılır olmasındaki amacı nedir?
C) İnsanları onların gereğini yerine getirmekle yükümlü tutma-smdaki amacı nedir?
D) Mükellefin onun hükmü altına girmesi hususundaki amacı ne olmaktadır? Gibi çeşitli açılardan ele alarak o'nun hüküm­lerde gözetmiş olduğu maksatları ortaya koyabilmek zor iştir ve bunun için geniş açıklamalara, detaylara, küllî (genel) kaidelere ihtiyaç vardır.
Bu maksatların derinliğine araştırılması, ortaya konulması, furûlarma ne denli tatbik edildiğinin etüd edilmesi, şeriatın kaynak­larının istikraya1 tabi tutularak bu maksatlara ulaşılması, 'hikmet-i teşrf ilmidir ki, şer'î ahkâmı bizzat tafsîlî delillerinden elde etmeye (istinbata) çalışan herkesin mutlaka bilmesi gerekmektedir.
1. Bu esere ait önemli terimlerden biri olması sebebiyle, bu kelimeyi, aynen ko­ruduk. Keiimenin ifade ettiği anlam, birşeyin derinlemesine incelenmesi, cüz'iyyatm teker teker ele alınması ve böylece genel bir neticeye ulaşılması (tümevarım) olmaktadır. (ç
Zira şeriatın genel maksatlarına ve prensiplerine bakmaksızın sadece cüz'î deliller üzerinde düşünmek ve neticeye varmak yeterli değildir. Neyi alıp neyi bırakacağım bilmede kendisine yardımcı ola­cak şer'î maksatlar kıstası elinde bulunmadığı zaman hukukçu, ilk bakışta cüz'î delillerin birbirleri ile çatıştığını, bunlardan bir kısmanın diğer kısmına ters düştüğünü düşünebilecektir. Şu halde yapılması gereken şey cüz'î hususların küllî (genel) prensiplere vurulmasıdır. Varlık türlerinden her birinde, cüz'iyyatın külliyât (parçanın bütün) karşısındaki durumu ne ise burada da böyledir.cüz'iyyât, külliyâttan ayrı olarak ele alınıp düşünülemez.  
İmam gazzâlî, müetehidin hüküm çıkarmada göz önünde bulun­duracağı hususlarla ilgili faydalı açıklamalardan sonra, imam şafiî'­den yaptığı nakille buna işarette bulunmuş ve şöyle demiştir: "müctehid önce küllî kaideleri göz önünde bulundurur ve onları cüz'iyyatm önünde tutar. Kesici ve delici olmayan bir şeyle öldürme konusunda olduğu gibi. Katli engelleme kaidesi esas alınır ve cüzî bir konuda vâ-rid olan isim ve şekle takılıp kalınmaz,"
Bu açıklamadan, şer'î hükümlerin istinbâtı (çıkarılması) için iki temel şartın bulunması gerektiği anlaşılmaktadır:
A) Arap dilini iyi bilmek.
B) Hikmet-i teşri' ilmini ve şer'î maksatları bilmek.
Birinci şart sahabe ve tabiîn neslinde bir meleke ve seciye şeklin­de mevcut bulunuyordu. Çünkü onlar hâlis araplardı, dolayısıyla arapçaya hâkim olabilmek için dil kaidelerine herhangi bir ihtiyaçları yoktu. Onlar aynı zamanda ikinci şartı da kendilerinde mevcut bulun­duruyorlardı. Çünkü hz.peygamber'le [nlvstotu] uzun bir beraberlik­leri vardı ve şer'î hükümlerin nüzul ve vürûd sebeplerini çok iyi bili­yorlardı. Kur'an ve hadisler gelişen olaylara müvâzî olarak nazil ve vârid oluyordu. Onlar berrak zihinleri ile bunlara tanık oluyorlar ve sâri' teâlâ'mn teşrîden amaçladığı maslahatları kavrıyorlar, gözeti­len şer'î maksatları anlıyorlardı. Nitekim onların görüşlerine ulaşma­ları sırasında birbirleriyle olan karşılıklı konuşmalarına, imamların bir şey söylemeden geçtikleri şer'î hükümlerde onların görüşlerine ay­rı bir yer verdiklerine vâkıf olanlar bunu bilirler.
Onlardan sonra gelenler ise bu iki özelliğe birlikte sahip değiller­dir. Dolayısıyla da onların mutlaka, arab dilinin kullanılış şekillerini gösteren kaidelerle, hükümlerin teşriinde şâri'in maksatlarını orta­ya koyacak kaidelere ihtiyaçları vardır. Bu kaidelerin tedvîni amacıy­la birçok âlim ortaya çıkmıştır; bunlardan kimi uzun kimi de kısa tut­muş ve topladıkları bu kaideler bütününe 'usûl-ı fıkıh' adını vermiş­lerdir.
Birinci şart arap dilinde maharet kazanmak olduğu için, bu ko­nuda olup da dil âlimleri tarafından ortaya konulan ve hüküm çıkarmada doğrudan ihtiyaç duyulan kaideleri usûl-ı fıkıh içerisine almış­lardır; hatta öyle ki bu tür kaidelerin, usûl-ı fıkıh içerisinde tedvin edi­len konuların çoğunluğunu teşkil ettiği görülür. Bunlara hükümlerin tasavvuruyla ilgili bazı hususlarla; kelâm ilminin bazı mukaddime­lerini ve meselelerini de eklemişlerdir.
Tedvin ettiklerinin bütününde, usûlün esâsını teşkil eden konulara ağırlık vermeleri gerekirdi. Bunlar çeşitli yönleriyle kitâb ve sünnetle ilgili hususlardır. Sonra da icmâ, kıyas ve ictihâdla ilgili ko­nular olacaktır.
Ancak usûlle uğraşan âlimler ikinci şartı tamamen ihmâl etmiş­ler ve şâri'in maksatlarından hemen hemen hiç söz etmemişlerdir. Sadece 'kıyâs' bahsinde, illetin şâri'in maksatlarına ulaştırıp ulaştır­maması açısından taksimi sırasında atıfta bulunmak ve birinci takdi­re göre zarurî, hâcî ve tahsînî olmak üzere üçe ayrılacağını ifâde et­mekle yetinmişlerdir. Halbuki, bu kısım, üzerinde durmaya, uzun uzadıya açıklamada bulunmaya, derinlemesine araştırılmaya ve ne­ticelerinin tedvinine, diğer ilimlerden olduğu halde 'usûl' içerisinde yer verilen pek çok meseleden daha lâyık bulunuyordu.
Bu ilim beşinci asırdan itibaren, o zamana kadar birinci kısımla ilgili bahisler çerçevesinde ulaştığı noktada durmuştur. Bundan son­ra usûlle ilgili yazılan bütün eserler hep aynı şeylerin tekrarı olup da­ha öncekilerin ya ihtisarı ya şerhi mahiyetindedir ya da eski şeylerin yeni kalıplara dökülmesi tarzındadır.
Böylece usûl ilmi iki rüknünden birisini konu edinen büyük bir kısmından yoksun olarak asırlar boyu kaldı. Sonunda yüce Allah se­kizinci hicrî asırda bu noksanlığı telâfî etmek üzere ebû ishâk eş-şâtıbî'yi hazırladı. Şâtıbî, bu kadri yüce ilim içerisinde ihmal edilen bomboş sahaya girdi ve hikmet-i teşrî ilmini kurmaya muvaffak oldu: o mekâsıdı dört nev'e ayırdı, sonra da bu nevilerden her birini fasılla­ra boldü. Bunlara teklif hususundaki mükellefin maksatlarını da ek­ledi. Böylece o muvafakat adlı elinizdeki bu eserinde usûl ilminin bu yönünü altmış iki mesele ve kırk dokuz fasıl içerisinde ortaya koydu. Böylece şeriatın nasıl mesâlihe itibar esâsı üzerine kurulu olduğu, onun dünya durdukça bütün insanlığın ebedî değişmez genel bir ni­zâmı olduğu, çünkü genel ve normal hallerde tatbik edilebilirlik pren­sibine riâyet edildiği; örf ve âdetlerin değişmesi halinde hükümlerin değişmesinden maksadın, aslî hitapta herhangi bir değişiklik olmadı­ğı, aksine örf ve âdetlerin farklılık göstermesi durumunda her âdete ait hükmün bir başka esasa dayanacağı; bu şeriatın özelliğinin hoşgö­rü, müsamaha ve yumuşaklıkla muamele esasları olduğu; zayıf-güçlü herkesi aynı şekilde muhatap tuttuğu, anlayışlı anlayışsız herkesi  doğru yola erdirdiği gün gibi ortaya çıkmış oldu. [5]

 

Daha Öncekilerin İhmal Ettikleri Bahisler


Şâtıbî, usûl ilminin ihmâl edilen bu kısmını ortaya koymak, hik­met-i teşrî ilmine vücût vermek, onun kaidelerini ortaya koymak, şâri'in şeriatı koymada gözettiği maksatları da içine alan küllî esas­lar ortaya koymakla yetinmedi. Bilakis, kitâb (kur'ân)bahisleriyle il­gili ayrıntılara en geniş şekilde daldı ve yaptığı istikralarla şeriatın ruhu ile çok güçlü bağlantısı olan, usûl ilmine köklü bir yakınlığı bulu­nan çok değerli inciler çıkarmaya muvaffak oldu. Kitabının başına iç­lerinde beş fasıl da bulunan on üç mukaddime koydu; bunları usûl il­mine giriş için bir esas, onun konularını tesbit ve diğerlerinden ayır­mak için birer kıstas kabul etti. Sonra teklîfî ve vaz'î hükümlere geçti ve onlardan daha önce ele alınmadıkları bir şekilde bahsetti. Özellikle mübâh, sebep, şart, azîmetve ruhsat bahislerine ayrı bir yer verdi. Ki­tabının dörtte birisini bu konulara ayırması onlara verdiği önemi be­lirtmesi bakımından yeterlidir. Bütün bunlarda onun ilminin derinli­ğini, dîne olan vukufunu görmek mümkündür. Deliller bahsinde teşri konusunda çok önemli yeri bulunan kaideleri böyle bir vukufla tertip etmiş ve söz konusu kaidelerin "hükümler" bahsinde ortaya koyduğu esaslar üzerine bina edilmiş olduğunu açıklamıştır. Böylece kitap bir­biriyle bağlantılı tam bir bütünlük arzetmiştir.
Sonra, gerek kitâb ve sünnet arasında müşterek ve gerekse iki­sinden sadece birisine ait olan müteşâbihlik, nesih, emir, nehiy, hâs, âmin, mücmel, mübeyyen... Gibi konuları açıklaması, hikmetli sonuç­lara ulaşması ve belirme noktalarını gösterdiği usûlün özünü teşkil eden hususları ortaya koyması pek o kadar kolay olmamıştır. O Allah'ın kendisine açtığı bu inceliklere, ancak yıllar yılı kur'ân'la gece gündüz hemhal olması, nazarî ve amelî planda onu kendisine rehber [sı edinmesi ve buna ek olarak hadis kitaplarım ihata etmiş olması, daha önce gelip geçmiş din âlimlerinin sözleri üzerinde düşünmesi, selef-i sâlihin görüşlerinden yeterince istifâde etmesi ve bütün bunların öte­sinde de Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu dînde basiret gücüne sahip olması sayesinde ulaşabilmiştir. Öyle ki okuyucu bu eseri okur­ken şöyle düşünür: müellif sanki çok yüksek bir dağ üzerinde otur­maktadır ve şeriatın kaynaklarına, hükümlerin menbalarına hâkim bir konumdadır; tutulan yolları, vadileri kuş bakışı ihata etmektedir. Neticede her şeyi görerek vasfetmekte, kaideleri tecrübî yolla koy­makta, şeriatın tümünden çıkardığı istikra delilleriyle desteklediği küllî esaslar hazırlamakta; âyetleri, hadîsleri ve selefe dâir sözleri birbirlerine atıfta bulunmak suretiyle kuvvetlendirmekte; onlara aklî delillerle, nazarî yaklaşımlarla destek vermekte ve böylece şek ve şüphenin boynunu kırmakta, vehmin çıkış yerlerini tıkamaktadır. Neticede bir nevi manevî mütevâtir olan bu yolla hak bütün parlaklı­ğıyla ortaya çıkmaktadır. Müellifbuyolukitâbımn tamamında kendisine prensip edinmiş ve haklı olarak, bu metodun kitabının temel özel­liğini teşkil ettiğini söylemiştir.
Müellif bu bahislerde şer'î deliller içerisinde kitâb'ın yerini belir­lemiş ve onun bütün delillerin aslını teşkil ettiğini; hükümleri vaz'ederken genel çerçevenin belirlenmesiyle yetindiğini dolayısıyla mutlaka sünnetin beyânına ihtiyaç bulunduğunu ifâde etmiştir. Aynı şekilde kur'ân'a nisbet edilen ilimlerin kısımlarını; hüküm çıkarma sırasında bunlara ihtiyaç duyulanlarla duyulmayanları beyan etmiş; kur'ân'm zahir ve bâtınının belirlenmesine gitmiş, hüküm çıkarmaya elverişli olup olmayan bâtın kısımları üzerinde durmuş; mekkî teşrîin bütün külli esasları getirmiş olup, medenî teşrîin ise, bunların tafsil ve izahları olduğunu; küllî esaslarda neshin asla yer etmediğini, sade­ce belli sebeplerden dolayı çok az sayıda cüz'î meselelerde vârid oldu­ğunu ortaya koymuş; hükümlerin doğru bir şekilde alınmasını sağla­yacak yüce kitâb'ın anlaşılması konusunda en uygun ve mutedil ku­ralları belirlemiştir. Sonra sünnetin yerini ve kitap karşısındaki mertebesini; onun, kur'ân'ca ortaya konulmuş genel esâsları öte aşa­mayacağını beyân etmiştir. Bütün bunları o, şüpheye mahal bırakma­yacak şekilde isbât etmiştir.
Müellif eserini "ictihâd" ve ilgili bahislerle tamamlamıştır. İçtihadın nevilerini açıklamış ve kıyamete kadar kesilmeyecek olan­la, kesilecek olan nevilerini belirtmiş, bunlardan ictihâd için gerekli olan iki şarta —arap diline vâkıf olmakla, hikmet-i teşri ilmini yani mekâsıd-ı şerîayı iyi bilmek— bağlı olanlarla, bunlardan sadece ikin­cisine bağlı olan veya hiçbirisine bağlı olmayan kısımlarını açıklamış­tır.
Müellif sonra herhangi bir hükümde şâri'in maksadını anlamak konusunda müctehidler arasındaki ne kadar görüş ayrılığı olursa ol­sun, şeriatın her hükümde tek bir asla dayalı olduğunu ortaya koy­muş ve bu esas üzerine usûlle ilgili bir takım küllî esâslar bina etmiş­tir. Daha sonra da ictihâd mahallerini, ictihâd sırasında meydana ge­len hataların sebeplerini... Açıklamıştır.
Bu zikrettiklerimiz muvafakat adlı bu değerli eserin sahilinden alınmış bir katre menzilesindedir. Eğer bu kitap ulemâ ve aydınlar arasında yayılmak suretiyle müslümanlar için bir meşale edinilecek olsa; kuru bir iddiadan, arzu ve heveslerine uymaktan, dîni başıboş kargaşa içerisinde bırakma amacından başka ictihâd için gerekli olan her türlü şarttan yoksun olmalarına rağmen, kendilerinin içtihada ' ehil oldukları yaygarasını kopararak, o pâk şeriat sofrası üzerine üşü­şen asalak sinekleri kovmaya bir vesile olacak özelliktedir.
Şerîatten bihaber ümmî denilebilecek bazı insanlar çıkarlar ve bunlar bazı cüzîyy âtı ele alarak onlarla küllî esasları yıkmaya çalışırlar. Bunlar ellerine geçirdikleri cüz'î delillerden ilk bakışta akıllarına doğan mânâyı almakta, bu cüz'î delilleri bir kıstas olarak kendilerine vuracakları şer'î maksatlardan bihaber bulunmaktadırlar. Bir başka grup da vardır ki, cüz'î delilleri kendi garazlarını desteklemek için kullanmakta ve kendi arzu ve heveslerini deliller üzerine tahakküme gitmekte, neticede deliller onların arzularına tâbi durumuna düş­mektedir. Bunlar da yaklaşımlarında şer'î maksatlardan habersiz bulunmakta, gerçek anlamda onlara müracaat etmemekte, o delilin anlaşılması konusunda seleften gelen sahîh haberlere aldırış etme­mekte, hüküm çıkarmak için gerekli vasıtalardan tamamen yoksun bulunmaktadırlar. Bütün bunlar, nefislerde yerleşen ve delîl doğrul-tuşunda hareket etmekten alıkoyan arzu ve heveslere uyma, insafı el­den bırakma ve aczi itiraf etmeme neticesinde olmaktadır. Bunlara bir de şer'î maksatlardan bîhaberlik ve ictihâd derecesine ulaştığı şeklindeki bir kuruntu ile kendisini aldatması da eklenince iş iyice çı­ğırından çıkmaktadır. Bu son derece tehlikeli bir husustur ve dîn aley­hine işlenmiş bir cinayettir.
Allah cümlemizi böyle bir durumdan korusun!
Konuya tekrar dönüyor ve diyoruz ki: muvafakat sahibinin, kitabında usûl kitaplarında işlenen bahislere yer vermekteki amacı mutlaka ondan hareketle bir kaide veya bir esas ortaya çıkarmaktır. Bununla birlikte o usûl bahislerinin önemini hiçbir zaman gözardı et­memiştir. Aksine o pek çok yerde "bu anlattıklarımız usûl kitapların­da izah edilen hususlara ilâve edildiğinde, amaçlanan noktaya ulaş­mak mümkün olacaktır." şeklindeki ifadeleriyle usûl kitaplarına atıf­lar yapar.
Sözün özü, usûlcülerin kitaplarında zikrettikleriyle, şâtıbî'nin muvâfakât'mda zikrettiklerinden her biri şer'î delillerden hüküm çı­karılması için birer vesile olarak kabul edilirler. Ancak usûl kitapla­rında zikredilen meselelerde pek çok detaylara ve uzun uzadıya münâkaşalara gidilmesine rağmen bunlar, sadece bir vesile olmaktan öteye bir fayda sağlamaz. Hatta çoğu zamandan beri usûlle meşgul olanlara itirazlar yöneltilerek "onun sadece ictihâd mertebesine ula­şan kimselere faydası bulunduğu" söylenmiştir. Buna verilen cevap hep aynı olmuştur: "müctehid olmayan kimse için usûlün faydası, hü­kümlerin nasıl çıkarıldığını anlamasıdır." ancak bu cevâbı kabullen­mek, müsamahalı davranmayı ve bazı şeyleri de görmemezlikten gel­meyi gerektirecektir. Çünkü onunla sadece hüküm çıkarma aracının bir kısmı hem de birbirinden ayrılmış ve dağınık bir vaziyette öğreni­lebilir. Diğer kısım ise —ki hikmet-i teşrî ve şer'î maksatları bilme kısmı oluyor— burada yoktur.. Bu aynen şuna benziyor. Sana doku­ma sanatını öğretmek isteyen birisi, dokuma tezgâhının sadece bir kısmını sökülmüş ve birbirlerinden ayrılmış vaziyette getirip gösteriyor. Bundan elde edilecek faydanın ne kadar cılız kalacağında şüphe yoktur.
Şâtıbfnin dört cilthalinde kitabında anlattığı kısım ise, —her ne kadar o da hüküm çıkarmak için gerekli olan vesîlenin bir parçası ve onunla müctehidlerin nasıl hüküm çıkardığı öğreniliyorsa da— an­cak o haddizatında bir fıkıhtır ve şeriat nizâmının bilgisidir; onunla teşriin esaslarına vâkıf olmak mümkündür. Biz her ne kadar ondan hareketle ictihâd vasfına ve hüküm çıkarma kudretine ulaşamasak da, onun sayesinde şâri'in maksatlarını, şer'î hükümlerin esrarını öğ­renme imkânına sahip oluruz. O kalplerin huzur ve sükûn bulduğu bir rehber, mü'minin kalbinin her tarafını aydınlatan, onun şaşkınlığını gideren, içi tırmalayıcı şüpheleri kovan, dağınık duyguları toparla­yan parlak bir nurdur. İslâm şeriatına büyük hizmette bulunan bu de­ğerli âlimi rahmetle anıyoruz. [6]

 

Kitabın Tanınmamasının Sebebi


Geriye bir soru kaldı: madem ki, bu kitap o kadar değerlidir ve islâm şeriatında önemli bir yeri vardır; peki, doğu âlimlerinin onun üzerine kapanıp, ilim âleminde yerleşmelerini sağlamaları ve arala­rında yaymaları bir yana, niye şimdiye kadar seneler boyu tanınmadı, şöhretten nasibini almadı? Eğer elden ele dolaşan meşhur kitaplar on­dan daha faydalı olmasaydı, gizli kalmaz, mutlaka şöhret bulur ve ya­yılırdı.
Cevap: bu soru vârid değildir. Çünkü bir şeyin meşhur olup ol­mamasından o şeyin üstün ya da nakıs olması gerekmez. Bizde kitap­lar adamlar gibidir. Nice faziletli insan vardır, kimse bilmez; nice işe yaramaz insan vardır, meşhurdur. Bu nazariyenin yanlışlığına müşâ-hadeîerimiz yeterlidir. İşte el-mahallî'nin şerhiyle birlikte süyûtî'nin cem'u'l-cevâmi'i ezher'de ve mısır diyarında bulunan ilim müesse­selerinde okutulan tek usûl kitabı olarak asırlar boyu kaldı. Halbuki, âmidî'in ihkâm'ı, ibn hâcib'in müntehâ ve muhtasar adlı iki kitabı, bunların yanında tahrîr, minhâc, müsellemu's-sübût vb. Gibi cem'u'l-cevâmi'in içerdiği aynı konuları içeren pek çok te'lif vardır ki, ihmâl örümcekleri bunlar üzerinde ağlarını germiş ve bu de­ğerli eserlerden hiçbiri elden ele dolaşma ya da istifâde için gün yüzü­ne çıkamamış; ancak içerisinde bulunduğumuz asırda ortaya çıkabil­mişlerdir. Halbuki, cem'u'l-cevâmi'in bunlar içerisinde en az faydalı ve çok da sıkıcı bir kitap olduğunda hiçbir kimse farklı düşünceye sahip değildir.
Kitabın meşhur olmamasının iki sebebi bulunmaktadır:
1. İçerdiği konular.
2. Telif ve bahislerin işleniş şekli.
1. İçerdiği konular son derece yeni, daha önce hiçbir kimse tara­fından işlenmemiş konulardı. Bu kitap hicrî sekizinci asırda telîf edil­mişti. Bundan önce usûlün diğer kısmı tamamlanmış, şer'î ilimlerle meşgul olanlar tarafından telifler ortaya konulmuş, araştırma, şerh, öğrenim ve öğretim gibi yollarla onlar üzerinde duragelmişlerdi. Neti­cede usûl adına öğrenilmesi gereken herşeyin onlardan ibaret olduğu anlayışı doğmuştu. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi, onlar hiçbir zaman tatmadıkları ictihâd için bir vesîle idi ve bu vesilede bir eksik-lik olabileceğini hemen hemen hissetmiyorlardı. Bunun tabiî neticesi olarak da kitabı duyanlar olmuşsa da, âlî himmet göstererekonu edin­mek, bahisleri üzerinde fikir yormak, ondan istifade etmek, içerdiği   [12] bilgileri daha önceden bildiklerine eklemek, hoşuna gidenlerle amel­de bulunmak, ilim taliplerinin dikkatlerini ona çekmek ve onlara on­dan i stifâde yolunda gayret vermek ve yardımcı olmak gibi bir duruma girmemişlerdir.
2. İkinci sebep, şâtıbî'nin kalemiyle ilgilidir. Gerçi müellif düz­gün yürüyor, temiz bir arapça ile yazıyor. Nitekim bu durum zihni ve kalemiyle başbaşa kaldığı birçok bahisde açıkça müşâhade edilmek­tedir. Ancak müellifin güçlü bir intikal gücü, cevval bir kalemi vardır. Bazan, sayfayı baştan sona okur, ne bilinmedik kelimeye ne de terkibe rastlamazsınız; bununla birlikte hiçbir şey anlaşılmaz. Anlayabilmek için mutlaka şer'î kaynaklarla istidlalde bulunmak, aklî ilimlere vur­mak, başka ilim dallarında ortaya konulan bahislere müracaat etmek durumu söz konusu olacaktır. Bazen okuyucudan, sanki tarak dişleri üzerindeyolculukyaptırır gibi, bir kelime ile onun yanındakine, sonra da onu takip edene intikâl etmesini ister; çünkü kullandığı her kelime­nin altında işaret etmek istediği bir mânâ, sözün akışından çıkarılma­sını istediği bir amacı bulunmaktadır. O bu eserini sünneti, müfessir-lerin sözlerini, kelâm bahislerini, öncekilerin usûlünü, müctehid imamların furûunu, seçkin mutasavvıfların sülüklerini iyice ihata et­tikten sonra yazmış birisi olarak, kitabını lüzumsuz tafsilâtla doldur­ması mümkün olmazdı. İşte bu yüzdendir ki, kitap çok dolu ve zor bu­lunmuş, bu durum onun yayılmasına bir engel teşkil etmiştir. Bunun­la birlikte kitap kendi kendisinin anlaşılmasına yardımcı olmakta; başı sonunu, sonu da başını açıklamaktadır. [7]

 

Kitaba Olan Teveccühümüzün Sebebi Ve Kitap Üzerinde Yaptığımız Çalışmalar


Şeyh muhammed abduh'un, ilim taliplerinin bu kitabı edinmesi­ne dâir tavsiyelerini çok işitmiştim. O zamanlar bu tavsiyeye uymak için çok arzuluydum. Tabiî gerek benim gerekse benim gibi olan diğer­lerinin önünde kitabın ele geçirilmesi zorluğu bir engel olarak duru­yordu. Şöyle ya da böyle her nasılsa bir öğrenciden mağrib yazısı ile yazılmış bir nüshayı ödünç olarak almaya muvaffak olduk. Konuların zorluğu bir tarafa, yazınm.çok zor okunuşu ve nüsha sahibinin geri al­mak üzere ısrarlı şekilde talepte bulunması gibi sebepler hep ona ulaş­mamızı engelliyordu. Sonra:
"bir şeye yetmiyorsa gücün onu bırak gücünün yetip yapabileceğine bak."
Sözündeki öğüde kulak vererek sevdamızdan vazgeçtik. (13)          
Sonunda yüce Allah'ın lütfü ile kitabın mısır baskısı gerçekleşin-
Ce, bana tekrar kitapla uğraşma fırsatı doğdu. Hemen aldım ve mütâlaaya başladım ve sonuna kadar geldim. Bu vadileri ve geçitleri uzun zor yolculukta tahammül gösterdim; hazinelerini, kaplarını de­nedim. Bu tecrübem daha önce duyduklarımı teyid etmiş ve kitabın değerini bir kat daha artırmıştı. Bu uğurda maruz kaldığım gece yol­culuğu gibi zor çabalarıma, uykusuz kalışıma aldırmadım. Kitaba olan tutkum tekrar üzerinde durmamı gerektirdi. Bu kez daha bir baş-ka şekilde kitap üzerinde çalıştım. Müellifin ortaya koyduklarını mi­yara vurdum. İstifâde ettiği kaynaklara başvurarak, onlardan çıkar­dığı mânâları tahkikte bulundum. Çok incelik isteyen işaretlerini açıklayarak, ifâdesinde kapalı kalan kısımları, çok kısa aldığı lafzı ta­mamlamak, gizli mânâyı biraz açmak, meselenin anlaşılması için ge­rekli olan fer'i zikretmek, kasdettiği esasa işaret etmek gibi yollarla îzâh ettim. Koyduğum bu notlarda aşırılığa kaçmak, her münâsebetle çeşitli eserlerden alıntılar yapmak suretiyle şişirme yoluna gitmedim. Gerekli ve yeterli notlarla yetindim. Ancak zarurî hallerde, konunun anlaşılması için mutlaka açıklama yapılması gereken konularda uzun notlar düştüğüm de oldu. Notlarımı yazarken hür düşünmeyi esas kabul ettim. Bu yüzden de yer yer müellifi tenkitlerimiz, onun fi­kirlerine katılmadıklarımız olmuştur. Bizzat müellifin kendisi de bi­zim bu metodumuzun, ortaya koyduğu hususlar üzerinde düşünen araştırmacılar, ele aldığı konularda hakkı elde etmeye çalışan ilim talipleri için riâyet edilmesi gereken bir hak olduğunu belirtmiş; me­seleler karşısında tercihte bulunmalarını, mütereddit ve şaşkın vazi­yette kalmamalarını istemiştir. Aynı şekilde müellif, ortaya koyduğu hususların denenmeden, tahkik edilmeden problem o-dinilmemesini de istemiş ve bunun elde edinilecek favdanın dikkate alınmadan atılmasına sebep olacağını belirtmiştir. Evet, ilmin tahkikinde "falan söyledi" veya "falan'm yanında falan da kim oluyor?" şeklinde bir an­layış olmamalıdır. Aksi takdirde bir çok doğru, hata ve unutma arasın­da yok olur gider. Bu bizim dinimizin bir özelliği olmaktadır. Hz.pey­gamber lalevs^tul hariç, herkesin sözü kabul de edilir, red de edilir.[8]  

 

Hadislerin Tahrıcı


Müellifin şer'î kaynakları derinden incelemesinin tabiî bir neti­cesi olarak kitabında bin kadar hadîs zikretmiştir. Çoğu kere bu hadîsleri ne râvîlerine ne de almış olduğu hadis kitaplarına nisbet et­memiştir. Hatta çok nâdir olarak hadisi tam olarak zikretmiştir. He­men hemen devamlı olarak ancak hadisin delil olarak kullanmak iste­diği kısmını zikretmekle yetinmektedir, bazen aynı hadisin bir kısmı­nı burada, bir başka kısmını da ihtiyaca göre başka bir yerde zikreder. Bazen hadîse sadece atıfta bulunur ve sözü uzatacak şekilde olmasa bile ondan hiçbir şey zikretmez ve bu şekildeki tasarruflarıyla amacı­na ulaşmak ister. Halbuki, onun sözleri üzerinde inceleme yapan ve düşünen kimselerin, o hadislere tam metni ile birlikte vâkıf olmaları, sıhhat yönünden durumlarını bilmeleri kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Ha­disin tam metnine vâkıf olmak, hadisin ortayakonmasmdan gözetilen amacın anlaşılmasını, sıhhat derecesini bilmek de o hadisle yapılan istidlalin değerini, kalbin mutmain olmasını veya tam bunun aksini sağlayacaktır. İşte bundan dolayı zorluğuna, tahrîc için başvurulacak kaynakların genişliğine ve yorucu olmasına rağmen bu iş gerçekleş­tirilmeye çalışıldı. Otuz üç kadar hadis kitabına müracaat edilerek hadisler tahrîc edildi. Bu yorucu yükün ağır kısmını üstâz muham­med emîn abdurrâzıkyüklendi. Üstâz, hadislerin kaynaklarına ulaş­mak, rivayetlerinin çokluğuna ve ibarelerinin farklılığına rağmen on­ların metinlerini elde etmek için aylarca uğraştı ve hadislerin kimler tarafından rivayet edildiğine işaret etti. Çoğu zaman da lafzı ile birlik­te aldı ve böylece onların lafzını ve sıhhat derecelerini öğrenmek ama­cıyla bulundukları yerlere müracaat etmek kolaylaştı.[9] Allah ilim uğruna yaptığı bu hizmetten dolayı onu en güzel şekilde mükâfatlan­dırsın. [10]

 

Önceki Baskıda Bulunan Tahrip Ve Hatalar


Her ne kadar kitabın baskısı sırasında tashih ve mümkün merte­be aslına irca işini büyük âlimlerden kadri yüce iki zât üstlenmişse de, kitabın basımını yapan kimsenin elde ettiği nüshanın çok hatalı olma­sı ve baskı işinin dar bir vakte sıkıştırılması gibi sebepler yüzünden, meydana gelen hatalardan dolayı bu değerli iki âlimimizi mazur gör­mek gerekecektir. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, baskıda bir hayli tahrifat hâlâ mevcut kalmış, yer yer bütünüyle cümleler ya da tamamlanmadan mânânın anlaşılmasına imkan bulunmayan kelime düşüklükleri söz konusu olmuştur. İşte bunlar kitap üzerinde sabırla düşünmemizi ve bir sonuca varmamızı gerektiren sebeplerden olmuş­tur. Böylece Allah'ın yardımı neticesinde kitap onu mütâlâa etmek is­teyenler için kalıp ve mânâ bakımından eksiksiz ve kusursuz bir hal almıştır.
Ben bu kitap üzerinde yapılması gereken bütün çalışmaları tam anlamıyla yaptım şeklinde bir iddiada bulunacak değilim. Aksine hüsnüzanda bulunacak olursam, bu yaptıklarımın bir başlangıç adı­mı olduğunu söyleyebilirim. Gayret sahibi kimseler için bu kitap üze­rinde çalışma alanı çok geniştir. Niyeti hâlis olan insanlara tavsiyede bulunmak uyulması gereken bir yoldur. Şüphesiz ameller niyete gö­redir ve herkes için ancak niyetinin karşılığı vardır[11].
Abdullah dırâz
Neşre hazırlayan

Müellifin Önsözü


İlmin nuru ile bizleri cehalet karanlıklarından kurtaran, kendi­sinden edinilen basiretle sapıklığın kör çukurlarına düşmekten koru­yan, sevgili peygamberimiz hz. Muhammed [ alvy«3ssu 1 ile gönderdiği şeriatında bizler için en yüce alâmetler, en açık deliller koyan yüce rabbimizehamd olsun. Buhamdediş onun bize olan sayısız ve pek de­ğerli nimetleri içerisinde en üstünü olmaktadır.
Bu nûr parlamadan önce kör yürüyüşü yürüyorduk. Akıllarımız menfaatlerimize uygun şeyleri elde edebilmek için rastgele koşturu­yordu. Çünkü bu yükleri taşıyabilecek kadar güçlü değildi; iyi ve güzel arasında kötülüklerin mihverini teşkil eden nefsin cirit meydanında peşin zevkler işin içine karışıyordu. Neticede dertlerimize karşı ilaç yerine zehiri koyuyorduk ve bundan şifâ bekliyorduk. Suyu sıkılan avucu içerisinde tutmak isteyen kimseye benziyorduk. Vehim deni­zinde hayır ve şer arasında yüzdük durduk; nereye gideceğimizi bile­miyor, rehberimiz olmadığı için karanlık gecede nereye gittiğimizi bilmeden yol alıyorduk. Sakat kıyaslar yapıyor, hasta vücûttan sağ­lıklı davranışlar bekliyorduk. Yüz üstü sürünüyorduk, fakat kendimi­zin sırât-ı müstakim üzere yürüdüğümüzü zannediyorduk. Sonra ilâhî kader tecellî etti, insanların çaresizliği tek ve kahhâr olan yüce Allah'a ulaştı, ihtiyâcı hisseden insanların arzulan ona teveccüh etti. Hâl diliyle durumun doğruluğu ve ortaya konulan işlerde ilâhî mü­dâhaleye ihtiyaç zarureti sabit olunca, yüce rabbimiz sonsuz lutfu ve keremiyle imdadımıza yetişti. Nihayetsiz iyilik ve şefkat sahibi yüce Allahımız, her şeyi kuşatan merhametiyle bizi bürüdü. Eğer böyle ol­masaydı biz içinde bulunduğumuz durumdan bir çıkış yolu bulup, kendi kendimize yollar içerisinden doğrusunu ayıramazdık. Yüce Allah bu keremi neticesinde özrümüzü makbul kıldı; peygamberler gön­dermeden önce meydana gelen hatalarımızın affının mümkün oldu­ğunu belirtti. Nitekim: "biz peygamber göndermedikçe azâb ediciler [20] değiliz,"[12] buyurmaktadır. Sonunda ümmetler içerisinden peygam­berler gönderdi. Arapolsun, arap dışında başka kavimler­den olsun, her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdi. Böylece peygamberler hak yolu, kavimlerine y akînen gösterecekler, onları bel kemerlerinden yakalayarak cehenneme götürecek tehlikelerden ko­ruyacaklardı. Zaman itibarıyla son, üstünlük itibarıyla ilk sırada[13] yer alan biz islâm ümmetine de özel bir ayrıcalık verdi; çünkü tevhîd bi­nasının tamamlayıcı son tuğlası ve hitâm-ı misk olan rahmet peygam­beri, mahza nimet, ümmî hikmet-i bâliğa sahibi olan hâşimî soyun­dan tertemiz bir asıla sahip muhammed b. Abdillah'ı bize göndermiş­ti. Onu bize şâhid, müjdeci, korkutucu, hakka dâvetçi, aydınlatıcı nûr olarak gönderdi; apaçık arapça olan, şüphe ile kesin bilgi arasını ayı­ran, ne önünden ne de arkasından bâtılın asla yol bulamayacağı yüce kitâb'ını ona indirdi. Sadra şifâ beyan ve yeterli îzah gücünü onun eli­ne koydu. Onu en güzel övgülerle övdü, terbiyesini kendi üzerine aldı ve onun tüm vasıf ve özelliğini ahlâk ve şemailinin oluşturduğunu be­lirtti. Bütün bu özelliklerin sahibi olan hz.peygamber sözle­ri, fiilleri, terk ve takrîrleriyle tasvibleriyle) Allah'ın şeriatını açıkla­yıcı oldu. Artık gözü görene herşey gündüz gibi parlaktı, hak ve haki­kat bulutsuz, engelsiz günde güneş gibi ortaya çıktı.
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan rabbimize hamd ediyor; ona olan hamdimizi o'ndan bize ulaşan bir nimet telakki edi­yoruz. Ona sayısız şükrediyor, şükrün nimetlerin artışı için bir baş­langıç olduğunu biliyoruz. Alllah'tan başka ilah olmadığına, onun eşi ve benzeri olmadığına, o'nun her türlü kemâl sıfatlarıyla muttasıf bu­lunduğuna, herşeyin istisnasız yaratıcısı olduğuna, itâaatkâr-âsî ayı­rımı yapmaksızın adalet, ihsan, lütuf ve kerem sıfatlarının gereği ola­rak ve teminâtı hükmünce herkesin rızkını verenin o olduğuna şehâdet ederiz. Nitekim bu meyânda şöyle buyurmuştur: "cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan bir rızık istemem; beni doyurmalarını da istemem. Şüphesiz rızıklan-dıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır."[14] "ehline namaz kıl­malarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyo­ruz, sana rızık veren biziz. Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanın­dır" [15] bütün bunlar insanların üstlendikleri emâneti edaya kendile­rini verebilmeleri içindir. O emânet ki, kendilerine arz yoluyla sunul­muş, kendi gönülleriyle hesap verecek şekilde yüklenmeleri üzerine de artık onunla mecbur tutulmuşlardır. Keşke ondan irkilip, korksalar da kabule yanaşmasalardı; işin sonunu ve önemini daha baştan düşünselerdi. Ne var ki, durumun vehâmeti onların hatırlarına gel­memişti. Oysa ki, gökler, yer ve dağlar teklif edilen şeyin vehâmetini, ağırlığını kavramışlar ve kabule yanaşmamışlardı. Bu yüzden de insanoğlu çok zâlim ve pek câhil diye nitelendirilmişti. Vakıa Allah'ın takdiri yerini bulacaktı. Bu arzettiğimiz hususa şu âyet açıkça delâlet etmektedir:"doğrusubizemâneti (sorumluluğu)göklere,yerevedağ-lara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Çok zâlim ve pek câhil olan insan ise onu yük­lenmiştir."[16] her şeyi hikmet ve takdiri ile, ezelî ilim, kaza ve kader programına uygun olarak yürüten yüce Allah her türlü noksan sıfat­lardan münezzehtir. Böylece insan kendi yüklendiğinden mesul tutu­lacak ve bu kendileri hakkında bir delîl olacaktır. Yüce Allah yaptıkla­rından mesul değildir. Sorguya çekilecek olanlar insanlardır.
Muhammed'in Allah'ın kulu, rasûlü, sevgilisi ve dostu olduğuna; sâdık ve emin bulunduğuna; âlemlere rahmet olmak üzere hanîf dini ile; mükelleflerine rıfkla, yumuşaklıkla davranan bir şe­riatla gönderildiğine şehâdette bulunuruz. Onun beyanları kolaylaş­tırıcı bir lisanladır. Rıfkla muamele onun şeriatının özelliği, hoşgörü ve müsamaha ile davranma ise onun meziyetidir. Zayıf-güçlü herkesi aynı şekilde muhatap tutar; anlayışlı-anlayışsız herkesi doğru yola ulaştırır; itâatkâr-âsî ayırımı yapmadan herkese merhamet eder; gö­nüllü-gönül süz herkese yön verir; adalet karşısında soylu-soylu olma­yan herkesi eşit tutar; emir ve yasaklarına boyun eğenleri dünya ve âhirette yüce bir mevkie ulaştırır; nebî olmasa bile nübüvvet nurunu içerisinde taşıyacak bir makama ulaştırır; onunla muttasıf olanlara sünnet elbisesi giydirir de sonunda Allah'ın bir velî kulu kılar; ona uyan ve destek olan bir kul, fakir de olsa ne kadar zengindir. Ona karşı gelip haddi aşan kimse, zengin de olsa ne kadar fakirdir.
Hz. Peygamber, görevi boyunca bu yüce pâk şerîate yi­ne bizzat şerîatle davette bulunmuş, kendisine tevdî edilen emâneti eksiksiz olarak insanlara ve cinlere ulaştırmış, şeriatı kendi burhan-larıyla korumuş, kesin delilleriyle sınırlarını himaye etmiş, tebliğ ve beyân için gerekli bütün gücünü sarfetmiş, hem lisânı haliyle hem de sözüyle "ben apaçık bir uyarıcıyım" buyurmuştur.
Allah'ın salât ve selâmı onun, âl ve ashabının üzerine olsun. O as­hap ki, şeriatın maksatlarını kavramış ve onları elde etmişler, onların kaide ve temellerini ortaya koymuşlar, işaretleri üzerinde düşünmüş­ler, prensip ve gayelerinin gerçekleştirilmesi için ciddî çalışmalar yap­mışlar, bütün bunlardan öte dünyevî emellerini atmak için yeterli öze­ni göstermişler, amellerini düzeltmek için ilmi vâsıta olarak kullanmışlar, hayırda yarışmışlar ve herkesten ileri geçmişler, sâlih amellere koşuşmuşlar ve kendilerine yetişen olmamıştır. Neticede basiret ufuklarında furkân güneşi doğmuş, kalplerinde yakın nuru parlamış, hikmet pınarları dillerinden dökülmeye başlamıştır; onlar îmân, islâm ve ihsan sahipleri idiler. Nasıl öyle olmazlardı ki, kapıyı ilk çalan onlardı; dolayısıyla seçkinlerin seçkini, özün özü ve akıl sahiplerinin yollarını onların nurlarıyla bulacağı yıldızlar olmuşlar­dı. Allah, uyacaklar için bir önder, hidâyet arayanlar için seçkin bir ör­nek olan onlardan ve onlardan sonra gelen kimselerden ve kıyamete dek iyilikle onlara uyanlardan razı olsun.
Hamd ü sena, salât ve selâmdan sonra diyoruz ki; ey en yüce il­min gerçeklerini araştıran, akılların en üstün verimlerini elde etmeye çalışan, en tatlı anlayış kaynaklarına susayan, bâtın mânâları elde et­mek, yazılı metinler içerisinde zahir mânânın ötesinde bulunan ma­nalara ulaşmak için, onların etrafında dolaşan kimse! Şimdi artık tam arzularınızın birbirine denk düştüğü kimseye kulak vermen, onunla karşılıklı mübâhase etmen zamanı gelmiştir. Çünkü onun vecdine sen de ortak oldun. Artık onun sır mahalline dönmelisin. Böylece onun şikâyetleri seni harekete geçirsin de bunun neticesinde onun koştuğu yolda sen de koşasın, onun alaca karanlıkta yaptığı yolculuğu sen de yapasm. Elbette ki bu yolculukta yorulacaksın. Fakat sabah olunca bu gece yolculuğunun yorgunluğunu memnuniyetle karşılayacaksın.
Müellif maksadına ulaşmak uğrunda geniş çöller katetmiş, bu yolda iyi ve kötü şeylerle karşılaşmış, sıkıntılara göğüs germiş; karşı­sına çıkan engeller meyanmda acı tatlı olaylarla yüz yüze gelmiştir; onun yoluna çıkan engellerden kimi yol vermiş kimi ise geçit verme­miştir. Eğer dilersen yolculuk sırasında karşına çıkacak yorgunlukla­rın üstesinden gelecek, maruz kalınacak sıkıntıları kovacak, yol ver­meyen engelleri parçalayacak bir şeyler bulabilirsin. Unutma ki, ne kedersiz ve sıkıntısız bir hayat; ne de rahat içinde bir ölüm vardır. Sö-zün kısası yolcunun yola girmesi sırasında başına gelebilecek en kor­kunç durum furkân nurundan mahrum gece gibi karanlık bir zihinle, saçma sapan düşlerin sadmeleriyle hasta düşen bir kalple yolculuk boyunca rehberden mahrum olmasıdır. Tabiî bu durumda yolcu yol­dan çıkacak ve kendi hedefine gitmeyen başka bir kervana intisap ede­cektir.
Sonunda kerîm olan iyilik ve rahmet sahibi, dilediğini dos doğru yola hidâyet eden yüce Allah lütuf ve ihsanda bulundu. Cisimlere ruh gönderildi, resimlerin hakikatleri zahir oldu, isimlerin sahipleri (mü-semmâlar) ortaya çıktı; böylece hak gözüktü ve apaçık belirdi, bulut­lar altından furkân güneşi doğdu ve parladı; zayıf nefis güç buldu, kor­kak kalp cesaret kazandı. Hak geldi ve bâtıl zail oldu. Aklın bazı sırlarmı tafsilden âciz kaldığı, dilin onda birini bile yaymaya takat yetiremediği sahih ve güzel sözler, nâdir fâideler, göz kamaştırıcı güzellik­ler serdeyledi. Bunu yaparken bilineni bilinmeyenden ayırdı; avam, havas, toplum ve fertlerin mertebelerini ortaya koydu; mukallid, müc-tehid, sâlik, mürebbî, öğrenci ve üstaddan herbirinin anlayış derecele­rine, çalışkanlık ve gevşekliklerine, kusur ve icrââtlarına göre hakla­rını tam olarak verdi, onlardan herbirisini kendi bulunduğu mertebe­ye koydu, kendilerine has olan makamda bulunan büyük küçükherşe-yi onlara gösterdi, onları adalet ve itidalin sahası olan orta yol üzere olmaya şevketti; ifrat (teşeddüd) ve tefrit gibi iki aşırı uç ve sapmadan; çelişki ve akla aykırılıktan kurtulmaları için, zorlaştırma ile ihmâl ve umursamazlık arasında tarîk-i müstakim üzere orta bir yol vazetti. Sânına lâyık her türlü hamd ü sena o'na mahsûstur; üzerimize olan noksansız nimetleri, sonsuz lutufları dolayısıyla şükür sadece o'na hastır.
Gizli sırlardan bir kısmı zaman zaman açığa çıkmakta ve yüce Allah dilediğine bildirmekte ve hidâyet etmektedir. Ben de öteden beri kitâb ve sünnet'ten gözetilen maksatları beyân amacıyla içime doğan bu sırlardan nâdir ve değerli olanları bazan tafsilatıyla bazan da özet olarak kaydediyor, kaynaklarda bulunan şâhidlerini açık ve net bir şekilde topluyordum. Bunları yaparken cüz'î delillerle yetinmiyor, külli istikralara dayanıyordum; onların nakle dayalı esaslarını güç ve kabiliyetim nisbetinde bir takım aklî önerme ve izahlarla beyan edi­yordum. Sonra yüce Allah'a istiharede bulunarak, bu nâdir ve değerli sırları telîf etmek, sonuçlan esaslarına bağlayacak başlıklar altında bir araya toplamak istedim . Böylece üzerinde düşünülmesi ve elde edilmesi kolaylaşmış olacaktı. Usûl-ı fıkhın başlıkları altına onları yerleştirdim ve bu ilmin sistematiğini kullandım. Neticede kitap beş kısımdan meydana gelmiş oldu:
I. Maksada ulaşabilmek için gerekli olan ilmî mukaddimeler.
II. Hükümler ve ilgili bahisler: mahkûmun bih, mahkûmun aleyh; vaz'î hükümler (düzenleyici, bağıntılı hükümler), tek-lîfî hükümler (yükümlülük getiren hükümler) gibi.
III. Şer'î maksatlar ve bunlarla ilgili hükümler.
IV. Şer'î deliller ve bunlara nisbet edilen konuların genel olarak ve tafsilatlı bir şekilde açıklanması; alındıkları yerleri ve bunlarla mükelleflerin fiilleri üzerine hangi şekilde hüküm­de bulunulacağı.
V. İctihâd ve taklîdle, bunlardan her birisiyle muttasıf olanlar­la ilgili hükümler, keza tearuz (çelişki görünümü), tercih, suâl, cevap... Gibi konular.
Bu kısımlardan her birisinde hedeflenen amaca ulaştıracak, elde edilmelerini kolaylaştıracak meseleler, girişler, 'taraflar ve fasıllar bulunmaktadır.
Hoşgörü ve kolaylık esası üzerine kurulu bulunan şerîatle ilgili yükümlülüklerde gözetilen hikmet ve sırlardan bahsedildiği için bu eserime 'et-ta'rîfbi esrân't-teklîf adını vermiştim. Sonra bu isimden garib bir sebepten dolayı vazgeçtim. Şöyle ki: bir gün kendilerinden istifâde edebileceğim için sırtımı ilmî toplantılarına dayadığım üstad-lardan birisi ile karşılaştım. Kitabımın tertip ve tasnifine başlamış, onun olgunlaştınlması ve telifi için önüme geçecek her türlü meşgale-den kendimi uzaklaştırmıştım. Bana:
"—gece seni rüyamda gördüm. Elinde te'lif etmiş olduğun bir ki­tap vardı. Ben sana, 'o nedir?' diye sordum. Bana, onun kitâbu'1-mu-vâfakât olduğunu söyledin. Ben sana bu zarîf isimlendirmenin nere­den geldiğini sordum. Sen de, ibnu'l-kâsım'la ebû hanîfe'nin mez­hepleri arasını bu kitapla telif etmeye muvaffak olduğunu söyledin." dedi. Ben kendisine:
"—hedefe, sâdık rü'yâdan çıkıp gelen bir okla isâbetettiniz ve nü­büvvet nurunun müjdelerinden olan rü'yâdan yararlı bir hisse ve na­sip aldınız. Çünkü ben mekâsıd binasını kurmak amacıyla bahsettiği­niz bu mânâların telifine başlamıştım. Çünkü bunlar ulemânın itibar ettiği esaslardır. Eski fakihler hükümlerini bu kaideler üzerine bina etmiştir." diye cevap verdim. Bunu duyunca o zât, bu garîb tevâfuktan dolayı hayrete düştü. Nitekim ben de, bu tehlikeli yolculuğa açılışım­dan ve bu üstâdlara arkadaşlık edişimden dolayı hayret içindeydim. Demek bunda da bir hayır varmış.
Ey temiz dost, vefalı arkadaş! Ben bu kitabımı yolculuğun sıra­sında sana yardımcı olsun diye yazdım; birbirine uygun düşen anlam­ları ve ittifak noktalarını açıklamak istedim; ben bunu, her şeyin anla­şılması ve araştırılması konusunda dayanağın, karşına çıkan ve seni yoran her türlü tasdik ve tasavvurda başvuracağın bir kaynağın olsun diye telîf etmedim. Zira benim bu ortaya koyduğum da nihayet ilimler içerisinden bir nebzeyi, bir kaynağı teşkil eder; çünkü akıllar farklı­dır, anlayışlar birbirlerine ters düşebilir. Hiç şüphe yoktur ki, bu kitap ilim yolculuğun sırasında sana meseleleri yaklaştıracak, şer'î ilimler­de yukarıya doğru nasıl yükseleceğini ve nereye gideceğini sana bildirecek, sülük ettiğin yolda seni zirveye ulaştıracak, senin adına hikmet incilerine talip olacak ve sonra mehrini de sana hibe edecektir.
Azim ve sebat ayaklarını öne at, bir de bakacaksın ki, Allah'ın iz­niyle vâsıl olmuşsun; ondan önüne açılan yoldan ilerle, inşAllah benim ulaştıklarımı sen de elde edeceksin. Korkaklar gibi yol almaktan, gü­zelim yollarda durmaktan, açıklamada bulunmaksızın düşünceni gerçekleştirme yoluna gitmeden sakın; taklîd çukurundan çıkarak basiret zirvesine yüksel, zayıf sorular ve haklı şüpheler karşısında hak bildiğin düşüncelerini müdâfaa edebileceğin, üstün gelebileceğin bir gayretle ve azimle sarıl; takva elbisesini kendine bir şiar kıl; insafı elden bırakma, hakkı aramak mezhebin; hakkı ehline teslim etmek prensibin olsun. Geçici hevesler kalbini elde etmesin; önüne çıkacak engeller seni amacından çevirmesin. Meseleler karşısında değerlen­diren ve tercihte bulunanlar gibi dur; ne yapacağını bilmez, şaşkın bir vaziyette durma. Ancak, istenenler muğlak kalır ve net olarak kendi­sini araştırıcıya göstermezse bu durumda, karşı taraftakiler o mesele­ye girse de, senin girmemen, konudan el çekmen yerinde bir hareket olur. Şunu bil ki, yenik düşen kimse, şüpheli konular koruluğuna dü­şen kimsedir; o sallaya girmeyip önünde duran kimse ise korunmuş ve ilimde derinliğe ulaşmış kimsedir. Şüphesiz ki, her türlü âr, ayıplama ve kınama, düşüncesizce kendisini yasaklar içerisine atıp da cehenne­mi boylayan kimse içindir. Taassub pınarından sakın içme, konunun hakikati anlaşıldığında, onukabul edip, boyun eğmekten çekinme, âsî nefislerin başkaldırısı gibi kibirlilik gösterme; bu tutum, nefsin otla-yan hayvanları için tehlikeli ve korkunç bir otlaktır; dosdoğru yoldan sapmaktır.
Eğer bu kitaptan kabul etmeyeceğin yerler olursa, sezgi ve anla­ma kapıları kapalı kalırsa ve "bu duyulmadık bir şey, mâhiyet ve işle­niş bakımından ne şer'î temel ilimlerde ne de fer'î ilimlerde böyle bir eser telîf edilmemiştir. Onun ortaya konulması ve yayılması kötülük ve bidat olarak yeterlidir." şeklinde bir zan belirirse, sakın deneme­den, tecrübe etmeden mesele çıkarıp da dikkate alıp faydalanma im­kanını ortadan kaldırıp atma. Çünkü bu kitap Allah'a hamdederek be­lirteyim ki, âyet ve hadislerin ortaya koyduğu şeylerdir, onun temelle­rini selef-i sâlih atmış, işaretlerini derin âlimler belirlemiş, rükünleri­ni düşünürler sağlamlaştırmışlardır. Eğer yol belirli ise, inkar edilme­meli; muhtevasının kabulü, ortaya konulan şeylerin sıhhatinin göz önünde bulundurulması ve ikrarda bulunulması îcâb eder. Tabiî bir insan olma hasebiyle ortaya çıkan hata ve sürçmeler, düşünceye arız olan illetler bundan istisnadır. Mutlu insan aksaklıkları sayılı olan, âlim de yanılma ve hataları az olan insandır. [26]
Bu durumda kitap üzerinde düşünen ve görüş geliştiren kimse­nin görevi, bir noksanlık gördüğü zaman onu ikmâl etmesi ve müellif hakkında hüsnü zan beslemesidir unutmaması gerekir ki müellif bu kitaba gecesini gündüzünü vermiş, rahat yerine yorgunluğu, uyku ye­rine uykusuzluğu tercih etmiş ve sonunda da kendisine bu ömrünün meyvesini, zamanının eşsiz incisini ithaf etmiştir. Müellif kendisine, yanında bulunan hikmet ve sırların anahtarlarını vermiş, kendi elin­deki emânet gerdanlığını boynuna takmıştır. Böylece müellif, beyan­da bulunma sorumluluğunun gereğini yerine getirmiştir. Üzerine vâcib olan beyân sorumluluğundan çıkmıştır. "şüphesiz ki, ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicre­ti (hicret niyeti) Allah'a ve rasûlüne ise; onun hicreti Allah ve rasûlüne’dir; kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalığa ya da nikah­layacağı bir kadına ise, onun hicreti de hicret ettiği şeyedir."'[17]
Allah hepimizi bildiklerimizle amel eden kullarından eylesin, anladıklarımızı anlatma konusunda bize yardım eylesin. Bize rızâ­sına ulaştıracak faydalı ilim nasîb etsin, kendisiyle karşılaşacağımız günde bizim için hazırlık olacak sâlih amellere muvaffak kılsın. Şüp­hesiz ki, o her şeye kadirdir; dualara icabet eder. İşte ben amaçlanan gayeyi açıklamaya ve vadedilen şeyin gerçekleştirilmesine başlıyo­rum. Kendisinden yardım talep edilecek, kendisine sığınılacak olan yalnızca Allah'tır. Yüce ve ulu olan Allah'ın lütuf ve yardımı olmasa, ne dünyamızı ne de âhiretimizi mamur edecek güç ve kudrete sahip değiliz. [18]

           


[1] Sözkonusu metin elinizdeki cildin xvii-xxiu.  sayfaları arasında takdim edilmektedir. [Yayıncının notu]
[2] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/X-XIII
[3] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/XV-XVI
[4] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/XVIII-XXIV
[5] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/1-4
[6] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/5-8.
[7] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/8-9
[8] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/10-11
[9] Dogrusu tercümemizde esas aldığımız baskıda yapılan ve burada Övgü ile bahsedilen tahrîce tahrîc demök çok zor. Zira sadece "Falan rivayet etmiş­tir." şeklinde belirtilmiş, hangi kitapta ve nerede olduğu belirtilmemiştir. Dolayısıyla tercüme yaparken biz tahrîc işini tekrar yapmak zorunda kal­dık. Ancak imkanlarımız münâsebetiyle hepsine ulaşamadık ve bulabildik­lerimizin kaynaklarını Concordance'daki usûle göre gösterdik. Cilt ve say­fa numarasıyla gösteremediğimiz hadislerin tahrîcini ise eski halleri üzere bırakmak zorunda kaldık. Şunu da belirtmekte fayda vardır: Bi­zim gösterdiğimiz kaynaklar her zaman için o hadisin aynı lafızla rivayet edilen kaynağı olmayabilir. Bazan yaklaşık lafızlarla rivayet edilebileceği gibi kısmen rivayet de söz konusu olabilir. Bu itibarla veriien kaynaklar tahkik edilmeden doğrudan başka yerlerde kaynak olarak gösteriİmemeli-dir. (Ç
[10] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/11-12
[11] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/12
[12] İsrâ, 17/15.
[13] Anadolumuzdabu mânâyı ifâde eden Taşta küçük, yolda büyük" şeklinde bir tabir bulunmaktadır. (Ç)
[14] Zâriyât, 51/56-58 .
[15] Tâhâ, 20/132.
[16] Ahzâb, 33/72.
[17] Buharı, İman 41; Müslim, İmare 155.
[18] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık.1/13-20

.Alıntı : Enfal.de
Derleme : Yavuz Tellioğlu 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder