Meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâhun, el mısbâhu fî zucâcet ..
MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş
ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc
denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında
güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir
billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi
yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan
bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin
güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki
lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da,
batıya da nisbet edilemez.
Allah, göklerin ve yerin nurudur.
Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri
gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasaydı, hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat
sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.
Âlemde görünen âyetlerin en belirgini, duygu ve idrakimizi en çok
kapsayanı, görüşümüzde bir etken olan ışık olayıdır. Işığın gözümüze teması
anında dışımızdakiler ile özümüzdekilerin birbirine ulaşıp birleşmesi halinde
parlayan ve genişlettiği cisimlerin dış yüzeylerini açığa çıkaran saydam ve
güzel tecellisine de nur denilir ki, ışığın bir özel görünüşü olmak üzere,
ışıktan farklı ve bazen ona karşıt olarak kullanılır. Şu halde nur, güzel
tecellî âyeti olan hoş bir ışık tecellisidir. Ve bundan dolayı, her zaman övme
yerinde kullanılır.
Bununla beraber aslı, görüşle ilgili karanlığın zıddı olan nur kavramı,
Ragıb'ın Müfredat'ında dediği gibi ışık kavramından daha geneldir. Işığa ve
ışığın gösterişli kırılmasına ve ışığın yansımasına da söylenildiği gibi, gerek
duyguya ait ve gerekse akıl ve idrake ait her çeşit karanlıkların zıddı olan
vicdan ve sezgide ortaya çıkan dış ve iç tecellî ve doğuşların hepsine de nur
denilir. Hatta Allah Teâlâ'ya mecazen de olsa ışık demek caiz olmadığı halde,
bu âyette Nur ism-i şerîfi geçmiştir. Halbuki En'am Sûresi'nin başında;
"Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a
mahsustur." (En'âm, 5/1) âyeti, Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi
ve zıddı olan her çeşit karanlık ile nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri
olduğunu bildirmişti ve nuru Allah'a denk tutanları "Sonra kâfir olanlar,
kendilerini yaratan, besleyip büyüten Rableri ile bir tutuyorlar" (En'am,
5/1) azarlaması ile sakındırmıştı. Bundan dolayı Allah'a nur denilirken, bu
noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih bir mânâ olduğunu bilmek gerekir.
İlk önce bu iki âyetin karşılaştırılmasında ilk akla gelen mânâ
"Allah, göklerin ve yerin nurunun var edicisidir." meâlinde
olmasıdır. Onun için tefsircilerin birkısmı bunu ismi fâil sigası ile, yani
"gökleri ve yeri nurlandıran, aydınlatan; gerek cisme ve gerekse ruha ait
nurlar ile nurlandıran" diye ifade etmişlerdir. Çünkü nur, aydınlatıcıdır.
Bu ifade âyetteki nurun olay mânâsına değil, fâil mânâsına; göklere ve yere izafetinin
de, mef'ûlüne izafet olduğunu göstermesi itibarıyla bir anlam ifade ediyorsa da
münevvirin, nurun yapıcısı olması gerekmeyeceğinden eksiktir. Halbuki Allah'ın,
nurun yaratıcısı olduğu Kur'ân'da açıkça belirlenmiştir. Bundan dolayı,
müfessirler burada daha birçok açıklamalarda bulunmuşlardır. Felsefeciler ve
sofiler de işrakıyye (sûfistâiyye) nazariyesine temas eder gibi gördükleri bu
âyet hakkında uzun bahisler yapmışlar. Hatta Gazalî, bu âyetin tefsiri için
adında bir eser yazmıştır ki, bazı noktalarını özetleyelim; şöyle ki:
Nur ismi, lügatte güneşten, aydan, ateşten şu uzayda yer tutan şu
cisimlerin dış yüzlerine vuran hale konulmuş bir isimdir. Ve bilinmektedir ki,
bu halin şeref ve faziletine özelleştirilmesi, gözle görülen şeylerin bu
sebeple ortaya çıkıp görülmesi itibariyledir. Sonra şu da bilinmektedir ki,
bütün bu görülen şeyleri idrak etmek, onların ışık almalarına bağlı olduğu gibi
görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülen şeyler, ışık
aldıktan sonra dahi körlere gözükmez. O halde gören ruh, ortaya çıkma ve
görünmede vazgeçilmez bir rükün olmakta, görünen ışığa denktir, eşittir. Sonra
şu yönden ona tercih de edilir. Çünkü gören ruh, idrak edici, yani anlayıcıdır;
idrak onunla mümkündür. Dışardaki ışık ise idrak edici değildir. Kendisiyle
idrak olunan yani idrake sebep olan değil, belki idrak anında bulunandır. Ve o
halde gösterme vasfı, görülen nurdan fazla gören nurun hakkıdır.
Bunun için nur ismini, gören göz nuruna, tereddüt etmeden, kullandılar
da "nur-ı aynım" (gözümün nuru), "falanın nûr-ı basarı
zayıflad" (Filan kimsenin görmesi zayıfladı) ve gözleri görmeyen kimse
hakkında "nûr-i basarını kaybetti" (gözünün görme özelliğini
kaybetti) dediler. Bu böyle olunca şunu da söyleyelim ki, insanın bir basarı,
yani gözü; bir de basireti, yani idraki vardır.
Basar, yani göz; ışığı ve renkleri algılayan gözdür. Basiret de idrak ve
akıl kuvvetidir. Bu iki idrakten ikisi de idrak edilenin görülmesini
gerektirir. Bundan dolayı ikisi de nurdur. Fakat göz nurunda bazı kusurlar saymışlardır
ki, bu kusurlar akıl nurunda yoktur. Netice olarak görme duygu ve gücü,
kendisini ve idrakini ve diğer gözle görülen parçalar ile akılla bilinen
parçaları ve her şeyi, geçmişi ve geleceği göremediği halde; akıl duygu ve
gücü, hem kendini, hem idrakini, hem âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve
göz idrak ve duygusundan çok ilerilere ve derinliklere gider.
Bu sebepten, nur isminin gözün algılamasından çok, akıl algılamasına
daha uygun olduğu ortaya çıkar. Bununla beraber aklî nurlar da kusur ve hatadan
tamamen kurtulmuş değildir. Önce hallerin tam olarak bilinmesinde, bulunması
gerekli olan ve yaratılıştan gelen düşünceler, insan cevherinin gereklerinden
değildir, beraber doğmaz; bebek bunları elbette bilemez. "Siz, hiçbir şey
bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı" (Nahl, 16/78) Bu
fıtrî nurlar sonradan ortaya çıkmaktadır. Buna isabette bir sebep gerekir.
Bütün sebepler de netice olarak Allah'a dayanır.
Nazarî düşüncelere gelince, bunda da insanın yaratılışına çoğunlukla hata
isabet ettiği muhakkaktır. Dolayısıyla akıl, bir yol göstericiye, bir mürşide
muhtaçdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmıyla peygamberlerin irşadıdır. Ve
gerçekte akıl ve basiret gözünde Kur'ân âyetleri, madde gözünde güneş ışığı
yerindedir. Güneşin ışığına nur denildiği gibi Kur'ân'a da nur denilmesi daha
önceliklidir. Ve işte bununla "Allah'a Peygamberine ve indirdiğimiz, o
nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8), "Şüphesiz size Rabbinizden
kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 4/174)
âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.
Bu bakımdan, Peygamberin açıklamasının, güneşin ışığından daha kuvvetli
olduğu ortaya çıkınca, onun kutsal nefsinin, nurlulukta güneşten daha yüksek
olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ "Onların içinde bir çerağ (güneş) ve
nurlu bir ay yarattı." (Furkan, 25/61) diye güneşi yalnızca bir çerağ
(kandil) olmakla vasıflandırdığı halde, Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa
(s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil" (Ahzab, 33/46) diye
sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden güneşin diğer bir
cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği, peygamberde daha
kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî şahıslardan istifade etmeksizin
diğerlerine nur verir. Fakat güneşin gökyüzündeki diğer kuvvetlerle alakası yok
olmadığı gibi, şu da aklî ve naklî delillerle bilinmektedir ki, peygamberlerin
ruhlarında meydana gelen nurlar dahi meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar
ile ilgilidir. Nitekim: "Allah melekleri ruh ile, kullarından istediği
kimseye kendinden bir vahiy ile gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu,
Ruhu'l-Emin, senin kalbine indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu
Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin katından hak ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O
vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail
öğretti." (Necm, 52/4-5) buyurulmuştur.
Yani gerçek olarak bilinmektedir ki, gökyüzü cisimleri çeşitli olduğu
gibi semavî ruhlar da çeşitlidir. Bazısı faydalı, bazısı faydalanandır. Nitekim
Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'in vasfında "Kendisine uyulan emin'dir"
(Tekvir, 81/21) buyurmuştur. O meleklerin itaat olunanı, boyun eğileni olunca
şüphe yoktur ki, itaat edip boyun eğenler onun emri altındadır. "Bizden
herbirimiz için belli bir makam vardır" (Sâffât, 37/164) âyetince her
birinin bilinen bir yeri vardır. Şu halde aynı sebeble bunlarda da
faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur" ismine hak kazanmıştır. Ve
bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine, cisimler âleminde de bir
misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya varıp oradan bir evin içine girerek
duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse,
sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa,
bunların en büyüğü kaynak olan güneşteki nur, ikinci olarak aydaki, üçüncü
olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak
sudaki, altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın
olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında da derece
derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden daha
kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük nurda sona erer
ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle ruhların en büyüğü olan ruhtur
ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî
kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı ve
gerek yukardaki güneş ve ay ve yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun, bütün
bu duygularla elde edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki
peygamberler ve velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun
bütün bu aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir.
Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak kazanmış
olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk zulmet ve karanlık,
varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan başka her şey O'ndan sebep
karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur, O'nun
var kılmasıyla vardır. Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin hepsi
de Allah'ın varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları varlık
ile ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme
nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.
Özet olarak, her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması
ve bildirmesiyledir. Nur'un özelliği de ortaya çıkma, parlama ve bulunmadır. O
halde açıkça ortaya çıkar ki, gerçekte mutlak nur, Allah Sübhânehû ve
Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına nur demek mecazdır. Fakat Allah gerçekten nur
ise ispatında delile neden ihtiyaç duyuluyor? Bunun cevabını önce göze ait
görünen nura göre anlamak kolaydır. Bir gündüz ışığında baharın yeşilliğini
gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin ki, sen renkleri görüyorsun ve çok defa
sen renkler ile birlikte başka bir şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin
yanında yeşillikten başka bir şey görmedim dersin, ışığı farketmezsin. Fakat
güneş batarken o rengin üzerine ışığın düştüğü hal ile düşmediği halde mecburen
fark edersin de şüphesiz tanırsın ki nur, renkten başka bir mânâyadır. Renkler
ile beraber algılanır ve idrak olunur. Kuvvetli birleşiminden dolayı
farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı gizli kalır. Açıklık, böyle bazan
gizli kalmaya neden olur.
Bu bilinmiş olunca şimdi şunu da bilmek gerekir ki, her şey, göze açık
ışık ile göründüğü gibi, yine batınî basirete de her şey Allah ile gözükür.
Allah'ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark edilmez. Ancak bunda
diğerinden bir farklılık vardır: Görünen nurun güneşin batması ile kaybolup
gizlendiği düşünülür. Fakat her şeyin kendisi ile ortaya çıktığı ilâhî nurun
batması veya kaybolması düşünülemez ve değişmesi imkansız olduğundan eşya ile
daima beraber kalır. Ayırmakla delil getirmek yolu, kesilmiş olur. Onun
kaybolmasını düşünsen gökler ve yerler yıkılır, kendinden geçersin. O zaman
zarurî ilim meydana gelecek bir fark idrak olunur.
Fakat eşyanın hepsi yaratıcının varlığına şahitlik yapmakta bir ifade
üzere eşit olduklarından ve bazısı değil, her şey, bazı zaman değil, her
vakitte O'na hamd ile tesbih eylediklerinden ayrılık kalkmış, gizli yol
kalmıştır. Zira marifette görünen yol, eşyayı zıddıyla tanımaktır. Bundan
dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin gizli kalması uzak
görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.
"Açıklığının şiddetinden dolayı yaratıklardan gizlenen ve nurunun
parlaması sebebiyle onlara karşı perdelenen Allah'ın şanı ne yücedir!"
Gazâlî'nin bu nurlu sözleri hoştur. Fakat araştırıldığında neticesi şu
oluyor ki: Allah'ın nur olmasının mânâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün
duygularla algılanan nurların ve bilinen kuvvetlerin yaratıcısı ve mücidi, yani
nurun yaratıcısı olması ve bundan dolayı nurdan asıl istenilen, nurlandırma ve
meydana çıkarma, belirme ve açığa çıkma mânâlarının hakikatinin özü nurdan ve
nuru bulandan çok nuru yapana ait olacağından nur isminin Allah'a daha uygun
bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada Gazâlî, izafî karşılığı olan hakikat ile
mecaz karşılığı olan hakikati karıştırmıştır. Şüphe yok ki nuru yapan, nurun
fevkındadır, yani ondan üstündür. Fakat bundan dolayı nuru yaratana nur
denilmesi dilbilgisi yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz olur. Hakikati o
nurun sahibi olmasıdır. Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.
Gerçek budur ki, yanlış bir düşünceye meydan bırakmamak için âyetin
kendisi bunun, bir teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu
açıklamaktadır. Şöyle ki; nurunun misali, burada nurun Allah'a muzâaf kılınması
da gösterir ki, öncekindeki mânâsı zahirine hamledilmediği gibi göklere ve
yeryüzüne izafeti de hakikî sahibine izafet değildir. Yani gökleri ve yeryüzünü
aydınlatan ve gerçek sahibi Allah olan nurun, varlık nurunun, hidayet nurunun,
peygamberlik nurunun, Kur'ân nurunun, iman nurunun hayret verici vasıflarının
temsili, yani benzetmesi şudur:
Sanki bir mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir
pencere. Dikkat edilirse gökyüzünde her cismin vucudu böyle arkası kapalı, önü
özel bir uzaklık içinde açılmış bir pencere, bir hücre halinde yükselir. Ki
içinde bir mısbâh vardır.
MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah
gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc
denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin
normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça,
yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve müşteri
gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız. Öyle berrak, öyle
güzel, öyle hem göklerin, hem yerin güzelliklerini kendinde toplayan bir cam.
Mişkât da o camın içindeki lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden
tutuşturulur ki doğuya da, batıya da nisbet edilemez. Bunda başlıca iki mânâ
vardır:
Birincisi, yalnız öğleden önce güneş gören doğuda değil, yalnız öğleden
sonra güneş gören batı tarafında da değil hem doğuya, hem batıya bakan tepenin
tam ortasında. Çünkü böyle bir yerde bulunan zeytinin yağı son derecede saf ve
güzel olur.
İkincisi, yön şüphelerinden uzak, yani bildiğiniz dünya zeytinlerinden
değil, mekanı olmayan bir zeytin demek olur. Önceki mânâ kendisine benzetilenin
herkesce düşünülebilecek bir özelliği olmasından dolayı temsilde terşih, ikinci
mânâ ise benzetilenin özelliğine işaret etmek yönünden bir tecrid ifade eder.
Terşihin faydası benzetmeyi bir açıklama ile kuvvetlendirmektir. Tecridin
inceliği de benzetilenin belirgin bir yönüne işaretle kendisine benzetilene
üstünlüğünü ve bundan dolayı benzetmenin yanaşamayacağı bir hakikat noktasını
ortaya koymaktır.
Netice olarak öyle bir zeytin ki yağı, neredeyse, kendisine bir ateş
dokunmasa bile ışık verir. Bir elektrik gibi hemen yanmaya hazır; o derece saf
ve parlaktır. Özet olarak Allah nuru, nur üzerine nurdur. Yani temsilden
zannolunacağı gibi sınırlı beş kat değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız
olarak her nurun kat kat üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir
nurdur. O halde onu niye herkes bulamıyor? İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah,
o nuruna veya o nuruyla dilediği kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak
delili göremez, hak âyetlerini bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes
peygamber veya velî veya mümin veya arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için
peygamberlik nurundan, Kur'ân nurundan, iman nurundan, ilim nurundan herkes
faydalanamaz. Ve Allah insanlara (işte böyle) misaller verir. Doğrudan doğruya
anlayıp idrak edemeyecekleri hakikatleri, duygularla algılanabilen misaller ile
tasvir ve temsil ederek anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Nitekim
duygular, hayaller, lisanlar, teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel
oldukları gibi, bu âyetteki temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat
diye bağlanıp kalmamalı, onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.
Ve Allah her şeyi bilir. Aklen olanı da, hissen olanı da bilir; açığı
da, gizliyi de, gerçek olanı da, temsilî olanı da bilir. Dolayısıyla her kesin
duygu ve anlayışını ve faydalanma derecesini ve takip ettiği gaye ve maksadını
ve tekvin ve teşride layık olup olmadığı dine yol göstermeyi ve ona göre
herbirine yapacağı muameleyi de bilir.
Kaynakça :
1 - 24-NUR: KURAN'I KERİM (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR) TEFSİRİ
DERLEME : Yavuz Tellioğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder