31 Mayıs 2015 Pazar
Hırsızlık eden erkek ve kadın
38- Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'dan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah daima üstündür, hikmet sahibidir.
39- Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.
38-SİRKAT, lugatta "başkasının malını gizli olarak almaktır" ki, dilimizde hırsızlık denir. Hırsızın çoğunlukla göz diktiği, çalmak istediği mal, rağbet edilen mallardan olur. Yoksa alınması âdet olarak normal karşılanan şeylerin alınıverilmesini örf tam mânâsıyla bir hırsızlık saymaz. Hırsızlığın mahiyetinde mal sahibinin koruma ve gözetimini çalmaya kalkışmak mânâsı vardır. Bunun için hırsızlık fiilinin cezayı gerektirecek derecede tam anlamıyla oluşması iki şarta bağlıdır ki, birisi alınan malın az çok beğenilebilecek bir ölçüye ulaşması, diğeri de bir mekanda veya muhafızlı bir yerde saklanmış olmasıdır. Ancak İbnü Abbas, İbnü Zübeyr, Hasenü'l-Basri ne miktarın, ne de saklamanın, şart olmadığına ve azın, çoğun hırsızlık olup ceza lazım geleceğine kâni olmuşlardır ki, Zâhiriye mezhebinden Dâvûd-u İsfahâni'nin ve Hâricîlerin görüşleri de budur. Gerçi az veya bekçisiz, açıktaki bir malı alıvermek de hırsızlık kabilinden ise de, bu genellemenin tam bir hakikat olduğu şüphelidir. Zira örfün müsaade ettiği miktarı alıvermek bir terbiyesizlik olmakla beraber ne açığına gasb, ne de habersiz alınmasına hırsızlık denilivermediği de bilinmektedir. Halbuki cezalar her yönden kesin ve yakînî ve şüphe ile düştüklerinden, eli kesilecek hırsıza tam mânâsıyla ve şüphesiz olarak sârik (hırsız erkek) veya sârika (hırsız kadın) denilebilmek için nisab (belli miktar) ve hırz (saklama) her halde şart olmalıdır. Ve bunu isbat için rivayet edilen haberler hiç dikkat nazarına alınmasa bile, hırsızlık kelimesinin tam örfi mânâsı bunu gerektirir. Ve fıkıhçıların çoğunluğu bunda ittifak etmişlerdi. Ancak nisabın ölçüsünde ihtilaf etmişlerdir. Bir kerre dörtte bir dinar veya üç dirhemden aşağısına itibar eden olmamış ve İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri madrûb (basılmış, damgalanmış) olmak üzere on dirhem gümüş akçe kıymetine ulaşamayana itibar edilmiyeceğini yani bunun aşağısında ta'zir (haddin dışında ceza) yapılırsa da, had (şer'î ceza) lazım gelmeyeceğini göstermiştir ki, bir dinara eşit demektir. Hakikatte başkasının bir "tane" sini çalmak bile lugat ve örf bakımından bir hırsızlık olsa da, kesinlik demek olan cezalarda şüphenin muteber olduğunda söz olmadığından, fiilî hırsızlığın ceza ve nekâl olan şer'î cezayı gerektirecek bir suç olması şüphe-i ibâha (bir şeyin alınmasının mubah olduğu hakkındaki şüphe)dan, şübhe-i hak (bir şeyin alınmasının hak olduğu hakkındaki şüphe)dan, şüphe-i ıztırar (bir şeyin alınmasının zaruri olduğu hakkındaki şüphe)dan da uzak olması gerekir. Halbuki bir malın muhafaza edilmemesi bir müsamaha ve dolayısıyla bir ibâha şüphesi teşkil edeceği gibi; bir şahsın az bir miktarda bir malı çalmaya tenezzül etmesi de her halde bir zaruret şüphesinden uzak değildir. İlk önce zekat, sadakalar gibi infak hükümleriyle çaresizliğin defedilmesinin sebepleri temin edildikten "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır" (Zâriyât, 51/19) buyurulduktan ve haramlardan zaruret halleri istisna edildikten sonradır ki, Hak Teâlâ hırsızlığın cezasını emretmiştir. Bu genel şartlar altında ise hırsızlığa cesaret eden bir elin İslâm sosyal kurumu içinde kangren olmuş bir uzuv gibi kesilmesi gerekli olur. Fakat fakirlerin hakkını vermeyen, ıztırab sahiplerinin acısını düşünmeyen ve tersine o zorluğu günden güne şiddetlendiren bir sosyal toplumun hırsızlara karşı durumu, büyük çapta hırsızlık yapanların durumuna benzemekten kurtulamaz. Şu halde zorlama veya zaruret şüphesi ile kesin bir ceza ve nekâle hak kazanmak sabit olamaz. Nitekim Hz. Ömer bir kıtlık senesinde hırsızlık cezasını tatbik etmemiştir. Çünkü herkesin sıkıntı ve ihtiyaçla karşı karşıya geldiği böyle bir zamanda infak (fakire dağıtma) görevinin gereği gibi yapılamayacağı açık olduğundan, her fert hadd-i zatında sıkıntılı olmasa bile, zaruret şüphesi içindedir. Şu halde malın açıkta bırakılması bir şüphe-i ibâha olacağı gibi, normal durumlarda çalınan malın bir sıkıntılının el uzatabileceği az miktardan fazla bir nisabda bulunmaması da şüphe-i ıztırardan uzak olamayacağından hırsızlık fiilinin hakkiyle ceza ve nekâl olan cezayı gerektiren bir suç olması için hem nisabın, hem saklamanın, muhafaza etmenin şart olması gerekir. Ve bu şartlar, hırsızlığın lugat anlamından olmasa bile, hakkıyla ceza ve nekâl olan mânâlarından bi'l-işare (işaret yoluyla) sabit, bundan başka hem kitabın genel kâideleri, hem de Resulullah'ın yüksek sünneti ile teyit edilmiştir ki, daha geniş açıklaması Fıkıh ilmine aittir.
Özetle, hırsıza bir özür şüphesi bırakmamak için her halde bir nisâbın da şart olduğu kesindir. Ancak bu nisâbın mikdarı üzerinde ictihatlar yapılmıştır. Ve fakihler nebevi sünnete bakarak bunun dörtte bir dinar ile bir dinar veya on dirhem arasında dönüp dolaştığında da ittifak etmişler, Şâfiî gibi kimisi en küçüğü, İmâm-ı Azam gibi kimisi de en büyüğü tercih etmişlerdir ki, şüpheden tamamen uzak olan da budur. Acaba on dirhemden fazla bir miktar kabulüne imkan yok mudur? Biz buna "vardır" cevabını vermek istiyoruz ve nisâb miktarının, bu iki sınır arasında dönüp dolaştığında ittifak edilmiş olduğuna kâni değiliz. Mademki mikdarın asıl meselesi üzerinde ictihatlar yapılmıştır .Ve madem ki bu konuda şüphe meselesinin büyük bir önemi vardır. O halde bunun ictihada ait mahiyetini muhafaza eden bir zaman meselesi olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer böyle olmasaydı müctehidlere en çok ve en az fikirlerini veren misaller, haberler sabit olmazdı. Bir dinar, bir miskal altın demektir ki, o zaman ondört kırat olan vezn-i sebi (yedi dinar = on dirhem) dirhemiyle on dirhem gümüş, kıymetçe buna eşit idi. On iki dirhem sayıldığı da varsa da bu daha küçük bir dirhem ölçüsüdür. Ve buna göre dörtte bir dinara üç dirhem denir. Nitekim bugün bizde meşhur olan onaltı kıratlık dirhem ile sekiz dirhem on iki kırat tutar ki, mecidiyeden biraz fazladır. Demek ki o zamanlar altın-gümüş farkı ortalama olarak bir on, şimdi ise biz görüyoruz ki bu fark beş altı misli artmıştır. Bir miskal altın sekiz on dirhem değil, kırk elli dirhem gümüş karşılığına çıkmıştır. Altın gümüş farkı böyle olduğu gibi, eşya ile nukut (paralar) arasında da bu farklılık açıktır. Bir zaman bir miskal altına eşit olup şüphe-i ıztırârı kaldıran on dirhem gümüş, bugün için o zamanın üç dirhem gümüşünden daha aşağı bir kıymette bulunduğunda şüphe olmadığı gibi, bugünün bir miskal altını da böyledir. Şu halde nisab miktarı, şüphe-i ıztırarın defedilmesi açısından zamanın değişmesiyle değişir.
Bu örneklerden istifade ile zamanımıza göre şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir mikdar tayini caiz ve hatta lazımdır. Çünkü: "Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur" (Mâide, 5/3) âyetinin hükmünün şer'î cezada da geçerli olduğunda söz olmadığı gibi, bunun şüphesinin de geçerli olduğunda şüphe yoktur. Ve işte nisab miktarı o günahı ve ona karşı ceza ve nekâli haketmeyi tayin edecek olan bir ölçüdür.
Ey müminler hırsız erkek ve hırsız kadının da, yani şüphe ve mazeretten âzâde olarak hırsızlığı açığa çıkan gerek erkek ve gerek kadın hırsızların da kazandıkları işe bir ceza, Allah'tan bir nekâl, yani bir daha yapmamaları için hakkıyle bir bağ, bir tuşak, bir kelepçe olmak üzere ellerini kesiniz. İbnü Mesud mushafında olduğundan dolayı, önce sağ elini, tekrar ederse sol elini de kesiniz. Çünkü Allah hem azîz (üstün), hem hakîm (hikmet sahibi)dir. Emrine karşı gelinmez, hükmünü hikmetle verir. "Hak" O'nun yüksek himayesinde, ceza O'nun hikmeti cümlesindendir. Zulüm ve bozgunculuğa razı olmayan, hayır ve hakka çalışmak için el ve kudret ihsan eden; Allah'dan gereğince korkmayı, vesile aramayı, mücahedeyi emreden; fakirleri korumak, sıkıntılı olanları gözetmek, düşkünlere yardım etmek için bu kadar âyetler ve hükümler indiren; infak, zekat, sadakalar, yardımlaşma hükümleriyle gücü olanlara vazifeler farz kılan, zenginlerin mallarından dilencilere, düşkünlere belli bir hak veren Allah Teâlâ'nın bu emirlerini, bu hükümlerini icra ve tatbik eden müslüman, sosyal toplumu içinde Allah'tan korkmayarak, Allah'a yaklaşmak için güzel vesileler dileğinde bulunmayarak ve Allah yolunda mücahede etmek için nefsinin, şehvetinin isteklerine sabredemeyerek başkasının hukukuna gizlice el uzatmak kendisinin ne hakkı, ne de hakkı olduğu şüphesi bulunmayan bir malı Allah görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak elbette Allah'ın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir. Ve böyle bir elin cezası da kesilmektir. Şu halde suç ile ceza arasında denklik yok zannedilmesin. Zira bu ceza yalnız malın karşılığı değil, gizli bir hainlik ve Allah'ın izzetine bir tecavüz olan hırsızlık fiilinin cezasıdır. Bu el kendini ateşe sokmuş veya kılıca uzatmıştır. Bu, gerek ona ve gerek ona uyup azacak olanlara Allah tarafından öyle sabit bir kelepçedir. Bununla hem hırsız fesad (bozgunculuk)tan temizlenir, hem de diğerleri. Sonra Allah Teâlâ'nın izzetine bu şekilde tecavüz edenleri bu cezaya layık kılması ve böyle devamlı bir kelepçeye koyup haddini bildirmesi yalnız bir kızgınlık eseri değil, sırf hikmettir. Bu ceza tatbik edilen sosyal toplumda hırsızlığın kökü kesilir. Kesilmeye layık el bulunmaz olur. O şart ile ki, hakkıyle tatbik edilsin ve her şüpheden sâlim olarak tatbik edilsin de hiçbir haksızlığa meydan verilmesin. Aksi halde Allah'ın izzet ve hikmeti de ters şekilde ortaya çıkar. Haksız yere bir mal çalan elin cezası kesilmek olursa, haksız yere bir el çalan ellerin cezasının ne olması lazım geleceği tasavvur olunsun!
39- Yani hırsızlık yapıp kendi elinin kesilmesine sebep olarak kendine zulmetmiş olan hırsız erkek veya hırsız kadından herhangi birisi eli kesildikten sonra tevbe edip hâlini düzeltirse Allah affedici ve merhametli olduğu için tevbesini -her halde- kabul eder. Ve ahirette ona başka azab yapmaz, rahmet ve mağfiret eder. Şu halde eli kesilmiş ve tevbekâr olmuş olanlara daha önce hırsızlık etmiş diye kötü gözle bakmamalı, acıyıp yardımda bulunmalıdır.
Bu tevbe, cezanın tatbikinden önce olursa ceza düşer mi, düşmez mi? Çoğunluk ve Hanefiler, "mal sahibi affetmedikçe olmaz", İmam Şâfiî ise, bir görüşünde "olur" demiştir. Gerçekte zulümden maksat nefsine değil, başkasına olan hırsızlık olduğu takdirde bu âyet, bunu ifade etmiş olacağı ve yukardaki büyük hırsızlık erbabının tevbeleri meselesi de bir itibar ile bunu teyit edeceği için, biz de bu mânâyı tercih edeceğiz. Ancak bu şekilde "durumunu düzeltirse" şartı gereğince iyi hâlinin ortaya çıkması için tâziren (şer'î bir had cezası dışında) uygun bir müddet hapis ve çalınan mal yok edilmiş ise ödetilmesi lazım geleceğinden gaflet edilmemelidir. Had (el kesme) cezası icra edildiği takdirde ise "yaptıklarına ceza olarak" ifadesinin delaletince, fiilin tam cezası verilmiş ve "haketme" de kazanma mânâsında dahil bulunmuş olacağından ödenmesi lazım gelmez. Fakat aynen mevcut ise geriye alınır. Çünkü kazanılmış değildir.
Şimdi bu hükümler ve Allah'ın emirlerinin şiddeti ve insanlık âleminde bu gibi cezaları haketmiş fesad erbabının varlığı âlemlere rahmet olan Resulullah'ın kalbinde bir korku ve hayrete, bir hüzün ve üzülmeye yol açabileceğinden, bunu yasaklamakla adalet hükümlerinin yerine getirilmesine sevketmek için buyuruluyor ki:
Etiketler:
Ayet,
el kesme,
had cezası,
Hırsızlık,
islam,
Kuran,
Maide suresi,
şeriat
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder