7 Temmuz 2018 Cumartesi

ERMİŞLERİN ERMİŞİ: HERMES THOTH





1. YAZI
Metin BOBAROĞLU

İki binli yıllara girdiğimiz söylenen bu günlerde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de heyecanlı kutlamalar yapıldı. Ortak bir kabul ve mutluluğu paylaşmak çok güzel. Dünya insanının bu tür barış ve mutluluk kutlamalarına çok gereksinimi var doğrusu. Ancak başka bir yönüyle bakıldığında insanlık tarihi geçtiğimiz bin yıl içine sıkıştırılmış olmuyor mu?
Bu milenyumlu (bin yıllı) tarihlerin başlangıcı milat (doğum) olarak kabul edilmiştir. Milat yani İsa'nın doğumu, tüm insanlık tarihi için bir dönüm noktası olduğunda, bütün tarihsel olaylar bu referansa göre tanımlanacaktır. İnsanlık tarihinin merkezinde İsa'nın doğumu vardır ve o doğum sıfır noktasıdır. Artık her şey ondan önce ve ondan sonra olarak anlam taşıyacaktır.
Hıristiyan Avrupa merkezli dünya görüşleri için milenyumun taşıdığı anlam, yalnızca bir takvim olayı değildir.
İsa Mesih insanlığı günahtan kurtarmak için Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilmiş ilk günahsız insandır, inancı onu tarihin merkezine oturtuyor. Diğer inanç ve uygarlıklarda başlangıç mitosu ile ilgili tarihe konmuş referanslar farklı olmakla birlikte, egemen Batı Uygarlığının etkisiyle miladi takvim tüm dünyanın ortak referansı haline gelmiştir.
Biz de pergelin sabit ucunu bu noktaya batırarak, diğer serbest ucunu açabildiğimiz ölçüde tarihin derinliklerine seyahat edeceğiz.
Kimi zaman yeryüzünün akarsularında coşacağız, kimi zaman göllerde mola vereceğiz, kimi zaman da okyanusların enginliğinde dinleneceğiz. Zaman zaman kaynaklardan su içeceğiz, zaman zaman yeraltı sularının gizeminde dolaşacağız.
Kültür, en geniş tanımıyla yaşam biçimini gösterir. Kültür, insan-doğa ve insan-insanilişkilerinin toplamıdır. Kültürü belirleyen üretim-tüketim-paylaşım ilişkileridir.
Kültür insan tarafından üretilmiş, nesilden nesile aktarılmış bir "ikinci doğa" niteliğindedir. Öyle ki, insan nasıl doğal çevreyle kuşatılmışsa o denli de kültür çevresiyle kuşatılmıştır. Kültürler bilim, sanat ve felsefeyle inceden inceye işlenerek rafine edilirler ve ortaya yüksek yaşam biçimleri olan uygarlıklar çıkar.
Kültür daha çok gelenek, görenek, töre ve alışkanlıklara sinmiştir. İnsana bilinç dışı bir veri olarak etki eder.
Uygarlık ise bilinçli bir üretim olarak kültürün içinden doğar ve döner kültüre katılır. Bu nedenle kültürler karşılaştıklarında içlerine kapanmasına karşın, uygarlık doğduğu kültürden diğerlerine geçerek yayılır ve evrenselleşir .
Her kültür içindeki birey, uygarlıkla tanıştıkça diğer kültürlere açılır ve insanlığın ortak uygarlığına katıldıkça da ondan pay alır. Böylece yerel sınırlarını aşarak kendini dünya insanı olarak algılamaya başlar.
Bir başka deyişle uygar insan, dünyanın neresinde ve hangi kültürde üretilirse üretilsin, insanlık değerlerine sahip çıkan, onu benimseyen ve yaşamına katan insandır.
Biz, kırka yakın farklı kültürü bünyesinde barındıran Anadolu insanıyız. Anadolu Doğu ve Batı kültürlerinin ve uygarlıklarının bir araya geldiği ve etkileştiği çok yoğun bir ortam ve kavşaktır. Bu nedenle dünya uygarlıklarını algılamak ve yorumlamakta Anadolu İnsanı rakipsiz yetenektedir kanısındayım.
Dünya kültür ve uygarlıklarını, özellikle bizim de bir yönüyle içinde bulunduğumuz Batı Uygarlığını derinden etkileyen bir öğretiyi ve bir kişiyi tanıtmakla işe başlayacağım. Bu öğreti Hermetizm ve bu kişi de Hermes Thot'tur.
Hermes Thot, kendinden sonra gelen dinleri, mistik akımları etkilediği kadar sanat, bilim ve felsefeyi de derinden etkilemiştir. Kimdir bu Hermes?
Hermes eski Mısır'ın büyük ermiş-filozofu bir kişidir ve Antik Mısır Uygarlığına damgasını vurmuş bir mürşit (inisiyatör) olarak bilinir. Mısır'da bulunan milattan önce üç bin yıllarına ait yazmalarda Hermes'in "Tanrılar Dönemi" denilen bir dönemde yaşadığı söylenmektedir. Bu da onun en eski öğreticilerden olduğunu göstermektedir. Ona Hermes adını Yunanlı yazarlar vermiştir. İskenderiyeli Clément ve Asklepios'un eserlerinde ondan Hermes Trimegistesdiye söz edilir. Trimegistes, Üç kez bilge demektir.
Hermes Eski Yunanda tanrılaştırılmıştır. Latinler de ondan Merkür Trimegistes olarak söz etmişlerdir. Araplar, Herms-i Heramise diye ondan alıntılar yapmışlardır.
İslam dünyasında ise İdris diye bilinmektedir. Terzi mesleğinin kurucusu da sayılan bu bilge kişi Terzi Hermes diye de ün salmıştır. Zaten İdris sözcüğünün anlamı da terzi demektir. Yunus Emre bir şiirinde ondan "İdris nebi hülle biçer, gezer Allah deyu deyu" diye söz etmiştir.
Hermes'in Mısır dilindeki adı ise Thot 'tur. Thot'un terziliği, tasavvuf ve gnostik öğretilerde dış anlamıyla değil, daha çok iç anlamıyla benimsenmiştir; yani o insanlara "initiation" yoluyla hal elbisesi giydirmektedir.
Hermes sözcüğü Ermes, Hermis ve Heramis biçimlerinde de söylendiği gibi Anadolu Türkçesine de Ermiş olarak girmiş ve Tanrıya kavuşma halinin bir adı olarak benimsenmiştir. Böylece tasavvufun en temel kavramı ve amacı "ermiş" olmuştur.
Hermes'in öğretisi Antik Mısır'da Theb ve Menphis tapınaklarında halka kapalı ve yalnızca inisiye olmuş kendi üyelerine derece derece sunulmaktaydı.
Bu öğreti üç temel üzerine inşa edilmekteydi.
Birincisi kavramsal olup akla hitap etmekteydi, ikincisi simgesel olup sezgiye, üçüncüsü mistik olup iç görüye ve iç deneyime hitap etmekteydi.
Kavram, sezgi ve iç deneyim yoluyla kişi değiştirilip, yeniden doğuma ve yeniden yapılanmaya dönüştürülüyordu. Böylece herkesin bilmediği sırlara vakıf bir ermişler topluluğu oluşturulmuştu.
Bu ermişler topluluğu İskenderiyeli Clément'in bildirdiğine göre, Hermes'e ait kırk iki kitaptaki bilgilerle donatılıyordu. Bu kitaplardan bir kısmı dinsel metinler, bir kısmı yönetimle ilgili bilgiler, bir diğer kısmı Astronomi, Astroloji, Kozmoğrafya, Coğrafya, Geometri ve Matematiğe ait bilgileri içeriyordu. Bu kırk iki eser bir bakıma ilk ansiklopedi niteliğindedir.
Antik Mısır dili, İbrani ve Arabi diller gibi niyet (intentional) dilleridir. Yazılırken sessiz harflerle yazılır, okunurken ise seslendirilir. Grek ve Latin dilleri ise ünlü ve ünsüz harflerle birlikte yazıya geçirilirler.
Bu dil özelliğine bağlı olarak Yunanca'da Hermes diye yazılan, Mısır dilinde HRM diye yazılmaktadır ve Hiram diye ünlendirildiğinde Nûrlanmış anlamına gelmektedir. Ra: Güneş, Işık, Nûr anlamına geldiği için Hiram; Ra'ya ermiş, Nûr'a kavuşmuş demektir.
Hermetik öğretinin simgesel yöntemi dil ile bütünleştirilmiştir. Yirmi iki harften oluşan Mısır alfabesinin her harfi, bir sırrın simgesi olarak kodlanmıştı. Ayrıca her harf bir sayıya karşılık geliyordu. Her harf ve sayı da üçgenlerle gösterilen üçlü bir yasaya bağlıydı ki her birinin Lahut aleminde, Akıl aleminde ve Madde aleminde birer yansıması bulunduğu gösterilmiş oluyordu.
Bu yöntem daha sonra İbrani mistisizminde Kabala ve Zohar'da ve İslam tasavvufunda Ebced ve Hurufilik'te kullanılmıştır.
Örneğin, bir sayısına karşılık alfabenin ilk harfi (Alfa, Alef, Elif vb.)
Lahut aleminde: Kendisinden bütün eşyanın çıktığı "saltık varlık"a;
Akıl aleminde: Sayıların kendinden çıktığı ve birleştiği "bir" sayısına;
Maddi ve Doğal alemde: Göreli varlıkların baştacı olan "insan"a karşılıktır.
Bu ilk harfin sırrı elinde asa, başında altın taç, sırtında beyaz bir giysi bulunan bir bilge biçiminde betimlenmekte idi. Asa amirliğe; Altın Taç evren nûruna; Beyaz Giysi de saflığa ve temizliğe işaret ediyordu.
Daha önce belirttiğimiz gibi Hermesçilikte üçgen özel bir simge olarak kullanılmaktaydı.
Bunun nedeni anlayış (irfan) gözünün açılması için birbirini bütünleyen kavramların üçlü bir dizge olarak kullanılıyor olmasıydı. 

Örneğin;





 


 

Hermes'e göre mistik deneyimlerin amacı insanın özgürlüğüdür. Bu özgürlük, insanın nefsi arzulardan arınarak asıl kaynağa ilahi nûra kavuşarak şuurlanmasıdır.
Şimdi de Hermes'in öğretisiyle ilgili kendi sözlerine bir bakalım:
"Asıl insan Nûr'dur. İnsanlar bu nûru tanımazlar ve onu fark edemezler; ancak hakikat budur. Nûr her yerde, her kayada ve her taşta vardır. Bir insan nûr olan Osiris ile birleştiğinde, tikel tümelle birleşmiş olur ve o zaman nûru, o perdeler arkasında gizlense de yine her şeyi görür.
Başka her şey geçicidir, ancak nûr süreklidir. Nûr insanın hayatıdır. Her insan için bu nûr kendisine her şeyden daha yakındır.
Bir insan bilgi ile törenlerin ve ayinlerin (ritüel) üstüne yükselir ve Osiris'e ererse, Nûr'a, o her şeyin başlangıcı ve sonu olan ve baştan başa nûr ile çağlayan Amon-Ra'ya varır."
Ra: Nûr, Güneş, Işık
Osiris: Tümel Zekâ
Am-On-Ra: Kozmik Sevgi Güneşi
Hermesçi mistikler, kendilerini bütün varlıklarla birlik halinde görürler. Onların elde ettikleri ruhsal arınma ve aydınlanma, onlara evren ile ortaklık şuurunu getirir. Bu tür ermişlerin biricik görevi de ayırmaksızın herkese ve her şeye iyilikte bulunmaktır.
Hermes diyor ki: "Osiris semadadır, fakat Osiris aynı zamanda her insanın kalbindedir. Kâlpteki Osiris, semadaki Osirisi tanırsa o zaman insan tanrısal bir ermiş olur ve parçalanan Osiris tekrar toplanır."
Hermes, onu izleyenlere yaptığı her konuşmanın sonunda şöyle demekteydi:
"İnsanlar ölümlü tanrılar, tanrılarsa ölümsüz insanlardır. Nûr sizsiniz ve bu nûr daima parlasın." Hermes'in bu sözleri tapınakların kapılarına işlenmişti.
Hermes öğretisinde insan yedi mertebeden oluşmuş bir varlıktır.
1. Shat : Maddi beden
2. Ank : Hayat kuvveti
3. Ka : Astral nûr, Kâlp
4. Hati : Hayvansal ruh
5. Sheybi : Kutsal ruh
6. Bai : Akli ruh
7. Kon : İlahi ruh
Hermetik yolcu için en son gaye nûra kavuşmaktır. Bunun için üç aşamalı bir eğitim uygulanırdı.
1. Beden eğitimi
2. Hayvansal ruh eğitimi
3. İnsani ruh eğitimi
İnsan ancak insani ruh eğitiminden sonradır ki evrenin görünmez kuvvetleriyle ilişkiye geçebilir ve gayb aleminden feyz alabilir. Bu yolla nefsine egemen olur ve ilahi özgürlüğe kavuşabilir ve ancak böyle bir kimsedir ki diğer insanları irşat edebilir.
Hermes'in öğrencilerine öğüdü şuydu:
"İlim kuvvetin, iman kılıcın, sukut da delinmez zırhın olsun. Hakikati herkesin anlayış derecesine göre açıkla. Ruh üstü örtülü bir nûrdur ki ancak Aşk ile ebedi olarak parlar; aşksız ise sönüp gider." İşte ermişlerin ermişi Hermes böylece öğretisini Aşk ile noktalamıştı.
KAYNAKÇA
Felsefe Ansiklopedisi, Cemil Sena Ongun
Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu
Tasavvuf Tarihi, Cavit Sunar
Tasavvuf Felsefesi, Cavit Sunar
Tasavvuf Tarihi, M. Ali Ayni

2. YAZI

Hermes-Thot

Batı Uygarlığını derinden etkileyen en önemli öğretilerden biri Hermetizm’dir. Bu ezoterik felsefenin simgesi de Hermes veya Thoth’dur.

O, “Ermişlerin Ermişidir”. Hermes, kendinden sonra gelen dinleri, akımları, sanatı, bilimi ve felsefeyi etkilemiştir.

Rönesans dönemine ait ve içine Astroloji’yi de alan konulardan birisi de Hermetizm’dir. Bu sözcük Hıristiyanlık öncesi dönemde yer alan inançları içine almaktadır.

Astroloji’de sık sık geçen “yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır”ilkesi yine Hermetizm’den gelmektedir.

Çok özet bir anlatımla, Hermetizm insanoğlunun evrenle olan birliğini, onun bir parçası olduğu düşüncesine dayanmaktadır.

Yunanlılar, “Hermes” için hem kral, hem büyük rahip, hem de din kurucu olması nedeniyle, üç kere büyük ya da üç kere bilge anlamına gelen "Trismegistus" sıfatını kullanmışlardır. Sais'de bir tapınak inşa eden Hermes için, Mısır'ın "Ölüler Kitabı"nda, "ilahi kelamın efendisi ve ilahi sırların sahibi" denilmektedir.

İslam’da Hermes Trimegistos, İdris Peygamber olarak geçer. İslam’da da Hermes bir kültür kahramanı olarak ele alınmış ve tüm sanat ve bilimleri icat ettiğine inanılmıştır.


Osiris’ in müridlerinden olan ve ondan altı bin yıl sonra yaşayan Hermes, günümüzden onaltı bin yıl önce günümüz bilim dünyasının, nasıl olup da ortaya çıktığını açıklayamadığı ileri Mısır uygarlığının oluşumuna öncülük etmiştir.

James Churchward’a göre, o, Mu ve Atlantis dönemindeki tek tanrılı dini İ.Ö.16.000 yıllarında Mısır’a getirmiş Atlantisli bir bilgedir.



Aslında daha önce düşünülecek ne varsa zaten düşünülmüş. Güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur, sözünü hatırlayalım. Ne 3 dinin kitapları otantiktir, ne de felsefe sistemleri, biraz araştırma yapan birisi bunların Kadim Bilgeliğe dair şeyler olduğunu görür. Yeni olan sadece dilegetiriş biçimidir. Evet özgün olan dilegetiriş biçimidir. Ancak, yoksa ne Platon'un idealar kuramı, ne Pytagoras teorimi ne Thales'in suyu, ne de İsa'nın öğretileri kendi buluşları. Dikkat ederseniz tüm bu saydığım şahsiyetler Mısır'da (Bazıları Mısır'a ilaveten Hindistan ve Tibet'te) uzun yıllar inisiyatik eğitim almış kadim bilgelikler konusunda uzmanlaşmış kimseler. Yani ana fikir eski fakat sunum biçimi yeni diyebiliriz. Tabii gene de bunun böyle olması bu kişilerin biçim verdiği sistemleri önemsiz kılmaz. Çünkü eski fikirleri yeniden sistematize edip çığırlar açmışlardır; üslupları kendilerine hastır.


Her şeyi gören zihin vasıtasıyla, 
Şahitlik ettim bizzat Göklerin görünmez yüzüne, 
Ve tefekkür yoluyla eriştim Hakikat bilgisine, 
İşte bu bilişle yazıyorum bu mısraları... 


Hermes Trismegistus

“Şimdi sen bu sırları öğrenmiş olduğuna göre, Söz vermelisin sessiz kalacağına Ve asla açıklamamaya Tekrar doğuşun nasıl aktarıldığını. Bu öğretiler, özel olarak kaydedilmiştir Yalnızca Atum’un bilmelerini istediği Kişiler tarafından okunsun diye. Bulunmaz hiçbir ahenksizlik Mekânı gökyüzünde olanlar arasında.Tek amacı vardır hepsinin, tek zihin, tek his; Çünkü bağlanmıştır sevgi büyüsüyle onlar Tek ahenkli bütüne.” (Hermetika)

 3. YAZI
Hermesçilik ve Kökeni
Bu değerli yazı Thamos'un bir süre önce kapanan son derece bilgilendirici sitesi Ezoterika'da bulunmaktaydı. Onu arşivleyen bir okurumuz tarafından sitemize gönderilmiştir, resimleri hermetics.org'un katkısıdır.     

Mısır Dini, Hermes-Thot Kültü, Neo-Platonculuk ve Gnostisizm............ Hazırlayan: Thamos

Kaynak: http://www.hermetics.org/Hermes1.html 

Sfenks'i Dinlemek - Vedder
İ.S. 390 yılında İskenderiye'deki Serapis Tapınağı ve hemen yanıbaşındaki Büyük İskenderiye Kitaplığı Hıristiyanlar tarafından yıkıldı. İ.S. 415 yılında ise ünlü filozof ve matematikçi Hypatia, bir Hıristiyan keşişler grubu tarafından öldürüldü. Bu iki ayrı olay, yüz yıllar süren Mısır inançlarının sona erdiğini ve "Karanlık Çağlar"ın başladığını gösteriyordu.
Ne yazık ki kimi tarihçiler bu olayları, içerdikleri Hıristiyan etkisini görmezden gelerek, Helen akılcılığına karşı Doğu fanatizminin birer baş kaldırışı olarak yorumladılar. Oysa olayları çıkaranlar, Mısırlı Hıristiyanlardı ve Mısır o günlerde Roma İmparatorluğunun uzun zamandan beri Hıristiyanlaşmış bir eyaletiydi.
Mısır dini, İ.S. II. ve III. yüz yıllarda olağanüstü bir hızla yok olmuş; Mısır, diğer Roma eyaletlerinden önce Hıristiyanlığı ateşli bir biçimde kabullenmişti. Aslında Mısır dininin hızlı çöküşünün, firavunlar devletinin ve Mısır ulusunun erimesi ile oluştuğunu saptamak olanaklıdır. Mısır, İ.Ö. 700'den beri çoğunlukla yabancı uluslar tarafından yönetilmişti. Etiyopyalılar, Persler, Yunanlılar ve Roma İmparatorluğu Mısır topraklarını her zaman özel bir eyalet olarak görmüşlerdi. Bu yabancı yöneticiler, Mısır dini ile iyi ilişkiler içinde olmayı ülkenin denetimi için bir önkoşul olarak saymışlardı. Mısır inançları tüm bu dönemler boyunca da gelişip yayılmasını sürdürmüştü. Ancak, bu olumlu dönem Mısır dininin sonraki yıllarda ortaya çıkan hızlı çöküşünü daha ilginç biçime getirmektedir. Zira Mısır dininin çöküşü, yabancıların baskıcı yönetimine bağlanabilseydi, çöküşün çok daha önceleri, örneğin Pers yönetimi altındaki İ.S. VI. ve IV. yüz yıllar arasında gerçekleşmesi gerekirdi.


Mısır'ı yöneten Makedonya kökenliPtolemiler, bir taraftan kendilerini Mısır uygarlığını koruyucusu gibi gösterirken, diğer taraftan Mısır uygarlığı tarafından özümsenme tehlikesinin bilincindeydiler. Bu bakımdan Ptolemiler, kendi kültürlerini korumaya ve Mısır'ı Yunanlılar eliyle yönetmeye kararlıydılar. Mısırlı rahipler ise, her ne kadar yabancı yöneticiler ile iyi geçinmeye çabalasalar da, kişisel düzeyde yönetimden uzak kalmaya ve bir ölçüde Mısır ulusçuluğunu korumaya gayret etmişlerdi. Ancak, İ.S. II. yüz yıla gelindiği zaman, dört yüz yıl süren Yunan yönetiminden sonra, Mısırlı ve Makedonyalı üst sınıflar ortak bir Helen uygarlığı içinde Mısır dini ile kaynaşmışlardı. Roma yönetimi ise, Mısır dinini coşku ile "uluslararası" niteliğe kavuşturmaya çabalamış, oysa bu yaklaşım Mısır ulusçuluğunu savunan rahiplerin konumunu zayıflatmıştı.




İ.S. III. ve IV. yüz yıllarda Mısır dinine karşı oluşan düşmanca duyguların belirli bir sınıfsal temeli vardı. Hıristiyanlık, başlangıçta zenginlere karşı yoksul ve orta sınıfları temsil ediyordu. Bu nedenle Mısır tapınaklarının inanılmaz zenginliklere sahip olması ve rahiplerin yoksulları sömürmesi tepkilere yol açmıştı. Helenleşmiş kozmopolit üst sınıfların sürdürdüğü Mısır dinine karşı, Filistin'den gelmiş olmasına karşın uluslararası bir nitelik taşıyan Hıristiyanlık yoksulları yanına çekmeyi başarmıştı.
Bu toplumsal ve siyasal etkenlerin Mısır dininin yıkılmasında önemli bir pay sahibi oldukları konusunda kuşkuya yer yoktur. Ancak, bu etkenler hızla gelişen acil sorunlar olmaktansa, yavaş yavaş büyüyen, uzun vadeli gerilimlerdi. Yine de Mısır dininin çöküşünde baş rolü oynayan, şaşırtıcı bir örgütlenme yeteneğine ve coşkusuna sahip olan, tektanrıcı ve evrensel Hıristiyan inancının herkese kolaylıkla ulaşabilmesiydi.
Hıristiyanlığın giderek daha güçlü bir biçimde yerleştiği İ.S. 150 ile 450 yılları arasında Mısır büyük bir siyasal ve dinsel belirsizlikler ve çeşitlilikler döneminden geçmekteydi. Antik Mısır inançlarının bir ölçüde mirasçısı konumunda bulunan HermesçilerNeo-Platoncular ve Gnostikler, Tanrı'ya bireysel olarak ya da ezoterik örgütlenmeler sayesinde ulaşılabileceği inancına eğilim göstermekteydiler. Bu yollara girebilmek içinse, gizemli ve çetin bir inisiyasyon sürecinden geçmek zorunluydu. Bu yöntemin kilit unsurlarından biri, her adayın içmek zorunda olduğu gizlilik andıydı. Söz konusu gruplar her türlü açıklığa düşmandılar; zira gerçek bilgelik ancak ezoterik bir dizge içinde ve uzun bir süreç sonunda elde edilebileceğine inanıyorlardı. Bu örgütler için en önemli unsur inançlarının içerdiği gizemlerdi. Bu gizemleri, başkalarına açıklamak inançlara kökten ihanet etmek anlamını taşırdı. Tüm bu gizlilik örtüsüne rağmen, kimi inanç modellerinin ana çizgilerini belirlemek olanaklıdır.
Thoth
Antik çağın sonlarında bir "üçleme" saplantısı vardı. Hıristiyanlığın "üçlübirlik" (teslis) inancında ve Hermes Trimegistos (Üç Kez Güçlü Hermes) geleneğinde bu olgu kolaylıkla görülebilir. Hermesçiler, Neo-Platoncular ve Gnostikler arasında iki temel türden üçlübirlik uygulaması vardı. Bunların ilkinde, tıpkı Hristiyanlıkta olduğu gibi, bir baba Tanrı, babanın gücünü harekete geçiren bir oğul ve baba ile oğul arasında bir tür köprü işlevini gören üçüncü bir güç vardı.
Daha yaygın olan ikinci üçlübirlik ise, yaratıcı gücün yani "Demiurgos"un ardında bir "GizliTanrı" olduğu inancına dayanıyor; bu iki Tanrı ya birbirinde tümüyle ayrı ya da gizemli bir biçimde birleşmiş olarak görülüyordu. "Gizli Tanrı" yani Platoncu düşüncedeki "İyilikilkesi ya da "İlk İlke" yaratma eyleminin karşısındaki saf düşünce idi. Üçlübirliğin üçüncü üyesi büyük bir çeşitlilik gösteriyor, "Dünyanın Ruhu""Tanrısal Akıl"olarak adlandırılıyordu. Ancak temel işlevi, bir yandan üçlübirliğin diğer iki unsuru arasında köprü görevi görmek, diğer yandan da onları birbirinden ayırmak gibi diyalektik bir işlev idi.
Aslında Hermesçilik, Neo-Platonculuk ve Gnostisizm "iki katlı" felsefeler idi. Bir katında kitleler için inançlar, öteki katında seçilmişler için bilgi yani "Gnosisvardı. Ne var ki, Gnosis akılsal bir bilgi olmayıp, insanın kendini bilmesi gibi sezgisel ve bilinçsel bir süreci kapsamaktaydı.
Aydınlanmış azınlık olarak seçkinler eğitim ile, etik ve dinsel uygulamalar sayesinde Tanrı'ya, kitleler için gizli olan İlk Neden'e yaklaşabilirlerdi. Kitleler ise Demiurgos'un ötesinde hiç bir şeyi göremezdi. İnsanın kendi içine dönüşü, ezoterizm ve seçkincilik, insanın fiilen ya da potansiyel olarak Tanrısal olduğu inancını da birlikte getiriyordu. Bunun kaynağı, ölen firavunun Osiris'e dönüştüğü biçimindeki Mısır inancı olabilir. Mısır dininin geç dönemlerinde bu inanç bir biçimde demokratikleşmiş ve halka açılmıştı. Her insan, kendini adama, iyi bir eğitim ve doğru bilgi sahibi olmakla, Osiris'e dönüşme ve böylece ölümsüzlüğü elde etme şansına kavuşmuştu. Mısır inancında Tanrı, insan da dahil olmak üzere, herşeyde var olabilirdi.
Hermesçi, Neo-Platoncu ve Gnostik akımların formel bir örgütlenmeden yoksun olmaları ve insanın iç dünyasına yönelik böyle yöntemlerin bireyselliği zorunlu kılması, kurumsallaşmış Mısır dininin çöküşünden sonra ortaya çıkan kaotik duruma pek uygun düşüyordu. Mısır dininin kalıntılarından doğan üç inanç akımı Hermesçilik, Neo-Platonculuk ve Gnostisizm idi. Hermesçiler, herşeye kafa tutarak, Mısırlı kaldılar. Neo-Platoncular Helenleşerek bağlılıklarını Platon düşüncesi üzerinde yoğunlaştırdılar. Gnostikler ise kendilerini Hıristiyan olarak gördüler. Kuşkusuz bu üç akım arasında ayrılıklar ve rekabetler oluyordu. Yine de bu üç akım birbirlerine yalnızca biçimsel olarak benzemekle kalmıyorlardı; aralarında ilişkiler kuruyor ve birbirlerinin yapıtlarından etkileniyorlardı.
Hermes Mercurius Trismegistus (Sienna Cathedral)

Sözünü ettiğimiz üç akım arasında en eskisinin Hermesçilik olduğuna ve diğer iki akımın oluşması üzerinde doğrudan etkisi bulunduğuna kuşku yoktur. Öte yandan, Hermesçilik de Helen, Yahudi, Pers, Mezopotamya ve Mısır dinlerinden etkilenmiştir. Ancak din tarihçileri arasında bu etkilerden hangisinin en büyük ağırlığa sahip olduğu konusunda pek ateşli tartışmalar sürmektedir. Elbette bu tartışmalar Hermesçiliğin yaşı sorununu da gündeme getirmektedir. Hermesçiliğin ve Hermesçi literatürün (Corpus Hermetica) Mısır kökenli olduğunu savunanlar akımın tarihini de geriye doğru götürme eğilimini taşımaktadırlar.
Aslına bakılırsa, Mısırlılarca Demotik yazıyla ve Kıpti dilinde yazılmış olan Hermetica'nın üzerinde önemli ölçüde eski Mısır inanç ve uygulamalarının etkisi olduğunu kabul etmek mantıklıdır. Üstelik Roma döneminde hiç kimse Hermesçiliğin Mısırlı olduğu düşüncesine karşı çıkmamıştır.
Ancak, Hermesçiliğin kökeni sorunu göründüğünden daha büyük öneme sahiptir. Sorun, Hermesçiliğin yalnızca Gnostisizm ve Neo-Platonculukla bütünsel bağlantısında değil, aynı zamanda bir bütün olarak Platonculukla yani doğrudan Helen felsefesi ile ilişki içinde olup olmamasındadır. Zira, Hermesçilik ile "Yuhanna İncili" ve "Aziz Pavlus'un Mektupları" arasında yakın bir benzerlik bulunmakta, Hermesçiliğin Hıristiyan teolojisini doğrudan etkilemiş olduğu belirlenmektedir. Eğer Hermetik metinler (Hermetica) Hıristiyanlık öncesine ait ve Mısır kökenli ise, o zaman Hıristiyan teolojisinde, bugüne kadar ileri sürülen Helen ve Platon etkisinin dışında, Mısır etkisinin olduğunu kabul etmek gerekecektir. Üstelik, Platon ile Pythagoras'ın fikirlerini Mısır'dan aldığı yolundaki görüşü reddetmek iyice güç olacaktır.
Hıristiyanlığın düşünsel temelinde Ari ırk dışında bir kökenin bulunmasına şiddetle karşı çıkanlar, Hermetica'nın tarihlendirmesini İ.S. I.-III. yüz yıllar arasına oturtmaktan çekinmemişlerdir. Oysa, Hermetik metinlerin daha eski dönemlere tarihlendirilmesi gerektiğini işaret eden en önemli nokta, Hermes'in Mısır Bilgelik tanrısı Thot ile özdeş olmasıdır. Bu özdeşlik konusunda tüm bilim adamları fikir birliği içindedir. Ayrıca "Thot'un Yazıları" düşüncesinin çok eski olduğu açıktır. 18. Sülale zamanında revaçta olan "Ölüler Kitabı" içinde "Thot'un Yazıları" sık sık anılmaktadır. Plutharkos da "Hermes'in Yazıları"ndan söz etmektedir. Tüm bunlara ek olarak, DHWTY (Üç Kez En Büyük Thot) sözcüğü Yukarı Mısır'daki Esna'da bulunmuş ve İ.Ö. III. yüz yıldan kaldığı belirlenmiştir. Ayrıca, DHWTY sözcüğü Sakkara'da bulunan İ.Ö. III. yüz yıllara ait Demotik metinlerde de okunmuştur. Bu yeni bulgular Hermes Trimegistos'u ve Hermetik metinleri Hıristiyanlık öncesine tarihlendirmektedirler.
Hermes Trismegistus - Johann Theodor de Bry 

Genellikle Thot kültünün en çok Ptolemiler döneminde yayıldığına inanılmaktadır. Oysa, bin yıl önceki döneme ait "Ölüler Kitabı"nda Thot son derece önemli bir konuma sahip olan ve en çok dua edilen tanrıydı. Fakat, eski Thot kültü ile Hermesçilik arasında kesin bir ayrım çizgisi çekilmesinin nedeni, Hermesçiliğin soyut Platoncu felsefesidir. Önceki dönemlerde Mısırlıların soyut din kavramları oluşturabilmesi olanaklı görülmemiştir. Oysa bu kanı da yanlıştır. İ.Ö. II. Bin yıla tarihlendirilen "Memfis Teolojisi" adlı metinler bu kanının yanlışlığına kanıttır. Bu metinlerde, tanrı Ptah evreni önce kalbinde yaratmakta, sonra konuşma eylemiyle gerçeğe dönüştürmektedir. Bu anlayış, Platoncu ve Hıristiyan "Logos" (Kelam) anlayışına dikkat çekecek ölçüde benzemektedir. Mısır dininde Thot yazının mucidi, matematiğin başlatıcısı, tılsımlı sözlerin ustası, Tanrısal konuşma eyleminin ve hatta evrenin yaratıcısı olarak görülüyordu. Bu son iki özelliğiyle Thot, "Memfis Teolojisi" metinlerindeki Ptah ile özdeşleşiyor ve sonradan gelişen Platon felsefesi ve Hıristiyan teolojisindeki "Logos" kavramına da uygun düşüyor.
Thot ya da Hermes Trimegistos, tüm farklı yönleriyle, "iki katlı" felsefelerdeki bütün önemli rolleri üstlenebilir. Tanrıların babası ve yüce akıl olarak "Gizli Tanrı" olabilir. Harekete geçiren güç ve "Logos" olarak "Demiurgos" rolünü alabilir ve nihayet Tanrı'nın iki unsurunu birleştiren ve ayıran "Kutsal Ruh" olabilir. Ancak, sonraları baskın duruma çıkan gelenek Hermes'i bir filozof ya da ahlak eğitmeni olarak yorumlamaktaydı.








































Bu durumda, Hermes'in tanrılıktan bilgeliğe dönüştürülmesi ile karşılaşıyoruz. İ.Ö. III. yüz yılda Platon yazının, sayıların, astronominin kurucusu olarak Thot'tan söz etmiş, Thot'u hem bir tanrı, hem de bir bilge olarak görmüştür. Abdera'lı Hekaistos ise, Hermes-Thot'u büyük bir bilge olarak tanımlamıştır. Tanrıların zaman içinde ölümlü bilgeler durumuna dönüştürülmesi tüm dünya inanç sistemlerinde görülen bir olgudur. En önemli tanrıları, Mısır'ın ilk firavunları olarak gören gelenek İ.Ö. XIII. yüz yıla kadar geri gitmektedir. Ancak çoğunlukla bu gelenek, tektanrıcılığın ya da tektapımcılığın (Monolatria) ortaya çıkmasıyla ilişkilendirilmektedir. Bunun nedeni, tekel savına dayanan inançların, diğer tanrılara hoşgörü ile bakamamasıdır.
Özetlemek gerekirse; Neo-Platonculuk ve Gnostisizm öncelikle Mısır'da, büyük ölçüde Helenleşmiş Mısırlılar arasında, kurumsallaşmış Mısır dininin yıkılmasından sonra yayılmışlardır. Bu akımların ve müritlerinin oluşmasında Hermesçi düşünceler önemli bir rol oynamış ve merkezi bir yer tutmaya devam etmiştir. Thot-Hermes kültü Mısır dininde her zaman önemli olmuştur; fakat özellikle İ.Ö. II. bin yılın ikinci yarısında gittikçe daha önemli duruma yükselmiştir. Hermetik yazılar yani "Thot'un Yazıları" kavramı oldukça eskidir. Ne var ki, günümüze kalmış haliyle bu metinler, bunalım içindeki Mısır dinini temsil etmekte ve Mısır dışından aktarılmış düşünceleri de içermektedir. Büyük olasılıkla Hermetica'nın kapsamında İ.Ö. VI. yüz yıldan İ.S. II. yüz yıla kadar uzanan bir süre boyunca yazılmış yazılar mevcuttur. Yine de, göreceli olarak geç bir dönemde yazılmış olmasına karşın Hermetik metinler, çok daha eski dönemlere ait birçok dinsel ve felsefi düşünceler içermektedir ve esas olarak Mısır kökenlidir. Son dönemde kaleme alınmış yazılarda Helen etkisinin olduğu kuşkusuzdur. Ancak, Hermetizmin kökeninin Yunan'da aranması anlamsızdır. Zira Pythagorasçı ve Platoncu Helen felsefesi Mısır dinine ve düşüncesine çok fazla bağımlıdır. Bu da, Hıristiyan teolojisinin kökenini, Ari ırktan Helen düşüncesine değil, Mısır'a bağlamaktadır.


.

6 Temmuz 2018 Cuma

“Tü tü tü maşallah” " Opiorfin "











Romalı yazar Pliny şöyle diyor:
“Bebeğe bakan bir bakıcı, bebeği bilhassa uyurken bir yabancının nazarından korumak için bebeğin yüzüne üç kez tükürmek gerek.”
“Tü tü tü maşallah” Aslında bir bakıma kodlanmış bir maddeyi ( DNA tükürük) kişinin enerji alanına gönderiyorlar.


Yapılan araştırmada, insan ve fare tükürüğünde doğal olarak bulunan, morfin kadar etkili ağrı kesici özelliğe sahip " Opiorfin " adlı molekülün depresyona karşı da etkili olabileceği ortaya kondu. Tükürükteki Opiorfin maddesi ki bu dogal morfindir. Tü tü tü maşallah” bence şeytandan sığınma sözü .. Çünkü kötü rüya kabus görürseniz sol omuzunuza 3 defa Tü tü tü tükürür gibi yaparsanız ruhunuza etkisi azalır gider .

Fareler üzerinde yapılan deneyde, 1 miligram opiorfinin uyuşturucu etkisinin, kilogram başına 3 ila 6 milligramlık morfine eşit olduğu belirlenmişti.

Tükürükte morfinden yaklaşık 6 kat daha güçlü bir maddenin varlığını ortaya koymuş bulunuyor. Farelerin ön ayaklarına ağrı verici bir kimyasalın enjekte edildiği çalışmada, opiorfin adı verilen bu maddenin 1 gramının, 3 gram morfine eşdeğer etki yaptığı görülmüştür.

Hızlarını alamayan araştırmacıların, fareleri bu sefer de iğneyle kaplı bir yüzey üzerinde durmaya zorladığı ikinci aşamadaysa, farelerin ağrıya dayanabilmek için almaları gereken opiorfin düzeyinin morfinden 6 kat fazla olduğu ortaya çıkmıştır.

Veriler, bilinen güçlü ağrıkesicilerin yan etkilerini taşımayacak yeni bir ilacın ortaya çıkışı konusunda güçlü bir umut ışığı yakmaktadır. Ancak araştırmacılar, opiorfinin, ağrıyı dindirici etkisinin doğrudan olmadığını da vurguluyorlar.Opiorfin, bir taraftan vücudun ağrıya karşı normalde işlettiği mekanizmanın süresini uzatırken; diğer yandan enkefalin adı verilen doğal ağrıkesicilerin belli bir süre sonunda ortaya çıkan yıkımlarını durdurmaktadır.

Bilim ve Teknik, Aralık, 2006.(Nature, 13 Kasım 2006)





Osman İbnu Ebî'l-As (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Ey Allah'ın Resûlü dedim, şeytan benimle namazımın ve kıraatimin arasına girip kıraatimi iltibas etmeme sebep oluyor, (ne yapayım?)"
Aleyhissalâtu vesselâm bana şu cevabı verdi:
"Bu Hınzeb denen bir şeytandır. Bunun geldiğini hissettin mi ondan Allah'a sığın. Sol tarafına üç kere tükür!  "opiorfin" "
(Osman İbnu Ebî'l-As) der ki: "Ben bunu yaptım, Allah Teâla Hazretleri onu benden giderdi."(Müslim, Selâm: 68) 
Hınzeb kelimesi hanzeb, hunzeb şekillerinde de okunmuştur. Şeytanın namazdaki vesvesesi, kaç rek'at kıldığı, neleri okuyup okumadığı hususunda sebep olduğu yanılmalar, tereddütlerdir.
Araya girmekten murad da namazın huşu ve huzuruna, lezzetine mâni olmaktır. Bu durumlar kalbin huzurunu, huşûunu bozar. Şu hâlde, bu çeşit vesveselerde çare olarak Allah'a sığınılacaktır.(İbrahim CANAN, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: IX/415).
Namaz esnasında rekat ve kıraatte akla gelen tereddütler yanında, değişik vesveseler de insanın aklına gelebilir. Bütün bunlar için de Allah'a sığınmak gerekir.

"Kim kötü rüya görürse sol tarafına üç defa tükürsün." 

Kötü rüyaların şeytandan olması ile kötü rüya görenin uyandığında Allah'a sığınıp soluna üç defa tükürmesinde bir çelişki yoktur. Şeytan insana soldan yaklaşıp, gerek uyanıkken gerekse rüyada kötü vesveseler verdiği için, Peygamberimiz (asm) bu şekilde bir tavsiyede bulunmuştur.

“Sizden biriniz hoşuna giden bir rüya görünce, o Allah Teâlâ’dandır. Bu sebeple Allah’a hamdetsin ve o rüyasını anlatsın.”
Başka bir rivayet şöyledir:
“O rüyayı sadece sevdiğine söylesin. Hoşlanmadığı bir rüya görürse o şeytandandır. Onun şerrinden Allah’a sığınsın ve onu hiç kimseye söylemesin. O zaman o rüya kendisine zarar vermez.” (Buhârî, Ta’bîr 3, 46; Müslim, Rü’yâ 3)
“Sâlih rüya -bir rivayete göre güzel rüya- Allah’tandır. Fena rüya da şeytandandır. Kim hoşuna gitmeyen bir rüya görürse, sol tarafına üç defa üflesin ve şeytandan Allah’a sığınsın. O takdirde o rüya kendisine zarar vermez.” (Buhârî, Ta’bîr 4; Müslim, Rü’yâ 1)
“Sizden biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, sol tarafına üç defa tükürsün; şeytanın şerrinden de üç defa Allah’a sığınsın; yattığı tarafından da öbür yanına dönsün.” (Müslim, Rü’yâ 5)
İnsana bir iyilik ve güzellik isabet edince, onu Allah’tan bilmesi, bunun kendisine Allah’ın bir lutfu ve ihsanı olduğuna inanması gerekir. Çünkü bütün iyilikler ve güzellikler Cenâb-ı Hakk'tandır. Allah Teâlâ bunlara çeşitli kimseleri veya şeyleri vesile kılar. Bu iyilik, güzel bir rüya şeklinde de tecelli edebilir.
Mü’min bir kimseye yakışan, Allah’ın kendisine ihsan ettiği her iyilik ve nimet karşılığında O’na hamd ve şükretmesidir. Çünkü hamd ve şükür, nimetin devamına sebep olur. Bir kimse, kendisine ihsan olunan nimetleri sevdiklerine ve Allah katında sevimli olan sâlih kimselere söylerse, bu da nimetin kadrini bilmek, hamdin ve şükrün artmasına vesile olmak sayılır.
Görülen rüya iyi olsun, kötü olsun, onu sevmediği ve Allah katında sevimli olmayanlara anlatmamak gerekir. Çünkü böyle kimseler, görülen rüyayı kötüye yorabilirler; bu sebeple hem rüyayı gören üzülür hem de o rüya yorumlanan kötü sıfatla ortaya çıkabilir.
Rüya ve hulm, her ikisi de dilimizde düş anlamına gelir. Fakat görülen güzel düşlere rüya, kötü, çirkin ve korkunç olanlarına da hulm denilmesi âdet olagelmiştir. Bu sebeple rüya Allah’a izâfe edilirken, hulm şeytana nisbet edilmiştir. Hoşlanılmayan kötü ve korkunç rüya şeytandandır denilir. Bunun sebebi, şeytanın kötülük timsali olmasındandır. Böylece bu kötü düşler, kötü işlerde olduğu gibi mecazen şeytana nisbet edilmiş olurlar. Gerçekten şeytan insanı doğru yoldan saptırmak için bütün gayretini sarfeder; çünkü onun görevi budur.
Görülen kötü ve çirkin rüyaları hiç kimseye anlatmamak gerekir. Böyle kötü rüya gören kimsenin uykusundan uyanıp sol tarafına üç defa “puh, puh” diye üfürmesi tavsiye edilmektedir. Bunun sebebi, kötü rüyada hazır bulunan şeytanı kovmak, onu hakir ve aşağı görmek gerektiğindendir. Mutlaka tükürülmesi gerektiğinde sol tarafa tükürmek de insanın bu cihetinin sevilmeyen, hoş olmayan şeyleri temsil etmesi sebebiyledir. Sağ ise bunun aksinedir.
Kötü rüya gören kimsenin yapması gereken işlerden bir diğeri de şeytanın şerrinden Allah’a sığınmaktır. Esasen biz her işimize başlarken şeytanın şerrinden Allah’a sığınır ve yine her işe Allah’ın adı ile başlarız. Bu, bir müslümanın her an Allah’tan gâfil olmayışının, Allah’ı anmasının, hatırlamasının ve işini O’nun rızasına uygun bir tarzda yapmaya niyet etmesinin belirtisidir. Kötü ve çirkin bir rüya gören kimse uykusundan uyanınca istiâzede bulunur yani “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm, bismillâhirrahmânirrahîm.” der. İstiâzenin en kısası budur. Fakat kötü rüya gören kimsenin nasıl istiâze yapması gerektiği, Efendimiz (asm)’den gelen sahih bir rivayette şöyle bildirilmiştir:
“Sizden biriniz rüyasında hoşlanmadığı bir şey gördüğünde, uyanınca şöyle desin: Şu rüyamın şerrinden ve o rüyada gördüğüm dinim ve dünyamla ilgili hoşlanmadığım şeylerin bana isabet etmesinden, Allah’ın meleklerinin ve resullerinin sığındığı şekilde ben de Allah’a sığınırım.”
Bu konuda başka me’sûr dualar da vardır (Meselâ bk. İbni Hacer el-Heysemî, Mecmaü’z-zevâid, VII, 174-175; Müttekî el-Hindî, Kenzü’l-ummâl, 41435-41436).
Kötü rüya gören kimsenin, uykusundan uyanıp üç defa sol tarafına üflemesi ile tükürmesi aynı anlamı ifade eder. Bu gerçekten ağzından tükürük çıkarması değil “tü, tü” şeklinde ses çıkarmasından ibarettir. Ayrıca kötü rüyayı görenin yattığı tarafından öbür tarafına dönmesi de şeklini değiştirmek suretiyle rüyasının da iyiye tebdil olması ümidiyledir. Bazı hadis şârihleri bu yön değiştirmeyi Allah’ın kazâsından kaderine bir kaçış olarak nitelendirirler.
Kötü rüya görüp bu tavsiyeleri yerine getiren kimseye, o kötü rüyanın bir zararı olmaz. Cenâb-ı Hak, kendisine sığınmasını, soluna dönüp üç defa üflemesini, müminin arzu etmediği şeylerden kurtulmasına vesile kılar. Bu, tıpkı sadaka vermenin malın korunmasına ve belâların def’ine vesile olmasına benzer.

Peygamber Efendimiz Uyumadan Önce Avucuna tükürmesi üflemesi 

 - Yatağa girdikten sonra, uyumadan önce “üç kere Ihlas, Nas, Felak  okumak ve her okuyuştan sonra avuçlarına tükürür gibi üfürüp ellerinin ulaştığı yerlerine sürmek, otuz üç defa subhanallah, elhamdulillah, allahu ekber demek” sünnettir. 

Nitekim bir hadiste şu bilgiler verilmiştir:

Hz. Peygamber (a.s.m) her yatağa girişinde İhlas-Felak-Nas surelerini üçer defa okur ve her defasında avucuna üfürerek bedenine sürerdi. Ayrıca hasta olduğunda da Felak-Nas surelerini okuyup üzerine üflerdi.
(Buharî, Fedailu’l-Kur’an,14).


Yatağa girerken okunması istenen “otuz üç defa subhanallah, elhamdulillah, Allahu ekber” ile ilgili hadis için bk. Buharî, Daavat, 11.


- İhlas, Felak ve Nas hadisinde Hz. Aişe (r.anha): Peygamberimizin “her gece yatağına girdiğinde..” ifadesini kullanmıştır. İkinci hadiste ise, gece tabiri kullanılmadan yalnız “yatağınıza girdiğinizde” ifadesi kullanılmıştır. Bundan anlaşılıyor ki, normalde yatağa girme adeti gece olduğundan, bu hususa dikkat çekilmiş olsa bile, genel olarak uyumak için yatağa her girdiğinde bunu okuyabilir. Kaldı ki, hadiste sadece gece kastedilse bile, bu ifade, bunun gündüz okunamayacağı anlamına gelmez.

Konuşması geciken çocuk için: " Konuşamayan çocuğun ağzına kapı anahtan konur ve bükülür. ~ ( 1) "Çocuğun başlığına anahtar dikilir.~ (1) " Kanaryanın içtiği sudan çocuğa içirilir. " ( 1) Çocuğun geleceği için: " Çocuk büyüyünce babasının sanatını alsın diye göbeği babasının iş yerine atılır.~ (1-2) " Yeni doğan çocuğun ağzına ilkin dayısı tükürür. " (2) "Huyu kötü olan kimsenin çocuğun ağzına tükürük bu - laştırmasına izin vermezler. " (2) 
.
Makasa - Bıçağa tükürmek ya da tüü .. demek
Birisinin elinden makas, bıçak gibi metal eşyaların alınması sırasında ona tü demek, Anadolu'da hayli yaygın ve batıl inançlar çerçevesinde tanımlanan inançların başında gelir.
Pozitif ya da negatif yüklü ruhsal enerjiler her türlü maddeye sinerler ve orada belli bir süre varlıklarını devam ettirirler.
Bu maddenin ruhsal enerjileri depolayabilme özelliğinden kaynaklanan bir durumdur. Çünkü ruhsal enerji verici (etken) maddesel enerji ise alıcı (edilgen) durumundadır.
Metaller ise bu konuda çok daha yeteneklidir. Metallere istediğiniz tür enerjileri çok daha kolay depolayabilirsiniz. Ancak tahtadan eşyalarla bunu yapamazsınız. İşte yine bu teknikten
yararlanan bazı kötü niyetli majisyerler; yine eski devirlerde günlük yaşamda sıklıkla kullanılan makas, bıçak gibi metal eşyalara yükledikleri negatif yüklü enerjileri istedikleri kişiye aktarmada bunları birer vasıta olarak kullanmışlardır. Özellikle elden ele makas ya da bıçağın verilişi sırasında önceden o metal eşyaya depolanmış olan negatif enerjiler, karşıdaki kişide tam bir şok yaratarak, ciddi fiziksel rahatsızlıklara neden olabilmekteydi.
Gelelim bu tür metal eşyalara tüü .. denmesine ya da tükürülmesine
...
Bu da, kökeni çok eskilere dayanan önemli bir inisiyatik bilginin halk arasında uygulanmasından kaynaklanmıştır.

Eski devirlerdeki inisiyatik çalışmalarda uygulanan ritüellerde hocanın talebesini öpmesinin ayrı bir önemi vardı. Hoca kendisinin sahip olduğu manyetik ve ruhsal enerjileri öğrencilerine çeşitli yollarla aktarmaktaydı ki, nefes yoluyla aktarma bu yöntemlerden biriydi. Bu metot, tesirin nefes yoluyla aktarılması prensibine dayanmaktaydı.
Manyetik ve ruhsal tesirlerin nefes yoluyla karşıdaki bir kişiye aktarılabilmesi daha sonra Anadolu' da özellikle dedelerimiz ve ninelerimiz tarafından, bilerek ya da bilmeden okuyup üfleme adetleri içinde dini bir kisveye bürünerek uygulanmıştır.
Okuyup üfleme adedinin de çıkışı bu inisiyatik bilgiye dayanır. İşte makasa ya da bıçağa tüü .. demek ya da tükürmekle de yine aynı metodun uygulandığını görüyoruz. Yani burada söz konusu olan, o metalde biriktirilmiş muhtemel negatif enerji yumağının, nefes yoluyla aktarılan pozitif enerjilerle nötrlenmesidir.
.



"Tanrı insanı yaratırken, Şeytan gelmiş ve insanın üzerine
tükürerek, her tarafını pislik içinde bırakmıştı. Tanrı da insa -
nın dışını içine, içini de dışına çevirmek zorunda kalmıştı. Bu
suretle insanın içinde kalan şeytanın pisliği, insanoğlunun ru -
hunu ve ahlakını olumsuz yönde değişikliğe uğratmıştı. insanın içi gerçi Tanrı yapısıydı ama dışı Şeytan tarafından kirletilmiş ve Şeytan' a benzer bir özelliğe bürünmüştü."
İnsanın ruhsal enerjisini kullanmasına engel olan "astral
tortu", ile yine karşı karşıya gelmiş oluyoruz. Şeytanın tükürüğü, astral tortunun oluşmasına neden olan negatif enerjilerin sembolüdür. Efsanede kullanılan "tersine çevirme" ve "tüy" sembolleri de bir başka gerçeğe dikkatleri çeker:
Burada, "Tüy"ün gerçeğin sembolü olduğu hatırlanırsa,
gerçekle irtibatını kaybeden günümüz insanının durumunun
son derece ince bir üslüpla anlatılmakta olduğu anlaşılacaktır.
Yani dünyada işler tersine çevrilmiş durumdadır. Ve ruhsal
enerjisini ve ruhsal güçlerini insanlar istedikleri gibi kullanamamaktadırlar. 







ANTİK TARİH MEDENİYETLERİNDE NEFES VE TÜKÜRÜĞÜN HAYATİ ÖNEMİ.


Antik tarih medeniyetlerinde nefes ve tükürüğün hayati önemi.
Tükürükle iyileştirme.

Osiris ve İsis’in de dahil olduğu diğer Mısır tanrıları da yaratıcı güce sahip gözyaşları dökmüştü. Kötü tanrıların  gözlerinden dökülen yaşlar zehirli bitkiler ve çeşitli vahşi hayvanlar ortaya çıkarmıştı.

TANRILARIN YARATTIĞI DEV ORİON- GÖZYAŞI DÖKSÜN DİYE TEŞVİK EDİLEN TANRILAR.
Yunanlı dev Orion tanrıların vücut sıvılarından doğmuştu. Tarımsal ayinlerle bağlantılı ağlama törenlerinin sihirli bir gücü olduğuna inanılırdı; tanrıyı yaratıcı gözyaşları dökmesi için teşvik ederlerdi.
SİHİRLİ SÖZCÜKLERLE İSTENEN YARDIM. ‘’TANRILARIN BÜYÜK BÜYÜCÜSÜ’’
Derinlerin tanrısı EA ayrıca yaşamın efendisiydi (Enti) nehrin kralı (Lugalida) ve yaradılış tanrısıydı (Nudimmud) yardımı sihirli sözcüklerle isteniyordu. ‘’Tanrıların büyük büyücüsü’’ olarak kendi kendine büyüler söylerdi. Tüm büyücülerin patronuydu. Bir büyü şöyledir.

TEDAVİ MAKSATLI BÜYÜ SÖZLERİ.

‘’ Ben EA’nın büyücü rahibiyim…
 İyileştirmek için… Hasta insanları
Büyük efendi EA gönderdi beni;
 Kendi saf büyüsünüekledi benimkine,
Kendi saf tükürüğünü ekledi benimkine.
(Çevirisi R.C Thompson tarafından yapılmıştır.)
Tükürükle iyileştirme.
 TÜKÜRÜĞÜN YARATICI VE İYİLEŞTİRİCİ ETKİSİ. UĞUR GETİRİR, ŞEYTANLARI KOVAR.
Tükürüğün de yaratıcı ve iyileştirici özellikleri vardı. Ayrıca şeytanları kovar ve yaralar, uğur getirirdi.
Tükürme törenleri Antik Mısır’ın dini edebiyatında da yer almıştır. Ra’nın gözü SET tarafından körleştirildiğinde Thot görme yeteneğini yeniden kazanması için gözün içine tükürdü.
Ra ile RA-Tum olarak bağlantılı olan Güneş tanrısı Tum da yere tükürerek tanrılar Shu ve Tefnut’u oluşturdu. Yer altı dünyasında şeytan yılan Apep’in lanetlenmesi için üzerine tükürüldü. Bu sahne rahiplerin biçimlendirdiği balmumundan yapılmış heykellerde de görülebilir.
Tükürükle iyileştirme.

İYİ BİR YOLCULUK İÇİN TAŞA TÜKÜRMEK ADETİ

Gezginler kitabında kaşif Park hamalların iyi bir yolculuk olsun diye düz bir taşa tükürdüklerinden bahsetmiştir.
ARAP VE HZ. MUHAMMED’İN SOYUNDAN GELENLER HASTALIĞA ŞİFA OLSUN DİYE TÜKÜRÜRLERDİ.
Arap kutsal kişiler ve Hz. Muhammed’in soyundan gelenler hastalıkları iyileştirmek için tükürürler. Hz. Muhammed torunu Hasan doğar doğmaz ağzının içine tükürmüştü.

ANTİK YUNANLILARDA LANETLEME, İYİLEŞTİRME İÇİN TÜKÜRME ADETİ.

Sofokles antik Yunanlıların iyileştrme, lanetleme ve çocuklara isim verildiğinde kutsama amaçlı tükürme adetleri olduğunu doğrulamıştır.
Tükürükle iyileştirme.

AVRUPA’DA DEVAM EDEN TÜKÜRME ADETİ

Tükürme adetinin cadıları uzak tuttuğuna inanılırdı. Ayrıca iyileştirmek için sıkça başvurulan bir yöntemdi.
İskoçya, İrlanda ve İngiltere’de hala devam eden bir yöntemdir. ‘’Ruhlarına tükürme’’ terimi İngiltere’de hala geçerlidir.
İlk grevlerini yapan İskoçlu madenciler, anlaşmalarını yaptıklarında bir taşın üstüne tükürdüler. Böylece anlaşma sağlanmış sayılıyordu.
İskoçya Kuzeyinde hala tükürme taşları vardır. Kırsal bölgelerde pazarlık yapılırken el sıkışmadan önce ellere tükürülür. Balıkçı kadınlar ve diğer satıcılar her gün kazandıkları ilk paraya daha fazla satış yapmak için tükürürler.
http://angelsdia.com/medeniyetler-nefes-tukurugun-onemi/

Hastaların ve Yaralıların Şifa Bulması Mucizeleri

Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerinin en önemlilerinden bir kısmı da hastaların ve yaralıların O’nun (asm) eliyle veya nefesiyle şifa bulmaları şeklinde vuku bulmuştur. Bu mucizeler hadis ve siyer kitaplarında çokça zikredilmiştir. Bizler de burada birkaç örneği sizlere nakletmeye çalışacağız:

Ok İsabet Eden Gözün Şifa Bulması

Kadı İyaz, Şifa-i Şerif isimli eserinde pek çok sahabeden rivayet edilen bu mucizeyi, sağlam kaynaklara dayanarak bize naklediyor. Allah Resulü’nün (asm) mümtaz ve ordusunda kumandanlık yapan kahraman bir sahabesi ve Hazreti Ömer (ra) zamanında İslam ordusunun baş kumandanı olan Sad bin Ebi Vakkas anlatıyor:
“Uhud Savaşı’nda ben Allah Resulü’nün (asm) yanındaydım. Allah Resulü (asm) o gün yayı kırılıncaya kadar düşmana ok attı. Yayı kırıldıktan sonra oklarını bana verip at diyordu. Verdiği oklar nasl’sız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmadığı halde, at diye emrettiği okları attığımda kanatlı oklar gibi gidip düşmana isabet ederdi.”[1]
“O halde iken, Katâde ibni Numan’ın gözüne bir ok isabet etmişti. Gözünü çıkarıp, göz bebeği yanaklarının üzerine aktı. Allah Resulü (asm) mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirdi.  O göz hiç bir şey olmamış gibi şifa bulup, iki gözünden en güzeli ve en keskin göreni oldu.”
Bu olay oldukça meşhurdur. Hattâ Katâde’nin çocuklarından biri, Ömer ibni Abdi’l-Aziz’in yanına geldiği vakit, kendini şöyle tarif etmiş: “Ben öyle bir zâtın çocuğuyum ki, Allah Resulü (asm), onun çıkmış gözünü yerine koyup birden şifa buldu; en güzel göz o olmuş.” diye, nazım şeklinde Hazret-i Ömer (ra)’e söylemiş, onunla kendini tanıttırmış.[2]
Hem yine sahih kaynaklardan nakledilir ki, ünlü Ebu Katâde’nin, Yevm-i Zîkarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmiş. Allah Resulü (asm) mübarek eliyle mesh etmiş. Ebu Katâde der ki: “Kat’iyen ve asla ne acısını ve ne de yarasını görmedim.”[3]

Hayber'in Fethindeki İki Şifa Mucizesi

Başta Buharî ve Müslim gibi sahih kaynaklardan naklediliyor ki:
Hayber Gazvesi’nde, Allah Resulü (asm), Hazreti Aliyy-i Haydarî’yi ordusuna sancaktar olarak tayin ettiği halde, Hazreti Ali’nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Allah Resulü (asm) ilaç gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifa bularak hiçbir şey kalmadı.[4]Sabahleyin Hayber Kalesinin pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup Hayber Kalesini fethetti.
Yine aynı savaşta, Seleme İbnü’l-Ekvâ’nın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Allah Resulü (asm)  ona nefes edince, birden ayağı şifa bulmuştur.[5]

Görmeyen Gözlerin, Görür Olması

Başta Neseî olmak üzere, ünlü siyer kitaplarının yazarları, Osman ibni Huneyf’ten naklediyorlar. Osman bin Huneyf anlatıyor:
“Allah Resulü’nün (asm) yanına görme özürlü biri geldi. “Benim gözlerimin açılması için dua et.” diye Efendimize (asm) rica etti. Allah Resulü (asm) ona dedi ki:
“Şimdi git, abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve de ki: ‘Allah’ım! Hâcetimi sana arz ediyor ve rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile Sana teveccüh ediyorum. Yâ Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Allahım, onu bana şefaatçi kıl.”[6]
diye dua et. Oda gitti, öyle yaptı ve gözü açılmış görür halde geri geldi.[7]
Büyük bir imam olan İbni Veheb bize bildiriyor ki:
“Bedir Savaşı’nın on dört şehidinden birisi olan Muavviz ibni Afra,  Ebu Cehil ile dövüşürken, Ebu Cehl, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle, kesilen elini tutup Allah Resulü’nün (asm) yanına gelmiş. Allah Resulü (asm) onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine savaş meydanına döndü, şehid oluncaya kadar savaşmaya devam etti.”[8]
Hem yine ibni Veheb bildiriyor ki: “Yine Bedir Savaşı’nda Hubeyb ibni Yesaf’ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, ikiye ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Allah Resulü (asm) onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş.”[9]
İşte şu iki hadise, gerçi âhâdîdir, yani tek kişi kanalıyla bize ulaşmıştır. Fakat İbni Veheb gibi bir imam bu hadiseyi eserine alsa ve bize nakletse, Bedir Savaşı gibi mucizelerin çok olduğu bir zamanda, bu iki vakıaya benzer başka hadiseler de varsa, elbette şu iki vakıanın doğruluğunda şüphe edilmemelidir. İşte, sahih hadislerle bu şekilde bize ulaşan bine yakın hadise var ki Allah Resulü’nün (asm) mübarek eli onlara şifa olmuştur.
* * *
Buraya kadar Efendimizin (asm) eliyle gerçekleşen bu kadar mucizeyi size naklettikten sonra dikkatlerinizi bir noktaya çekmek istiyoruz:
  • Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi,
  • (Ey Muhammed) attığın zaman da sen atmadın…[10] ayetinin sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları bozguna uğratması,
  • Ay yarıldı.[11] ayetinin açık işaretiyle, aynı avucunun parmağıyla ayı iki parçaya ayırması,
  • ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi,
  • ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması,
elbette o mübarek elin, ne kadar harika bir İlahi Kudret mucizesi olduğunu gösterir.
  • Güya, dostları içinde o elin avucu küçük bir Sübhânî zikir meclisidir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler.
  • Ve düşmana karşı küçücük bir Rabbânî cephaneliktir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur.
  • Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir Rahmânî eczahanedir ki, hangi derde temas etse, derman olur.
  • Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalayıp, kàb-ı kavseyn yani iki yay şeklini verir.
  • Ve cemâl ile döndüğü vakit, Kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne girer.
Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle harika mucizelere mazhar ve kaynak olsa, o Zâtın (asm), Kâinat’ın Yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar doğru bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, açıkça anlaşılmaz mı?
* * *
Akla gelebilecek bir soru: Burada naklettiğimiz pek çok mucizenin mutevatir olduğunu ifade ediyoruz. Hâlbuki bunların birçoğunu okuyucular ilk defa görüyor olabilirler. Mütevatir bir şeyin böyle gizli kalmaması gerekir.
Bu soruya şöyle cevap verebiliriz ki: Şeriat alimlerine göre çok mütevatir ve açık şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Hadis alimlerine göre de çok mütevatir hadis vardır, diğer insanların yanında âhâdî de olmuyor. Benzer şekilde her ilim dalının ihtisas sahibi, kendi ilmine dair konularda açık ve gizli konuları bilir. Halk ise uzmanlıkları dışında olan konularda ihtisas sahibine güvenir ve naklettiği bilgilere teslim olurlar.
Şimdi, haber verdiğimiz hakikî mütevatir, mânevî mütevatir veya tevatür[12] hükmünde kesinlik ifade eden hadiseler, hem hadîs ehlince, hem şeriat ehlince, hem usulüddin ehlince, hem çoğu alim tabakalarında hükmünü öyle göstermiş. Gaflette bulunan sıradan insanlar veya gözünü kapayan cahiller bilmezlerse, kabahat onlara aittir.

Kırılan Ayağın Şifa Bulması

İmam-ı Bağavî’nin kaynağına ulaşıp tashih ederek bize ulaştırdığı bir hadisedir.
Ali ibni’l-Hakem’in, Hendek Savaşı’nda, bir düşman darbesiyle ayağı kırıldı. Allah Resulü (asm) ona eliyle mesh etti; hemen aynı dakikasında öyle şifa buldu ki, atından bile inmeden savaşmaya devam etti.[13]

Hazreti Ali’ye Edilen Şifa Duası

Başta İmam-ı Beyhakî olmak üzere, hadis âlimleri haber veriyorlar ki: İmam-ı Ali ağır bir şekilde hastaydı. Iztırabından, kendi kendine dua edip inliyordu. Allah Resulü (asm) geldi ve “Allah’ım ona şifa ver.” diye dua etti. Ve ayağıyla Hazret-i Ali’ye dokundu, “Kalk” dedi. Birden şifa buldu. İmam-ı Ali der ki: “Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim.”[14]

Şifa Bulan El

Şürehbil el-Cu’fî’nin meşhur kıssasıdır. Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Allah Resulü (asm) eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle ovaladı. O urdan hiçbir eser kalmadı.[15]

Şifa Bulan Çocuklar

Çocukların Efendimizin (asm) mübarek eliyle ve duasıyla şifa bulmalarıyla ilgili altı misal nakledeceğiz:
Birincisi: Ünlü bir araştırmacı ve hadis alimi olan İbni Ebî Şeybe haber veriyor ki:
Bir kadın, bir çocuğu Allah Resulü’nün (asm) yanına getirdi. O çocuk hem zihinsel özürlüydü hem de konuşamıyordu. Allah Resulü (asm) bir suyu mübarek ağzına alıp çalkaladı, sonra da elini yıkadı ve o suyu kadına verdi, “Çocuğa içirsin.” dedi. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından bir şey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemal sahibi oldu ki, insanların en zekilerinden oldu.[16]
İkincisi: Sahih kaynaklarda Hazreti ibni Abbas’tan naklediliyor ki: Allah Resulü’ne (asm) mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini çocuğun göğsüne koydu. Birden çocuk istifrâ etti. İçinden, küçük salatalık kadar siyah bir şey çıktı; çocuk şifa bulup gitti.[17]
Üçüncüsü: İmam-ı Beyhakî ve Nesâî, sahih kaynaklarla haber veriyorlar ki: Muhammed ibni Hâtib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmıştı. Allah Resulü (asm) meshedip tükürüğünü sürdü; dakikasında şifa buldu.[18]
Dördüncüsü: Büyüdüğü halde konuşamayan, büyükçe bir çocuk Allah Resulü’nün (asm) yanına geldi. Çocuğa sordu:“Ben kimim?” Hiç konuşmayan dilsiz çocuk Sen Allah’ın Resulüsün.” diyerek konuşmaya başlamıştır.[19]
Beşincisi: Yakaza halinde Allah Resulü (asm) ile pek çok defalar görüşmekle müşerref olan Celâleddin Süyutî, hadisin kaynağına ulaşıp tashih ederek bize naklediyor ki: Mübarekü’l-Yemâme ismiyle şöhret kazanan bir sahabenin hadisesidir. Yeni dünyaya geldiği zaman, Allah Resulü’nün (asm) yanına getirmişler.
Allah Resulü (asm) ona baktığında çocuk birden konuşmaya başlamış ve “Senin Allah Resulü olduğuna şehadet ederim.” demiştir. Allah Resulü (asm) çocuğun bu şehadeti üzerine “Bârekallâh” demiştir. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, Peygamberimizin (asm) bu mucizesine ve “Bârekallâh” duasına mazhar olduğundan, “Mübarekü’l-Yemâme” ismiyle şöhret bulmuştur.[20]
Altıncısı: Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Allah Resulü’nden (asm) yemek yerken lokma istemiş, vermiş. Kadın demiş: “Yok, senin ağzındakini istiyorum.” Onu da vermiş. O gayet hayâsız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının içerisinde üstün bir hayâ sahibi oldu.[21]
Burada naklettiğimiz birkaç mucize örneği gibi, sahih kaynaklarda geçen yüzlerce mucizeler vardır. Çoğu siyer ve hadis kitaplarında beyan edilmiştir. Evet, Allah Resulü’nün (asm) mübarek eli Lokman Hekim’in bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nefesi gibi yardım ve şifa kaynağı olsa; ve insanlık çok musibet ve belâlara giriftar olsa, elbette Allah Resulü’ne (asm) hadsiz müracaatlar olmuştur. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek çoklukla gelmişler, hepsi şifa bulup gitmişler. Hattâ, kırk defa hac eden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, tâbiînin büyük imamlarından ve çok sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemânî kesin olarak haber verip demiş ki: Allah Resul’ne (asm) ne kadar mecnun gelmişse, Allah Resulü (asm) göğsüne elini koymuşsa, kesinlikle şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamıştır.[22]
İşte, Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kesin ve küllî hükmetmişse, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş; elbette binlerce müracaatlar olacaktır.

_______________________________________

[1]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:651; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:113; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 42, no. 2412; İbni Hibban, Sahih, 9:65.
[2]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:113; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 12:377; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd (tahkik: Arnavud), 3:186-187; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:295.
[3]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:113; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:653.
[4]Buharî, Cihad: 102, 144, Mağâzî: 38; Fedâilü’l-Eshâb: 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 32, 34; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:38.
[5]Buharî, Mağâzî: 38 (Yezîd ibni Ubeyd’den); Ebû Dâvûd, Tıb: 19; Es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî Şerh-i Müsned, 22:259.
[6]bk. Tirmizî, Deavât: 118; İbni Mâce, İkame: 189; Müsned: 4-138.
[7]Tirmizî, Daavât: 119 (hadis no. 3578); el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:526; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:166; İbni Mâce, İkâme, 189; Müsned, 4:138.
[8]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:656; İbni Seyyidi’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, 1:261.
[9]Beyhaki, Delâilü’n-Nübüvve: 6:178; İbni Hacer, el-İsâbe, 1:418; İbnü’l-Esir, Üstü’lğabe, 2:118.
[10]Enfal Sûresi, 8;17.
[11]Kamer Sûresi, 54:1.
[12]Bu kavramlarla alakalı “Peygamberimizin Mucizeleri” isimli bölümümüzün “Takdim” kısmında bilgi bulabilirsiniz.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:323; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:656; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:118; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:134.
[14]Tirmizî, Daavât: 112; Müsned, 1:83, 107, 128; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:323; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:656; İbni Hibban, Sahih, 9:47; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, 3635.
[15]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:298; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657.
[16]İbni Mâce, Tıb: 40, no. 3532; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:654, 657.
[17]Dârîmî, Mukaddime: 4; Müsned, 1:254; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:2;Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:188.
[18]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:121; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:415; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1:295; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:62-63.
[19]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:319; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:105; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:158-159
[20]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:319; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:105; Süyûtî, Kenzü’l-Ummâl, 4:379; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:159.
[21]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:325; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:312.
[22]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:335; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:676.
Yazar: 

DERLEME : YAVUZ TELLİOĞLU