12 Ekim 2015 Pazartesi

Dinde zorlama yoktur






Halk arasında çokça dolaşan bu "Dinde zorlama yoktur" sözünün âyet olduğunu ve öyle herkesin gelişigüzel yorumlayıp te'vil etme hakkına sahip olmadığı bilinmelidir.

Bu âyet öylesine heveslere uydurulmaya çalışıldı ki anlamak ve hak vermek çok güç...


Âyetin tamamı şu: "Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir." (Bakara Sûresi, 256. Âyet)

Asırlar boyunca bizlere dinimizi en güzel şekilde öğretmeye çalışan İslâm Alimleri (Allah onlardan razı olsun) bu âyetin "Dinde zorlama yoktur" bölümünü tefsir ederken genelde şu görüşü zikretmişlerdir: "Bir insan İslâm'a girmek için zorlanamaz."

Hatta kimi âlimlerimiz bu konuda ihtilafa düşmüşlerdir ve bu âyetin nesholunduğunu (hükmünün kaldırıldığını) söylemişlerdir ve İslâm'a girmeleri için insanların zorlanabileceğini ifade etmişlerdir. Bu görüşlerine de bazı âyetleri delil almışlardır; lâkin bu uzun tartışmaların yeri burası değildir.

Kısacası tartışmalar böyle kalmıştır ve hiçbir İslâm Âlimi bu âyeti "İnsan İslâm'ın emirlerini yerine getirmesi için zorlanamaz" dememiştir! Yani Müslüman olduğunu ifade eden bir insanın namaz kılması, oruç tutması, tesettüre girmesi vs. gibi ilâhi yükümlülükler için zorlanamayacağını hiçbir âlim beyan etmemiştir. Böyle düşünen insanlar da duyduklarıyla yetinip araştırmayan, arapça bile bilmeden İslâm Alimi kesilen türler olduğunu biliyoruz...

Şimdi birkaç müfessirin bu âyet hakkındaki yorumlarını alıntılayalım.

İbn Cerir Et-Taberî: İslâmda dine girmek için zorlama yoktur. (Tefsîr-i Taberî, Câmiu'l-Beyân, Mısır 1388/1968, III, 141. Cüz)

İbn Kesîr : Yani, kimseyi İslam dinine girmeye zorlamayın. Çünkü onun delilleri ve burhanları açıktır. Hiç kimsenin, kendisi kabule zorlanmasına ihtiyacı yoktur. Allah, kimi İslam'a ulaştırır, kalbine genişlik verir, basiretini aydınlatırsa; o kimse bilerek, şuurla onu kabul eder. Allah kimin de kalbini kör eder, kulağını ve gözünü mühürlerse, dine zorla sokulması ona bir yarar sağlamaz. (Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, I, 310)

Fahreddîn er-Râzî : Allah iman işini zorlama ve ikrah üzerine değil, benimseme ve tercih esası üzerine kurmuştur. (Tefsîr-i Kebîr)

Görüldüğü gibi âlimlerimiz bu konuda hep "Dine girmede zorlama yoktur" demiştir, yoksa "Dinin emirlerini yerine getirmede zorlama yoktur" gibi isabetsiz bir görüş dile getirmemişlerdir.


İnşaAllah hayrımız dokunmuştur, Allah'ın rahmeti üzerinize olsun..


Dinin ruhunda ve özünde zorlama yoktur. Çünkü zorlama dinin ruhuna zıttır. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muâmelelerini bu esas üzerine kurar. İkrah ile yapılan bütün amel ve fiiller ister inanç, ister ibâdet ve isterse muamele açısından kat'iyyen makbul ve muteber kabul edilemez. Zaten böyle bir durum, "ameller niyetlere göredir" prensibine de uygun düşmez.
Din, kendi mes'eleleri için ikrahı caiz görmediği gibi, başkalarının İslâm'a girmelerini de ikrah esasına dayandırmayı hoş karşılamaz. O, muhatabını tamamen serbest bırakır. Meselâ zımmîler cizye ve haracı kabul ettikten sonra, İslâm dini onların hayatlarını garanti eder. Evet, İslâm'da musamaha ufku bu derece geniştir.
Zaten din, zorla kabul edilebilecek veya zorla kabul ettirilebilecek bir sistem değildir. O'nda her şeyden önce îmân esastır. Îmân ise, tamamen vicdanî ve kalbe ait bir mes'eledir. Hiçbir ikrah teşebbüsü kalb ve vicdana tesir edemez. Dolayısıyla insan ancak içinden geliyorsa ve gönlü imana yatkınsa îmân edebilir. Bu ma'nâda da dinde zorlama yoktur.
Hz. Adem (as)'den günümüze kadar, din hiç kimseyi dehâlete zorlamamıştır. Bu mevzûda zorlama daima küfür cephesinin ahlâkı olmuştur. Onlar insanları dinlerinden çıkarmak için zorlamışlardır; fakat hiçbir mü'min bir kâfiri zorla Müslüman yapmaya çalışmamıştır.
Burada akla, şöyle bir soru daha gelebilir. Kur'ân-ı Kerim'de kıtâl ve cihadın farziyetiyle alâkalı birçok âyet mevcuttur. Peki bunlar bir ma'nâda zorlama değil midir?
Hayır, değildir. Çünkü, cihad, karşı cepheye ait zorlamayı bertaraf içindir. Böylece insanlar, İslâm'ın değişmeyen bir kâidesiyle girdikleri İslâm dinine kendi arzu ve iradeleriyle gireceklerdir. İşte İslâm'ın farz kıldığı cihadla, böyle bir anlayışa zemin hazırlanmış olacaktır. İrade hürriyeti, İslâm'ın cihad emriyle yerleşmiştir.
Bu meseleyi bir başka açıdan da şöyle bir değerlendirmeye tâbi tutabiliriz:
Bu âyetin hükmü belli devrelere aittir. Belki her kemal ve zeval fâsılalarının da birbirini takibinde bu devreler yine bulunacaktır; ama, hüküm sadece o devreye münhasır kalacaktır. Nitekim Kâfirûn sûresinde bildirilen "Sizin dininiz size, benim dinim de bana." hükmü de aynı şekilde belli bir devreye mahsustur.
Bu devre ve bu dönem, meseleleri çözme ve anlatma dönemidir. Mes'eleler sözle anlatılacak ve kabulde muhatap kat'iyyen zorlanmayacaktır. Ve yine bu dönem, başkalarının dalâlet ve sapıklığıyla ilgilenmeme, onları tahrik etmeme ve kendi hidayetini muhafaza ile ferdî hayatında dini tatbik etme dönemidir. Bu dönem ve devrelere ait hükümler ise, bütün zaman dilimlerine şamil değildir; tabiî bu ma'nâda şamil değildir. Yoksa bu hüküm artık hiçbir zaman tatbik edilmeyecek demek yanlış olur. İslâm'ın her devresinde böyle bir zaman parçası -realite olarak- yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaktadır.
Ancak aynı âyetin bütün zaman dilimlerini kuşatan bir hükmü daha vardır ki, bu hüküm her zaman ve zeminde geçerliliğini devam ettirecektir. O da İslâm diyarındaki azınlıklara ait hükümlerdir ki, hiç kimse İslâm dinine girme mevzuunda zorlanmayacaktır. Herkes kendi dinî inancında serbest olacaktır.
Tarihe bir göz attığımızda açıkça görürüz ki, bizim aramızda daima Yahudi ve Hristiyanlar bulunmuştur. Batılıların bu mevzûdaki itiraflarına göre, Hristiyan ve Yahudiler kendi devletlerinde bile, bizim içimizde yaşadıkları kadar aziz yaşayamamışlardır. Onlar zimmetimizi kabul ederek cizye ve haraç ödemişler; Müslümanlar da onları teminat altına alıp korumuşlardır. Fakat hiç bir zaman onları İslâm dinine girmeye zorlamamışlardır. Düne kadar bunların hususi mektepleri vardı ve kendilerine ait hususiyetlerin hepsini, dinî âyin ve yortularına varıncaya kadar muhafaza ediyorlardı. Bizim en muhteşem devirlerimizde dahi onların yaşadığı muhite girenler, kendilerini Avrupada zannederlerdi. Hürriyetleri bu kadar genişti. Sadece bizi iğfal etmelerine imkân ve fırsat verilmemiştir. Evet, gençlerimizi ve kadınlarımızı saptırmalarına göz yumulmamıştır. Bu da bizim kendi toplumumuzu korumamızın gereğidir.
Bu kabil dinin caydırıcı bazı hükümleri, hiçbir zaman dinde zorlama değildir ve sayılmamalıdır da. Bu gibi hükümler, serbest iradeleriyle dine girenlere aittir ki, onlar da zaten bu hükümleri kabul etmekle İslâm'a girmişlerdir. Meselâ, bir insan, İslâm dininden irtidat ederse ona mürted denir ve verilen süre içinde tövbe etmezse öldürülür. Bu tamamen daha önce yapılmış bir akde muhâlefetin cezasıdır. Ve tamamen sistemin muhafazasıyla alâkalıdır. Devlet, belli bir sistemle idare edilir. Her ferdin hevesi esas alınacak olursa devlet idaresinden söz etmek mümkün olmaz. O'nun içindir ki bütün Müslümanların hukukunu muhafaza bakımından, İslâm, mürtede hayat hakkı tanımamıştır.
Ayrıca İslâm dinine giren insanlar bazı şeyleri yapmakla bazılarını da yapmamakla mükellef kılınırlar. Bunun da zorlama ile bir alâkası yoktur. Nasıl ki, namaza duran bâliğ bir insan namaz içinde, sesli olarak gülecek olsa ceza olarak hem namazı hem de abdesti bozulur. Ve yine ihramlı bir insan, üzerindeki haşeratı öldürse veya dikişli bir elbise giyse çeşitli cezalara çarpıtırılır. Halbuki aynı insan namazın dışında gülse veya ihramsız bir zamanda bunları işlese hiçbir cezası yoktur. Aynen bunun gibi, İslâm, dine girme mevzuunda kimseyi zorlamamakla birlikte, kendi iradesiyle dehâlet edeni de başıboş bırakacak değildir. Elbette onun kendine göre emir ve nehiyleri olacak ve müntesiplerinden, bunlara uygun hareket etmelerini isteyecektir. Bu cümleden olarak, namazı, orucu, zekatı ve haccı emredecek; içki, kumar, zina ve hırsızlığı da yasaklayacaktır. Bu yasakları ihlal edenlere de suçlarının cinsine göre ceza verecektir ki, bütün bunların zorlama ve ikrahla hiçbir alakası yoktur.
Esasen biraz düşünüldüğünde, bu türlü caydırıcı tedbirlerin de, insanların yararına olduğu idrak edilecektir. Çünkü ferd ve cemiyet böyle müeyyidelerle, dünya ve ukbalarını korumuş olacaklardır. İşte bu ma'nâda dinde bir zorlama vardır. Bu da insanları zorla cennete koymak istemekle aynı anlamda bir zorlamadır...


İlgili ayetin meali ve açıklaması:
"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir." (Bakara, 2/256)
Tefsiri:
Fakat dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde zorlama kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn" (dinde) ifadesi, "ikrah"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil) haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak din olan İslâm dininde yoktur.

Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin konusu, zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve davranışlardır. Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde yasaklanmıştır. Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil; herhangi bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine zorlama yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada zorlama bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama bulunmaz veya bulunmamalıdır.

Zorbalık ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız" demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin vaad ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel ibadet olmaz. "Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi, zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat (iman) mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil, zorlama ile kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da öyledir...

Bundan başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes görevini isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle meşrudur.  (Fî) de zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, mânâ şu olur: Zorlama, din için yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü zorlama, bir kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak yaptırmaktır. Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanın kökü tasdik ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir.

Bunu "Dilediğini yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman ile salih amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime ve gönül rızasına bağlı bulunduğundan din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen, iman etmeleri için insanları zorluyor musun?" (Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi için kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı iman, Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar kazanılmaz.

Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli olmayacağından ve bu zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman açıklıyorsun, yine kâfirsin." denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya çıkıp, şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da az çok bir irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın zevkinden bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla Müslüman olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu, ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.

Zorlamaya ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin, dine sarılması gerekmez mi? Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu kadar delilller ve nihayet ilâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden (ortaya çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi, inkâr ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya çıkmış; hak batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu olacak, küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her nereden gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu mecburiyet, bir zorlama mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki, "dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan kesin olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın ortaya çıkmış olmasındandır.

Bilinmektedir ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya bozar ve o fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer, yapanın kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın elinde zorlanan, bir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil, zorlayanındır. Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve isyanın, isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık bu yapıldıktan sonra onun gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi kazancı, kendi hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine zulmetmiş olur.

Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne kendilerine, ne de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları korumak için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir kimseye İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (Yahudi, Hristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir müşrik, dilerse Yahudi veya Hristiyan olabilir; hiçbirine Müslüman ol, diye zor kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde bırakılır. Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna göre cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve Peygamberine söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tövbe etmezse cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın zorunlu bir sonucudur.

Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, Müslüman olmaya söz vermiş bulunan Mecusi veya Hristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da mesela Yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya Müslüman ol, diye zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki, "Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön veya Müslüman ol!" diye zor kullanılmaz.

Ancak İslâm dinine girdikten sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tövbe etmezse cezası verilir. Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel dallarında da zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil, şer'î bir fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama bir saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta bundan dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif yapılır. Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din değiştirmeye zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur tutulur.

Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil, hak dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile din olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her türlü haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve savaş, bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine getireceği bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslâm yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir yurdu) zaten zorlama yurdudur. Böyle iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki, "Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit etmektedir.

Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama kabul etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi mensub olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul edilip yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb ve güçlü bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın egemenliğini herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler cemaati arasındaki Hz. Muhammed (sav)'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli milletlerden teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun kalbi gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç birini ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine dayanan İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan genel bir din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi, intikam, öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve zorlayıcı gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki, Allah'ın kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir zayıflık gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün insanlık allak bullak olacaktır.

Fakat bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarıda, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetinde görüldüğü üzere, Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine kitap ehli gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe illallah (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla savaşmam emredildi. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer bunlar birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların buraya dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara din hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün tatbiki içindir.

Bu münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:

1. Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den rivayet edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında "Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir." âyeti, bunun inişinin, dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle bir düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi aslında buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu bilmek gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde bu, cihad ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü açık) demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne sahip olabilecekler için bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette böyle bir ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu yöne mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş olmasına imkân yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine kesindir. Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.

2. Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun genel hükmünden hariçtir. Gerçi "şu peygamberler..." âyetinden başlayan sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki rivayetler de bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hristiyanlığa sokmuşlardı. İslâm dini gelince bunlara zor kullanmak istediler. İslâm'dan önce Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu yaşarsa onu kitap ehli ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu sebeple Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı. Dolayısıyla İslâm'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini, bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola sevkederdik, mademki İslâm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız." dediler.

Bu cümleden olarak Salim b. Avf oğullarında Husayn adında Ensar'dan birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle Hristiyan olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliğinden sonra Medine'ye geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka Müslüman olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte Resulullah (sav)'a müracaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da onları bıraktı. Bu olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra, her iki takdirde nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır.

O halde hükmünün genelliği de kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve geçerlidir). Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir. "Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda) kitap ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi. Halbuki Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu halde bu âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline de mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah (sav), birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum' demişti. Bu âyet bunun hakkında inmiştir." diye rivayet etmiştir ki, bu sebep daha mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.

3. Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur." hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur, vergi yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.

Demek ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha öncesini kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâha = zorlama yoktur" hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında bir yönden çelişki varsa, sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih itibariyle sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarıda görüldü ki, aksine rivayet bile vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın olarak yorumlanması gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah) ve tahsis edebilirler.

Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp ayırdedilmesini Araba ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce İslâm'ın başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği bilinmektedir. Şimdi Arapların Müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul edilmiş, bu arada Müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar hiç bir zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, âyetinin bütün kapsamıyla mânâsı, "İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibariyle hariç olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun dışındadır.

Ancak bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetiyle beraber düşünmek lazımdır. Buna göre âyetin sonunun da delâlet edeceği üzere İslâm dininin hüküm dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile bağlanmıştır ki; biri fitne bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup olanların tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade eden hüküm) ise tahsisten sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel mânâsıyla alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu bir kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki kısaca mânâ şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belalarını bulurlar."

Bundan dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr edip), Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği peygamberleri, Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağlam kulpa yapışmıştır ki, kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne kırılır. Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve batılın bu ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var, yarın yok, gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet kendine tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar, Nemrudlar, sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük kulplarına yapışmak değil, "Ezelden sonsuza kadar diri olan, her şeyin yöneticisi" şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, göklerin ve yerin hükümranlığının sahibi, izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük sahibi, gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi bilen, her şeyden haberdar, ilminin gerçek mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi yerleri, gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek, pek yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki eliyle seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî kürsiden uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına benzeyen ve dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp gereğince amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir kulpa yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her şeyi işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Ağzından deyip, içinde inkâr saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı bilip, ağzından küfür ve inkâr savuran kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil ve habersiz değildir.

TAĞUT: "Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki, aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vâv", "elif"e çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın (azgınlığın) kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.

İbnü Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup zorla, zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan, gerek insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer herhangi bir şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a karşı mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye çeşitli rivayetlere rastlanır.

Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiş (mahsur)tir.." Yukarıdaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır. Bununla birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu yapanlar, mabud tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti gereğince, kendi hevasına uyup kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse, önceki tarife dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz:

Önce,
tağutun çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini gösterebileceği gibi "şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini gerektiren şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir.

İkinci olarak demek oluyor ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.

Üçüncü olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar ikinci derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili taşların tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri Allah'a karşı bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat red de edemezler. Bu sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu sebebi de azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri ve azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, asıl tağut değil, tağutların temsilcileridirler.

Böyle "Kim tağutu inkar ederse..." ifadesi şunu bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk eden azgın isyankârlara küfretmek (onları inkar etmek)tir.
Dördüncü olarak, Allah'a karşı isyankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla beraber birtakım isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa (as) ve Üzeyr (as) gibi büyük insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrinde, "başka hiçbir ilâh yok" derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek farz olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis Allah'a imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın şartlarına dahil bulunacaktır.

Bu çok önemli nükteye işaret edilerek "kim tağutu inkâr ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır. Demek ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları inkar etmek, yani onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine göre haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet şunu da kesinlikle ifade ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için, Allah'a imandan önce küfre tövbe etmek şarttır. Ve bu tövbenin şartı da tağutları asla tanımamaya kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder de Allah'a iman ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile iman eden mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın Kürsisine, cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve giderken bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelâmın mânâsından anlaşılıyor.
(bk. Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)


Bakara 256-257. ayetlerin meali
- Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık gerçekten apaçık meydana yapışmış olur. Allah SemFdir, Alim'dir. Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. İnkâr edenlerin velileri ise tâğûttur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar ateşliklerdir. Onlar orada ebedî kahcıdırlar.



Nüzul Sebepleri


256. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İbni Ab-bas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Yüce Allah'ın, "Dinde zorlama yoktur." buyruğu Ensar'dan Salim oğullarına mensup el-Husayn adında [22] bir kişi hak*kında nazil olmuştur. Bunun Hristiyan olmuş iki oğlu vardı. Kendisi de Müslü-mandı. Resulullah (s.a.)'a, "Ben bunları İslâm'a girmek üzere zorlayayım mı? Çünkü bunlar Hristiyanlıktan başka bir dine bağlanmayı kabul etmiyorlar" de*mişti. Yüce Allah da bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi. Bir diğer rivaye*te göre bunları İslâm'a girmeye zorlamış, Resulullah (s.a.)'ın huzuruna gelip davalaşmışlardı. Babaları, "Ey Allah'ın Rasulü, benim bir parçam olan (çocuk*larını) ben göre göre cehenneme mi girsin?" demiş ve bu ayet-i kerime nazil olunca onları serbest bırakmıştır.

Ebu Davud, Nesaî ve İbni Hibbân'ın rivayetlerine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Ensarın kadınlarından çocuğu yaşamayanlar eğer bir çocuğu yaşarsa onu Yahudi yapacağına dair söz verirdi. Nadiroğullan Medine'den sürülünce aralarında Ensaroğullanndan kimseler de vardı. Ensar'ın, "Biz oğullarımızı bı*rakmayız" demeleri üzerine Yüce Allah, "Dinde zorlama yoktur" ayetini indir*di.

257. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak da İbni Cerîr et-Taberî, Abde b. Ebi Lübâbe'den Yüce Allah'ın, "Allah iman edenlerin velisidir." buyruğu hak*kında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bunlar İsa'ya iman eden kimselerdir. Muhammed (s.a.) onlara peygamber olarak gelince ona iman ettiler. İşte bu ayet-i kerime de onlar hakkında nazil olmuştur. [23]



Açıklaması-Tefsiri


Kimseyi İslâm'a girmek üzere zorlamayın. Çünkü İslâm'ın doğruluğuna dair deliller ortada olduktan sonra zorlamaya gerek kalmamaktadır. Ve Çünkü iman ikna olmak, delil ve belge ortaya koymak esasları üzerinde kurulur. İman için zorlamanın, baskının ve mecbur etmenin bir faydası yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Böyle iken sen iman etsinler diye insanları zorla*yacak mısın?" (Yunus, 10/99).

Hak yol, batıldan apaçık bir şekilde ayrılmıştır. Doğruluk ve kurtuluş yolu bilinmekte, sapıklık ve yanlışlık ortaya çıkmış bulunmaktadır. İslâm'ın doğru yol, başkasının ise sapıklık yolu olduğu da açık seçik ortaya çıkmıştır. O ba*kımdan dileyen İslâm'a iman etsin, dileyen de inkâr e,dip kâfir olsun.

Bu ayet-i kerime İslâm'ın kılıçla yayıldığı iddiasının yanlışlığına en açık bir delildir. Müslümanlar hicretten önce kâfirlere karşı koymaya veya onları zorlamaya güç yetiremediler. Medine'de güçlendikten sonra ve geçmiş bütün asırlar boyunca, Hristiyanlar gibi sair dinlere mensup olanların yaptığı şekilde kimseyi İslâm'a girmeye zorlamamışlardır. Bu ayet-i kerime Müslümanların güçlü, kuvvetli oldukları bir dönem olan hicretin dördüncü yılının başlarında nazil olmuştur.

Müslümanlar ancak saldırganlıkları bertaraf etmek, dine bağlanma hürri*yetini yerleştirmek, zalim egemen otoritelerin Müslümanların Allah'a davet haklarını kullanmalarını önleyen baskılarını ortadan kaldırmak, yeryüzüne İs*lâm'ın yayılmasını engelleyen güç odaklarına mani olmak için savaşa veya ci*hada baş vurmuşlardır. Bunun delili ise düşmanı cizye ödemek için antlaşma ve barış yapmayı kabul etmekle, savaşın sonuçlarına katlanmak arasında ser*best bırakmış olmalarıdır. Allah'ın İslam'a iletip kalbine genişlik vererek basi*retini aydınlattığı kimse, apaçık delile dayanarak İslâm'a girmiştir. Buna kar*şılık düşünme ve sağlıklı bilgi edinme araçlarını kullanmadığından dolayı Al*lah'ın kalbini köreltip kulağına ve gözüne mühür vurduğu kimselere gelince, bunların baskı ve zorlama altında dine girmekten yararlanmaları söz konusu değildir.

Bu bakımdan her kim Allah'a koşulan ortaklan, putları, şeytanın kendisi*ne davet ettiği Allah'tan başkasına ibadeti bir kenara iter, insanlardan, cinler*den, şeytanlardan, yıldızlardan, put ve heykellerden herhangi bir yaratığa iba*deti red ve inkâr edip yalnızca Allah'a ibadet ederse, hakka sımsıkı sarılmış, hidayet üzere sebat göstermiş, dosdoğru yol üzerinde müstakim bir şekilde yürümüş olur. Böyle bir kimse tapmayacağından emin olduğu son derece sağlam bir ipe, bir kulpa yapışmış kimseye benzer. Yani Yüce Allah dine sımsıkı yapı*şan kimseyi asla kopmayan, bu bakımdan da güçlü ve muhkem bir ipe yapış*mış kimseye benzetmektedir. (Ayet-i kerimede geçen) el-Urvetul-vuskâ aynı anlamı karşılayan değişik ifadelerle açıklanmıştır ki, bunlar iman, İslâm veya lâilâhe illallah'tır.

Allah insanların sözlerini, fiillerini, tasavvur ve düşüncelerini bütün ince*likleriyle görüp gözetmektedir. O tağutu inkâr edip Allah'a iman etmek iddi*asında bulunanın sözlerini çok iyi işittiği gibi, onun kalbinde sakladığı tasdik veya yalanlamayı da çok iyi bilir. Çünkü iman dil ile söylenen ve kalpte kendi*sine inanılan şeydir. Allah ise zahir ve batın olan her şeyi işiten ve bilendir. Eş*yanın, sözlerin, inançların ve fiillerin hakikatini bilir. Kurtubî der ki: Tağutu inkâr ve Allah'a iman, dil ile söylenen ve kalpten inanılan şeyler olduklarından dolayı dil ile söylemek bakımından "her şeyi işiten (Semî’ sıfatının, inanç ba*kımından da "her şeyi çok iyi bilen (Alîm)" sıfatının zikredilmesi son derece gü*zel gelmiştir.

Gözetmek, inayet ve en doğru yola iletmek suretiyle müminlerin işlerini üstlenen Yüce Allah'tır. Duyularının, aklın ve dinin hidayetiyle şüphe ve tered*düdün karanlıklarından; bilgisizliğin, sapıklığın, küfür ve sapmanın karanlık*larından ilmin, marifetin, sahih imanın nuruna müminleri çıkartan O'dur. Ni*tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahibi olanlara şey*tandan bir vesvese dokunduğu zaman şüphesiz iyice düşünürler. Bakarsın ki onlar görüp bilmişlerdir." (A'raf, 7/201). Mücahid ve Abde b. Ebi Lübâbe der ki: Bu ayet-i kerime Hz. İsa'ya iman etmiş bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Muhammed (s.a.) gelince onu inkâr ettiler. İşte onların nurdan karanlıklara çı*kartılmaları bu demektir. [25]

Allah'ı ve Rasulünü inkâr eden kâfirlere gelince: Bunlar üzerinde egemen güç ancak onları batıla götüren asılsız mabudlandır. Onlar haklan ve imanın nurunu göremediklerinden mabudlan olan şeytan ve telkin ettiği vesveseler bu nuru söndürmeye çalışır, kâfirleri şüphe ve tereddüdün karanlıklarında, küfür ve isyanın yahut münafıklığın karanlıklarında bırakmaya gayret ederler.

İşte bu gibilerini bekleyen hak ceza, cehennemde ebediyyen kalmak ve oradan asla ayrılmamaktır. Buna sebep ise hidayetten uzak durmaları, sapık*lıkta kalmaya devam etmeleri, hakkın nuru ile kalplerinin aydınlanmayışıdır.

Hak bir ve tek olduğundan dolayı Allah "nur" lafzını tekil kullanmış, ka*ranlıklar (zulumât) ise çoğul gelmiştir. Çünkü küfrün bir çok çeşitleri vardır ve hepsi batıldır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın; sonra onlar sizi O'nun yolundan ayırır. İşte bunlar Allah'ın size tavsiye ettikleridir; takva sahibi olasınız diye." (En'am, 6/153); "Karanlıkları ve aydınlığı var eden." (En'am, 6/1). Bu ve buna benzer hakkın bir ve tek olduğunu, batılın ise yaygın ve pek çok kollara ayrıldığını lafizlanyla hissettiren daha başka ayet-i kerimelerde de görüyoruz. [26]

Bakara 256-257. Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler


Bu ayet-i kerime İslâm'ın büyük esas ve kaidelerinden birisidir. İslâm si­yaset ve yönteminin rükünlerinden büyük bir rükündür. Herhangi bir kimse­nin İslâm'a girmesi için zorlanmasını İslâm katiyen caiz görmez. Ayrıca her­hangi bir kimsenin Müslüman olan bir kimseyi İslâm'dan çıkarmak için zorla­masına da müsamaha göstermez.

Bu, dinimizde bizleri fitneye düşürmeye çalışan kimselere karşı dinimizi ve kendimizi koruyabilecek güç ve kuvvete sahip olmamız halinde söz konusu­dur. Böyle olduğumuz vakit azgın otoritelere karşı, davet hürriyetini sağlamak ve fitneden emin olmak için cihad etmek zorunlu bir hal alır. Bundan sonra di­ne bağlanmak veya İslâm'ı kabul etmek bireysel, toplumsal veya ulusal alanda en güzel yolla tartışmaya, delil ve belgelerle karşı tarafı ikna etmeye terk edi­lir.

Bu ayet- i kerimenin, "Ey Peygamber, kâfirlerle Ve münafıklarla cihad et!" (Tevbe, 9/73) ayeti ile -İbni Mes'ud'dan rivayet edildiği üzere- neshedildiğini id­dia etmeye gelince: Bu iddia cihadın meşru kılınıp savaşa izin verilişinden son­ra, hicretin üç ya da dördüncü yılında nazil olduğu bilgisine aykırıdır. Açıkladı­ğımız gibi nüzul sebebi ile de çelişmektedir. Üstelik Kurtubî'nin sözünü ettiği bu konudaki nesh hakkında birbirinden farklı altı görüş vardır.[27]

eş-Şalbî, Katâde, Hasan-ı Basrî ve Dahhâk der ki: Bu ayet-i kerime neshe-dilmiş değildir. Aksine bu ayet, özel olarak Kitap Ehli hakkında ve onların ciz­yeyi ödemeleri halinde İslâm'a girmek üzere zorlanmayacaklarını belirtmek üzere nazil olmuştur. İslâm'a girmek üzere zorlanacak olanlar ise Arapların putperestleridir. Onlardan İslâm'a girmekten başka bir şey kabul olunmaz. İş­te haklarında, "Ey peygamber kâfirlerle ve münafıklarla cihad et!" ayetinin na­zil olduğu kimseler bunlardır. Bu görüşün sahiplerinin ileri sürdüğü delil ise Zeyd b. Eslem'in babasından yaptığı şu rivayettir: Eşlem dedi ki: Ben Ömer b. el-Hattâb'ı Hristiyan bir kocakarıya şöyle derken dinledim: "Ey kocakarı, İs­lâm'a gir, selâmet bulursun. Muhakkak Allah Muhammed'i hak din ile gönder­miştir." Kadın dedi ki: "Ben yaşı ilerlemiş bir kocakarıyım. Ölüm bana pek ya­kındır." Hz. Ömer, "Şahit ol Allah'ım" dedi ve, "Dinde zorlama yoktur" ayetini okudu.

İbnül-Arabî ayetin mensuh olduğunu kabul eden görüşü zayıf görmekte ve şöyle ifade etmektedir: "Zorlama yoktur" ifadesi batıl olan ikrahın nefyedil-mesi hususunda geneldir. Hak ile ikrah ise dindendir. Savaşta kâfirin öldürül­mesi onun görüşüne göre, kişinin din dolayısıyle öldürülmesidir.[28] Çünkü Peygamber (s.a.) hadis imamlarının Ebu Hureyre'den rivayet ettiği mütevatir ha­diste şöyle buyurmaktadır: "Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye kadar sa­vaşmakla emrolundum." Bu ise Yüce Allah'ın, "Onlarla fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar savaşınız." (Bakara, 2/193) buyruğundan alınmış-tır. Ancak (İbnül-Arabî) hadis-i şerifte geçen "insanlarla" ifadesi ile kastedile­nin ilim adamlarının icması ile Arapların müşrikleri olduğuna dikkat etmemiş­tir. Bu ise Araplara ait özel bir sebepten dolayıdır. Çünkü Araplar İslâm risale-tinin taşıyıcılarıdır. Onların toprakları İslâm'ın yola koyulduğu yerdir. O ba­kımdan bu iki sebep dolayısıyla onların haklı olarak zorlanmaları caiz görül­müştür.

"Dinde zorlama yoktur." ayet-i kerimesi doğruluğun ve imanın delillerinin açık olduğunu, hak dinin sapıklıktan, dalalet ve bilgisizlikten ayrılmış olduğu­nu, İslâm'ın hak din olduğunu, küfrün bütün türlerinin batıl olduğunu göster­mektedir.

"Allah iman edenlerin velisidir." ayet-i kerimesi de insanlar arasından iman eden kimselerin işlerinin Allah'ın velayeti altında olduğunu göstermekte­dir. Bu iman edenleri Allah, küfrün karanlığından imanın nuruna çıkarmıştır. Allah tarafından gönderilmiş hakkı davet eden peygamber Muhammed (s.a.)'in gelişinden sonra kâfir olanı azdıran ise onun şeytanıdır. Böyle bir kimseyi ade­ta imandan çıkarmış gibidir. Çünkü şeytan onunla birliktedir. Yine ayet-i keri­me küfürleri sebebiyle kâfirlerin cehenneme girecekleri hükmüne delildir. Bu ise Yüce Allah tarafından tebliğ edilmiş adaletli bir hükümdür ve Allah ne yap­tığından sorumlu tutulmayandır.

Bu ayet-i kerime, dinde zorlamanın yasaklandığına delil mesabesindedir. Çünkü kalpler ve akıllar üzerinde velayet yetkisi yalnızca Allah'a aittir. İmana hidayet ise Yüce Allah'ın dilediği kimseye muvaffakiyet vermesi, ayetler üze­rinde düşünmek ve şüphelerden kurtulmak için onu hazırlaması ile olur. Bu ise kişinin delillerin aydınlığını bilmesi ile gerçekleşir. Yoksa zorlamakla ve mecbur etmekle olmaz.

Hülâsa, müminin akidesi üzerinde Allah'tan başka herhangi bir kimsenin velayet ve otoritesi yoktur. İmanın oluşturulması şanı Yüce Allah'ın insana ba­ğışlamış olduğu bidayet yollarını kullanmakla gerçekleşir. Bunlar ise duyular, akıl ve dindir.

Kâfirlere gelince: Onların ruhları üzerinde tuğyana götüren bu batıl ma-budlardan başka bir şeyin etkisi yoktur. Kalplerindeki imanı bu türüyle orta­dan kaldırmaya, her şeyiyle maddî yahut egemenlik gibi arzulardan faydalan­maya yönelmeye, ahlâksızlık, münkerât yahut zulüm ve tuğyanda alabildiğine serbestçe hareket etmeye götüren bunlardır. İbnül-Kayyım tağutu şöylece ta­nıtmaktadır: "Kulun kendisi sebebiyle haddi aştığı her türlü mabud, tabi olu­nan veya itaat olunan kimsedir." Devamla der ki: Tağutlar pek çoktur. Bunla­rın elebaşıları beş tanedir. İblis, buna razı olarak kendisine ibadet olunan, in­sanları kendisine ibadet etmeye davet eden, gayb bilgisinden herhangi bir şey bildiğini iddia eden ve Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hüküm veren." [29]

Tefsirul-Munir
Kaynak: Tefsirul Munir 


193- Onlarla o şekilde savaşın ki, hatta fitne, yani şirk ve ayrılık olmasın da, din hep Allah için olsun, yalnız Allah'a boyun eğilip, itaat edilsin. Halbuki, "Allah katında gerçek din İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/19). Bu bakımdan, bunlarda gerçek tevhid dini olan İslâm'dan başka bir din bulunmasın. Fitnenin başı olan şirk kalksın. Bunun için Peygamber (s.a.v.): "Ben bu insanlarla "Lâ ilâhe illallah" diyecekleri ana kadar savaşmakla emredildim. Onu dedikleri zaman benden canlarını kurtarırlar." buyurmuştur.
Diğerleri cizye ile de kanlarını korumaya sahip olabilecekleri halde, bunlara bu izin verilmemiştir. Bundan başka özellikle Mekke'de müslümanlardan başkasının ikametine de izin verilmemiştir. Bundan dolayı, küfürden vaz geçip, İslâm'ı kabul ederlerse, artık zalimlerden başkasına savaş düşmanlığı yoktur.
194- İyi ama bu savaş, âdete göre muharebenin yasak olduğu haram aya tesadüf ederse ne olacak? Haram ay, haram aya; hürmetler, hürmetlere kısastır. Burada hürmet, muhafaza ve saygı gösterilmesi vacib olan, el uzatılması caiz olmayan şey demektir ki malları da içerir. Bu atıfta tahsisten sonra genelleştirme vardır. Bu bakımdan: Her kim size saldırır, hürmet ve masumluğunuzdan bir şey bozarsa, onun size saldırdığı kadar, yani aynısı olmak şartıyla siz de ona, karşılık olarak saldırınız. Çünkü, "Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür." (Şûrâ, 42/40) Bir tecavüze karşı ayniyle karşılık vermek tecavüz değil, tecavüzün cezasıdır. "Kötülüğe ilk başlayan daha zalimdir." Buna tecavüz ve sınırı aşma denilmesi, fiilin kendisindeki benzerlik dolayısıyla bir müşâkeledir.
Aslında çirkin olan bir şey, böyle bazı şartlar altında itibarî bir güzellik kazanır. Bundan dolayı ilk başlayanın fiili, gerçekten ve hükmen çirkin ve sırf zarar olduğu halde, onun tepkisi demek olan karşısındakine bir hak vermiş olur. Böyle olabilmesi ise benzeri olma şartına bağlıdır. Benzerine riayet mümkün olmayan hususlarda kısas yapılmaz. Kıymetli şeyler birbirine takas edilmez. Hukukun derecelerine uymak gerekir. Mesela: gasbedilen bir şey mevcud ise aynen alınır. Misliyat (aynı şeyler)tan ise, aynı cinsten misli ile; değil ise malî misli olan kıymeti ile ödettirilir.
Kısaca meşru olan, kayıtsız şartsız karşılık vermek değil, ayniyle karşılık vermektir. Misle riayet edilmeyince, doğrudan bir zarar meydana getirilmiş ve zarara zarar ile karşılık verilmiş olur. Halbuki İslâm'da, "Doğrudan zarar vermek caiz değil, zarara zararla karşılık vermek de caiz değildir." Fakat zararı ortadan kaldırmak lazımdır. Zarar ise zarurî olarak misli ile takas edilerek ortadan kaldırılabilir. Yoksa diğer bir zarar ortaya atılmış olur. Takas demek olan kısas kelimesi, bu aynı olma mânâsını taşıdığı halde yanlışlık yapılmaması ve hükümde asıl maksat olduğu gösterilmemesi için sonuç olarak ayrıca da delil getirilmiştir.
İşte aynı ile olması şart koşulan, "Hürmetler, hürmetlere kısastır." genel kaidesi gereğince, haram ay da aynı haram aya takas edilir. Düşmanlar, geçen Hudeybiye senesi Zilkâde ayında müslümanlara taş ve ok atarak savaşa kalkışmakla bu haram ayın hürmetini çiğnediler. Bu sene de bunu bahane ederek antlaşma hükmünün yürütülmesine engel olacakları zannında bulunuyorlar. Siz de buna aynıyla karşılık vererek aynı Zilkâde ayında savaştan sakınmazsınız. Hasen'den rivayet edildiğine göre, Arab müşrikleri Hz. Peygamber'e: "Haram ayda savaşı yasaklasan!" demişler. "Pek iyi!" buyurmuş. Müşrikler, bunu fırsat bilip, haram ay içinde sözleşmeyi değiştirmeyi kurmuşlar. Bunun üzerine bu âyet inmiştir.
Fakat İbn Abbas, Rebi' b. Enes, Katâde ve Dahhâk'ten rivayet edildiğine göre Kureyş, Hudeybiye senesi Resulullah'ı ihramlı olarak haram ay olan Zilkâde ayında, haram belde olan Mekke'den geri çevirmişlerdi. Cenâb-ı Allah da ertesi yıl yine Zilkâde'de Resulünü Mekke'ye soktu da umresini kaza ettirdi. Bunu, geçen Hudeybiye senesi meydana gelen men ve engellemeye takas etti. Nüzul sebebi de bu oldu ki birincisine göre âyet, Mekke'ye girmeden önce inmiş olup görünürde emir ve inşa ve zımnen (kapalı şekilde) geleceğe ait vaad ve haberdir. İkinciye göre de girdikten sonra inmiş ve müşriklere: "İşte bu geçen senekine kısastır." diye açıkça ihbarı (haber vermeyi) ve bununla beraber haram ayda doğrudan başlama şeklinde olmaması şartıyla savaşı mübah kılma emrini içine almış bulunmaktadır. Âyetin gelişi birincisine daha uygundur. Her halde bu âyetler, "kaza umresi yılı" diye söylenen hicretin yedinci yılında Kâbe ziyareti esnasında inmiştir. Ancak daha sonra "haram ay âdeti" mutlak olarak neshedilmiş olduğundan, bu âyetin, haram ayda doğrudan ve ilk olarak harp ilanına izin vermeyen hükmü, berâe" âyetleriyle kaldırılmıştır. Bunda ittifak vardır. Bundan başka ayniyle karşılık verme hakkındaki genel hükümleri ise ittifakla bakîdir.
Bunları yapınız, kendinizi koruyunuz, ve biliniz ki, her halde Allah, korunanlarla beraberdir. Ayniyle karşılık vermek caiz ise de kayıtsız olarak korunmanın gereklerinden değildir. Tatbikinde aynını geçmemek için iyi dikkat ediniz, Allah'tan korkunuz ve en iyi şekil hangisi ise onu yapınız ve her halde korununuz, müttakî olunuz, korunma âyetlerini unutmayınız. Bundan anlaşılıyor ki: "Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti mutlak değildir. Sabır, sakınma şartına bağlıdır ve yerine göre dereceleri vardır. Meydana gelmiş musibetlerle henüz olmamış musibetlere karşı sabrın farkı vardır. Defedilip kaldırılmasında mümkün olduğu kadar sürat gösterilecek hususlar vardır. Korunurken de korunma âyetlerinde: "Sıkıntılı ve geniş zamanlarında ve savaş anında sabrederler." (Bakara, 2/177) ifadesinin kapsamı unutulmamalıdır. Evlere kapılarından girilmelidir. Şu da hatırda tutulmalıdır ki, harp ve çarpışma denilen şey, parasız ve malsız olmaz, masraf da ister.
195-Bunun için: Allah yolunda infak da yapın. Mal hazırlayıp harp ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere vergi, yardım verin. Fakat yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp de, Kendi kendinizi tehlikeye de bırakmayın. Sadece para kazanma ve istirahat etme sevdasının, insanları, esirlik istilası ve mahkûmluk gibi büyük tehlikelere düşüreceğini, bu tehlikenin önüne geçmenin ancak Allah yolunda harbetmek ve harbe alışmakla mümkün olacağını unutmayın.
Bu âyetin gelişi ve nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan ve o uğurda mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir. Tirmizi ve Ebu Davud'da da tahric olunduğu üzere rivayet ediliyor ki: "Emeviler devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu, Kostantiniye yani İstanbul şehrine gaza etmişti. Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bu askerler arasındaydı. Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada müslümanlardan bir zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş, bunu gören İslâm cemaati: 'Bırak, bırak! Lâilahe illallah, kendi kendini tehlikeye atıyor.' demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebu Eyyûb el-Ensarî: 'Ey müslümanlar! Bu âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. O vakit ki Allah Peygamberine yardım etti ve dini olan İslâm'ı galibiyete mazhar kıldı. O zaman biz artık mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım mı? demiştik. Allah Teâlâ: 'Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendinizi ellerinizle tehlikeye bırakmayınız.' (Bakara, 2/195) âyetini indirdi. Bundan dolayı kendini tehlikeye atmak, mallarımızın başında durup, onları ıslah ile uğraşmamız ve cihadı terketmemizdir.' demiştir. Bunun üzerine hiç durmayıp Allah yolunda cihada girişmiş ve nihayet şehid olup, İstanbul'da defnolunmuştur."
Ebu Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı terketmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber vermiştir. İbnü Abbas'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mücâhid, Dahhak'tan da böyle rivayet edilmiştir. Bera' b. Âzib ve Ubeyde es-Selmanî hazretlerinden, "Elleriyle kendini tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi kesmek" demek olduğu da rivayet edilmiştir. Bunun, infak karinesiyle: "Harcamada israf edip, yiyecek, içecek bulamayacak dereceye vararak telef olmak" mânâsına olduğu da söylenmiş, "Düşmana tesir etmeyecek bir şekilde harbe atılmak" demek olduğu da belirtilmiştir ki Ebu Eyyub'un itiraz ettiği ve nüzul sebebini söylediği cemaatin görüşü de bu idi.
"Sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağından" ve bu mânâların toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmadığından âyetin tamamına şamil olması da caizdir. Bunun için İmam Muhammed, "Siyer-i Kebir"inde der ki: "Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma veya düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya düşmanı kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü müslümanlara bir faydası olmaksızın kendini ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veya müslümanlara bir faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma ümidi olmadığı halde diğer müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı tepelesinler diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa sakınca yoktur..."
Bu yasaklama sahihtir. Bundan dolayı dine veya müminlere hiçbir menfaati olmaksızın kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini öldürmede dine ait bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur ki Ce-nab-ı Allah, Resulullah'ın ashabını bununla övmüştür: "Allah, müminlerden canlarını ve mallarını kendilerine cennet vermek üzere satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler." (Tevbe, 9/111). Yine: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler. Rableri yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169) buyurmuştur. Ebu Eyyûb el-Ensarî hazretleri de bu makamı göstermiştir. Bundan dolayı sırf huzura düşkünlükte tehlike bulunduğu gibi, harp bakımından da tehlike bulunabilir. O da düşmana tesir icra etmeyecek, boş yere bir müslümanı yok edecek olan husustur.
Müslümanlara faydası olmadığı gibi aksine zararı bilinirse, o zaman harbe atılmak ve kendini öldürmek hiç caiz olmaz. Fakat insanlık gafleti, harbi, mutlak bir tehlike zannedebileceği için; bu âyet mal kazanacağız, rahat edeceğiz diye dalıp, cihadı terketmenin tehlike olduğunu hatırlatma hususunda nâzil olmuş ve o şerefli makamı göstermiştir. Demek ki barış tehlikesi, ibare ile; savaş tehlikesi de işaret ile hatırlatılmıştır.
Ey müminler! Bunlara dikkat edin, ve her hususta iyilikle muamele edin, yaptığınızı güzel yapın, sizden asıl istenen, iyiliktir. Çünkü, Allah hep iyilik edenleri sever. Bunun için harcamayı da en güzel şekilde yapın ve herhangi bir kötülüğü, en güzel biçimde ortadan kaldırın. Aynı ile karşılık vermeyi, daha güzeli mümkün olmadığı zaman yapın. Kötülüğün cezası kötülük ise de, "Sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf et." (Müminûn, 23/96) emri gereğince kötülüğü de en güzel şekilde savın. Harbi de en güzel sebep, en güzel vasıta kabul edip en güzel şekilde yapın ve ancak Allah yolunda yapın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder