31 Mayıs 2015 Pazar

Hırsızlık eden erkek ve kadın



38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'dan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.
39- Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.
38-SİRKAT, lugatta "başkasının malını gizli olarak almaktır" ki, dilimizde hırsızlık denir. Hırsızın çoğunlukla göz diktiği, çalmak istediği mal, rağbet edilen mallardan olur. Yoksa alınması âdet olarak normal karşılanan şeylerin alınıverilmesini örf tam mânâsıyla bir hırsızlık saymaz. Hırsızlığın mahiyetinde mal sahibinin koruma ve gözetimini çalmaya kalkışmak mânâsı vardır. Bunun için hırsızlık fiilinin cezayı gerektirecek derecede tam anlamıyla oluşması iki şarta bağlıdır ki, birisi alınan malın az çok beğenilebilecek bir ölçüye ulaşması, diğeri de bir mekanda veya muhafızlı bir yerde saklanmış olmasıdır. Ancak İbnü Abbas, İbnü Zübeyr, Hasenü'l-Basri ne miktarın, ne de saklamanın, şart olmadığına ve azın, çoğun hırsızlık olup ceza lazım geleceğine kâni olmuşlardır ki, Zâhiriye mezhebinden Dâvûd-u İsfahâni'nin ve Hâricîlerin görüşleri de budur. Gerçi az veya bekçisiz, açıktaki bir malı alıvermek de hırsızlık kabilinden ise de, bu genellemenin tam bir hakikat olduğu şüphelidir. Zira örfün müsaade ettiği miktarı alıvermek bir terbiyesizlik olmakla beraber ne açığına gasb, ne de habersiz alınmasına hırsızlık denilivermediği de bilinmektedir. Halbuki cezalar her yönden kesin ve yakînî ve şüphe ile düştüklerinden, eli kesilecek hırsıza tam mânâsıyla ve şüphesiz olarak sârik (hırsız erkek) veya sârika (hırsız kadın) denilebilmek için nisab (belli miktar) ve hırz (saklama) her halde şart olmalıdır. Ve bunu isbat için rivayet edilen haberler hiç dikkat nazarına alınmasa bile, hırsızlık kelimesinin tam örfi mânâsı bunu gerektirir. Ve fıkıhçıların çoğunluğu bunda ittifak etmişlerdi. Ancak nisabın ölçüsünde ihtilaf etmişlerdir. Bir kerre dörtte bir dinar veya üç dirhemden aşağısına itibar eden olmamış ve İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri madrûb (basılmış, damgalanmış) olmak üzere on dirhem gümüş akçe kıymetine ulaşamayana itibar edilmiyeceğini yani bunun aşağısında ta'zir (haddin dışında ceza) yapılırsa da, had (şer'î ceza) lazım gelmeyeceğini göstermiştir ki, bir dinara eşit demektir. Hakikatte başkasının bir "tane" sini çalmak bile lugat ve örf bakımından bir hırsızlık olsa da, kesinlik demek olan cezalarda şüphenin muteber olduğunda söz olmadığından, fiilî hırsızlığın ceza ve nekâl olan şer'î cezayı gerektirecek bir suç olması şüphe-i ibâha (bir şeyin alınmasının mubah olduğu hakkındaki şüphe)dan, şübhe-i hak (bir şeyin alınmasının hak olduğu hakkındaki şüphe)dan, şüphe-i ıztırar (bir şeyin alınmasının zaruri olduğu hakkındaki şüphe)dan da uzak olması gerekir. Halbuki bir malın muhafaza edilmemesi bir müsamaha ve dolayısıyla bir ibâha şüphesi teşkil edeceği gibi; bir şahsın az bir miktarda bir malı çalmaya tenezzül etmesi de her halde bir zaruret şüphesinden uzak değildir. İlk önce zekat, sadakalar gibi infak hükümleriyle çaresizliğin defedilmesinin sebepleri temin edildikten "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır" (Zâriyât, 51/19) buyurulduktan ve haramlardan zaruret halleri istisna edildikten sonradır ki, Hak Teâlâ hırsızlığın cezasını emretmiştir. Bu genel şartlar altında ise hırsızlığa cesaret eden bir elin İslâm sosyal kurumu içinde kangren olmuş bir uzuv gibi kesilmesi gerekli olur. Fakat fakirlerin hakkını vermeyen, ıztırab sahiplerinin acısını düşünmeyen ve tersine o zorluğu günden güne şiddetlendiren bir sosyal toplumun hırsızlara karşı durumu, büyük çapta hırsızlık yapanların durumuna benzemekten kurtulamaz. Şu halde zorlama veya zaruret şüphesi ile kesin bir ceza ve nekâle hak kazanmak sabit olamaz. Nitekim Hz. Ömer bir kıtlık senesinde hırsızlık cezasını tatbik etmemiştir. Çünkü herkesin sıkıntı ve ihtiyaçla karşı karşıya geldiği böyle bir zamanda infak (fakire dağıtma) görevinin gereği gibi yapılamayacağı açık olduğundan, her fert hadd-i zatında sıkıntılı olmasa bile, zaruret şüphesi içindedir. Şu halde malın açıkta bırakılması bir şüphe-i ibâha olacağı gibi, normal durumlarda çalınan malın bir sıkıntılının el uzatabileceği az miktardan fazla bir nisabda bulunmaması da şüphe-i ıztırardan uzak olamayacağından hırsızlık fiilinin hakkiyle ceza ve nekâl olan cezayı gerektiren bir suç olması için hem nisabın, hem saklamanın, muhafaza etmenin şart olması gerekir. Ve bu şartlar, hırsızlığın lugat anlamından olmasa bile, hakkıyla ceza ve nekâl olan mânâlarından bi'l-işare (işaret yoluyla) sabit, bundan başka hem kitabın genel kâideleri, hem de Resulullah'ın yüksek sünneti ile teyit edilmiştir ki, daha geniş açıklaması Fıkıh ilmine aittir.
Özetle, hırsıza bir özür şüphesi bırakmamak için her halde bir nisâbın da şart olduğu kesindir. Ancak bu nisâbın mikdarı üzerinde ictihatlar yapılmıştır. Ve fakihler nebevi sünnete bakarak bunun dörtte bir dinar ile bir dinar veya on dirhem arasında dönüp dolaştığında da ittifak etmişler, Şâfiî gibi kimisi en küçüğü, İmâm-ı Azam gibi kimisi de en büyüğü tercih etmişlerdir ki, şüpheden tamamen uzak olan da budur. Acaba on dirhemden fazla bir miktar kabulüne imkan yok mudur? Biz buna "vardır" cevabını vermek istiyoruz ve nisâb miktarının, bu iki sınır arasında dönüp dolaştığında ittifak edilmiş olduğuna kâni değiliz. Mademki mikdarın asıl meselesi üzerinde ictihatlar yapılmıştır .Ve madem ki bu konuda şüphe meselesinin büyük bir önemi vardır. O halde bunun ictihada ait mahiyetini muhafaza eden bir zaman meselesi olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer böyle olmasaydı müctehidlere en çok ve en az fikirlerini veren misaller, haberler sabit olmazdı. Bir dinar, bir miskal altın demektir ki, o zaman ondört kırat olan vezn-i sebi (yedi dinar = on dirhem) dirhemiyle on dirhem gümüş, kıymetçe buna eşit idi. On iki dirhem sayıldığı da varsa da bu daha küçük bir dirhem ölçüsüdür. Ve buna göre dörtte bir dinara üç dirhem denir. Nitekim bugün bizde meşhur olan onaltı kıratlık dirhem ile sekiz dirhem on iki kırat tutar ki, mecidiyeden biraz fazladır. Demek ki o zamanlar altın-gümüş farkı ortalama olarak bir on, şimdi ise biz görüyoruz ki bu fark beş altı misli artmıştır. Bir miskal altın sekiz on dirhem değil, kırk elli dirhem gümüş karşılığına çıkmıştır. Altın gümüş farkı böyle olduğu gibi, eşya ile nukut (paralar) arasında da bu farklılık açıktır. Bir zaman bir miskal altına eşit olup şüphe-i ıztırârı kaldıran on dirhem gümüş, bugün için o zamanın üç dirhem gümüşünden daha aşağı bir kıymette bulunduğunda şüphe olmadığı gibi, bugünün bir miskal altını da böyledir. Şu halde nisab miktarı, şüphe-i ıztırarın defedilmesi açısından zamanın değişmesiyle değişir.
Bu örneklerden istifade ile zamanımıza göre şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir mikdar tayini caiz ve hatta lazımdır. Çünkü: "Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur" (Mâide, 5/3) âyetinin hükmünün şer'î cezada da geçerli olduğunda söz olmadığı gibi, bunun şüphesinin de geçerli olduğunda şüphe yoktur. Ve işte nisab miktarı o günahı ve ona karşı ceza ve nekâli haketmeyi tayin edecek olan bir ölçüdür.
Ey müminler hırsız erkek ve hırsız kadının da, yani şüphe ve mazeretten âzâde olarak hırsızlığı açığa çıkan gerek erkek ve gerek kadın hırsızların da kazandıkları işe bir ceza, Allah'tan bir nekâl, yani bir daha yapmamaları için hakkıyle bir bağ, bir tuşak, bir kelepçe olmak üzere ellerini kesiniz. İbnü Mesud mushafında olduğundan dolayı, önce sağ elini, tekrar ederse sol elini de kesiniz. Çünkü Allah hem azîz (üstün), hem hakîm (hikmet sahibi)dir. Emrine karşı gelinmez, hükmünü hikmetle verir. "Hak" O'nun yüksek himayesinde, ceza O'nun hikmeti cümlesindendir. Zulüm ve bozgunculuğa razı olmayan, hayır ve hakka çalışmak için el ve kudret ihsan eden; Allah'dan gereğince korkmayı, vesile aramayı, mücahedeyi emreden; fakirleri korumak, sıkıntılı olanları gözetmek, düşkünlere yardım etmek için bu kadar âyetler ve hükümler indiren; infak, zekat, sadakalar, yardımlaşma hükümleriyle gücü olanlara vazifeler farz kılan, zenginlerin mallarından dilencilere, düşkünlere belli bir hak veren Allah Teâlâ'nın bu emirlerini, bu hükümlerini icra ve tatbik eden müslüman, sosyal toplumu içinde Allah'tan korkmayarak, Allah'a yaklaşmak için güzel vesileler dileğinde bulunmayarak ve Allah yolunda mücahede etmek için nefsinin, şehvetinin isteklerine sabredemeyerek başkasının hukukuna gizlice el uzatmak kendisinin ne hakkı, ne de hakkı olduğu şüphesi bulunmayan bir malı Allah görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak elbette Allah'ın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir. Ve böyle bir elin cezası da kesilmektir. Şu halde suç ile ceza arasında denklik yok zannedilmesin. Zira bu ceza yalnız malın karşılığı değil, gizli bir hainlik ve Allah'ın izzetine bir tecavüz olan hırsızlık fiilinin cezasıdır. Bu el kendini ateşe sokmuş veya kılıca uzatmıştır. Bu, gerek ona ve gerek ona uyup azacak olanlara Allah tarafından öyle sabit bir kelepçedir. Bununla hem hırsız fesad (bozgunculuk)tan temizlenir, hem de diğerleri. Sonra Allah Teâlâ'nın izzetine bu şekilde tecavüz edenleri bu cezaya layık kılması ve böyle devamlı bir kelepçeye koyup haddini bildirmesi yalnız bir kızgınlık eseri değil, sırf hikmettir. Bu ceza tatbik edilen sosyal toplumda hırsızlığın kökü kesilir. Kesilmeye layık el bulunmaz olur. O şart ile ki, hakkıyle tatbik edilsin ve her şüpheden sâlim olarak tatbik edilsin de hiçbir haksızlığa meydan verilmesin. Aksi halde Allah'ın izzet ve hikmeti de ters şekilde ortaya çıkar. Haksız yere bir mal çalan elin cezası kesilmek olursa, haksız yere bir el çalan ellerin cezasının ne olması lazım geleceği tasavvur olunsun!
39- Yani hırsızlık yapıp kendi elinin kesilmesine sebep olarak kendine zulmetmiş olan hırsız erkek veya hırsız kadından herhangi birisi eli kesildikten sonra tevbe edip hâlini düzeltirse Allah affedici ve merhametli olduğu için tevbesini -her halde- kabul eder. Ve ahirette ona başka azab yapmaz, rahmet ve mağfiret eder. Şu halde eli kesilmiş ve tevbekâr olmuş olanlara daha önce hırsızlık etmiş diye kötü gözle bakmamalı, acıyıp yardımda bulunmalıdır.
Bu tevbe, cezanın tatbikinden önce olursa ceza düşer mi, düşmez mi? Çoğunluk ve Hanefiler, "mal sahibi affetmedikçe olmaz", İmam Şâfiî ise, bir görüşünde "olur" demiştir. Gerçekte zulümden maksat nefsine değil, başkasına olan hırsızlık olduğu takdirde bu âyet, bunu ifade etmiş olacağı ve yukardaki büyük hırsızlık erbabının tevbeleri meselesi de bir itibar ile bunu teyit edeceği için, biz de bu mânâyı tercih edeceğiz. Ancak bu şekilde "durumunu düzeltirse" şartı gereğince iyi hâlinin ortaya çıkması için tâziren (şer'î bir had cezası dışında) uygun bir müddet hapis ve çalınan mal yok edilmiş ise ödetilmesi lazım geleceğinden gaflet edilmemelidir. Had (el kesme) cezası icra edildiği takdirde ise "yaptıklarına ceza olarak" ifadesinin delaletince, fiilin tam cezası verilmiş ve "haketme" de kazanma mânâsında dahil bulunmuş olacağından ödenmesi lazım gelmez. Fakat aynen mevcut ise geriye alınır. Çünkü kazanılmış değildir.
Şimdi bu hükümler ve Allah'ın emirlerinin şiddeti ve insanlık âleminde bu gibi cezaları haketmiş fesad erbabının varlığı âlemlere rahmet olan Resulullah'ın kalbinde bir korku ve hayrete, bir hüzün ve üzülmeye yol açabileceğinden, bunu yasaklamakla adalet hükümlerinin yerine getirilmesine sevketmek için buyuruluyor ki:

27 Mayıs 2015 Çarşamba

NUH VE NUH OĞULLARI


NUH VE NUH OĞULLARI

Genelde, insan tarihinin 10,000 sene önce biten son buzul çağın gerilemesiyle başladığı inanılır, tabii burada taş devrinden başlayan yükselişten söz ediyoruz. Atlantis’in olması gerektiği çağda dünyanın büyük kısmı buzlarla örtülü olmalıydı. Bu buzlar hemen hemen Kanada’nın ve Kuzey Avrupa’nın çoğunu kapladığı gibi Güney Amerika’nın bazı kısımlarını örtüyordu. Demek oluyor ki, dünyanın etrafında ince bir kuşak uygarlığı barındıracak durumdaydı. Aslında dünyanın şimdiki durumu bundan iyi olmakla beraber yine de, onun yuvarlak oluşu ideal iklim açısından güneşi bazı yerleri fazla, bazı yerleri az ısıtmaya ve aydınlatmaya yol açıyor. Ancak, buzul çağı ile ilgili bilmediğimiz birçok şey vardır. Buzul çağların neden olduklarını bilim adamları saptayamamıştır. Bir takım hipotezler ortaya atılmıştır. Güneşte periyodik olarak ısı gücün azaldığı veya güneş sistemi zaman zaman soğuk alanlara girdiği ortaya atılmıştır. Ayrıca son buzul çağında tropik iklimlerin bitki ve hayvan çeşitlerinin bulunması iklim kuşaklarının yer değiştirdiği tezini güçlendiriyor.


“Türklerin Benî İshak’tan kabul edilmesine gelince; buradaki İshak’ın, İshak Peygamber olduğu açıktır. Bil ki, ben Türk tarihlerinde Oğuz Han’ın Yafes’in neslinden olduğunu gördüm. Türklerin tamamı onun neslindendir. Oğuz Han, Hz. İbrahim’le muasırdı. Hatta Türkler, onun İbrahim’e iman ettiğini ve İshak’ın kızıyla evlendiğini de iddia ederler ve Türkler, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Zülkarneyn ile kastedilen, Oğuz Han’dır derlerdi. Bu duruma göre Türkler, anne tarafından Hz. İshak’ın evlâdıolmuş olurlar. Nitekim Hz. İsa’nın Benî İsrâîl’den olduğu gibi, Türkler de, Beni İsha- k’tan sayılırlar. Türk ismi de, Oğuz Han’ın çocuklarına verilmektedir” .
Kur’an’da,Zülkarneyn kıssası içinde ön

Bilindiği gibi İbranilerin kutsal kitapları arkeoloji ve tarih açısından genelde oldukça güvenilir kaynaklar oldukları saptanmıştır. Ancak kronolojik kayıtlar daha eski çağlara indikçe güvenilirliği de aynı oranda azalmaktadır. Dünyanın Tevrat’ta belirtildiği gibi 6000 yıl önce yaratılmadığı ve en az dört buçuk milyar yıllık ömrü olduğu artık herkes tarafından biliniyor. Oysa, 1654 yılında, Ussher adında bir İrlandalı Başpiskopos, Tevrat’taki verilere dayanarak yaratılışın M.Ö. 4004 yılında, 26 Ekim sabahı, saat dokuzda başladığını iddia etmişti. Bazı metin ve hadislere dayanarak, dünyanın yaratılış süresi olan 6 günü, her günü 1,000 veya 50,000 yıl ile çarpsak yinede alınan netice tatminkar değildir. O halde, eski İbrani metinlerinin Kuran’da belirtildiği gibi tahrifata uğradığı kanısına varmak mümkündür. Oysa, mecazi açıdan, Kuran’da da belirtildiği gibi, Yaratılışın sürdüğü 6 günün, aslında farklı anlama geldiği, ilerdeki bölümlerde ele alınacaktır. “Gün” denildiği zaman belirli bir devreyi (bir siklüsü) tamamlayan bir süre düşünüldüğü ortaya çıkıyor. Kutsal kitaplarda (Kuran, İncil ve Bhagavad Gita) bu bazen 1000 yıl olarak ifade edilmektedir (“Tanrının nezrinde bir gün bin yıl gibidir”), 6 gün için daha farklı yaklaşımlar da söz konusu. Bu konuyu kapsamlı olarak “Siklüsler” adlı bölümde ele alınacağız.


Tevrat'a göre Nuh'un üç oğlu vardır ve üç oğlundan üç temel ırk meydana gelmiştir.Günümüzdeki insanların hepsi Nuh ve üç oğlundan türemişlerdir. Bazı  tefsir ve tarih kitaplarında ve Kitab-ı Mukaddes’teki bilgiler doğrultusunda bütün insanlığın sadece Nuh’un Sâm, Ham ve Yâfes isimli üç oğlunun soyundan gelişip yayıldığı belirtilir. Buna göre Nuh tufanından kurtulan başka insanların soyu tükenmiş; bütün yeryüzünde sadece Nuh’un soyu devam etmiştir.

Tekvin'e göre üç temel ırk Nuh'un bu üç oğlundan meydana geldi: ·         Yafes, Yafetik ırkın ·         HamHami ırkı Afrika'yı yurt edinmiştir, Berberi, Tuareg Afrika kıtası kuzeyi tamamen Hami ırkıdır. Hami ırkı Sami ile akrabadır ama Arap değildir. Tüm Sahra'dan başka, Mısır halkı (Arapçalaşmış Hamiler ve Koptiler) Araplar'a en yakın oldukları halde Arap değillerdir, Araplaşmışlardır. Bu ırk, Nil boyunca Sudan ve Zambia'yı kateder, Etyopyalı, Cibutili, Somalili, Eritreli olmuşlardır ·         SamSami ırkının atası oldu.
Yafes (Latince: Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), İncil'de Nuh'un oğullarından biridir. Arapça eserlerde ismi, Yafes bin Nuh (Nuh'un oğlu) diye geçmektedir.
Kâşgarlı Mahmud, yirmi boydan oluşan Türklerin kökünün Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e ve onun oğlu Türk’e dayandığını yazmaktadır. 




Hazar Yazışmalarında Hazar Kağanı Yusuf, Türklerin Gomar'ın oğlu Togarma'dan geldiğini dile getirir. Yafes'in oğullarından aşağıda verilenlere göre; ·         Gomâr: Kimmerler ·         Mağog: Macarlar ·         Maday: İranlılar (Medler) ·         Javan/Yuvan: Yunan (İyonlar) ·         Tubal: İtalyanİspanyolKatalanKilikya ·         Togarma: Ermeniler Bazı bilim adamları Türkiye'de yaşayan Türk halkının genetik olarak bu ırklarla %99,7 oranında benzemesi nedeniyle Türklerin atasını Tubal olarak benimser. Ancak bunun yalnızca Anadolu'ya yerleşen Türklerde görüldüğü nedeninin ise yerel Akdeniz halklarıyla karışma nedeniyle olduğu ve aslında tüm Türklerin bu derecede benzemediği ve bu yüzden Mağok'un Türklerin atası olduğunu savunur. Hazar Yazışmalarında Hazar kağanı Yosef, Türklerin Gomar'ın oğlu Togarma'dan geldiğini dile getirir. ·         Tras: Traklar ·         Meşek: Hazarlar ırklarının ve uygarlıklarının ataları oldular. Günümüzdeki insanların hepsi Nuh ve üç oğlundan türemişlerdir. Dolayısı ile herkesin Nuh’un dilini konuşması gerekirdi. Başlangıçta öyleydi. Ne zaman ki insanlar Babil kulesini yaparak Tanrı’ya ulaşmak istemişlerdir, bu Tanrı tarafından kendine şirk koşmak olarak algılanmıştır; zaten İbranicede Babil tanrı kapısı anlamına gelmektedir.

Tanrı bir zelzele meydana getirerek kuleyi yıkıyor ve insanlara da: Sizi dünyanın dört bir bucağına dağıtacağım ve birbirinizin dilini anlamayacaksınız, der. Böylece birlikte anlaşıp Tanrı’ya şirk koşamayacaklardır. Bunun sonucunda insanlığın farklı dilleri oluşmuştur. Nuh’un büyük oğlu Sem’ (Sami) den Arapça, İbranice, ikinci oğlu Ham’(Kam)dan Afrika dili ve nihayet üçüncü oğlu Yafes’ (Yafet) den Hint-Avrupa dilleri oluşmuştur.

Deguignes’e göre Yafes'in sekiz oğlundan en büyüğü Türk ismine sahipti. Hammer tarihinde "şecerenin ilki olan Türk... Her halde Heredot'un eserindeki Targitaos ve Mukaddes Kitap'taki Taghrama'dır" deniliyor

 

Vâni Mehmed Efendi"Araisü'l-Kurân" adlı eserinin birinci bölümünde şöyle der: "Türklerin Benî İshâk‘tan kabul edilmesine gelince; buradaki İshâk'ın, İshâk Peygamber olduğu açıktır. Bil ki, ben Türk tarihlerinde, Oğuz Han'ın Yafes'in neslinden olduğunu gördüm. Türkler'in tamamı O'nun neslindendir. Oğuz Han, Hz. İbrahim‘le çağdaş idi. Hatta Türkler, O'nun İbrahim'e iman ettiğini ve İshak'ın kızıyla evlendiğini de iddia ederler ve Türkler, Kurân-ı Kerîm'de zikredilen Zülkarneyn ile kastedilen, Oğuz Han'dır derlerdi. Bu duruma göre Türkler, anne tarafından Hz. İshak'ın evladı olmuş olurlar. Nitekim Hz. İsa'nın Benî İsrâîl'den olduğu gibi, Türkler de, Beni İshâk'tan sayılırlar. Bunda asla bir müşkillik yoktur."


Türk adından, ‘Tugar' olarak bahseden en eski belge, Musevilerin Ahdiatik (Tevrat)'idir. Ahdiatik en eski İbranice eserdir. Dünya varlığından, milletlerden, devletlerden ve dünyanın kuruluşundan bahseden en eski eser olarak Ahdiatik'in fasıllarında, insanlığın doğuşu (tekvin-i mahlukat) bölümünde anılan Tugar, Nuh'un oğlu Yafes'in oğludur. İsa'dan 458 sene önce yaşamış olan Musevi tarihçisi Hazkiyal, Tugar'la ilişkilendirilen Torok'ların yaşadığı bölge olarak Orta Asya'nın tam bir tarifini yapıyor. Ünlü tarihçi Josephe Flavius şöyle diyor: Toroklar, Dara'nın ülkesinin bitiminden başlayan ve sonu bilinmeyen yerlere kadar geniş sahalarda yaşayan, başlıca dokuz kola ayrılı büyük bir millettir. Çin kıtası da Torokların egemenliği altındadır. Ahdiatik'in en tanınmış müfessiri Mendelson, ‘tekvin-i mahlukat' bahsini açıklarken Torok tabirinin Türk olduğunu ve bu deyimin Turan şeklinde kullanıldığı zaman ‘Türklerin asıl vatanı' olarak anlaşılması gerektiğini karşılaştırmalarla anlatır.



İbn Abbas (r.a) der ki: "Hz. Nuh`un kavminden seksen kişi iman etmişti, Bunların Üç tanesi oğlu idi: Sânı, Hânı ve Yâfes. Bunlarla birlikte üç de gelini iman etmişti. Bunlar gemiden çıktıklarında bugün Musul taraflarında "Karyetu`s-Semaîn" (seksen kişinin kasabası) diye bilinen bir kasaba inşa ettiler. Haberde nakledildiğine göre gemide seksen kişi vardı. Bunlar arasında Hz. Nûh ile boğularak cezalandırılandan başka bir hanımı, üç oğlu ve bunların zevceleri de vardı. Katâde, el-Hakem b. Uyeyne, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Ka`b`ın görüşü de budur. Hâm gemide iken hanımına yaklaştı. Bunun üzerine Hz. Nûh da yüce Allah`a nutfesini değişikliğe uğratması için dua etti, böylelikle siyahiler ondan doğmuş oldu. Atâ dedi kir Nûh (as), Hâm`a: Çocuklarının saçları, kulaklarından aşağıya inmesin, nerede olurlarsa Sâm ve Yâfes`in çocuklarına köle olsunlar, diye beddua etti.



"Oğuz Kağan Destanı"na göre Oğuz'un ilk atası, Nuh'un oğlu Yafes'tir. Nuh, yeryüzünü oğulları arasında bölüştürdüğü zaman oğlu Yafes'e Doğu illeri ve Türkistan taraflarını verir. Yafes, Türklerin deyişine göre "Olcay Han" diye anılır. O, göçebe olarak yaşardı. Yaylak ve kışlakları Türkistan'da bulunurdu. Dhib Yavgu, Olcay Han'ın oğludur. Bunun da dört muteber ve şöhretli oğlu vardı: Kara-Han, Or-Han, Kür-Han, Küz-Han. Kara-Han babasının yerine tahta geçer. Bir oğlu dünyaya gelir. Çocuk, üç gün, üç gece anasının sütünü emmez. Herkes, onun öleceğini düşünürken; annesinin rüyasına girer. Çocuk, annesine; “Eğer sütünü emmemi istiyorsan biricik Yaratıcı'yı ikrar ve itiraf et.” der. Kadın, üç gece aynı rüyayı görür. Bu kavim, kâfir olduğundan; kadın, meseleyi kimseye anlatmaz. Kocasından gizli olarak Allah'a iman eder. O anda çocuk, anasının sütünü emmeye başlar. Oğuz'un temizlik ve güzelliğine herkes hayran kalır. Bir yıl sonra konuşmaya başlar. Oğuz daima Allah'ı anıp ona şükreder. Her türlü bilim ve hünerde, ok atmada, kargı kullanmada, kılıç çalmada, bilgi hususunda âleme ün salacak şekilde gelişme gösterir. Babası, evlenme çağı gelince onu iki amca kızıyla sırayla nişanlar. Oğuz, önce onları Allah'a inanmaya davet eder. Onlar, bunu kabul etmeyince; Oğuz, onlardan uzaklaşır. Or-Han'ın kızı Allah'ı kabul ettiği için Oğuz, onu alır. Onu herkesten çok sever. Oğuz'un avda olduğu bir zamanda eski eşleri, Oğuz'un Allah'a inandığını ve bunun için kendilerinden uzaklaştığını babasına anlatırlar. Oğuz'un babası ve akrabaları, Oğuz'u öldürmeye karar verirler. Oğuz, avdan dönünce durumu anlar. Babası ve amcaları Kür-Han ve Küz-Han'ı öldürür. 75 yıl amcalarının uruğlarıyla savaşır. Onları yendikten sonra Oğuz yönünü dışa çevirir. Oğuz, cihangirlik için sefere çıkarak muhtelif yerleri ülkesine katar. 1000 yıllık bir hayattan sonra yerini oğlu Kün Han'a bırakır.

Nuh Tufanı Türklerde "Taşkın" olarak anılır. Hıristiyanlık, Musevilik ve İslam ile birlikte tüm Dünyanın ortak bir inancı haline dönüşmüş ve zaten pek çok toplumda var olan tufan inançlarıyla da birleşmiştir. Türk kültüründeki önemi yeryüzünün yeniden ilk başlangıçtaki sularla kaplı haline dönmesidir. Yenilenmenin sembolüdür fakat yenilenme bir çeşit devrim ile ortaya çıkmaktadır. Çünkü tufan ile eskimiş olan her şeyin sonu gelir ancak dönülen yer ise başlangıç yani öz’dür. Bu bağlamda yaşamın bir çember olduğu inancını benimseyen ilkel toplumların düşünce sisteminin en güzel örneğidir. Kötülük yüzünden kaos ortaya çıkar ancak sonradan yeniden dinginleşir.Nuh Peygamber (Türklerde Nama adıyla bilinir) bir gemi yapar ve bütün canlılardan bir çift alarak taşkından korunur. Tufan olacağını "demir boynuzlu kök teke" önceden haber vermiştir. Bu teke yedi gün dünya çevresinde dolaşmış, acı acı melemiş, yedi gün deprem olmuş, yedi gün dağlardan ateş fışkırmıştır. Tufan şöyle Altay söylencelerinde anlatılır:
Gök teke yedi gün yeryüzünü dolaştı ve bağırdı
Yedi gün zelzele oldu
Yedi gün dağlar ateş püskürdü
Yedi gün yağmur yağdı
Yedi gün fırtına oldu ve dolu yağdı
Yedi gün kar yağdı
Aynı şekilde, Atlantoloji açısındanda, Nuh tufanı M.Ö. 2500 veya 3000 değilde, M.Ö. 10.000 civarında olması mümkündür. Bu tarihlerde, büyük olasılıkla, önce açıkladığımız gibi dev bir asteroid’in yeryüzü ile çarpışması, ya dünyanın yörüngesini güneşe daha yakın getirmişti, veya eksenini değiştirerek yine buzul alanları yaratıp eski buzul alanın erimesine yol açmıştır. Böylece, kutuplarda yer değişme iklim değişliklere de yol açması gerekir. Kutuplarda buzların altında bulunan ormanları, aksi taktirde nasıl açıklarız. İlginçtir ki, gerek Enok’un kitabında gerek Herodotus’ un Mısır rahiplerinden duyduklarında ve nice eski kayıtta böyle bir eksen değişikliği olduğu açıklanıyor. Mısırlı rahiplerin Herodotus’a anlattıklarına göre Güneş bir zaman batıdan doğuyormuş ve doğuda batıyormuş ve dünya birkaç kez eksen değiştirmiş.

Çarpışma yerinin büyük olasılıkla Atlas Okyanusunda, belki de Meksika körfezinde olması okyanusdaki kara parçaları volkanik patlamalar eşliğinde denizin dibine sürükledi. Amerika kıtasında incelemeler oranın belirsiz bir geçmişte, büyük bir meteor yağmuruna tutulduğun göstermiştir. Aynı şekilde Büyük Okyanusta bir zamanlar böyle bir meteor yağmuruna maruz kalmıştır. Gökten gelen felaketin sonucunda Atlantis kıtası batmıştı, bazı dağ tepeleri de okyanus ortasında adalar olarak kalmıştır. Bir taraftan kara parçaları çökerken, başka kara parçaları yükselmeye başlamıştı, bunların arasında And dağları, Cordilleras dağları, Himalayalar, Pamir dağları ve Kafkas dağlarını sayabiliriz. Hayvan sürüleri, doğa örtüleri ve insanlar toplu olarak öldüler. İnsanların uygarlık anıtları yeryüzünden silindi.

O halde, insan tarihin dünya geçmişi açısından bu kadar kısa bir süre önce başlamasına şaşmamak gerekir. İnsanlar her şeyi yeniden başlamaları gerekirdi. Bu öykünün doğru olmadığını savunanlar, Platon’un belirttiği tarihten çok sonra yazı ve uygarlığın geliştiğini belirtiyorlar. Ancak mevcut arkeolojik bulgulara dayanarak M.Ö. 8-9 bin yıl önce Konya yakınlarında Çatalhöyük’te gelişmiş şehircilik olduğunu gösteriyor (1). Yazının nispeten yakın tarihte gelişmesi, onun bir felaket öncesi uygarlıkta bulunmaması anlamına gelmez. Yaşlı Mısırlı rahip bilginin yazının unutulması konusunda verdiği açıklamalar bu konuda yeterlidir. Arkeolojik buluntular, uygarlık gereçlerini, bilim ve sanatları gittikçe daha geri bir tarihe atıyor.

 
Binlerce yıl önceki bu felaketten bir kaç insanın kurtuluşu, tarih boyunca unutulmayan bir öykünün konusu olmuştur. Daha önce belirttiğimiz gibi, bu öykü dünyanın her tarafında korunmaktaydı. Şüphesiz, bunun sonucu olarak diğer felaketlerde olduğu gibi, bir çok hayvanların nesli tükenmişti. Bilimsel bir varsayıma göre, bu devirde (11 bin sene önce) 40 milyon hayvan aniden öldü.

Nuh peygamberinin bu devirde yaşadığını varsayımına dayanarak onunu bu felakette hazırlıklı olduğu belirtiliyor. Gemisinde ailesi ile birlikte hayvan neslinin seçkin çeşitlerini de almış. Büyük olasılıkla, o devirde bol çeşitleri olan vahşi ve dev cüsseli hayvanlar yerine evcil hayvanların felaketten kurtulmaları, ve gelecekte insan yararına nesillerini devam etmeleri öngörülmüştü. Ayrıca, Kutsal metinlerde açıkca belirtilmediği halde, tarıma elverişli bitkilerin ve meyve ağaçların filizleri de taşındığını kabul edebiliriz. bu konuda bazı belirtiler vardır.

Ancak, dünyanın her tarafında yaygın olan tufan mitoslara dayanarak, öyle sanıyoruz ki, dünyanın çeşitli yerlerinde başka kurtulanlar da vardı. Onlar, “ikinci Adem” olarak değerlendirilen Nuh’tan farklı olarak hazırlıklı değillerdi. Kurtulmaları genelde şans eseriydi. Bu kurtulanlar arasında Ad soyundan olanlar da vardı, dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan “Adem öncesi” ve tanrı soyundan aşılanmamış, aborijin ırklar da vardı. Bu yüzden Nuhoğulları ve Ad’lar ırklarının “saflığını” korumak için türlü yöntemler aldılar, ve tarih boyunca görülen ve çeşitli kutsal kitapta yazılan (aborijin) yerlilerle ilişki yasağı sürdürüldü. Ancak, bu uygulanma doğal olarak pek başarılı değildi.

1947 yıllında, Ölü Denize yakın Kumran mağrasında bulunan rulo yazıtlar, İbrani kutsal edebiyatın en eski örneklerini oluşturuyor. Bulunan bir yazıta göre Hz. Nuh farklı bir fiziğe sahipti. Öyle ki, babası Lamek onun kendi oğlu olduğunu karısı Bartenoş’un yemin ve ısrarlarına rağmen inanmamıştı. Hz. Nuh’un “Bakıcılar, Kutsal Olanlar veya devler” in soyundan gelmediğini ancak “meleklerden her şeyi öğrenen” büyükbabası Enok (Hz. İdris)’a danıştıktan sonra inanmıştı (2).

Kumran’da bulunan bu yazıtların Haz. İsa’dan yüz sene önce yazıldığı dikkate alınırsa onların değeri anlaşılır. Her ne kadar Enok’un kitabı San Augustin tarafından belirtiildği gibi kadimliğinden dolayı tahrifata uğramışsa da, Kumran yazıtları ile ilginç benzerlikleri vardır. Orada Haz. Nuh ile ilgili şunları yazılıyor: “Bir süre sonra, oğlum Mathusala, oğlu Lamek için bir eş aldı. O ondan hamile oldu ve bir çoçuk doğurdu. O çocuğun etti kar gibi beyaz ve gül gibi kırmızıydı, saçları yün gibi beyaz ve uzun, gözleri güzeldi. Gözlerini açtığı zaman evi güneş gibi aydınlat ı… Ve babası Lamek ondan korktu ve koşarak Mathusala’ya gitti ve şöyle konuştu, Ben başka çocuklara benzemeyen bir oğul doğurdum. O insan değil gibi, fakat gökyüzü meleklerinin çocuklarına benziyor. O bizden farklı bir yapıda ve hiç bir şekilde bize benzemiyor … Ve şimdi, babam sana gerçeği öğrenmek için atamız Enok’a gitmeni yalvarırım, çünkü onun yurdu meleklerledir” (Enok’un kitabı 105/1-6). O halde, eski kayıtlar tufanla silinen eski dünyadan, Nuh ve soyu yeni bir insan prototipi olarak kurtulduğunu belirtiyor. Bu soyun eski Kızılderili ademoğulları ve melez dev ırk yerine beyaz ırk olduğu görülmektedir.

Daha önce belirtimiz gibi, Blavatsky’e göre Atlantisliler dördüncü kök ırka mensuptu, üçüncü kök ırk’ta Lemuryalılar’dı (Mulular), her bir ırk bir felaketle yok olduğu gibi, kurtulanlar, bir sonraki ırkın atalarını oluşturup yeni bir ırk oluşturmuşlar. Bizim de beşinci kök ırktan olduğumuz söylenir ve altıncı kök ırk oluşmaktadır.

Tevrat’ta göre, Nuh’un gemisi Ararat dağında demirlendi. Her ne kadar bu bize olasılık dışı gibi gelse, jeolojik kanıtlar o bölgenin bir zaman su altında olduğunu gösteriyor. Civarda bol miktarda deniz fosilleri ve tuz kristalleri vardır. Van göllünün tuzlu olduğu ve deniz balıkları bulunduğu bilinir. Bunun dışında Ararat’ın tepesinde doğru veya yanlış gemi kalıntıları bulunduğu söylenir. Zaman zaman, bu parçalar incelenmek üzere indirilmişti (3). Bu konuda ilginç iddialar var, çeşitli belgeler ve fotoğrafları içeren kitaplar yazıldı. Keşif heyetlerinin araştırmaları düzenlendi.

 
Bu iddiaların gerçek olup olmadığını bilmiyoruz, ancak kutsal kitaplardaki her öykünün arkasında bir gerçek payı vardır. Nuh’un üç oğlu Yafes, Ham ve Sam’dan bütün ırkların türediği inanılır. Yafes’ten “beyaz” ırk, Sam’den Araplar ve İbraniler dahil olmak üzere Sami ırkı, ve Ham’dan Kuzey Afrikalılar türediği yazılır. Tevrat’ta bu üç oğlun soylarını ayrıntılı olarak açıklıyor. Bu soy isimleri aslında bir çoğu Anadolu’da olmak üzere bir çok kavim ve halkların isimlerinden başka bir şey değildir.

Bu konuda birinci asırda yazılan Flavius Josephus’un İbraniler tarihi ayrıntılı bilgi veriyor (4). Josephus bu konuda şöyle yazıyor, “Nuh’un oğulları üçtü, tufandan yüz sene önce doğan Sam, Yafes ve Ham, [Tufan'dan sonra] dağlardan vadilere ilk inip ev kuranlardandı. Tufanı anımsayarak alçak arazilere inmekten büyük korku duyanları da ikna ederek önderlik yaptılar (1-4-1)”. Onlar biliyorlardı ki yaşlı Mısırlı rahibin belirttiği gibi bir tufan olduğu zaman, dağlarda yaşayanlar kurtulur ve vadi ve ovalarda yaşayanlar silinirdi. İlginçtir ki, Orta-Amerika kızılderilileri, gelen ilk beyaz adamlara, piramitlerin tufandan korunmak, yükseklere tırmanmak maksadıyla yapıldığını söylemişlerdi.

Josephus’un tarihi, Tekvin’deki verilere dayanarak Nuhoğulları için şöyle yazıyor: “Nuh’un torunları anısına kurdukları devletlere kendi isimlerini verilmiştir. Yafes’in yedi oğullu vardı, onlar ilk başlarda Toros ve Amanus (Klikya) dağlarında yerleştiler, sonra Asya’ya doğru Tanais nehrine kadar, ve bir kolu Avrupa’da Kadiz [İspanyada Cebelültarık'ın ağızında ve Atlas Okyanus kıyısında bir şehir]‘a kadar yol aldı ve daha önce başkaları bulunmayan ülkelerde yerleşerek, kendi adlarını verdiler. Yafes’in oğlu Gomer Grekler’in Galata [Ankara çevresinde bir Kelt Devleti, ayrıca Fransa'da aynı halk Gal'ler] dedikleri fakat o zamanlar onlar Gomerliler olarak bilinirdi. Magog, Magogitleri kurdu, onlara Grekler İskitler derlerdi. Yavan ve Madai’a gelince, Madai’dan Madianlar geldi. Onlara’da Grekler Medes [İranlı bir kavim] derlerdi. Oysa, Yavan’dan İyonyalılar ve bütün Yunanlılar gelmiştir. Thobel, Thobelitleri kurdu, onlardan da bütün İberler gelir. Mosocheniler Mosoch tarafından kuruldu onlara şimdi Kapadokyalılar (Göreme, Nevşehir) denilir. Halen onlarda eski adlarını gösteren Mazaca (Kayseri) şehri vardır. Anlayana bu gösterir ki, bütün devlet bir zaman o ismi taşırdı. Thiras aynı zamanda hükmettiği halklara Thiraslılar derdi, ancak Grekler onların adlarını Trakyalılar olarak değiştirdiler. Yafes’in soyundan ilk yerlileri olan devletleri adedi çoktur. Gomer’in üç oğlundan Aschanax, Aschanakslılar gelmişdir, artık onlara Grekler tarafından Rhegin [Güney İtlaya'da]‘ler denilir. Aynı şekilde Riphath’da Riphalılar Paphlagonlar [Anadolu'da Karadeniz kıyısında yaşayan bir topluluk] ismi türedi. Grekler’in Frigler (Batı Anadolu’da bir devlet) dedikleri Thrugramma’dan türeyen Thrugrammalılar’dı. Yavan’ın üç oğullundan Elissa, Eliselilere adını verdi, onlara şimdi Aioller (Batı Anadulu’da) denir. Tharslar’dan Tarsus ismi alındı, ki bu Klikya’nın eski adıydı. Bunun belirtisi şöyledir, onların en kayde değer şehirlerin ismi Tarsus’dur bu adda theta yerine Tau harfini değiştirmek suretiyle elde edilmiştir. Cethimus, Cethima adasını almıştır, ona şimdi Kıbrıs denilir. Bu nedenle İbraniler adalara ve deniz kıyılara Cethima derler. Kıbrıs’ta bir şehir eski adını belirtisi korumuştur, o da Grekler tarafından Citius denilir, fakat yerliler tarafından Cithim denilir…”


“Ham’ın çoçukları Suriye, Amanus ve Libanus dağlarına kadar yayıldılar… Chus’tan Habeşliler geldi. Halen’de günümüzde onlara kendileri ve başkaları tarafından Kuşit’ler denilir. Mestre ismi halen Mısır’da oturanlara Mestre’liler olarak korunmuştur. Phut Libya’nın ilk yerlisiydi… Grek coğrafya’cılar oradaki nehrin ve yerin ismi Phut’tan değiştiğini kaydetmişlerdir. Şimdeki ismini Mesraim’in oğullarından biri olan Lybyos’tan almıştır… Sabas, Sabileri kurmuştur…”

“Sam, Nuhu’un üçüncü oğullunun beş oğullu olmuştur. Onlar Fırat nehrinden Hint Okyanusa kadar olan bölge’de yerleştiler. Elam Pers’lerin (İran) atası olan Elamlıları kurdu. Ashur Nineve şehrinde oturdu ve halkına Assuriler dedi…Arphaxad, şimdi Keldani’ler denilen Arphaksadlılar’ı kurdu. Aram, şimde Suriyeliler fakat önceden Aramiler denilen topluluğu kurdu. Laud, şimdi Lidyalılar (Batı Anadolu’da) fakat önce’den Lauditler olarak bilinen devleti kurdu. Aram’ın dört oğulundan Uz Teachonitis ve Şam’ı kurdu…Uz Ermenistan’ı kurdu… (1-6)”. Josephus bundan sonra Arphaxad’ın soy kütüğün inceleyerek Haz. İbrahim’e kadar getiriyor. Bilindiği gibi kutsal kitaplara göre, Haz. İbrahim’in bir oğullundan İbraniler, diğer oğulundan Araplar türemişti.

Kayıtlara göre, Atlantisliler Nuh yönetiminde bir dağa yerleştiler. Bu dağ Tekvin’e göre Ararat dağı, Kuran ve Suryani Tekvin’ine göre Cudi dağı ve diğer tradisyonlarda farklı dağlardı. Unutmamak gerekir ki olay çok eskidir ve kulaktan ağza geçerken ve yazıtlar kopyalanırken insanlar sürekli bildiği ve onlara yakın olan yerlerin isimlerini yerleştirmeye yönelirlerdi. Atlantis felaketinden diğer kurtulanlar dağlık bölgelerde yerleştiler. Kafkas dağları, Pireneler ve Atlas dağlar onların odaklandığı yerler olduğu kanısındayız. Burada yerleşmiş olan Kafkasyalılar, Basklar ve Berberler aynı soydan geldiği anlaşılıyor.

Ararat dağına yakın olan Kafkas dağları büyük göçlerin başladığı bir yerdir. “Beyaz” ırka Batıda kokazik (kafkasyalı) denilmesi oldukça anlamlıdır. Ömer Büyükata’nın değerli çalışmaları (5) bu konuyu ayrıntılı bir şekilde aydınlatıyor. Ona göre Apas kelimesi ve Yafes (Japhet) ile aynıdır, hatta Bask ve Pelask aynı kelimenin zamanla değişmeye uğramasından kaynaklanıyor. Toponymy (bölge ve yer isimleri)’e dayanarak Büyükata bu göç yerleri belirtiyor. Pelasklar, Akdenizin Grek öncesi yerlileri idi ve Yunan kültürünü büyük çapta etkilemişlerdi. Dünyanın en kadim dillerinden birine sahip olan Basklar, Atlas dağlarında yaşayan Berberler ile akrabalıkları vardır. Cohane’e göre Berber, İber kelimesinden kaynaklanıyor(İber-İber). Aynı şekilde, Britanya (İnglitere) ve Breton (Batı Fransa) aynı kelime kökenindendir(Britler), ve çok eski çağlarda megalit (büyük taş) inşatlar yapan gelişmiş bir İberik akımın kalıntıları İnglitere, Batı Fransa, İrlanda gibi Atlas Okyanus sahili ülkelerde görmek mümkündür (6). Son bulgulara göre bunların sanıldığından daha eski oldukları ortaya çıkmıştır.

Sekiz senelik bir araştırma sonucu kitabını yazan Cohane, toponomi’e dayanarak dünyayı saran bir kadim kültür kalıntısı konusunda ilginç neticelere varmıştır. Birbirinden yakın neticelerine varan Büyükata ve Cohane’nin çalışmaları şaşılacak benzerlikler arz ediyor. Ancak, ne yazık ki Batı edebiyatı, Kafkasya konusunu ihmal etmektedir. Roma çağında Kafkasya İmparatorluğa bağlı bir eyaletti, adıda aynı İspanya’nın antik adı gibi “İberia”dı. Kafkasyalıların eski adı Adigeler’di. Başka bir değişle, Ad’lardı.

Atlas Okyanusun sahilinde yerleşmiş olan Baskların dilleri Orta-Amerika’da Maya diline çok yakın bir benzerliği vardır. Bask efsanelerine göre ataları mağaralarda saklanarak felaketten kurtulmuşlar. Baskların eski bir adeti Kızılderili uygarlıklarındaki gibi 20′lerle saymaktı. Bu adet halen Fransızların 80 rakamı 4 adet 20 ile dille getirmeleri şeklinde kalmıştır. Baskların “jai alai” ismindeki top oyunları Mayaların “pok-a-tok” oyunlarına benzer. Kan grupları da diğer Avrupalılardan farklıdır (rh negatif ve AB ve O grubu ağırlıklıdır).

Baskların M.Ö. 10,000 sene Avrupa’yı batıdan istila eden Kro-Magnonların bir kalıntısı oldukları inanılır. Kro-Magnonların beyin kapasiteleri (1600cc) bugünkü insanlardan (1400cc) daha büyüktü. Bu günkü insanlardan daha iri ve boyludular (182-195 cm.) (7). Bu insanların belki en son türleri Kanarya adalarında bir zamanlar yaşayan Guançlardı, soylarını İspanyollar tamamen tüketildi. Guançlarda ölülerini mumyalama gibi birçok kadim gelenekleri mevcuttu ve değik fiziksel özelliklere sahip oldukları söylenir. Aynı şekilde Peru ve Paskalya adalarında yaşayan “Uru” lar yakın zamanda yerliler tarafından tamamen öldürüldü. Bu ada halkları günümüzün insanlarına göre iri ve boyludular.

Atlas Okyanusun Batı sahilleri şu anda Keltler adında sonradan gelme halklarla çevrilidir. Bunlar İskoçyalılar, İrlandalılar, Galler, Cornwallılar ve Bretonlardır. Konuştukları diller Kafkas dillerine benzerlik gösterir. Onların binlerce sene evvel Kafkasya’dan göç ettiklerine dair efsaneleri vardır. Atlas Okyanusuna geldikleri zaman kendilerine benzeyen İberlerle hemen kaynaşmışlardı. Keltlerin izlerini Anadolu’da da bulmak mümkündür, bir zamanlar Ankara yakınlarında bir Galata devleti vardı (8). İskoçların çaldığı tulumun (bagpipes) ve Bretonlar’ın çaldığı biniou’a benzeri müzik aleti, Basklar’da ve Karadeniz sahilinde Kafkas soyundan olan Laz’larda tulum halen çalınır.

 
Amerika kıtasından gelen tarım ürünler çoktur. Yüzlerce bitki arasında patates, domates, çilek, salatalık gibi ürünler beyaz adam gelmeden evvel Amerika’da, çoğu And dağlarında yetişiyordu. Soframıza kurduğumuz sebze ürünlerin yarısı Amerika’ların keşfine borçluyuz. Gerçekten Amerikan uygarlıkların sofraları gelen İspanyollara nispeten daha zengin olduğu saptanmıştır. Bu ürünlerin birçoğunun vahşi çeşitlerin bulunmaması onların çok kadim çağlardan yetiştirilip geliştirdiğini gösterir. Avustralya gibi Atlantis İmparatorluğun ağından uzak olan ülkelerde tarımsal ürünlerin yoksunluğu Darwin’in de dikkatini çekmişti.

Donnelly’e göre bu ürünlerin kaynağı Atlantis’ti ve o, bu ürünlerin gelişmesi gerektiği on binlerce yıllık evrimin orada gerçekleştiği kanısında. Yeni dünyayı bir kenara bırakıp eski dünyada tarım ürünlerin yayıldığı başka bir bölgede de görüyoruz. Edmond de Molin’i aktaran Ömer Büyükata, “Gerçekten; meyve ağaçları, dünyanın bu mümtaz derecede çeşitli meyve türlerine rastlanılmaz … Sicilya’ dan daha mutlu olan Kolkhide (Batı Kafkasya) eski bolluğundan bugün hiçbir şey kaybetmemiştir … Burada en çok göze çarpan şey meyve ağaçları arazisi olmasıdır. Hatta Kandül ve başka bitki bilginlerine göre Kolkhide, meyve ağaçların anavatanıdır. Onların kanılarına göre elma, armut, erik, kiraz, dut, kiraz badem ağaçları, frenküzümü, bağ, turp ve birçok sebze çeşitleri hep buradan, bu vadilerden etrafa yayılmış bulunduğu gibi, bu ürünler en ilkel ve en çok kendi kendine yetişir bir halde yalnız burada bulunurlar…”(9). Bir varsayıma göre tufandan kurtulan bir gemi, insanoğullunun evcilleştirdiği hayvanları ve tarım için elverişli bitki ve ağaç türlerini bu bölgeye yakın bir yere taşıdı, bu gemiye Nuh’un gemisi denilirdi.

Türkçe’nin kızılderili dillerle benzerlikleri bilinir, bu konuda bazı araştırmalar vardır. Atlantoloji ve Mu konusu işleyenler arasında ile ilgili özellikle Haluk Cemil Tanju’nun “Orta-Asya Göçlerinde Turunçderililer” (10) ve Kazım Mirşan’ın anlaşılması zor “Akınış Mekaniği, Altı Yarıq Tiğin” (11) kitapları ilginçtir. Ayrıca Dr. Hamit Zübeyir Koşay birkaç yıl Basklar arasında bulunduktan sonra Türkçe ve Baskça arasında bir bağ kurmuştur (12). Diller kısa sürelerde büyük değişikliklere uğradığı için binlerce sene evvelki durumu için bir şey söylemek zor.

Norveç’li Thor Heyerdahl yaptığı araştırmalarında haklı bir ün kazanmıştır. “Kon-Tiki” (13), “Aku Aku” ve “Polenesya’ya Deniz Yolları” adlı eserlerinde anlatılan, Peru’dan Paskalya adalarına ilkel bir deniz salında yaptığı yolculukta, eskiden böyle bir yolculuğun olasılığını kanıtlamıştı. Onun gerek arkeolojik, dilbilimi ve mitolojik araştırmaları eski çağlarda beyaz adam anlamına gelen “Urukehu” adında bir halkın Peru uygarlığını yaratıklarını, ancak melezler ve oranın yerlileri tarafından kovulduktan veya bilinmeyen bir sebepten dolayı göç ettiklerinde, Paskalya adalarına yerleştiklerini belirtmişti. Urukehular sonradan Paskalya ve Hawaii adalarında aynı akibete uğradıktan sonra nesli yok olmuştu. Yeni Zelanda da aynı şekilde Urewera ülkesinin dağlarında bir zamanlar Turehu adında beyaz bir ırk varmış. Bu ırklar And dağlarında Titicaca gölü civarında yaşayan ve muhtemelen Uruguay’a ismini veren “Uru”larla aynı oldukları inanılyor. Heyerdahl’a göre Urukehuların boyları iki metre civarlarında olup, genelde kızıl saçlı ve bazen sarışındılar. Gerek Peru’da gerek de Paskalya adasında yapılan mezar kazıları bu tezleri doğrulayan cesetler bulundu. Ayrıca Paskalya adasındaki dev heykellerin kafa üstleri kırmızıya boyanıyordu. Paskalaya adalarında on yedinci asırda çıkan bir ayaklanmada yerliler “uzun kulaklılar” denilen bu halkı yok ettiler. Kurtulan tek bir “uzun kulaklı” soyunu sürdü, ve Thor Hyderdahl bazıları kızıl saçlı olan ve önceden Avrupalı sandığı torunları ile geçirdiği ilginç anıları kitaplarında aktarmıştır. Bu kavimin adı kulaklarını uzatmak için uyguladıkları bir deformasyon yönteminden ileri geliyordu ve uzun kulak kültü, Uzak Doğu’da, özellikle Kamboçya’daki esrarengiz Anghor medeniyetine Buda heykellerinde görülmektedir. Paskalya adalarında bulunan yazıt örneklerindeki harf karakterleri Sümer yazıtları ile hemen hemen aynı oldukları gözetilmiştir. Bu çok ilginç bir olaydır, arkeologlar her zaman ki gibi açıklayamadıkları olaylar karşısında sessizliklerini korumaktadırlar.

Ergenekon efsanesine göre ilk Türkler demirciydi. Sarp dağlarla çevrili bir arazide bulunuyorlardı. Dağları eriterek ve delerek bu doğal hapisten kurtulmuşlardı, ki bu yüksek bir teknoloji anımsatıyor. Çin kayıtlarına göre eski Göktürkler (Tükmenler) genelde kızıl kestane saçlı ve bazen sarışındı, gözleri yeşil veya maviydi. İran’daki Türkmenlerde de aynı şey söz konusu. Kullandıkları runik görünüşlü alfabe de düşündürücüdür. Yine de, bu konuda demode ve şoven ırkçı tezleri yeniden hortlatmak amacınca değiliz, bu görüşlerimize tamamen ters düşer. Diğer topluluklar gibi Türkler çok karışmıştır, özellikle Anadolu ve Trakya Türkleri. Günümüzün insanı her yerde melezdir, ancak kadim çağlarda insanlar bu denli karışmamışlardı.

Türk adının kökeni Urukehu veya Turehularla bir olabilir mi? James Bailey’nin araştırmalarına göre dünyanın muhtelif yerlerinde demir mağaraları bulunur. Karbon 14 testlere göre Güney Afrika’da bir mağara M.Ö. 41.250 senesinde işleniyordu. Bailey’e göre binlerce yıl önce Tunç çağı denizci madencilik firmaları dünya’nın çeşitli yerlerinde demir ve başka madenler için kazı yapıyorlardı ve mağara duvarlarında “şirketlerinin logolarını” bırakıyorlardı. Bunların arasında gamalı haç (svastika), haç, güneş sembolü, çifte balta, helezon ve paralel iki dalga en yaygın olanlar arasındaydı. Türklerin ilk ataları Ural-Altay dağlarında kadim ve kayıp uygarlığın madencilik kolonisi olabilir mi? Felaket geldiğinde ondan kurtulanlar arasında olup, yeni yurtları Orta Asya’da yayılmış olabilirler mi? Yoksa, Yafes oğullarının bir kolları mı idiler? Tanrıçaları “Turan” olan ve Troya’dan (Truva, Tür-va ?) Etrurya’ya (İtlaya/Tyrhenia) göç ettikleri söylenen ve şehirleri Tarkon tarafından kurulan Etrüskler (E-türk ?) ve ile bir bağlantıları var mıydı?

Bir denizci halkı olan Etrüsklerin Anadolu’dan geldiklerini ve Lidya’dan giden bir koloni oldukları Herodotus tarafından kaydedildiği halde, günümüzde bu ihtiyatla karşılanır. Her ne kadar Lidyalıların baştanrıları Tarku adına taşıyorsa, Halikarnaslı Diyonysos iki toplumun arasındaki farkları işaret etmişti. Heykel ve resimlerindeki çekik gözlü moğul-kokazoid figürler, at, şavaş ve güreş motifleri bir Türk köken tezine yol açmıştı, ancak bunu kanıtlayacak ciddi delil olmadığı gibi, dilleri de henüz çözülememiştir. Ayrıca Türklerin kökeni en az Etrüsklerin kökeni kadar çözülmemiştir. Elli yıl önceye kadar, Batı’da Türklere belirli bir hüviyet tanınırken ve Sümeroloji ile ilgili kitapların çoğunda Sümerlerin Turan asıllı olduğunu yazarken, günümüzde Türklerin adeta kökleri olmadığı yolundaki görüşler yaygındır. Ancak, bundan alınmamak gerekir, çünkü varsayımcılığa karşı olan bu akım, diğer toplumları da aynı işleme tabi tutuyor.

Bir iddiaya göre Lidyalıların bir kolu İtalyaya giderken, diğer bir kolu Klikya’ya (Güney Doğu Anadolu) giderek Toroslara ve Tarsus şehrine adlarını vermişler, onlara Trakheiotlar denilirdi ve adları Trakyalılara benzerlik arz eder. Diğer bir kolu da İspanya’ya giderek Tartessus (Eski Ahit’te Tarşiş) ismini vermiş, ancak Tartessus’un çok eski olduğu, kökenleri taş devrine uzandığı anlaşılıyor.

Her ne kadar İtalya’da Turin ve Torino gibi bir sürü ilginç şehir isimi varsa ve Roma ve Romulus efsanesi, Asena efsanesine şaşılacak benzerliği varsa. Tabii ki, şüpheli bir yöntem olan toponymy’e (yer isimleri) dayanarak ve şoven duygulara kapılarak böyle bir sonuca varmak, bu konuda spekülatif bir varsayımı ileri sürmekten öteye gitmez. Daha somut sonuçlara varmak uzmanların işidir. Ama bazı ilginç bağlantılara işaret etmekten kendimizi alıkoyamıyoruz.

Örneğin, İsviçre’de Zurih kentinin eski adı Turikon idi ve civarında ona benzer yer adları da varmış. Donelly şöyle yazıyor “Strabo (M.Ö. 63 – M.S. 21) Turduli ve Turdetaniler konusunda şöyle diyor “Bütün İberler arasında en bilgili bunlardır; onlar yazı sanatı kullanıyorlar; eski tarih anılarını kaydeden kitapları var, ayrıca altı bin senelik bir geçmişleri olduğunu iddia ettikleri şiir ve şiir olarak yazılmış kanunları var”. Ayrıca, eski Mısır kayıtlarına göre, Anadolu sahil halkları denizciydi ve korsanlık yaparlardı. Onlara Tukrianlar denilirdi. Altı topluluğun birliğinden oluşmuş bu halklar Ramses III ile savaşmışlardı ve aralarında Tokhariler ve Thekerler de vardı. Onlarla Lübnan’ın kadim ve esrarengiz şehri Tyre ile bağlantı kuranlar var. Gerek Tyre, gerekse de Tartessus denizcilerin barındığı liman şehirleriydi.

Sahara Çölünde yaşayan Tuaregler de Atlantis ile bağlantıları olduğu varsayılmıştır. Peter Kolosimo “Timeless Earth” kitabında şöyle yazıyor “Comte de Charencey (1832-1916) `Histoire l*gendaire de la Nouvelle-Espagne’adlı kitabında “Berber, Tamaçek (Tuareglerin dili), Euzkara (Baskların dili) ve kadim Gal dilinde bazı sözler kesinlikle Kuzey ve Güney Amerikadaki Kızılderili dillerine akrabalığı vardır” (14). Vahşi çöl hayatına dönüşmüş, kendine özgü katı kuralları olan ve pek konuşmayan Tuargeler’in çok eski Finike kökenli yazıları ve alfabeleri vardır. Erkeklerin yüzlerini örttüğü ve asillerin daima mavi giydikleri bu toplum, bir zamanlar çölün hakimleriydi. Bir zamanlar Sahara Çölünde büyük bir göl vardı, Libya’da çok eski, esrarengiz şehir kalıntılarının duvar resimleri o zamanın zengin bitki örtüsüne ve hayvan çeşitlerine şahittir.

Tevrat’ta göre Kral Nemrud, Babil kulesini inşa etmesinden önce insanlar tek bir dil konuşurmuş ancak onun yıkımı ile birden herkes farklı bir dilde konuşmaya başlamış ve birbirini anlamamaya başlamıştır. Batıda konuşulan diller genelde üç büyük gruba ayrılır: Hint-Avrupalı diller grubu, Sami diller grubu ve Ural-Altay / Finno-Ugarik, Turan diller grubu. Bazı dil bilimciler (diffusionist) bütün dillerin ortak bir dilden geldiği kanısındalar, ancak bu tez halen tartışmalı olmakla beraber pek rağbet görmez.

Kaynakça:

(1) Anadolu’nun Öyküsü, İskender Ohri, Millliyet Yayınları, İstanbul, 1983

(2) The Dead Sea Scrolls in English, G. Vermes, Penguin, Middlesex, 1962, (s. 215)

(3) In Search of Noah’s Ark, Balsiger and Seller, 1976, Sun Classic, Los Angeles, 1976

(4) The Atiquities of the Jews, The Wars of the Jews, Flavius Josephus, William Clowers and Sons, London

(5) Aphaz Mitolojisi Anaç mı? B. Ömer Büyükata, Sabri Ander, İstanbul, 1971, Kafkas Kaynaklarına Göre İlk Yaratılışlar-İlk İnsanlık-Kafkas Gerçekleri, B. Ömer Büyükata, Yarış Matbaası, İstanbul, Cilt I 1985, Cilt II 1986

(6) The Key, John Philip Gohane, Fontana, Glasgow, 1969, 1975

(7) Atlantis, from Legend to Discovery, Andrew Tomas, Sphere, London, 1972, 1974

(8) Galat’lar, Fernand Lequenne, çev. Suzan Albek, TTKB, Ankara, 1979

(9) Abaz Mitoloji Anaç Mı? (12) [s. 38-39)

(10) Orta-Asya Göçlerinde Turunçderililer, Haluk Cemil Tanju, İstanbul Matbaacılık

(11) Akınış Mekaniği, Altı Yarıq Tiğin, Kazım Mirşan, MMB Yayını, Ankara, 1978

(12) Makaleler ve İncelemeler, Dr. Phil Hamit Zübeyir Koşay, Ayyıldlz Matbaası, Ankara, 1974

(13) The Kon Tiki Expedition, Thor Heyerdahl, çev. F.H. Lyon, George Allen and Unwin Ltd., London, 1950, Aku Aku, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London, 1958, American Indians in the Pacific, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London 1952, Sea Routes to Polynesia, Thor Heyerdahl, George Allen and Unwin Ltd., London, 1968.

(14) Timeless Earth, Peter Kolosimo, Garnstone Press, London, 1973


Nuh tufanını anlatan bazı Midraşlarda, Nuh'un gemisine gizlice o bölgenin eski kralı olan Og'un girdiği, aylarca hayvanlarla gizlice yaşadığı yazar. Midraşlara göre bu zat, gemi karaya oturunca Nuh Peygamberle karşılaşmış ve ona biat etmiş, Peygamber de yaşamasına izin vermiştir. Araştırın bakın etimolojik verilir Og'un asıl adını ne olarak veriyor. Tabii ki Oğuz. Yine midraşik kaynaklarda Nuh'un Og adını değiştirdiği ve Eliezer yaptığı söylenir. O Eliezer, Hz. İbrahim'e ilk iman eden ve kendini onun dinine adayan sadık hizmetkardır. Yalnış olmasın zaten Eliezer'in anlamı da "Tanrıya yardım eden" olsa gerektir. Midraşik kaynaklardan yola çıkarak söylüyorum eğer bu doğruysa Haniflik ve Gök Tengricilik arasında kurulan bağı hafife almamak gerekiyor. 

.


26 Mayıs 2015 Salı

Erlik Han



Erlik Han - Türk ve Altay mitolojisinde kötülük yapan Tanrı ruhudur. Erlik Han Gök Tanrı'nın oğlu ve eski Türklerin inancı Tengricilikte yeraltı aleminin efendisidir. (Yerlik / Erlik de denir). Moğollar ise Erleg veya Yerleg derler. Macar mitolojisindeki Ördög ile eşdeğerdir.

Günümüzde iblis olarak kullanılan bir tür cin) olmasına rağmen kötülüğü simgeleyen bir tanrı ruhudur. Altayların bir yaradılış efsanesine göre Erlik Han, dünyanın yaradılışında Tengri'ye karşı fenalık yapmış ve Tengri onu ceza olarak yeraltı âleminin efendisi yapmıştır. Erlik Han, yeraltı Âleminin en alt katında yeşil demirden bir sarayda, gümüşten bir tahtın üzerinde oturur. Orada kendine koyu kırmızı parlıyan ve çok az ışık veren bir güneş yaratmıştır. Emirinde dokuz semerli boğası vardır.

Erlik Han lanetlenmiştir, Tanrı [Ülgen] ve yarattığı karada dokuz dallı çam ağacının dokuz dalından kendi halkını türetir. Erlik bu halk benim olsun der tanrıya.tanrı da ona git kendi halkını kendin bul deyip Erlik'i geri çevirir. Tanrının halkının bu agacın yalnız doğuya bakan 5 dalından istifade etmelerine izin verilmiştir. Kalan dört dal yasaklamıştır. Erlik gidip bu halkı baştan çıkarır. Erkek olan Törüngey ile dişi olan Eje, Erlik'in şu sözüne kanarlar "Bu dört dal aslında size yasak değildir, meyveleri de pek tatlıdır. Dilediğinizce yiyin." Erlik sonra ağaca bekçi bulunan yılan uyurken ağzına girer ve ağaca çıkar, Ece'ye müsaade ettiğini söyler. Bunun üstüne Ece meyveden yer, Törüngey'in de agzına sürer. Tanrı durumu fark eder ve Erlik'i yer altına gönderir. Eje'ye "Sen benim sözümü tutmadın bundan sonra gebe kalasın ve doğum sancıları çekesin" der. Yılana "Sen benim sözümü tutmadın, bundan böyle Şeytan diye bilinesin, herkes seni ezmeye öldürmeye çalışsın" der. Törüngeye "Sen benim sözümü tutmadın, 9 kızın 9 oğlun olacak ve hepsinden sen sorumlu olacaksın, insan neslini sen çoğaltacaksın"der. "Hepinizi hanemden kovuyorum, dünyaya gönderiyorum, burda sizi ben beslerdim, ben korurdum, artık kendinizi besleyip koruyacaksınız, bir dahada sesimi duymayacaksınız" diye ekler. Böylece Erlik insanoğluna ilk kötülüğünü etmiş olur.

Erlik; sağlam gövdeli, atletik yapılı yaşlı bir varlık olarak düşünülür. Gözleri, kaşları kara renklidir. Çatal sakalı dizlerine değin uzanmıştır. Yaban domuzunun azı dişlerine benzeyen bıyığı kulakları üzerine yerleşmiştir. Kara ve kıvırcık saçlıdır. Çenesi tokmağa, boynuzları ağaç köklerine benzer. Kana benzer parlak yüzlü Erlik'in, kara demirden kılıcı ve kalkanı vardır. Bineği kara at ya da kara boğadır (belki de öküz). Erklig Kan, Eski Uygur sanatında boğa ya da öküze binmiş olarak tasvir edilmiştir.

     Kötülüklerin kaynağıdır. Yeraltında yaşar. Saçları, gözleri ve kaşları ile atı karadır. Çatal (çiftli) sakalı dizlerine kadar uzamıştır. Boynuzları ağaç köklerine, bıyıkları yaban domuzunun dişlerine benzer. Yatağı kunduz derisindendir. Kadehi insan kafatasındandır. Kamçısı karayılandandır. Körüğü, çekici ve örsü vardır. Dokuz oğlu ile dokuz kızı vardır. Çenesi tokmak gibidir. Eyerlenmiş dokuz boğası vardır. Gümüş bir tahtı vardır. Yeraltında demir sarayında yaşar. Yassı demirden bir kalkanı bulunur. Kılıcı geniş ağızlı bir paladır. İhtiyar ve çirkin bir görüntüye sahiptir. Kara renkle simgelenir. Kendisine kara at kurban edilir. Kayra Han ilk önce bir varlık yaratmış onun aracılığı ile de yeryüzünü, dağları, vadileri meydana getirmiştir. Bu varlığın kendisine baş kaldırması üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltına atmış, ayrıca yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek her dalında değişik bir cins insan yaratmıştır. Sonsuz suların içinden toprak (balçık) çıkarma görevi ona verilmiş fakat Erlik yeryüzü yaratılırken ağzında kendisi için bir parça toprak saklamış fakat bu yaptığı anlaşılınca cezalandırılmıştır.Bazı yaratılış efsanelerinde cezalandırılan canlı ördektir. Suyun altından çıkardığı toprağı ağzında saklamıştır. Macar efsanelerinde Aran Ata ördeğin bacaklarını kırdığı için paytak kalmıştır. Macar mitolojisinde Erlik’e eşdeğer olan Ördög’ün adının Ördek sözcüğüne benzemesi de bu bakımdan ilgi çekicidir. Evenk mitolojisinde ise cezalandırılan canlı köpektir. Bu ceza nedeniyle kıllı ve kirlidir. Erlik bilgisiz, yıkıcıdır. Düzen ve barış istemez. Huzura karşıdır, yeryüzünü karıştırmak ister. Sonsuz karanlıkların içinde yaşar. İradesi yoktur. İradesizliği simgeler. Affedilir fakat hemen ardından kötülüğe dalar. Evrenin başlangıcında yalnızca Ülgen ve Erlik vardır. Kaz ve kuğu kılığına girerek sonsuz suyun üzerinde uçarlar. Kayra Han ise evrenden önce de mevcuttur. İki köpeğinin adı Kazar ve Pazar’dır. Yeraltındaki ırmağın kenarında, yüksek bir dağın eteğinde kırk köşeli taş evinde yaşar. Çelik mızrak şeklinde bir tılsımı vardır. Bir insanın eline geçtiğinde ölümcül bir silah olur. Tüm düşmanları yok eder. Gözkapakları bir karış, saçları dimdik, yüzü kan gibi kırmızıdır. Bıyığı kıvrılarak kulağına asılmıştır. Vücudu yılanlarla kaplıdır. Domuz boynuzlu öküzünün sırtında yolculuk yapar. Kızlarının hiçbirinin adı yoktur. Kötü ruhların tamamı onun egemenliği altındadır. Pora Ninci ve Kara Ninci adlı iki yardımcısı vardır. Gökten kovulduğunda yardımcı ve hizmetkarları da onunla birlikte yere dökülmüştür. O hızla toprağın altına saplanmışlardır. Erliğin gelişiyle aleme aniden karanlık çöker, rüzgar eser, fırtına kopar, yer sarsılır. Yeraltını kara bir güneşle aydınlatır. 1980 yılında Moğolistanda bulunan bir dinozora Erlik ismine istinaden Erlikosaurus adı verilmiştir.




Erlik Han'ın Çocukları:

Erlik'in dokuz oğlu ve dokuz kızı vardır. Kara Oğlanlar olarak anılan Dokuz oğlu, adlarıyla birlikte şunlardır: Karaş Han, Matır Han, Şıngay Han, Kömür Han, Badış Han, Yabaş Han, Temir Han, Uçar Han, Kerey Han.

Altay şamanizmine göre Erlik'in oğulları yer altına inen şamana yol gösterirler. Erlik ve oğulları için zayıf ve hasta hayvanlar kurban edilir. Çünkü Altaylılar'ın inançlarına göre Erlik, kötü (zayıf ve sakat) kurbanlardan hoşlanır. Erlik'e asla at kurban edilmez. Ayrıca, Erlik'i simgeleyen şeyler ve tasvirler yapmak yasaktır. Erlik Han'ın oğulları her zaman babaları gibi kötü değildir. Bunlar, kötü ruhlardan insanları korurlar. Babaları için yapılan kurban törenlerinde hazır bulunurlar ve töreni yöneten kamın Erlik Han'ın yanına gitmesine öncülük ederler. Yeryüzündeki görevlerinden ayrı olarak Erlik'in oğulları yer altındaki gölleri, ırmakları, denizleri yönetirler...

Kızları olan Kara Kızlar kuttörenleri sırasında kamları baştan çıkarıp, onların başarısız olmalarına neden olurlar. Erlik ile iletişime geçen şamanlara Kara Kam denir.

Erlik'in kızları, kam Gök Tanrı'ya (Ülgen'e) kurban vermek için göğe çıkarken, kamı yataklarına çağırıp yolundan alıkoymağa çalışırlar. Kam, işini unutup Erlik'in kızlarının cilvelerine kanarsa başka ruhlarca cezalandırılır ve Tanrı'nın kurbanı kabul etmesi işi de tehlikeye düşer. Erlik'in kızlarından ikisi Kiştey Ana ile Erke Solton'dur.

Erlik Han'ın Mamutları

Sibiryanın kuzeyinde yaşıyan ve doğaya bağlı bir yaşam sürdüren Türk halkından olan Dolganlarda anlatılan bir efsaneye göre, Erlik han Mamutları yeryüzünden alıp yeraltı alemine götürmüştür. Mamutlar orada pis kokuların, sıcağın ve karanlığın içinde Erlik Han'a hizmet etmek zorundadırlar. Eğer bir Mamut oradan kaçıp tekrar yeryüzüne ulaşmaya çalışırsa derhal buz kesilip ölür.



Tengri, Türkler, Moğollar gibi Altay toplumlarında var olan en yüce gücün adıdır. Köken olarak Türkçe olan bu kelime çeşitli Türk lehçeleri ile Moğolcada bulunmaktadır. Bulgar Türklerinde Tangradenirken, diğer Türk toplumları ve Moğollarda Tengri” denirdi.

1240 yılında yazılan ve Cengiz Hanın haya mitolojik bir biçimde anlatan Moğolların Gizli Tarihi3   adlı  kitap,  ngke Tengri-yin Küçü-dür4   diye başlamaktadır.  Ay şekilde Kök Türklere ait Orkun yazıtlarda da Bilge Kağan şöyle demektedir: “Türk Oguz begleri, bodun, eşidin. Üze teŋri basmasar, asra yer telinmeser, Türk bodun iliŋin törüŋin kim artatı udaçı erdi?5 6 Ayrıca çok önem verdikleri dağ ve tepe gibi coğrafî yerlere de Tengri adı verilmiştir. Bugün Kırgızistan ve Tacikistandan başlayıp,  neredeyse Moğolistana  kadar uzanan,  Çinlilerin Tien-Şan, Türklerin  ise Tanrı Dağları dediği dağ sırasının adı Tengri-Tavdır. Ayrıca Tuna boyuna yerleşen Bulgar Türkleri, Balkan yarımadasının en yüksek dağına Tangraadı vermiştir. Daha sonra başka bir Türk topluluğu olan Osmanlıların Maşallahadı verdiği dağ, bugünMusala7 adı taşımaktadır.

Tengri, evreni ve dünya yaratıp, yönetendir. Bu açıdan bakıldığında Tengri, tek tanrı olarak görülmektedir. Ancak bir noktaya dikkati çekmekte fayda vardır. O da şudur ki, Tengrinin oğulları ve kızları bulunmaktadır. Bereket tanrıça olan Umay, Tengrinin kızı iken; gökyüzünün tanrı Ülgen ile yeralnın tanrı Erlik Han, Tengrinin oğullarıdır. Böylece tek tanrı görüntüsü altında aslında, çok tanrı inancının yer aldığı görülmektedir.

Tengrinin kızı olan Umay, bereket tanrıça olarak hâmile kadınların, annelerin, doğm ve doğmaş çocuklar ile hayvan yavrularının koruyucusudur. Moğolların anne anlamında Ece”, Hakasların Imay Ece, Yakutlarında Ayısıt dediği Umay, Kaşgarlı Mahmutun Divânü gâtit Türk adlı eserinde, plasenta ve çocuğun rahimdeki eşi8 olarak açıklanştır. Ayrıca şu atasözüyle de önemi  vurgulanştır.  Umayqa  tapınsa  ogul  bulur9.  Ayrıca  Orkun  yazıtlarında  Bilge  Kağan, annesini Umaya benzetmektedir.

Tengrinin başka bir çocuğu olan ve gökyüzü tanrısı olan Ülgen, sıralamada Tengriden sonra gelmekte ve kardeşleri Umay ve Erlikin önünde yer almaktadır. Hatta bazı Türk topluluklarında zaman  zaman  Tengrinin  konumuna  yükseldiği  de  olmtur.  Ülgen'in  Karakuş,  Karşıt, Buura- Kan (Pura Kan), Burça Kan, Yaşıl Kan, Er Kanım, Baktı Kan adında yedi lu, Ak Kızlar ve Kıyanlar diye adlandırılan dokuz kızı vardır. Her biri birer yer-sub olan bu ruhlar, ak kamların Ülgen ile konuşmasına aracılık ederler. Ayrıca Radloff’a göre Altay Tatarları, Ülgenin ataların talebi üzerine yeni doğan çocuğa verilecek hayatî gücü, süt kadar beyaz bir lde arama için elçi gönderdiğine inanır .

Ülgenin dışında Tengrinin diğer bir lu da yer altı tanrı olan ve kötülüğün sembolü olan Erlik Handır. Erlik ile ilgili anlalanlarla İslâm, Hıristiyan ve Musevî kaynaklarındaki İblis arasında inanılmaz bir benzerlik ve tam uyum vardır. İnsanın yaratılma esnasında Tengriye kötülük düşünen ve ilk insan  olan Törüngey  ve  eşi Eceyi  yoldan  çıkarma üzerine  Tengri tarafından  yer  alna gönderilmiştir.11 Kendisine burada çok az ışık veren ve koyu kırzı renkli bir güneş verilmiştir. Erlik, dünyadaki tün kötülüklerden sorumludur. Erlik Hanın dokuz lu, dokuz kızı vardır. Dokuz lu, adlarıyla    birlikte    şunlardır: Karaş, Mattır, Şıngay, Kömür    Kan, Badış    Biy, Yabaş    Kan, Temir Kan, Uçar Kan, Kerey Kan. Erlik Hanın kızları, kam, Tengri ya da Ülgene kurban vermek için ğe çıkarken,  kamı  yataklarına  çağırıp  yolundan  akoymağa  çaşırlar.  Kam,  işini  unutup  Erlik'in kızlarının cilvelerine kanarsa başka ruhlarca cezalandırılır ve kurbanın kabul etmesi işi de tehlikeye düşer. Erlik'in kızlarından ikisi, Sekiz Gözlü Kiştey Ana ile Erke Solton'dur. Ülgenin emrindeki ak kamlar gibi Erlik Hanın emrinde de kara kamlar vardır. Ayrıca bazı Türk ve Mol toplumlarında ölümün kaynağı olarak Erlik Han gösterilir. Buna re Erlik Hanın, Aldacı isimli elçisi, ölmek üzere olan kişinin ruhunu ar.

Görüldüğü  gibi  Türk  ve Moğolların  Tengri  inancı,  tek  tanrı  görüntüsündeki  biok  tanrı inanışıdır. Tabiî bunların altında da Ülgen, Umay ve Erlik Hanın çocukları olan iyi ve kötü ruhlar, çeşitli  yer-sublar  bulunmaktadır.  Ayrıca  Türkler,  her  dağ,  tepe,  su,  vb.  crafi yerlerinde ruhları olduğuna inanmaktadır. Bir çeşit animizm12  olan bu inanç yapısının, tanrılar dışındaki ruhlarla ilgili olan lümünü kafata kültünü açıklarken vereceğiz.

Genelde yanlış olarak şamanizm olarak adlandırılan Tengricilik, çok tanrıcı olmakla birlikte çağdaşı olan birçok antik uygarlıkta olduğu gibi tapınma için belli di ritüellere, ruhban sınıfına,
 rolün  Tengri  ve  çocukları  olan  Ülgen,  Umay  ve  Erlike  düştüğünü  göz  önüne  aldığımızda  da animizmden de uzak, bir inayapısı olduğunu rüyoruz.

Kafatası kültü, doğrudan yer-sublarla ilgilidir. Birçok noktada onların ongunu durumda bile olabilmektedirler. Tengrici Türkler, yer-sub olarak adlandırdıkları ruhların, her yerde olduğuna inanırlardı. Her dağın, suyun, ovanın, derenin, otun, çayırın, hayvanın, taşın, çadırın ruhu vardı. Yer- sublar, yerin ve suların ruhlarıydılar. Bu yüzden de, nereden geçerse gsin, insanoğlu, dikkatli olmak zorundaydı. Meselâ yüksek bir dağın yakınından geçen bir Türk atsı, atından iner ve iki dizini yere vurarak,  dağa  doğru  dua  ederdi.  Bu  dua,  hem  dağın  ruhuna,  hem  dağdaki  taşların,  ağaçların, hayvanların ve suların ruhlarına, hem de dağın tepesinde bulunan ataların ruhlarına yapılş olurdu.

Yer-subların bazıları  iyi,  bazıları  da  kötü  karakterliydi.  Bunların  içinde  Albız,  kötülüğün temsilcisiydi. Yer altı tanrı ve Tengrinin lu olan Erlik Hana hizmet ederdi. Biok kaynakta, şeytan olarak gösterilmiştir. Özellikle loğusa dönemindeki kadınlara, çocuklara ve atlara musallat olduğuna inanılırdı. Bunun kötülüklerini engellemek için kurbanlar kesilir, loğusa şerbeti dağıtır, bazı yerlerde de kadının başına süpürge konurdu. Albız inancı, albastı, alkarı gibi isimlerle hâlâ yaşamaktadır. Ayrıca Tengrici dönemin iyi ruhlarından olan ve Ayı yöneten Ay Dedede hâlâ yaşamakta olan bir inançtır.


Sumerlilerde de coban tanrisi Temmuz un sevgilisi İştar in kiz kardeşi yeralti tanricasidir.İştar çok merak ettigi için yeraltina gider.Oraya girince her yeralti katina inerken bir kat elbisesini çikartmak zorundadir.Yedinci kata indiginde çiripçiklak kalir.Oraya inmek kolay ama ordan çikmak kolay degil.Ordan ayrilmanin bir tek şartivar, kendi yerine birini rehin birakmaktir. Bu şartla yeryüźüne 7 adet zebani ile doner.Kendisini sevenler uzuntuden kotu elbiser giymisler ve yastalar.Biricik sevgilisi Tammuz baska kadinlarla eglencede.Buna çok sinirlenen Iştar ,yeraltina sevgilisini gondermek ister. Tammuzun kiz kardeşi onun yerine gitmek ister.Sonunda yilin bir yarisini Tammuz ve diger yarisinida kizkardeşi yealtinda gecirmeye mahkum olur. 21 martta Tammuz yeraltindan yerustune cikar ve onun gelisini kutlamak icin şenlikler duzenlenir.Yeni yil bayrami Nevruz boyle baslamistir. Burada sunuda ilave ediyim. Şaman yeralti dunyasina ,bu dunyada kotuluk yapmis olan insanlarin ruhunu kurtarip gokyuzune Gok Tanrinin huzuruna ve cennete goturmek icin iner.Yerin 7 kat altina bir cok sinavlardan gectikten sonra girer.Suclu boynuna kadar zift dolu kazanin icindedir.Onu ordan ancak yanlara sarkmis olan orgulu saclarindan tutarak cikarta bilir.Bu nedenden dolayi eski Turk erkek ve kadinlari saclarini uzatir ve iki belik olarak saclarini örerlerdi. Bu gelenek Kizilderilerde ve Mayalarda da vardi.