10 Temmuz 2016 Pazar

Kur'an'a ve Geleneğe Göre Nebi ve Resul



                Kur'an'a ve Geleneğe Göre Nebi ve Resul

Nebî, “değeri Allah tarafından yükseltilmiş kişi” anlamına gelir[1]. Nebî olmak insanın elinde değildir. Allah bu makama getirdiklerine Kitap ve hikmet verir. En’âm 83 ve devamı ayetlerde Nuh’tan İsa’ya kadar 18 nebînin[2] adı sayılmış, sonra şöyle buyrulmuştur:
“Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik.”
Sayıları 124 bin olarak rivayet edilen[3] nebîlerden her biri, âyette adı geçen 18 nebînin ya babalarından ya kardeşlerinden ya da soylarındandır. Böylece kendine işaret edilmemiş nebî kalmamaktadır. Allah Teâlâ daha sonra şöyle buyurmuştur:
أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ
“Onlar, kendilerine kitap, hüküm ve nebîlik verdiğimiz kimselerdir.” (En’âm 6/89)
Gelenekte dört ilahi kitabın indiği kabul edilir. Bunlar Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an’dır. Nebîmize dayandırılan bir rivayette Âdem’e 10 suhuf, Şît’e 50 suhuf, İdris’e 30 suhuf ve İbrahim aleyhimusselama 10 suhuf olmak üzere 100 suhufun indiği de iddia edilir[4]. Böylece toplam sekiz nebîye kitap verilmiş olur. Hâlbuki yukarıdaki âyetler, bütün nebîlere kitap ve hüküm verildiğini açıkça bildirmektedir. Onlara verilen hüküm, diğer âyetlerde hikmet diye ifade edilmiştir[5]. Buradaki hüküm kelimesinin ne anlama geldiğini şu âyet açıklamaktadır:
“İnsanlar tek bir topluluktu. Sonra Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebiler gönderdi. Onlarla birlikte doğruları gösteren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm versin. Onda ayrılığa düşenler kendilerine Kitap verilenlerden başkası olmadı[6]. O açık belgeler geldikten sonra birbirlerinin haklarına göz diktikleri için böyle oldu. Sonra Allah inanmış olanları, anlaşamadıkları konuda, kendi izniyle doğruya ulaştırdı. Allah, gerekli gayreti göstereni doğruya yöneltir.” (Bakara 2-213)
Kitaba göre verilecek hüküm, hikmet olur.
Nebînin değerini yükselten şey, Allah’tan vahiy almasıdır. Bir âyet şöyledir:
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ…
“De ki: Ben de sizin gibi insanım; ama bana, ilâhınızın, tek bir İlâh olduğu vahyolunuyor…” (Kehf 18/110)
Nebî, çok değerlidir. Allah Teâlâ, son nebisi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Bu Nebî, müminler için kendi canlarından değerlidir, eşleri de analarıdır.” (Ahzâb 33/6)
Gerçekten insanlığa Allah’ın kitabını getiren, tebliğ eden ve uygulayan kişiden değerlisi olamaz. Allah Teâlâ, bu yüce makama getirdiği kişiler dışında hiç kimseye nebî dememiştir; ama resul ve mürsel demiştir.
Nebîlik makam, resullük görevdir. Resul veya mürsel elçi anlamındadır. Elçi, kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğerine ulaş­tırmakla görevli kişidir[7]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Resullere apaçık tebliğden başka ne düşer?" (Nahl 16/35)
"Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, bunu yapmazsan onun resullüğünü yapmamış olursun." (Maide 5/67)
Allah Teâlâ, Mısır kralının Yusuf aleyhisselama gönderdiği elçiye resul (الرَّسُول), Belkıs’ın Süleyman aleyhisselama gönderdiği elçilere de mürsel (الْمُرْسَلُونَ)[8] demiştir. Mısır kralının elçisi ile ilgili âyet şöyledir:
وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ فَلَمَّا جَاءهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ إِلَى رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللاَّتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ …
“Kralın resulü geldiğinde Yusuf dedi ki: “Efendine dön de sor bakalım,  ellerini kesen kadınların derdi neymiş? … ” (Yusuf 12/50)
Bu âyetler, her resulün nebî olmadığını, açıkça göstermektedir. Ama eski âlimlerin çoğuna göre kendine kitap indirilen ve ayrı bir şeriatı olana resul, bir resulün kitabı ve şeriatı ile amel edene de nebî denir[9]. Onlara göre İsmail aleyhisselama verilmiş kitap ve şeriat yoktur; öyleyse o, resul değil, nebîdir. Ama şu âyete göre o, hem nebî hem de resuldür:
وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَّبِيًّا
“Bu kitapta İsmail’i de an, o verdiği sözde durmuştu; nebî olan resul idi.” (Meryem 19/54)
Allah’ın resulü, onun sözlerine ekleme ya da çıkarma yapamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ . لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ . ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ . فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
“Eğer o (Muhammed), bize karşı, bazı sözler uydursaydı, onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.” (Hâkka 69/44–47)
Allah, kendi sözlerini bize sadece resulleri aracılığıyla bildirdiği yani resulün sözü Allah’ın sözü olduğu için resulün helal kıldığı Allah’ın helal kıldığı, haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Kendilerini koruma altına alan (Yahudi ve Hıristiyan)lar, bu elçiye, bu ümmi nebiye uyanlardır. Onu yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulurlar. O, onlara iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklar. Temiz ve lezzetli şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları kaldırıp atar. Kim ona inanır, onu destekler, ona yardım eder ve onunla birlikte indirilen nura uyarsa, işte onlar umduklarına kavuşurlar.” (Araf 7/157)
Nebîlik unvandır; onlar 24 saat nebîdirler; ama 24 saat resul değillerdir. Âyetleri tebliğ ederken Allah ne indirmişse onu tebliğ eder, bir hata yapmazlar. Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler. Çünkü uygulama, tebliğden farklıdır. Onların hatalarını bildiren âyetlerde resul kelimesi kullanılmaz. Mesela Bedir esirleri ile ilgili olarak şöyle buyrulur:
مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَن يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ . لَّوْلاَ كِتَابٌ مِّنَ اللّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ.
“Hiçbir nebî, savaş meydanında iyice ağırlığını koyuncaya kadar esir alma hakkına sahip değildir. Siz dünya malı istersiniz; Allah ise sizin için sonrasını ister. Allah güçlüdür, doğru karar verir. (Zafer sizin olacak diye) Allah tarafından yazılmış bir yazı olmasaydı[10] aldığınız (o esirlerden) dolayı sizi ağır bir azap yakalayacaktı.” (Enfâl 8/67–68)
Bütün bunlardan sonra Allah'ın Resulü'nün nebî sıfatıyla yaptığı davranışların, onun kişisel davranışları olduğu, bu sıfatla onun bir şeyi haram kılamayacağı ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ لِمَ تُحَرِّمُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكَ تَبْتَغِي مَرْضَاتَ أَزْوَاجِكَ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ.
“Ey Nebî! Eşlerini razı etmeye çabalayarak Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram kılarsın? Ama Allah suçları örter ve merhamet eder.” (Tahrim 66/1)
Bu yüzden Kur’an’da nebîye itaati emreden âyet yoktur. Öyle olsa nebî, Allah ile kulları arasına girer, insanları kendine çağırır ve şirk yapılanması meydana gelirdi. Öyleyse itaat nebîye değil, onun resul sıfatıyla tebliğ edip uyguladığı âyetleredir. Onlar Allah’ın sözleri olduğu için de itaat Allah’a olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ
“Kim resule itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa 4/80)
Nebî ile resul arasındaki bu önemli fark anlaşılamayınca Sünnet iyi anlaşılamamakta, Kitap-Sünnet ilişkisi doğru kurulamamaktadır. Bu yüzden birçok âlim, Muhammed aleyhisselamı Allah’ın yanında ikinci şâri’, yetkili ikinci kişi saymış, dengeleri bozmuştur. Bu konu, Kur’an’a ve Geleneğe Göre Kitap ve Hikmet başlıklı yazımızda incelenmiştir.
Vahiy almayan, sadece nebîye inmiş âyetleri tebliğ eden resuller de vardır.  Bu, çok önemli bir husustur. Şu âyetler, onlardan bahseder:
كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ
“Nuh kavmi resulleri yalanladı.” (Şuara 26/105)”
كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ
“Ad kavmi resulleri yalanladı.” (Şuara 26/123)
Nuh’un kavmine nebî resul olarak sadece Nuh aleyhisselam, Ad kavmine de Hud aleyhisselam gönderilmişti. Yalanlanan diğer resuller, o iki nebîye inen âyetleri tebliğ edenlerden başkaları değildir. Rivayete göre şu âyetler de İsa aleyhisselamın Antakya’ya gönderdiği resullerle ilgilidir[11]:
“Onlara o şehir halkını örnek ver; oraya resuller gelmişti. İki resul gönderdik; yalanladılar; onları, üçüncüsü ile destekledik: “Biz, sizlere resul olarak gönderilmiş kimseleriz” dediler.
Cevapları şu oldu: “Siz de tıpkı bizim gibi insansınız. Rahman[12], bir şey indirmiş de değildir. Sizler sadece yalan söylüyorsunuz”.
Resuller dedi ki; “Rabbimiz biliyor; biz gerçekten sizlere resul olarak gönderilmiş kişileriz. Görevimiz açık bir tebliğde bulunmaktan ibarettir…” (Yasin 36/13-17)
İncil’de “Resullerin İşleri” bölümünde verilen bilgilerle bu âyetler arasında uyum vardır.
Nebî olmayan resullerin olması, bir zorunluluktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ .
“Biz, her resulü kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim 14/4)
Kur’an’ın Arapça olması, Muhammed aleyhisselamın elçi gönderildiği toplumla ilgilidir. Ama onun elçiliği sırf Arap toplumuna değil, tüm insanlığadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ.
“Seni, başka değil, bütün insanlar için müjdeleyici ve uyarıcı resul olarak gönderdik. Fakat insanların pek çoğu bunu bilmez.” (Sebe 34/28)
Bu yüzden farklı diller konuşan insanların Kur’an’ı iyi öğrenerek kendi toplumlarına, onların diliyle tebliğ etmesi çok önemli bir görevdir.  Muhammed aleyhisselam şöyle demiştir:
بلغوا عني ولو آية
“Tek bir âyet de olsa benden tebliğ edin.” (Buhârî, Enbiyâ, 50)
Bu, bütün nebîlerin ümmetlerine yüklediği görevdir. Kur’ân bu görevin, her mümine yüklendiğini bildirmektedir.
“Allah, kendilerine kitap verilenlerden kesin söz aldığında şunları söyledi: ‘O Kitabı insanlara kesinlikle açıklayacaksınız ve asla gizlemeyeceksiniz.’ Ama onlar Kitabı arkalarına attılar ve karşılığında geçici bir bedel aldılar. Aldıkları o şey ne kötüdür!” (Al-i İmran 3/187)
Kur’an’ı tebliğ görevini ihmal edenlerin düşeceği kötü durum şu şekilde açıklanmıştır:
“İndirdiğimiz açık ayetleri ve doğru yolu Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenleri Allah dışlayacaktır. Dışlayacak olanlar da dışlayacaktır.  Tevbe edip kendini düzelten ve onları açıklayanlar başka. Onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul ederim, ikramım boldur.” (Bakara 2/159-160)
“Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyenler ve ona karşılık biraz çıkar sağlayanlar var ya, onlar karınlarına sadece ateş doldururlar. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz. Onları aklamaz. Onlara acı bir azap vardır.” (Bakara 2/174)
Kur’ân, doğru bir şekilde her dile tercüme edilmeli ve o dili konuşanlar tarafından tebliğ edilmelidir. Bu işi yapacak kişiler, Muhammed aleyhisselamı kendine örnek almalı ve onun gibi davranmalıdırlar. Ancak o zaman o topluluğun, son nebîye inanma ve getirdiği kitaba uyma zorunluluğu doğar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَإِذْ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّيْنَ لَمَا آتَيْتُكُم مِّن كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءكُمْ رَسُولٌ مُّصَدِّقٌ لِّمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُواْ أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُواْ وَأَنَاْ مَعَكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ  .فَمَن تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ.
“Allah nebîlerden söz aldığı gün onlara, ‘Size bir Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı tasdik eden bir resul gelirse ona kesinlikle inanacaksınız ve destek vereceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü yüklendiniz mi[13]?’ demişti. Onlar da ‘kabul ettik’ demişlerdi. Allah ‘Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim’ demişti. Bundan sonra kim sözünden dönerse yoldan çıkmış olur.” (Al-i İmran 3/81-82)
Bu âyetlerin İncil metninde izini görmek için İsa’ya ait olan şu sözlere bakalım:
“Şimdiyse beni gönderenin yanına gidiyorum. Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, `Nereye gidiyorsun?' diye sormuyor. Ama size bunları söylediğim için yüreğiniz kederle doldu. Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. O gelince dünyanın günah, doğruluk ve gelecek yargı konusundaki suçluluğunu dünyaya gösterecektir. Günah konusunda - çünkü bana iman etmezler. Doğruluk konusunda - çünkü Baba'ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz. Yargı konusunda - çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. «Size daha çok söyleyeceklerim var; ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi her gerçeğe yöneltecek. O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O beni yüceltecek.” (İncil Yuhanna 16/5-14)
“O” yerine “Muhammed” kelimesini koyarak okursak konuyu daha iyi anlarız.
Muhammed aleyhisselamdan sonra nebî gelmeyecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
“Muhammed sizin erkeklerinizden birinin babası değildir; ama Allah'ın resûlüdür ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.” (Ahzab 33/40)
Bundan sonra kim, Allah’tan vahiy aldığını iddia eder veya kendi kitabını, bir şekilde Allah’ın kitabı gibi göstermeye çalışırsa şu âyetin kapsamına girer:
“Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendine bir şey vahyedilmediği halde ‘Bana vahiy gelir’ diyenden, bir de; ‘Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalimi kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken bir görsen!.. Melekler ellerini uzatır, şöyle derler: ‘Verin bakalım canlarınızı! Siz, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylerdiniz, kendinizi onun âyetlerinden yukarı bir yerde görürdünüz. Ona karşılık bugün alçaltıcı bir cezaya çarptırılacaksınız.” (En’am 6/93)
Bugün yapılacak tek şey, Kur’ân’ı tebliğ konusunda Muhammed aleyhisselamın yoluna girmek ve onu örnek alarak yaşamaktır.


[1] Nebi = النبيُّ  kelimesi فَعيلٌ veznindedir. Ya nebe’ = نبأ kökünden, “haber veren” anlamında ismi-i fail, ya da nebve = النَّبْوةُ kökünden, “değeri yükseltilmiş” anlamında ism-i mef’ul olur. Birincisinde نبيء’de hemze, ikincisinde de vav  ya harfine dönüştürülmüştür. Kelimenin nebe’ = نبأ ‘den türetildiğini söyleyenler ona; “Allah’tan haber veren kişi” anlamı vermişlerdir (Es-Sıhah ve lisan’ul-Arab نبأ maddesi).
Ragıb el-İsfahânî hemzesiz olanını yani “değeri yükseltilmiş” anlamını tercih etmiştir ve Muhammed aleyhisselamın kendine “يا نبيء الله  = Ey Allah’ın nebii” diye hitap eden birine söylediği şu söze dayanmıştır: “لست بنبيء الله، ولكن نبي الله = Ben Allah’ın nebii değilim ama Allah’ın nebisiyim (Müfredat).” Bize göre doğrusu budur. Çünkü Allah’ın nebisi, Allah’tan haber veren kişi değildir. Haber veren, bir yerden edindiği bilgiyi bir başka yere aktarır. Allah’ın nebileri öyle yapmazlar; Allah’ın kendilerine indirdiği kitabı hem Allah’ın kullarına tebliğ eder, hem de uygularlar.
Kur’an’da, nebe’ = نبأ kökünden türemiş أنبأ kelimesi sadece şu âyetlerde kullanılmıştır.
“Allah Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi. ‘Doğruysanız, bana şunların isimlerini haber verin” dedi.  Melekler: “Biz sana içten boyun eğeriz. Bizde bir bilgi olmaz; sen ne öğretmişsen odur. Bilen sen, doğru karar veren sensin’ dediler.
Bunun üzerine Allah, “Âdem! Meleklere şunların isimlerini haber ver =  أَنبِئْهُم بِأَسْمَآئِهِم” dedi. Âdem onlara o isimleri haber verince Allah: “Size dememiş miydim, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Neyi açığa vurur, neyi gizlerseniz onu da bilirim” dedi.” (Bakara 2/31-33)
Burada Allah’ın indirdiği kitaptan ve kitabın tebliğinden söz edilmemektedir. Zaten أنبأ kökünden ism-i fail nebi’ = نبيء değil münbi’= منبئ olur. Allah Nebîsine, önceki toplumların haberlerini bildirdiği zaman “… onlara haberini oku! (Bkz. Maide 5/27, Araf 6/175, Yunus 10/71, Şuarâ 26/69)” diye emreder. Bu, Allah’ın verdiği haberdir; onu okuyanın verdiği haber değildir.
[2] Ayetlerdeki sıralama şöyledir: “İbrahim, İshak, Yakub, Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Nuh, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut. (aleyhimusselâm).
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned V. S. 266.
[4] Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (310 h.), Tarih’ul-Umem ve’l-Mülûk (Tarih’ut-Taberî) Beyrut 1407, c. I s. 187, ez-Zemahşerî (467-538 h.), el-Keşşaf, A’lâ Suresinin tefsiri.
[5] Bkz. Al-i İmran 3/81.
[6] Kişi kendi durumunu Allah’ın kitabıyla karşılaştırmadan yolunun sapıklık olduğunu anlayamaz. Bunu anlayanlardan kimi yolunu düzeltir, kimi de bile bile sapıklık içinde kalır. Bu da kendine kitap ve  Nebî cgönderilen toplumlarda ayrılıklara sebep olur.
[7] Mecelle m. 1450. (Risalet, bir kimse tasarrufta dahli olmaksızın bir kimesnenin sözünü diğere tebliğ etmektir. Ol kimseye resul ve ol kimesneye mürsil ve diğerine mürselun ileyh denir.)
[8] Bkz. Neml 27/35.
[9] Ömer Nasuhi BİLMEN bu konuda şunları söyler: “Yeni bir kitap ile yeni bir şeriat ile bir ümmete peygamber gönderilmiş olan zata nebi, peygamber denildiği gibi "Resul, Mürsel" de denir. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile gönderilmeyip de kendisinden evvelki bir peygamberin kitabını ve şeriatını ümmetine bildirmeğe memur olmuş olan zata da yalnız nebi veya peygamber denilir, resül ve mürsel denilmez.” (Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, İst. 1986, s. 17, par. 34)
Lisan’ul- Arab’da şu ifade geçer: Resul özel, nebi geneldir; her resul nebidir ama her nebi resul değildir.
والرَّسولُ أَخصُّ من النبي، لأَنَّ كل رسول نَبِيٌّ وليس كلّ نبيّ رسولاً.
[10] Allah, Mekke ordusunu Müslümanlara vereceğini bildirmişti. İlgili âyetler şöyledir:  “Bir gün Allah, o iki topluluktan birinin sizin olacağına söz vermişti. Siz silahsız olanı (kervanı) istiyordunuz.  Allah da kendi sözleri gereği hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak (için Mekke ordusunu vermek) istiyordu. İstiyordu ki, hakkı ortaya çıkarıp batılı etkisiz hale getirsin. Varsın o günahkârlar hoşlanmasınlar.” (Enfâl 8/7–8)
[11] Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (öl.310 h.) Cami’ul-beyân fî te’vîl’l-Kur’ân, Tahkik Ahmed Muhammed Şakir, 1420/2000 c. 20, s. 500.
[12] Rahmân, iyiliği sonsuz demektir. İnsanlar her şeyi Allah’ın verdiğini kabul ederler; ama emir vermesini kabul edemezler.
[13] Bu yük bize yüklenmemiştir. Bkz. Bakara 286.

 KUR’AN’A VE GELENEĞE GÖRE

KİTAP VE HİKMET


Sanıldığının aksine Allah Teâlâ bütün nebîlere Kitap ve Hikmet vermiştir. En’âm 83 ve devamı ayetlerde Nuh’tan İsa’ya kadar 18 nebîyi saymış[1] ve şöyle buyurmuştur: “Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik.”

Böylece bütün nebîlere işaret ettikten sonra şöyle buyurmuştur:

“Onlar, kendilerine kitap, hüküm ve nebîlik verdiğimiz kimselerdir.” (En’âm 6/89)

Gelenekte dört ilahi kitabın indiği kabul edilir. Bunlar Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân’dır. Peygamberimize dayandırılan bir rivayette Âdem’e 10 suhuf, Şît’e 50 suhuf, İdris’e 30 suhuf ve İbrahim aleyhimusselama 10 suhuf olmak üzere 100 suhufun indiği de iddia edilir[2]. Böylece toplam sekiz nebîye kitap verilmiş olur. Hâlbuki yukarıdaki âyetler, bütün nebîlere kitap ve hüküm verildiğini bildirmektedir. Onlara verilen hükme, şu âyette hikmet denmiştir.

“Allah nebîlerden söz aldığı gün onlara, "Size Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı tasdik eden bir elçi gelirse ona kesinlikle inanacaksınız ve destek vereceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü yüklendiniz mi?" demişti. Onlar da "kabul ettik" demişlerdi. Allah "Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim" demişti.” (Al-i İmran 3/81)

Şu âyete göre nebîlerin görevi, toplumlarına o kitabı hâkim kılmaktı.

“İnsanlar tek bir topluluktu. Sonra Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebîler gönderdi. Onlarla birlikte hep doğruları gösteren kitap da indirdi ki, ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında o kitap hâkim olsun. Onda ayrılığa düşenler kendilerine Kitap verilenlerden başkası olmadı[3]. O açık belgeler geldikten sonra birbirlerinin haklarına göz diktikleri için böyle oldu. Sonra Allah inanmış olanları, anlaşamadıkları konuda, kendi izniyle doğruya ulaştırdı. Allah gerekli gayreti göstereni[4] doğru bir yola yöneltir.” (Bakara 2/213)

Kendilerine kitap gelen toplumların ileri gelenleri de o kitapla hükmetmek zorundadırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“İçinde hidayet ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudiler arasında onunla hükmederlerdi. Din adamları ve bilginler ise kendilerinden Allah’ın kitabını korumaları istenmesi sebebiyle onunla hükmederler ve ona şahit olurlardı. Siz, insanlardan korkmayın; benden korkun. Ayetlerimi geçici[5] bir bedelle değişmeyin. Allahın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfir olanlardır.” (Mâide 5/44)

Hikmet, doğru hükümdür[6]. Peygamberimiz, Kur’ân’dan doğru hükümler çıkarıp uygulamış, bize de onun yöntemini öğretmiştir. Kur’ân’da bütün ayrıntıları ile yer alan o yönteme göre davranılırsa Kitap ile Sünnet arasında tam bir uyumun olduğu görülür.

Allah’ın iki türlü âyeti vardır; biri yarattığı âyetler ki, bütün ilimlerin kaynağıdır. Bilim adamları, var olan bilgileri iyi öğrenir, doğru bir yöntem takip eder ve sağlam duruşlu olurlarsa yaratılmış âyetlerdeki hikmetleri bulabilirler.

Yukarıdaki âyette bilginler diye tercüme ettiğimiz kelime hibr’in çoğulu ahbâr = الأَحْبَارُ’dır. Hibr (الحبر) eser bırakan âlime denir[7]. Bunlar, Allah’ın yarattığı âyetlerle indirdiği âyetleri birlikte değerlendirirlerse hikmete kolay ulaşırlar. Çünkü hikmet, din ile bilim arasındaki ortak zemindir. Allah, kendi dinini fıtrat yani doğallık olarak tanımlamış ve şöyle buyurmuştur:

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذٰلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ.

“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum 30/30)

İlk inen âyetlerin, fıtrata yani yaratılış kanununa dikkat çekmesi de çok önemlidir.

"Rabbinin adıyla oku; yaratan odur. O insanı alaktan[8] yaratmıştır. Oku. Rabbin sonsuz ikram sahibidir. Kalemle öğretmiştir. İnsana bilmediğini öğretmiştir." (Alak 96/1-5)

Kur’ân’ın büyük bir bölümü, doğadaki âyetlere dikkat çeker. Kur’ân’ı, Arapçayı ve üzerinde çalışılan konudaki fıtrat âyetlerini bilenlerin katıldığı birçok çalışma yaptık. Gördük ki bu yöntem, mevcut bilime, ileri hedefler göstermektedir.

Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselama önce fıtratı, varlıkların içinde gizlediği bilgiyi öğretmişti. Çünkü  “وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا = Âdem’e o isimlerin hepsini öğretti”, ifadesinde isimleri gösteren zamir akılsız varlıklar için olan “hâ= هاzamiridir. Âdem, varlıklarda olan ama meleklerin bilmediği bilgileri öğrenince “hâ= هاzamirinin yerini, akıllı varlıklar için kullanılan “hum = هم“ zamiri aldı ve ifade; ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ “…sonra onları (o bilgi kaynaklarını) meleklere gösterdi” şekline dönüştü. Çünkü akıl, insanın yararlanacağı bilgi anlamına da (Müfredat) gelir. Meleklerin akılsız zannettikleri varlıklarda, onların bilmediği bilgi vardı. O bilgi, dışarıdan bakılınca görülemeyeceği için Allah Teâlâ ona “gayb” dedi ve Meleklere şöyle seslendi: “Size demedim mi, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim.” (Bakara 2/33)

Allah Âdem’i, bu bilgi ile meleklere üstün kıldı, onlar bundan dolayı Âdem’e secde ettiler. Bu bilgi, insanı bilim ve medeniyet kuran varlık yaptı. En bilgili insan, Âdem aleyhisselâmdır. O bilgi ona yazıyla öğretilmişti. “Rabbin kalemle öğretti; o insana bilmediğini öğretti.” (Alak 96/4-5)
Doğru Hüküm Verme Yeteneği

Doğru hüküm verme yeteneğine de hikmet denir. Bir âyet şöyledir:

يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

“Allah gereği gibi çalışana hikmeti verir. Kime hikmet verilirse ona çokça hayır verilmiş olur. Bu zikri (bilgiyi) sadece sağlam duruşlu[9] olanlar elde ederler.” (Bakara 2/269)

Peygamberimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

لاَ حَسَدَ إِلَّا فِي اثْنَتَيْنِ: رَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ مَالًا فَسُلِّطَ عَلَى هَلَكَتِهِ فِي الحَقِّ، وَرَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ الحِكْمَةَ فَهُوَ يَقْضِي بِهَا وَيُعَلِّمُهَا

“İki kişiden başkası kıskanılmaz; biri Allah’ın verdiği serveti yerli yerinde tüketen kişi, diğeri de Allah’ın hikmet verdiği kişi ki, kararını ona göre verir ve onu öğretir”[10].

İbn Abbas demiştir ki, “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem beni bağrına bastı ve “Allahım, ona hikmeti öğret” dedi[11].

Bu âyet ve hadisler, hikmetin yani doğru hüküm verme yeteneğinin öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir. İbrahim aleyhisselamın, Kâbe’yi bina ettikten sonra Mekke halkı ile ilgili olarak yaptığı şu dua da aynı anlamı vurgulamaktadır:

“Rabbimiz! İçlerinden onlara bir elçi gönder; senin âyetlerini okusun; Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları geliştirsin. Güçlü olan sen, doğru karar veren sensin”. (Bakara 2/129)

İbrahim aleyhisselamın duasının kabul edildiğini gösteren âyet şudur:

Allah bu müminlere gerçek bir iyilikte bulundu. Çünkü içlerinden bir elçi gönderdi; o onlara Allah’ın âyetlerini okumakta, onları geliştirmektedir; onlara Kitabı ve hikmeti öğretmektedir. Onlar, önceleri açık bir şaşkınlık içinde idiler. (Al-i İmran 3/164)

Kur’ân’dan hüküm çıkarma konusunda Allah Teala Peygamberimize şu emri vermiştir:

إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللّهُ وَلاَ تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا

“Sana bu kitabı, tümüyle gerçek olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma. (Nisa 4/105)

Görevi ile ilgili yaptığı her konuşma, her uygulama ve verdiği her onay, onun Kur’ân’dan çıkardığı hikmettir. Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

Bakın! Bana kitap ve beraberinde onun misli verildi[12].

Sizden birinin, koltuğuna yaslanmış, verdiğim bir emir veya koyduğum yasakla ilgili şöyle dediğini sakın görmeyeyim: “Bilmeyiz, biz Allah’ın Kitab’ında bulduğumuza uyarız”[13].

Kur’ân’ın içindeki hikmet, toprağın içindeki maden gibidir. Topraktan maden çıkarmak için nasıl bilgi birikimine, alete, edevata ve ekip çalışmasına ihtiyaç varsa Kur’ân’ın hikmetlerine ulaşmak için de benzer şeylere ihtiyaç vardır. Kur’ân’da açıklanan bu yöntemin kısa sürede unutulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü problemler çözen, gittikleri yere ilim ve medeniyet götüren ve insanların gönüllerini fetheden müslümanların yerini daha sonra sıkıntı kaynağı olan ve çözümsüzlükler üreten müslümanlar almıştır. Peygamberimizin hikmeti öğrettiği sahabenin gittiği her yerde hâkim unsurun hala müslümanlar olması bundandır. Ama sahabeden sonra gidilen yerlerde ancak geçici hâkimiyetler kurulabilmiştir.  Çünkü oralara hikmet götürülememiştir.
Hikmet – Sünnet ve Sünnet - Vahiy İlişkisi

İmam Şafiî Sünnetin Hikmet olduğunu söylemiştir. Onun sözlerinden bir kısmı şöyledir:

“Kur’an bilgisine sahip güvendiğim bir zattan şunu işittim: Hikmet Allah’ın Elçisi’nin Sünnetidir.

Hikmet Kur’ân’a tabi kılınmış, Kitap ve hikmet öğrenimi Allah’ın kullarına ikramı sayılmışken, doğrusunu Allah bilir ama buradaki hikmete Allah’ın Elçisi’nin Sünneti dışında bir şey denemez.[14]”

Bu sözlere katılmamak mümkün değildir. Peygamberimizin ümmetine öğrettiği iki şeyden birinin Kur’ân, diğerinin de Sünnet olduğunda ittifak edildiğine göre Sünnetin hikmet olması kaçınılmazdır. Ancak İmam Şafiî’nin şu sözüne katılma imkânı yoktur:

“Allah’ın Elçisi’nin Sünneti, Allah tarafından onun, özel ve genel hükümlerdeki muradını açıklar. Ondaki hikmeti Kitabıyla eş tutmuş ve onu Kitab’a bağlamıştır. Bunu, yaratıkları içinde bu Elçiden başkası için yapmamıştır”[15].

Al-i İmran 81. Âyette kitap ve hikmetin, bütün nebîlere verildiği bildirildiği için son cümle buna ters düşmektedir.

Ayrıca Sünnet, Allah’ın muradını açıklayan vahiy olsa Peygamberimizin Kur’ân’ı uygularken hata yapmamış olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ önce ona hata yaptırıp sonra uyarıda bulunacak değildir.

Bir gün, Ebu Süfyan başkanlığında bir ticaret kervanının Şam’dan gelmekte olduğu duyulmuştu. Kervanı takip için Peygamberimiz bir bölük Müslüman ile yola çıktı. Durumu haber alan Mekkeliler de kervanı korumak için ordu çıkardılar. Allah, ya kervanı ya da Mekke ordusunu Müslümanlara vereceğini vaat etti. İlgili âyet şöyledir:

“Bir gün Allah, o iki topluluktan birinin sizin olacağına söz vermişti. Siz silahsız olanı (kervanı) istiyordunuz.  Allah da kendi sözleri gereği hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak (için Mekke ordusunu vermek) istiyordu. İstiyordu ki, hakkı ortaya çıkarıp batılı etkisiz hale getirsin. Varsın o günahkârlar hoşlanmasınlar.” (Enfâl 8/7–8)

Müslümanlar kervanı ellerinden kaçırdılar ve beklemedikleri bir anda Bedir’de, Mekke ordusuyla karşılaştılar ama Allah’ın savaşla ilgili koyduğu kurala uymadılar. Kural şöyledir:

“(Savaşta) Kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onları yere serinceye kadar boyunlarını vurun. Sonra (esirlerin) bağını sıkı tutun. Daha sonra da onları karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakın. O savaş, ağırlıklarını bırakıncaya kadar böyle yapın…” (Muhammed 47/4)

“Onları savaşta yakalarsan öyle bir dağıt ki, arkalarındakiler de dağılsınlar. Belki akıllarını başlarına alırlar.” (Enfal 8/57)

“Düşmanı kovalamakta gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar; üstelik sizin Allah'tan beklentiniz var. Onların böyle bir beklentileri de yok.” (Nisa 4/14)

Bedir’de Müslümanlar canla başla savaşarak düşmana ağır bir darbe indirdiler. Ama geri çekilen düşmanı takip edip darmadağınık hale getirmediler. Üstelik onlardan kalan ganimeti ve birkaç esiri alıp döndüler. Allah Teâlâ bu davranışın suç olduğunu bildirdi:

“Hiçbir nebî, savaş meydanında iyice ağırlığını koyuncaya kadar esir alma hakkına sahip değildir. Siz dünya malını istersiniz. Allah ise sizin için sonrasını ister. Allah güçlüdür, doğru karar verir. (Zafer sizin olacak diye) Allah tarafından yazılmış bir yazı olmasaydı aldığınız (o esirlerden) dolayı sizi ağır bir azap yakalayacaktı.” (Enfâl 8/67–68)

Peygamberimizin buradaki davranışı hikmete uygun değildi. “Allah, hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak[16]” istiyordu ama Müslümanlar, hikmete uymadıkları için Mekke’ye kadar yürüyüp orayı fethetme fırsatını kaçırdılar.

Hicretin 6. yılında, Hudeybiye antlaşmasıyla bu fırsatı tekrar yakalamışlardı. Mekke’den dönerken inen Fetih Suresi şöyle başlamaktadır:

“Senin için fethin önünü tam olarak açtık ki, Allah, önceki günahınla ondan sonraki günahını bağışlasın, sana olan nîmetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin.” (Fetih 48/1-2)

Peygamberimizin Abese Suresindeki şu âyetlerle ortaya konan bir günahı daha vardı.

"Yüzünü ekşittin ve sırtını döndün; o kör[17], sana geldi diye[18]. Ne biliyorsun, belki o kendini geliştirecekti veya bilgi edinecek[19], o bilgi ona yarayacaktı? Sana ihtiyaç duymayan adama gelince, sanki ona değil de duvara konuşuyorsun! Onun kendini geliştirmemesinden sana ne! Oysa bir gayretle sana gelen kişi, Allah’tan korkuyor, ama sen onunla ilgilenmiyorsun!" (Abese 80/1-10)

Allah Teâlâ “Bir şey isteyene ve sorana ilgisiz davranma[20]” emriyle bu davranışı yasaklamıştı. Bir de onun şöyle bir emri vardır:

وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ

“Sabah, akşam dua edip Rablerinin yüz göstermesini isteyenleri uzaklaştırma. Onların hesabı senden, senin hesabın da onlardan sorulmaz. Onları uzaklaştırırsan zalimlerden olursun.” (En’âm 6/52)

“Allah senin önceki günahınla ondan sonraki günahını bağışlasın” ayetinde sözü edilen günahlar bunlar olmalıdır.

Fetih ile ilgili istiğfarın zamanı, Mekke'nin fethinden önce inen[21] şu âyetlerde açıklanmıştır:

Allah’ın yardımı gelip önün açıldığında, insanların dalgalar halinde Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, her şeyi güzel yaptığından dolayı Rabbine yönel ve bağışlanma dile. Çünkü o, kendine yönelenleri kabul eder. ( Nasr 110/1-3)

“Önce yaptığın hatayı düzelt, sonra bağışlanma talebinde bulun;” bu, son derece önemlidir. Bu âyetler, müslümanların hayatında devrim yapacak niteliktedir. Ama âyetler arası ilişki kurularak hikmetin bulunması emri unutulduğu için yukarıdaki âyetler çok ters anlamlara çekilebilmiştir. Mesela hem Suudi Arabistan tarafından, hem de Türkiye Diyanet Vakfı tarafından milyonlarca nüshası basılmış olan, Kur’an’ı Kerim ve Açıklamalı Meâli’nde Fetih suresinin ilk âyetleri ile ilgili bir açıklama yapılmıştır. Açıklamanın tam anlaşılabilmesi için önce burada o âyetlere verilen meali görelim:

“Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.” (Fetih 48/1-3)

Açıklama aynen şöyledir:

“Geçmişte ve gelecekte günahtan uzak bulunan Peygamber’e tamamlanan ilâhî nimet, Mekke ve Taif’in fethi, dünyada şerefinin yüce kılınması, yardım ve zafere nail olması, baş kaldıranların boyun eğmesi şeklinde tecelli etmiştir…[22]”

Allah günahının bağışlanacağını bildirirken onun; geçmişte ve gelecekte günahtan uzak olduğunu söylüyorlar. Bunlar bu ifadeleriyle Allah’a, onun bilmediği şeyi hatırlatarak onun bir yanlışını mı düzeltiyorlar?

Sonra âyete, Peygamberimizin gelecekteki günahının bağışlanması anlamı verilirken, şu meali verdikler âyeti hiç mi hatırlamadılar?

“De ki, ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım”. (Ahkâf 46/9)

Üzücü olanı, bunların bu zatlara mahsus bir hata olmamasıdır.
Kitap-Sünnet Bütünlüğü Açısından Safa İle Merve Arasında Sa’y

İmam Şafiî şöyle diyor:

“Nebî’nin sünnetlerinin üç yönü olduğu hususunda farklı görüşü olan bir âlim bilmiyorum. Onu ittifakla ikiye indirmişlerdir. Çünkü ilk ikisi aynı noktada birleşen iki alt dal gibidir:

1-    Kur’ân’la bağlantısı olan sünnet

    Kur’ân’da nass olan bir konuda, Allah’ın Elçisinin Kur’ân nassı gibi açıklama yapması.
    Kur’ân’da özet geçen konularda Allah’tan alarak onun muradını açıklaması.

Bu iki konuda ihtilaf yoktur.

2-    Allah’ın Elçisinin, Kur’ân’da nass bulunmayan konularda koyduğu sünnet. (İhtilaf buradadır.)

Kimine göre Allah’ın, Elçisine itaati farz kılması ve rızasına uygun davranacağını bilmesi sebebiyle Kitabında nass bulunmayan konularda ona sünnet koyma hakkı vermiştir.

Kimine göre de Allah’ın Elçisi, namazın farzlığı temelinde, namaz sayısını ve uygulamasını açıklayan sünneti gibi Kitapta temeli olan bir konuda sünnet koymuş, onun dışında asla koymamıştır…

Kimine göre de bu konuda ona Allah’ın emri (risaleti) gelmiş ve Allah’ın farz kılmasıyla sünneti sabitlenmiştir.

Kimine göre ise onun sünneti, Allah tarafından kalbine konan hikmettir[23].”

Allah’ın Elçisi, Kur’ân’da nass bulunmayan konularda sünnet koyuyorsa Kitap-Sünnet bütünlüğünden söz edilemez. Gelenekte uygulama bunun ötesine taşınmış, bazen Kitap’taki açık hüküm bir kenara bırakılarak ona ters görülen hadis alınmıştır. Bazen de hem âyet, hem de hadis bırakılarak yeni bir yol çizilmiştir. Çalışmalarımızı inceleyenler bunun onlarca örneğini görebilirler. Safa ile Merve arasında sa’y örneğini vererek hikmeti kavrayamamanın fakihleri ne hale getirdiğini görmeye çalışalım. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Safâ ile Merve Allah'ın koyduğu işaretlerdendir. Her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi tavaf ederse, bu ikisi arasında sa’y etmesinde bir günah yoktur. Kim içinden gelerek bir iyilik yaparsa, Allah onun karşılığını verir. O her şeyi bilir.” (Bakara 2/158)

“Sa’y etmesinde bir günah yoktur” sözü, kimseye sa'y görevi yüklemez ama Allah’ın Elçisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

اسْعَوْا فَإِنَّ اللَّهَ كَتَبَ عَلَيْكُمْ السَّعْي

“Sa’y edin çünkü Allah size sa’yi farz kılmıştır”[24]

İmam Nevevî, Müslim şerhinde konu ile ilgili olarak şunları söyler:

“Sahabeden, tabiînden ve sonraki ulemadan büyük bir kesime göre Safa ile Merve arasında sa’y, haccın rükünlerindendir; o olmadan hac olmaz. Onun eksikliği demle (koyun veya keçi kesmekle)  veya başka bir şeyle giderilemez. Malik, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr bu görüşte olanlardandır. Seleften bazıları ise bunun nafile = tatavvu’ olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hanîfe’ye göre ise sa’y vaciptir; terk eden günahkâr olur ama yerine bir dem (koyun veya keçi) keserse haccı sahih olur[25].”

Nevevî el-Mecmû’unda şu ilaveleri yapmaktadır:

İbn Mes’ûd, Übeyy b. Ka’b, İbn Abbas, İbn’uz-Zübeyr, Enes ve ibn Sîrîn sa’yin tatavvu’ olduğunu, rükn veya vacip olmadığını, terk edene dem gerekmediğini söylemişlerdir. Mezhebimize göre sa’y, hac ve umrenin rükünlerindendir, o olmadan bunlar tamam olmaz. Dem (koyun veya keçi kesmek)  onun eksikliğini gidermez. Bir adım eksik olsa hacc tamam olmaz ve ihramdan çıkamaz. Aişe, Malik, İshak, Ebû Sevr, Davûd ve bir rivayete göre Ahmed bu görüştedir.

İbn’ul-Munzir dedi ki: Ebû Ticrâh’ın kızının rivayet ettiği hadis sabitse sa’y rükündür. Hadis şudur: “Sa’yedin; çünkü Allah size sa’yi yazdı.” Şafiî dedi ki; bu hadis olmasaydı sa’y nafile olurdu. Ona nafile diyenler âyete dayanmışlardır. Çünkü “sa’yin günah olmaması” farz olduğunu değil, mubah olduğunu gösterir[26].

Hanefîlerin görüşünü Serahsî şöyle anlatıyor:

“Şafiî’ye göre sa’y hac ve umrenin rükünlerindendir; sa’y olmadan, kimsenin haccı ve umresi tamam olmaz. Onun delili, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin Safa ile Merve arasında sa’yettikten sonra ashabına söylediği şu sözdür: “إن الله كتب عليكم السعي فاسعوا“ = Allah size sa’yi yazdı; sa’yedin” Yazılan şey rükündür.  Peygamberimiz bir de şöyle demiştir: ما أتم الله تعالى لامرئ حجة ولا عمرة لا يطوف لها بين الصفا والمروة  = Allah, Safa ile Merve arasında sa’yetmeyen kişinin ne haccını tam sayar, ne umresini.”
Delilimiz Allah Teâlâ’nın şu sözüdür: “Kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi tavaf ederse, o ikisi arasında sa’y etmesinde bir günah yoktur.” Böyle bir söz vacip için değil, mubah içindir. Bu sebeple âyetin zahiri say’in vacip olmamasını gerektirir. Ama biz Sa’yin vacip olduğu hükmünde âyetin zahirini terk ederek icma deliline dayandık[27].”

Örneğimizde görüldüğü gibi dört mezhep, sa’y konusunda âyetle hadisler arasında zıtlık görmüştür. Şafiî ve Malikî mezhepleri; bir rivayete göre de Hanbelîler, Kur’ân’ı bırakıp hadisi almışlardır. Hanefîler ise hadisi bırakıp âyete uyduklarını söylemişler ama o noktada duramayıp âyeti de bırakmışlar ve olmayan bir icmaya dayanarak sa’yi vacip saymışlardır. Hanefîlerin vacib kavramına verdikleri anlam başkası tarafından verilmediği için böyle bir konuda icma iddiası olamaz. Demek ki, sanılanın aksine bu mezheplerin uyguladığı herhangi bir usul ve yöntem yoktur.

Konuya, Kur’ân-Sünnet bütünlüğü açısından bakınca görülür ki; Cahiliye döneminde Safa ile Merve tepelerinde Kureyş’e ait İsaf  (إساف)ve Naile (نائلة) adında iki put vardı[28], onların arasında sa’y ederlerdi. “Cahiliye halkı sa’yi putları için yapıyorlar” diyerek Müslümanlar sa’yi terk ettiler[29]. Yukarıdaki âyet, sa’yin putlar için değil Allah için yapıldığını, Safa ile Merve’nin, Allah’a ibadetin simgelerinden olduğunu bildirdi.

“Sa’y edin çünkü Allah size sa’yi farz kılmıştır”[30] hadisinin, Kur’ân’dan bir hikmet olduğunu anlamak için yukaıda geçen ayeti açıklayan ikinci âyeti bulmak gerekir. Çünkü hikmete ulaşmanın tek yolu budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, ve de hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. Bu, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir. (De ki;) Ben onun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hûd 11/1-3)

Bu amaçla Kur’an’a baktığımızda şu âyetin de konu ile ilgili olduğunu görürüz:

“Hac ve umreyi Allah için tamamlayın” (Bakara 2/196)

Hac ve umre ibadetlerinin ortak rükünleri tavaf ve sa’ydır. Ayette “Her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi tavaf ederse...” buyrulduğuna göre tavaf açısından bir eksik olmadığı anlaşılır. Öyleyse tek eksik, günaha girmemek için terk edilen sa’y’dir. O eksiğin tamamlanması emredildiği için Peygamberimizin şu sözü, o emrin gereğidir:
ما أتم الله تعالى لامرئ حجة ولا عمرة لا يطوف لها بين الصفا والمروة = Allah, Safa ile Merve arasında sa’y etmeyen kişinin ne haccını tam sayar, ne umresini.”
“Allah size sa’yi farz kıldı; sa’yedin”

Aişe validemizin şu sözü, bu konunun onlar tarafından kavrandığını gösterir:

لعمري ما أتم الله حج من لم يسع بين الصفا والمروة ولا عمرته، = Hayatıma yemin ederim, Safa ile Merve arasında sa’y etmeyenin ne haccı tamam olur, ne de umresi[31].

Böylece Kur’an ile Sünnet arasında, Kur’an ile sahabi sözü arasında tam bir bütünlüğün olduğu ortaya çıkar. İşte Kur’an’da olan ve Peygamberimizin sahabeye öğrettiği hikmetin bir örneği budur.

Kur’an’ı, Kur’ân’ın gösterdiği yolla hikmete ulaşma yöntemi sahabeden sonra unutulduğu için tefsirlerde Bakara 196. âyetin “وَأَتِمُّواْ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّه” bölümü açıklanamamıştır.

Kitap ile Sünnet arasındaki bütünlüğün görülememesi, dini anlama ve uygulamada ardı arkası kesilmez yanlışlara ve sıkıntılara sebep olmuştur. Sünnetin, vahy-i gayri metluv sayılması, Kitap ile Sünnetin iki ayrı kaynak kabul edilmesi ve Sünnetin Kitap üzerine hâkim (السنة قاضية على الكتاب) görülmesi bu yanlışların en önemlilerindendir.
Nebî’nin Çıkardığı Hikmeti İle İnsanların Çıkardığı Hikmetin Farkı

Bedir savaşı ile ilgili âyetlerde görüldüğü gibi Peygamberimizin verdiği hükümlerin doğruluğu Allah tarafından denetlenmekte, yanlış bir şey olursa ayetle müdahale edilmektedir. Öyleyse onun koyduğu ve Allah’ın müdahale etmediği sabit olan hükümlerin tamamı hikmettir; müslümanlar onlara uymak zorundadırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Hayır; Rabbine and olsun ki bunlar inanmazlar. Ama aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapar, sonra verdiğin kararı, içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul eder ve tam olarak teslim olurlarsa başka.” (Nisa 4/65)

Müslümanlarda böyle bir denetim olmadığı için müslümanların verdikleri hükümlerin Kitap ve Sünnet açısından denetime tabi tutulması gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Müminler! Allah'a itaat edin, bu Elçiye itaat edin; sizden olan yetki sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Elçisine götürün. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız böyle yaparsınız. Böylesi hayırlı olur ve çok güzel sonuç verir.” (Nisa 4/59)

Demek ki, müslümanların yönetimle olan ihtilaflarını Kur’ân ve Sünnete göre karara bağlayan yetkili kurumların oluşması bu âyetin gereğidir. Ama tarihimizde böyle bir kurumun varlığını henüz bilmiyoruz.

Sonuç olarak müslümanların, her şeyi yeni baştan ele alma mecburiyetleri vardır.



[1] Ayetlerdeki sıralama şöyledir: “İbrahim, İshak, Yakub, Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Nuh, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut. (aleyhimusselâm).

[2] Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (il.310 h.), Tarih’ul-Umem ve v’el-Mülûk (Tarih’ut-Taberî) Beyrut 1407, c. I s. 187, ez-Zemahşerî (467-538 h.), el-Keşşâf, el-a’lâ Suresinin tefsiri.

[3]- Kişi kendi durumunu Allah’ın kitabıyla karşılaştırmazsa sapık olduğunu anlayamaz. Bunu anlayanlardan kimi yolunu düzeltir, kimi de bile bile sapıklık içinde kalır. Bu da kendine kitap ve nebî gönderilen toplumlarda ayrılıklara sebep olur.

[4] Ayetteki من يشاء = men yeşâ’ya “gereği gibi çalışma” anlamını verdik. Çünkü شاء “şeyi yaptı” demektir. Her eylem ve her varlık şey kelimesinin kapsamına girer ve her şey bir kanun ve kurala göre oluşur. İyiliğin kuralları olduğu gibi kötülüğün de kuralları vardır. Namaz kılmak için onun kurallarına uymak gerekir. Hırsızlık yapmanın da kuralları vardır. Allah namazı emretmiş, hırsızlığı haram kılmıştır. İyinin ve kötünün ölçülerini koyan, bunlardan birini yapmak isteyen için gerekli şart ve imkânları yaratan Allah'tır. Bu sebeple شاء fiili insan için kullanılırsa anlamı “ölçülere uygun davrandı” olur.

İyiyi veya kötüyü, ayrı bir varlık olarak ortaya çıkaran Allah olduğu için faili Allah olan شاء fiilinin anlamı; “şeyi veya şeyin ölçüsünü var etti” olur. Allah Teâlâ,“Bir şeyi var etmek istediğinde sadece  “ol” der; sonra o şey oluşur.” (Yasin 36/82) Bu sebeple faili Allah olan  شاء fiili, o konuda Allah'ın ol emrinin çıktığını gösterir. Artık o şey mutlaka olur.

[5] قليلا  kelimesinin iki kök anlamı vardır; biri, azlık diğeri de istikrarsızlık, bir yerde kalamama, yerinden olmadır. Bir yerde sürekli durmayan kişi için تَقَلقلَ الرَّجُل denir. (Ahmed b. Faris b. Zekeriya el-Kazvînî, er-Razî (öl. 395 h.) Mucemu mekâyîs’il-luğa, Tahkik, Abdusselam Muhammed Harun, 1399/1979; c. V, s. 3.)

[6] Hikmet (الحِكْمَةُ), hüküm (حكم) kökünden mastar-ı nev'dir; hükmün doğru olanı anlamındadır.

[7] Mütercim Asım, Kamus حبر md.

[8] Alak (علق), alaka'nın çoğuludur. Alaka (علقة); döllendikten sonra rahim cidarına yapışan yumurtadır.

[9] ألَبَّ بالمكان، أي أقام به ولزِمه. İsmail b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh, Tahkik Ahmed Abdulgafur Attar, 3. Baskı, Beyrut

(لب). أصلٌ صحيح يدلُّ على لزومٍ وثبات، وعلى خلوص وجَوْدة. Kök anlamı, yapışıp kalmak, saf ve iyi olmaktır. Bir yere yerleşen için ألَبَّ بالمكان denir. Bir işte sebat gösteren için رجلٌ لَبٌّ بهذا الأمر  denir. Ferrâ dedi ki, Kocasını seven kadına امرأةٌ لَبَّةٌ denir. İçinde daima kocasının sevgisini taşıyor demektir. (Mucemu mekâyîs’il-luğa)

[10] Buhârî, ilim, 15.

[11] Buhârî, Fedâil’ul-ashâb, 24.

[12] Ebû Dâvûd, Sunneh 6, luzumu’s-sunneh. Hadisin ravilerinden Ebû Amr b. Kesîr b. Dinar ile ilgili olarak Halil Ahmed es-Seharenfuri diyor ki, “Bu şahsın ne zaman yaşadığı bilinmemektedir. Elimdeki hadis ve rical kitaplarının hepsinde aradım, büyük bir gayret göstermeme rağmen bulamadım. (Bkz. Halil Ahmed es-Seharenfuri, Bezlu’l-Mechud fi halli Ebi Dâvûd, c. 18 s. 126, Dar’ul-Kütüb’il-ilmiyye Beyrut tarihsiz.) Hadisin senedi problemli olmakla birlikte manası sahihtir.

[13] Ebu Davûd, Sunneh 6 (4605).

[14] İmam Şafii (150-204 h), er-Risale,  tahkik ve şerh; Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut, tarihsiz, Paragraf  252, 254, s. 78.

[15] İmam Şafii, er-Risale, Paragraf 257, s. 79.

[16] Enfâl 8/7.

[17] Surenin iniş sebebi ile ilgili rivayet şudur: Abdullah b. Ümmü Mektum, Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme gelerek “Ya Muhammed, beni yanına al ve bilgilendir” dedi. Peygamberin yanında müşriklerin büyüklerinden biri vardı. Peygamber ondan yüz çevirip müşrike yöneliyor ve şöyle diyordu: ‘Ey falanın babası, sözümde bir sakınca görüyor musun? O da, (putlara akıtılan) kanlar hakkı için hayır, sözünde bir sakınca görmüyorum diyordu.’ (Muvatta, Kur’ân, 8; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 72. (beni bilgilendir) ifadesi Tirmizî’de geçer.)

[18] Bir yazıda veya konuşmada “Sen…” veya “Siz …” yerine “O…” veya “Onlar…” denmesi, Arap edebiyatında ifadeye güzellik katar. Buna iltifat denir. Burada da iltifat olduğundan “Yüzünü ekşitti ve sırtını döndü, o kör, ona geldi diye” ifadesinden sonra “Ne biliyorsun, belki o kendini geliştirecekti” denerek üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçilmiştir. Türkçede iltifat sanatı olmadığından,  yanlış anlamayı önlemek için tercüme bu sanata göre değil, cümlenin akışına göre yapılmıştır.

[19] Bilgi diye çevrilen kelime “zikir”dir. Zikir, sürekli akılda tutulan kullanıma hazır bilgidir. (Müfredat)

[20] Duhâ 93/10

[21] Bu, çoğunluğun görüşüdür. Bkz. Ebussud el-İmâdî (öl. 982 h.), İrşad’ul-akl’is-Selîm ilâ mezâyâ’l-Kur’ân’il-Kerim, Beyrut, c. IX s. 208.

[22] Hayrettin KARAMAN, Ali ÖZEK, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI, Sadrettin GÜMÜŞ, Ali  TURGUT, Kur’anı Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV yayınları, Ankara 2005.

[23] İmam Şafiî, er-Risale paragraf 299-305, s. 91-93.

[24] Ahmed b. Hanbel, C.  6, s.  421; İbn Huzeyme, 2765.

[25] Ebû Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref en-Nevevî, Sahihu Müslim bi Şerh’in-Nevevî, Beyrut tarihsiz, Hac, 43, c. 9 s. 20-21.

[26] en-Nevevî, Kitab’l-Mecmu’ tahkik eden, notlar ekleyen Muhammed Necîb el-Mutıî, Beyrut, tarihsiz, c. VIII, s. 65-66.

[27] Serahsî, Şemsüddin, el-Mebsût, Mısır 1324/1906 c. IV. s. 50. Serahsî, Hanefîlerin görüşünü şöyle anlatır:

وحجتنا في ذلك قوله تعالى فمن حج البيت أو اعتمر فلا جناح عليه ان يطوف بهما ومثل هذا اللفظ للاباحة لا للايجاب فيقتضى ظاهر الآية ان لا يكون واجبا ولكنا تركنا هذا الظاهر في حكم الايجاب بدليل الاجماع …

[28] İsmail b. Hammâd el-Cevherî (öl. 393 h.) es-Sıhah, tahkik Ahmed Abdulgafûr Attâ 4. baskı, Beyrut 1404/1984, اسف m.

[29] Ahmed b. Ali b. Hacer el-Asklânî, (773-852 h.) Feth’ul-Bârî Şerhu Sahîh’il-Buhârî, Beyrut, Beyrut, tarihsiz, c III,s. 500, Hac 79, Vücub’us-Safâ v’el-Merve.

[30] Ahmed b. Hanbel, C. 6, s. 421; İbn Huzeyme, 2765.

[31] Müslim Hac, 260 (1277).

Yazar : Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır



Kur’ân’a ve Geleneğe Göre Dinden Dönmenin Cezası

1. Giriş
Şeriatta devamlılık vardır. Muhammed (a.s.) ilk peygamber değildir.[1] Ona indirilenler daha öncekilere indirilenlerdir.[2] Tüm İlahi Kitap’lar kendilerinden öncekileri tasdik eder. Kur’ân’da önceki ilahi kitapları tasdik ettiğini belirtmektedir.[3] Allah’ın Elçisi, hakkında vahiy indirilmeyen konularda önceki şeriatlara göre hüküm vermek ve uygulamakla emrolunmuştur.[4] Kur’ân, kendinden önceki kitapların büyük bir kısmını misliyle, bir kısmını da daha hayırlısıyla neshetmiştir.[5] Bir ayet insanlar için daha hayırlı olan bir başka ayetle neshedildiğinde önceki uygulamalar bitmiştir. Mesela, Allah’ın Elçisi, kendisine konuyla ilgili bir vahiy indirilmediği için, zina suçunu işleyenlere, Tevrat ve İncil’e uygun olarak bir süre recim cezası uygulamıştır. Kur’ân’ın, konuyla ilgili hükmü gelince eski hüküm bırakılmış ve yeni hüküm uygulanmaya konmuştur. Dinden dönenin cezası konusunda da benzer bir durum olduğu kanaatindeyiz. Tevrat ve İncil’de konunun ele alınışı, Allah’ın Elçisi’nden nakledilen bazı rivayetler ve Kur’ân’ın meseleye bakışı bu konudaki kanaatimizi güçlendirici gözükmektedir.
2. Geleneğe Göre Dinden Dönenin Cezası
Fıkıhta kişinin İslam dininden dönmesine irtidat (riddet), dinden dönene de mürtedd denir. Gelenekte, irtidat eden kişinin öldürülmesi gerektiği hususunda ittifak vardır. Hanefiler, irtidat eden kadını bundan istisna ederler.[7] İrtidat eden kişiye, öldürülmeden tevbe teklifinde bulunulması gerektiği, bunun Hanefiler’e göre müstehab, diğerlerine göre vacip olduğu söylenir.[8] Geleneğe göre irtidat eden kişi; ölür, öldürülür veya ülke dışına kaçarsa sahip olduğu malları mülkiyetinden çıkar. Borçları ödendikten sonra malları Müslümanlar için ganimet sayılarak beytü’l-mala devredilir.[9] Ebu Hanife’ye göre, Müslüman iken kazandıkları mirasçılarına intikal eder. İmameyn’e göre ise her durumda malı mirasçılarına intikal eder. İrtidat eden kişinin nikâhı düşer, Şafiiler’e göre ise irtidat eden kişinin karısı iddet beklemelidir.
Gelenek, irtidat edenin öldürülmesinin Kitap, sünnet ve icma ile temellendirmeye çalışmıştır. Şimdi bu delillere kısaca bakalım:
a. Kitap Delili
Şu iki ayetin, dinden dönenin öldürülmesine delil olduğu iddia edilmiştir.
قُلْ لِلْمُخَلَّف۪ينَ مِنَ الْاَعْرَابِ سَتُدْعَوْنَ اِلٰى قَوْمٍ اُوۨل۪ي بَاْسٍ شَد۪يدٍ تُقَاتِلُونَهُمْ اَوْ يُسْلِمُونَ فَاِنْ تُط۪يعُوا يُؤْتِكُمُ اللّٰهُ اَجْرًا حَسَنًا وَاِنْ تَتَوَلَّوْا كَمَا تَوَلَّيْتُمْ مِنْ قَبْلُ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا
Geri kalanlara söyle: Güçlü bir kavme karşı çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz. Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama daha önceki gibi yüz çevirirseniz size acıklı bir azâb vardır.”(Fetih 48/16)
Yukarıdaki ayette geçen “ev yüslimûn =  اَوْ يُسْلِمُونَ= veya Müslüman olurlar ”ifadesinden hareketle, dinden dönenin öldürülmesi gerektiğine hükmedilmiştir.[10]
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُوۨلٰۤئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَاُوۨلٰۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“Sana haram ayını, o ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş büyük suçtur. Ama Allah’ın yolundan engellemek, o yolu görmezlikten gelmek, Mescid-i Haram'dan engellemek ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitnenin sıkıntısı savaştan büyüktür. Onların gücü yetse, sizi dininizden çevirinceye kadar savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, böylelerinin çalışmaları dünyada da ahirette de boşa çıkar. Onlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara 2/217)
Yukarıdaki ayet dinden dönenin öldürülmesine şöyle delil getirilmektedir: “Âyette geçen “feyemut = فَيَمُتْ = ve ölürse” ifadesinin başındaki “fâ” harfi takibiyedir. Bunun anlamı,ölümün irtidatın hemen sonrasında geliyor olmasıdır. Bununla birlikte herkes bilir ki irtidat eden irtidat ettiği için hemen ölmez. O halde takibiye anlamı, yani ölümün irtidatın hemen sonrasında gelmesi, ancak şer’i bir ceza olarak irtidat sebebiyle cezalandırılmaları yoluyla olur. Böylece ayet, mürtedin öldürülmesinin vücubuna delil olur.”[11]
b. Sünnet Delili
روى البخاري وغيره عَنْ عِكْرِمَةَ قَالَ : { أُتِيَ أَمِيرُ الْمُؤْمِنِينَ عَلِيٌّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ بِزَنَادِقَةٍ فَأَحْرَقَهُمْ ، فَبَلَغَ ذَلِكَ ابْنَ عَبَّاسٍ ، فَقَالَ : لَوْ كُنْت أَنَا لَمْ أَحْرِقْهُمْ لِنَهْيِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ : لَا تُعَذِّبُوا بِعَذَابِ اللَّهِ ، وَلَقَتَلْتهمْ لِقَوْلِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوهُ } .رَوَاهُ الْجَمَاعَةُ إلَّا مُسْلِمًا ، وَلَيْسَ لِابْنِ مَاجَهْ فِيهِ سِوَى : { مَنْ بَدَّلَ دِينَهُ فَاقْتُلُوهُ }
Buhari ve diğerlerinin İkrime’den rivayetine göre, halife Ali (r.a.)’a zındıklar getirildi ve o da onları yaktı. İbn Abbas durumdan haberdar olunca şöyle dedi: “Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Rasulullah bunu yasakladı ve şöyle dedi: Allah’ın azabıyla ceza vermeyin. Ben olsaydım onları öldürürdüm. Rasulullah şöyle demiştir: Dininden döneni öldürünüz.”[12]
لا يحل دم امرئ مسلم إلا بإحدى ثلاث: الثيب الزاني، والنفس بالنفس، والتارك لدينهالمفارق للجماعة
“Müslüman bir kişinin öldürülmesi helal değildir. Ancak zina eden seyyib[13], cana karşı can ve dinini terk edip cemaatten ayrılan hariç”[14]
أيما رجل ارتد عن الإسلام فادعه فإن عاد وإلا فاضرب عنقه وأيما امرأة ارتدت عن الإسلام فادعها فأن عادت وإلا فاضرب عنقها
“Her hangi bir erkek İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur. Her hangi bir kadın İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur”[15]
c. İcmâ Delili
Mürtedin öldürülmesi hususunda icma oluştuğu söylenmektedir.[16]
3. Tevrat ve İncil’de Dinden Dönenin Cezası
a. Tevrat’ta Dinden Dönenin Cezası
Tesniye, Bab 13
  1. "Öz kardeşin, oğlun, kızın, sevdiğin karın ya da en yakın dostun seni gizlice ayartmaya çalışır, senin ve atalarının önceden bilmediğiniz,
  2. dünyanın bir ucundan öbür ucuna dek uzakta, yakında, çevrenizde yaşayan halkların ilahları için, 'Haydi gidelim, bu ilahlara tapalım derse,
  3. ona uymayacak, onu dinlemeyeceksin. Ona acımayacak, sevecenlik göstermeyecek, onu korumayacaksın.
  1. Onu kesinlikle öldüreceksin. Onu önce sen, sonra bütün halk taşa tutsun.
  2. Taşlayarak öldürün onu. Çünkü Mısır'dan, köle olduğunuz ülkeden sizi çıkaran Tanrınız RAB'den sizi saptırmaya çalıştı.
  3. Böylece bütün İsrail bunu duyup korkacak. Bir daha aranızda buna benzer kötü bir şey yapmayacaklar.
12.  "Tanrınız RAB'bin yaşamanız için size vereceği kentlerin birinde, içinizden kötü kişiler çıktığını
13.  ve, 'Haydi, bilmediğiniz başka ilahlara tapalım diyerek kentlerinde yaşayan halkı saptırdıklarını duyarsanız,
14.  araştıracak, inceleyecek, iyice soruşturacaksınız. Duyduklarınız gerçekse ve bu iğrenç olayın aranızda yapıldığı kanıtlanırsa,
  1. o kentte yaşayanları kesinlikle kılıçtan geçireceksiniz. Kenti yok edip orada yaşayan bütün halkı ve hayvanları kılıçtan geçireceksiniz.
  2. Yağmalanan malların tümünü toplayıp meydanın ortasına yığın. Kenti ve malları Tanrınız RAB'be tümüyle yakmalık sunu olarak yakın. Kent sonsuza dek yıkıntı halinde bırakılacak. Yeniden onarılmayacak.
  3. Yok edilecek mallardan hiçbir şey almayın. Böylece RAB'bin kızgın öfkesi yatışacak ve RAB atalarınıza içtiği ant uyarınca size acıyacak, sevecenlik gösterecek, sizi çoğaltacaktır.
  4. Çünkü Tanrınız RAB'bin sözünü dinleyeceksiniz. Böylece bugün size bildirdiğim buyruklara uyup O'nun gözünde doğru olanı yapmış olacaksınız."
Çıkış, Bab 32
15.  Musa döndü, elinde antlaşma koşulları yazılı iki taş levhayla dağdan indi. Levhaların ön ve arka iki yüzü de yazılıydı.
16.  Onları Tanrı yapmıştı, üzerlerindeki oyma yazılar O'nun yazısıydı.
17.  Yeşu, bağrışan halkın sesini duyunca, Musa'ya, "Ordugahtan savaş sesi geliyor!" dedi.
18.  Musa şöyle yanıtladı: "Ne yenenlerin, Ne de yenilenlerin sesidir bu; Ezgiler duyuyorum ben."
  1. Musa ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve oynayan insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı.
  2. Yaptıkları buzağıyı alıp yaktı, toz haline gelinceye dek ezdi, sonra suya serperek İsrailliler'e içirdi.
  3. Harun'a, "Bu halk sana ne yaptı ki, onları bu korkunç günaha sürükledin?" dedi.
  4. Harun, "Öfkelenme, efendim!" diye karşılık verdi, "Bilirsin, halk kötülüğe eğilimlidir.
  5. Bana, 'Bize öncülük edecek bir ilah yap. Bizi Mısır'dan çıkaran adama, Musa'ya ne oldu bilmiyoruz' dediler.
  6. Ben de, 'Kimde altın varsa çıkarsın' dedim. Altınlarını bana verdiler. Ateşe atınca, bu buzağı ortaya çıktı!"
  7. Musa halkın başıboş hale geldiğini gördü. Çünkü Harun onları dizginlememiş, düşmanlarına alay konusu olmalarına neden olmuştu.
  8. Musa ordugahın girişinde durdu, "RAB'den yana olanlar yanıma gelsin!" dedi. Bütün Levililer çevresine toplandı.
  9. Musa şöyle dedi: "İsrail'in Tanrısı RAB diyor ki, 'Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün.'"
  10. Levililer Musa'nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü.
b. İncil’de Dinden Dönenin Cezası
Pavlus’un İbranilere Mektubu 10. Bölüm
28.  Musa'nın yasasını hiçe sayan bir kimse, iki ya da üç tanığın sözü üzerine acımasızca öldürülür.
Yuhanna 15
  1. Bir kimse bende kalmazsa, çubuk gibi dışarı atılır ve kurur. Böylelerini toplar, ateşe atıp yakarlar.
  2. 4. Hadislerde Dinden Dönmenin Cezası
من بدل دينه فاقتلوه
“Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz.”[17]
لا يحل دم امرئ مسلم إلا بإحدى ثلاث: الثيب الزاني، والنفس بالنفس، والتارك لدينهالمفارق للجماعة
“Müslüman bir kişinin öldürülmesi helal değildir. Ancak zina eden seyyib[18], cana karşı can ve dinini terk edip cemaatten ayrılan hariç”[19]
أيما رجل ارتد عن الإسلام فادعه فإن عاد وإلا فاضرب عنقه وأيما امرأة ارتدت عن الإسلام فادعها فأن عادت وإلا فاضرب عنقها
“Her hangi bir erkek İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur. Her hangi bir kadın İslam dininden dönerse onu İslam’a davet et. Tekrar Müslüman olursa oldu, olmazsa boynunu vur”[20]
5. Kur’ân’a Göre Dinden Dönenin Cezası
Kur’ân’da irtidat kelimesi fiil kalıbıyla sekiz yerde geçer. Bunların dördü, çeşitli kelimelerle birlikte, tekrar görmeye başlamak,[21] izleri takip ederek geri dönmek,[22]göz kırpmak[23] gibi anlamlara gelir. Konumuzla ilgili olarak ise, ikisi “dübür” kelimesiyle birlikte arkasını dönmek,[24] ikisi de “din” kelimesiyle birlikte dinden dönmek[25] olarak terim anlamında kullanılmaktadır. Bu ayetleri incelemeden önce, Tevrat ve incil’de geçen, dinden dönenin öldürüldüğüne dair hükmün Kur’ân’dan izini sürmek istiyoruz.
Bakara suresinin 54. ayeti, Tevrat’ta geçen, dinden dönenlerin öldürülmesi gerektiğine dair hükmü tasdik etmektedir:
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِقَوْمِه۪ يَا قَوْمِ اِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ اَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُوۤا اِلٰى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُوۤا اَنْفُسَكُمْ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ اِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ
“Bir gün Musa halkına şöyle seslenmişti: “Ey halkım! Siz o buzağıya tutulmakla kendinizi kötü duruma düşürdünüz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin, sonra kendinizi öldürün. Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir”. Arkasından Allah tevbenizi kabul etmişti. O, tevbeleri kabul eder, ikramı boldur." (Bakara 2/54)
İsrailoğulları, Musa (a.s.)’ın öncülüğünde pek çok sıkıntıdan kurtuldular. Bu onlara Allah’ın büyük bir lutfuydu. Kendilerine yapılan bu büyük lutfun karşılığı olarak onların dinden dönmelerinin cezası büyük olmalıdır. Bu ceza Tevrat ve İncil’de anlatılan ve Kur’ân’da da tasdik edilen ölüm cezasıdır.
Musâ (a.s.) ümmetini bu konuda uyarmıştır. İlgili ayet şöyledir:
يَا قَوْمِ ادْخُلُواالأَرْضَ المُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَلاَ تَرْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِكُمْفَتَنقَلِبُوا خَاسِرِينَ
Ey kavmim, Allah’ın size yazgısı olan şu kutsal toprağa girin; gerisin geri dönmeyin; yoksa elinizde ve avucunuzda olanı kaybedersiniz. (Mâide 5/21)
Şu ayet ise bu hükmün bizden kaldırıldığını göstermektedir:
وَلَوْ اَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ اَنِ اقْتُلُوۤا اَنْفُسَكُمْ اَوِ اخْرُجُوا مِنْ دِيَارِكُمْ مَا فَعَلُوهُ اِلَّا قَل۪يلٌ مِنْهُمْ وَلَوْ اَنَّهُمْ فَعَلُوا مَا يُوعَظُونَ بِه۪ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاَشَدَّ تَثْب۪يتًا
“Şayet onlara "Kendinizi öldürün" veya "yurdunuzdan çıkın" diye emretseydik, pek azı dışındakiler bunu yapmazlardı. Ama kendilerine verilen öğüt ne olursa olsun, onu yapsalardı onlar için daha iyi ve daha sağlam olurdu.” (Nisa 4/66)
Bu hükmün kaldırıldığına dair pek çok ayet vardır. Dinden dönenlerle ilgili olarak Kur’ân’da geçen ayetler şunlardır:
يَاۤ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَاْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَاۤئِمٍ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَاۤءُ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
“Ey imân edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine bir toplum getirir; o onları sever, onlar da onu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı sert olurlar. Allah yolunda savaşa atılır, kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın vergisidir, onu hak edene verir. Allah’ın imkânları geniştir, her şeyi bilir..” (Mâide 5/54)
Yukarıdaki ayette geçen Allah onların yerine bir toplum getirir ifadesini şu ayetle birlikte okumalıyız:
هَاۤ اَنْتُمْ هٰۤؤُۨلَاۤءِ تُدْعَوْنَ لِتُنْفِقُوا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَمِنْكُمْ مَنْ يَبْخَلُ وَمَنْ يَبْخَلْ فَاِنَّمَا يَبْخَلُ عَنْ نَفْسِه۪ وَاللّٰهُ الْغَنِيُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَاۤءُ وَاِنْ تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُونُوۤا اَمْثَالَكُمْ
“İşte sizler! Allah yolunda harcama yapmaya çağrılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik yapıyorsunuz. Her kim cimrilik ederse kendisi için cimrilik etmiş olur. Allah zengin, siz fakirsiniz. Eğer yüz çevirirseniz yerinize sizin dışınızda bir toplum getirir. Sizin gibi olmazlar.”(Muhammed 47/38)
Yani, insanlar dinlerinden dönerlerse bu onların kendi tercihleridir. Bu dünyada kendi tercihleri üzere yaşarlar ve bir gün ölürler. Hesapları Ahirete kalır. Onların ardından, Allah’ın koyduğu kurallara göre onlardan daha iyi olanlar gelir.
Mukatil b. Süleyman’ın (ö. 150/767) bildirdiğine göre 12 kişi Müslüman iken kâfir olmuşlar, düşünceli bir şekilde Medine’den çıkmış, Mekke yolunu tutmuşlar ve Mekke kâfirlerine karışmışlardı. Sonra içlerinden Haris b. Süveyd pişman olup geri döndü ve kardeşi Cülâs’a haber gönderdi: “Ben tevbe ederek geri döndüm, Peygamberden öğren bakalım, tövbeye hakkım var mı, yoksa Şam’a giderim” dedi. Cülâs durumu Allah’ın Elçisi’ne bildirdi ama cevap alamadı. Sonra şu âyetler indi:[26]
كَيْفَ يَهْدِي اللّٰهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانِهِمْ وَشَهِدُوۤا اَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَاۤءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ  اُوۨلٰۤئِكَ جَزَاۤؤُۨهُمْ اَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللّٰهِ وَالْمَلٰۤئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَع۪ينَ  خَالِد۪ينَ ف۪يهَا لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ  اِلَّا الَّذ۪ينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ وَاَصْلَحُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
“İnandıktan sonra kâfir olan bir topluma, Allah hiç dirlik ve düzenlik verir mi? Bunlar, kendilerine açık belgeler gelince o Elçi’nin doğru olduğuna şahit olmuş kimselerdir. Allah yanlışlar içinde olan bir topluluğu yola getirmez. Onlar var ya, onların cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetidir. Sürekli o lanet içinde kalırlar. Sıkıntıları hafifletilmez; onlara göz de açtırılmaz. Ama olup bitenden sonra tevbe edip durumunu düzeltmiş olanlar başka. Çünkü Allah çok bağışlar ve ikramı boldur.” (Al-i İmran 3/86-89)
88. ayette geçen “الْعَذَابُ = el-azab” kelimesi, 87. ayette geçen Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların lanetini göstermektedir. Kelimenin başındaki“ال= el” marifedir ve ahd içindir; 87. ayetteki mahuda işaret etmektedir.
Tevbe suresinin 74. ayetinde dinden dönme suçu işleyenlerle ilgili azab kelimesi nekre olarak “عَذَابًا اَل۪يمًا  = azaben elimen” şeklinde zikretmiştir. Ayet şöyledir:
يَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ مَا قَالُوا وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ اِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُوا وَمَا نَقَمُوۤا اِلَّاۤ اَنْ اَغْنٰيهُمُ اللّٰهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِه۪ فَاِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْرًا لَهُمْ وَاِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّٰهُ عَذَابًا اَل۪يمًا فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَمَا لَهُمْ فِي الْاَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَص۪يرٍ
Söylemediklerine dair Allah’a yemin ediyorlar ama kendilerini kâfir yapan sözü gerçekten söylediler ve Müslüman olmalarından sonra kâfir oldular. Üstelik başaramayacakları bir işe giriştiler. O yanlış işin sebebi olsa olsa, Allah’ın ve Elçisinin onları cömertçe zenginleştirmesidir. Tevbe ederlerse kendileri için iyi olur. Ama eğer yüz çevirmeye devam ederlerse Allah onları hem dünyada hem de Ahirette acıklı bir azaba uğratacaktır. Yeryüzünde onlar için artık ne bir koruyucu ne de yardımcı bulunur.(Tevbe 9/74)
Ayette geçen “فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ ” ifadesi, bu azabın dünya ve ahirette olacağını göstermektedir. Âl-i İmran suresindeki ayette geçen ve marife olan “el-azab” ise o azabın dünyadaki kısmını anlatmaktadır. 88. ayetteki خَالِد۪ينَ ف۪يهَا  ifadesi onların o lanet içerisinde hayatları boyunca kalacaklarını gösteriyor. Çünkü 89. ayette onlara tanınan tevbe fırsatı azabın sona erme ihtimalini göstermektedir ki bu da o azabın dünyada olmasını gerektirir. Ayette tevbeden sonra gelen ıslah ifadesi ise, mezheblerin dediği gibi tevbe müddetinin birkaç gün değil, kişinin durumunu düzeltip ıslah olmasından sonra olduğunu ifade etmektedir. Çünkü kafa karışıklığı yaşayan ve bundan dolayı irtidat eden bir kişinin zihnini toparlayıp durumunu düzeltmesi genelde uzunca bir zaman gerektirir.
Dinden dönüp kâfir olana, insanların uygulayacağı bir ceza yoktur.Onun cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetidir. Dünyadaki lanet bu insanların dışlanması, iç işlerine karıştırılmamaları, bir takım imkânlardan mahrum bırakılmaları olarak düşünülebilir. Tevbe eden olursa lanetten kurtulur. Hüküm bu olduğu halde mezheplerin, dinden döneni öldürme konusunda ittifak etmelerinin sebebini siyasi baskılarda aramak gerekir.
Âl-i İmran suresinin 90 ve 91. ayetleri şöyle devam etmektedir:
اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانِهِمْ ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَنْ تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْ وَاُوۨلٰۤئِكَ هُمُ الضّاَۤلُّونَ  اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ اَحَدِهِمْ مِلْءُ الْاَرْضِ ذَهَبًا وَلَوِ افْتَدٰى بِه۪ اُوۨلٰۤئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِر۪ينَ
“İnandıktan sonra kâfir olan, sonra kâfirliklerini sürekli artıranlar var ya, onlar tevbeleri kabul edilmeyecek kimselerdir. İşte asıl sapıklar onlardır. (İnandıktan sonra)[27] Kâfir olan ve kâfir olarak ölenler; yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye verseler bile kabul edilmez. Onların payına düşen elem verici bir azaptır. Onlara yardım edecek biri de olmayacaktır.” (Al-i İmran 3/90-91)
Ayetlerde inandıktan sonra kafirlik eden ve küfrünü artıranlardan bahsedilmektedir. Bunlar tevbe etmeyip de bu hal üzere ölürlerse sonları cehennem olacaktır. Demek ki tevbe bu insanları kurtaracaktır ama bu tevbenin zamanının geçmemesi gerekir. Zamanı geçirilen tevbenin etkili olmayacağına dair şu ayet önemlidir:
وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذ۪ينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّـَٔاتِ حَتّٰىۤ اِذَا حَضَرَ اَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ اِنّ۪ي تُبْتُ الْـٰٔنَ وَلَا الَّذ۪ينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ اُوۨلٰۤئِكَ اَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا اَل۪يمًا
“Kötülükleri işlemeye devam eden, ölüm gelip çatınca da; "Ben şimdi tevbe ettim" diyenlerin tevbesi tevbe değildir. Kâfir olarak ölenlerin tevbesi de tevbe değildir. Onlar için elem verici bir azap hazırlamışızdır.”(Nisâ 4/18)
Firavunun tevbesi de aynı gerekçe ile kabul edilmemiştir.[28]
Mukatil b. Süleyman’ın yaptığı rivayette adı geçen Haris b. Süveyd’in, irtidat ettikten sonra öldürülme korkusu yaşamasının ardında, o günkü toplumda dinden dönenlerin öldürüldüğüne dair bilgi ve uygulamanın olduğu düşünülebilir. Rivayet doğruysa, Rasulullah’ın bir süre cevap vermeyip beklemesi, konuyla ilgili yeni bir hükmün gelmemesi ve önceki hükmün devam ediyor olmasıyla ilgili olabilir.
Bir başka ayet şöyledir:
يَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الشَّهْرِ الْحَرَامِ قِتَالٍ ف۪يهِ قُلْ قِتَالٌ ف۪يهِ كَب۪يرٌ وَصَدٌّ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِ وَكُفْرٌ بِه۪ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَاِخْرَاجُ اَهْلِه۪ مِنْهُ اَكْبَرُ عِنْدَ اللّٰهِ وَالْفِتْنَةُ اَكْبَرُ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا يَزَالُونَ يُقَاتِلُونَكُمْ حَتّٰى يَرُدُّوكُمْ عَنْ د۪ينِكُمْ اِنِ اسْتَطَاعُوا وَمَنْ يَرْتَدِدْ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَيَمُتْ وَهُوَ كَافِرٌ فَاُوۨلٰۤئِكَ حَبِطَتْ اَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَاُوۨلٰۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ ف۪يهَا خَالِدُونَ
“Sana haram ayını, o ayda yapılan savaşı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş büyük suçtur. Ama Allah’ın yolundan engellemek, o yolu görmezlikten gelmek, Mescid-i Haram'dan engellemek ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitnenin sıkıntısı savaştan büyüktür. Onların gücü yetse, sizi dininizden çevirinceye kadar savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, böylelerinin çalışmaları dünyada da ahirette de boşa çıkar. Onlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara 2/217)
Âyette, İslam dininden dönen ve bu hal üzere yani kâfir olarak ölenin, dünyada ve Ahirette amellerinin boşa çıkacağı bildirilmektedir. Ancak bu kişi yaptığı yanlıştan döner, tevbe eder ve durumunu düzeltirse dünyadaki amellerini ve ahiretini kurtarmış olur. Bir kişinin tevbe etmesi ve durumunu düzeltmesi çoğu zaman birkaç gün değil aylar belki yıllar alır.
Ayette geçen “فَيَمُتْ = ve ölürse” ifadesinin başındaki “fâ” harfi takibiye değildir. Benzer bir ayet şöyledir:
هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ فَمِنْكُمْ كَافِرٌ وَمِنْكُمْ مُؤْمِنٌ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
“O’dur sizi yaratan. İçinizden kafirlik edenler de vardır, mümin olanlar da. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”(Tegabün 64/2)
Şayet yukarıdaki ayette geçen “fâ” takibiye olsa, her insanın doğar doğmaz mümin ya da kafir olması gerekir ki bu aklen mümkün değildir.
Bir başka ayet şöyledir:
اِنَّ الَّذ۪ينَ ارْتَدُّوا عَلٰىۤ اَدْبَارِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدَى الشَّيْطَانُ سَوَّلَ لَهُمْ وَاَمْلٰى لَهُمْذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لِلَّذ۪ينَ كَرِهُوا مَا نَزَّلَ اللّٰهُ سَنُط۪يعُكُمْ ف۪ي بَعْضِ الْاَمْرِ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِسْرَارَهُمْ  فَكَيْفَ اِذَا تَوَفَّتْهُمُ الْمَلٰۤئِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَاَدْبَارَهُمْ  ذٰلِكَ بِاَنَّهُمُ اتَّبَعُوا مَاۤ اَسْخَطَ اللّٰهَ وَكَرِهُوا رِضْوَانَهُ فَاَحْبَطَ اَعْمَالَهُمْ
O kimseler ki, gerçek kendileri için ortaya çıktıktan sonra, geriye dönerler, bunlara şeytan kötü tavırlarını güzel göstermiştir, mühlet de vermiştir. Çünkü bunlar, Allah’ın indirdiği âyetlerden hoşlanmayanlara “bazı konularda sizinle beraber hareket edeceğiz” derler. Onların içlerinde asıl gizlediklerinin ne olduğunu Allah bilir.Melekler onları vefat ettirdikleri zaman ne olacak? Yüzlerine ve arkalarına vura vura. Çünkü onlar, Allah’ın rızası olmayan şeyi yaptılar, O’nun rızası olandan hoşlanmadılar. Allah’ta onların bütün amellerini boşa çıkarmıştır.(Muhammed 47/25-28)
Dinden dönme konusu Kur’ân’da irtidat kelimesi dışındaki ifadelerle de geçmektedir. Biri şöyledir:
اَمْ تُر۪يدُونَ اَنْ تَسْـَٔلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسٰى مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْا۪يمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاۤءَ السَّب۪يلِ وَدَّ كَث۪يرٌ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ ا۪يمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتّٰى يَاْتِيَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ
“Yoksa siz de elçinizden, daha önce Musa’dan istenen şeylere benzer isteklerde bulunmayı mı arzu ediyorsunuz? Her kim imanı kâfirlikle değiştirirse, düz yoldan çıkmış olur. Kitap verilenlerin çoğu, bir yolunu bulup sizi, inanmanızdan sonra kâfirler haline getirmek isterler. Gerçekler onlar için açık hale gelince içten içe kıskandıkları için böyle yaparlar. Onlara ilişmeyin, Allah’ın emri gelinceye kadar göz yumun. Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Bakara 2/108-109)
6. Kur’ân’a Göre Din Hürriyeti
Kur’ân, insanlara din konusunda hürriyet vermiştir.[29] Dinde zorlama yoktur.[30] Allah’ın Elçileri, insanlara tebliğ faaliyetinde bulunurlar.[31] Uyarır, müjdeler[32] ve hatırlatırlar[33] ama baskı yapamazlar.[34] Allah’ın Elçisi’ne hitaben “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin, fakat gayret göstereni Allah hidayete erdirir”[35] buyrulmaktadır. Yüce Allah, kendisi ile ilgili olarak kulların haddi aşması ve hakarette bulunmalarına rağmen onlara yaşama hakkı vermekte ve hesabı Ahirete bırakmaktadır.[36] Kur’ân’da, insanların inandıktan sonra tekrar tekrar küfre düşebilecekleri bildirilmekte[37], doğruları göstererek ve güzel sözle onların yeniden Allah’ın yoluna davet edilmesi emredilmektedir.[38]
Dünyadaki imtihan gereği Ehl-i Kitab’tan ve müşriklerden rencide edici sözler işitileceği, bunlara sabredilmesi gerektiği ve nihayetinde “bizim amellerimiz bize sizin amelleriniz size”, “sizin dininiz size benim dinim bana” denilmesi istenmektedir.[39] Kur’ân’ın hedeflediği erdemli bir toplumun oluşabilmesi için, inanç hürriyetinin olması, inanmayanların açıkça bu düşüncelerini dillendirebilmeleri gerekir. İnanç hürriyetinin olmadığı bir toplumda, insanların inandıklarını beyan etmelerinin anlamı ve değeri olmayacağı gibi dahası münafıkların çoğaldığı bir toplum meydana gelecektir. Sonuç olarak denebilir ki, Kur’ân’ın öngördüğü iman, baskı ile değil, tefekkür, tezekkür ve tam bir tatmin duygusu sonucu oluşan imandır[40]
Kur’an’daki din hürriyetinin önceki ilahi kitaplarda da olması gerektiği düşünülürse Tevrat ve İncil’de, dinden dönenlerin öldürülmelerine dair hükmün, yeryüzünde fesad çıkartma amaçlı olduğu söylenebilir. Nitekim Mâide suresinin 32. ayetinde yeryüzünde fesad çıkartmak, öldürülmelerinin sebebi olarak görülmektedir. Benzer bir durum Musa (a.s.) ile Hızır olduğu rivayet edilen melek kıssasında da mevcuttur.[41] Öte yandan, böylesi bir hükmün, kendilerine yapılan pek çok lütuf dolayısıyla İsrailoğulları’na mahsus olduğu da düşünülebilir.
7. Sonuç
Tevrat ve İncil’e göre dinden dönenlerin öldürülmesi gerekir. Allah’ın Elçisi, henüz vahiy inmeyen hususlarda önceki şeriatlara uymakla emrolunduğu için, bir müddet dinden dönenlerin öldürülmesine hükmetmiştir. Kendisinden bu yönde rivayet edilen hadisler, bunun varlığını göstermektedir. Ancak daha sonra bu hüküm Kur’ân ile neshedilmiştir. Aslında gelenek farkında olmadan, recm konusunda olduğu gibi dinden dönenin öldürülmesi konusunda da önceki şeriatların hükmünü devam ettirmektedir. Bunun temelinde, meselelere Kur’ân merkezli bakmama alışkanlığı vardır. Geleneğe göre sünnet, müstakil bir delil kabul edildiği için, hadisler Kur’ân bağlamında düşünülmemekte, Kur’ân’da olmadığı söylenen pek çok şeyin sünnetle düzenlendiği kabul edilmektedir. Böylece, Kuran ve sünnette birbirinden farklı iki hüküm görüldüğünde her iki hükmün de bir meselenin farklı yönlerini düzenlediği düşünülebilmektedir. Gelenekte Kur’ân-Sünnet ilişkisi bozulmuş, Sünnet, müstakil bir delil kabul edilmiş, mürtedin öldürülmesinde olduğu gibi birçok konuda tarihi arka plan göz ardı edilerek, Kur’ân’a ters düzenlemeler yapılmıştır. Bu tavır, müslümanları hayatın dışına itmiştir.
 
 

[1] Ahkaf 46/9.
[2] Şura 42/13.
[3] Âl-i İmrân 3/2-3, 50.
[4] Enam 6/90.
[5] Bakara 2/106.
[6] Abdulaziz Bayındır, Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, 3. baskı, s. 296 vd.
[7] Serahsî, el-Mebsut, X, 98; Kâsânî, Bedai, VII, 134.
[8] Meydânî, el-Lübab, IV, 148; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II, 448; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 149 vd.;İbn Kudâme, el-Muğni, VII, 124.
[9] Muğni’l-muhtac, 149 vd.; Muğni, VII, 124.
[10] Serahsî, el-Mebsût, X, 98.
[11] İbn Aşur, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, 2/272.
[12] Buhari, İstibane, 2.
[13] Nikahlanıp ilişkiye giren erkek ya da kadın zina ettiğinde evli veya dul olabilir. Seyyib kelimesi her iki durumu da ihtiva etmektedir.
[14] Buhari, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 6.
[15] Zeylaî, Nasbü’r-raye III, 457.
[16] Muğni, X, 72.
[17] Buhârî, Cihad 149, İstitâbe 2; Ebû Dâvud, Hudûd 1; Tirmizî, Hudûd 25; Nesâî, Tahrîm 14; İbn Mâce, Hudûd 2; Ahmed bin Hanbel, I/2, 7, 28, 282.
[18] Nikahlanıp ilişkiye giren erkek ya da kadın zina ettiğinde evli veya dul olabilir. Seyyib kelimesi her iki durumu da ihtiva etmektedir.
[19] Buhari, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 6.
[20] Zeylaî, Nasbü’r-raye III, 457.
[21] Yusuf 12/96.
[22] Kehf 18/64.
[23] İbrahim 14/43; Neml 27/40.
[24] Maide 5/21; Muhammed 47/25.
[25] Bakara 2/217; Maide 5/54.
[26] Tefsîru Mukatil b. Süleyman, Tahkik: Ahmed Ferîd, Beyrut 1424/2002, c. 1, s. 180-181.
[27] Al-i İmran 106
[28] Yunus 10/90-91
[29] Kehf 18/29.
[30] Bakara 2/256.
[31] Nahl 16/35.
[32] Maide 5/19.
[33] Gaşiye 88/21
[34] Gaşiye 88/21-26.
[35] Kasas 28/56.
[36] Âl-i İmrân 3/181; Yâ Sin 36/47, Meryem 19/88 vd.
[37] Nisa 4/137.
[38] Nahl 16/125.
[39] Âl-i İmrân 3/186; Kasas 28/55; Kâfirun, 109/1 vd.
[40] Enam 6/149.
[41] Kehf 18/80.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder