1 Haziran 2015 Pazartesi

Pineal Gland (Üçüncü Göz) Third Eye - Pineal Gland - Epifiz - İçsel Göz - 3. Göz


 MADDÎ-MANA YAPISIYLA 3. GÖZ: BERZAH ORGANIMIZ
Pineal (epifiz) bez (gland), beyin boylamasına ikiye bölündüğünde iç yarıdan bakışla görünüşü
Beynin derininde arka kısmına yakın yaklaşık 5-8 mm x 3-5 mm boyutlarında minicik bir hormonal bezdir. Böbreklerden sonra vücutta kan akımından en zengin 2. organımızdır. 1 gr. pineal doku dakikada 4 mililitre kanla beslenir. Ovalimsi bir şekli olan pineal bez bir sapla beynin 3. ventrikülüne (beyin boşluğu) bağlıdır (4 adet beyin boşluğunda beyin omurilik sıvısı yapılır dinamik yapım-boşaltım sistemiyle beynin ağırlığını hafifletir ve beyni darbelere karşı korur).
Vücuttaki birçok hormonların yapım yeri olan Hipofiz, deyim yerindeyse hormonal koromuzun şefidir.
Bu koro şefinin de bir üst amiri ise çok hayatî bir organımız olan Hipotalamus’tur ve bunun birçok komuta-çekirdekleri vardır. İşte hipotalamus’un birçok çekirdeklerinden biri olan suprakiazmatik çekirdek (üstte resimde görülüyor) pineal bez ile birlikte biyolojik bir saat gibi çalışır. Biyolojik saatler bir organizma da zamanı ölçen hücresel yapılardır. Pineal bez, sirkadyen bir ritimde ve karanlıkta salgıladığı Melatonin vasıtasıyla vücudun diğer kısımlarına zaman sinyalleri gönderir. Böylece günün ve yılın farklı zamanlarına bağlı fizyolojik siklusların düzenlenmesinde rol alır. Gün uzunluğunda mevsimsel değişiklerin yorumlanmasını ve özellikle üreme fonksiyonlarının kontrolünde önemli bir role sahiptir.
Melatonin’in hormonal olmayan etkileri şunlardır:
1- İmmün-sistemin fonksiyonunun artırılarak, güçlendirilmesi (kanserli hastalarda faydası gösterilmiştir).
2- Uyku ritminin düzenlenmesi (uykuyu başlatır-sonlandırır)
3- Kardio-vasküler sistem üzerinde koruyucu etkisi
4- Lokomotor (kaslar ve bağ dokusu) sistem üzerindeki inhibitör etkisi (yüksek dozlardaki Melatonin motor fonksiyonda kayıp ve kaslarda gevşemeye yol açar-uykuyu başlatabilmesi için gereklidir)
5- Vücut ısısının düzenlenmesi (hipotalamusun ön bölümü ile etkileşerek ısıyı düşürür)
6- Antioksidan etki (hücrelerin yaşlanması ve ölümüne yol açan oksidan maddeleri azaltıp temizler. Melatonin bir nevi çok önemli bir fizyolojik çöpçü gibidir).



Pineal Gland (Üçüncü Göz), geçmişten beri bir çok kavmin üstünde durduğu ve belkide kasıtlı olarak ne işe yaradığı gizlenen bir organdır.
Resimde görüldüğü üzere, Pineal Gland Horus'un, Osiris'in (OS=ÇOK, IRIS=GÖZ) gözüne benzer. Veya farklı bir mitolojide Shiva'nın üçüncü gözü.
Sembolik olararak kozalak ile resmedilir.

BERGAMALI LOKMAN HEKİM GALENOS’A GÖRE PİNEAL BEZ VE YAŞLANMA
Pineal bez nöroendokrin bir organdır ve kendisinin en iyi bilinen ana hormonu melatonin yoluyla, birçok organ ve sistem üzerine güçlü bir düzenleyici etkisi vardır. Vücuttaki diğer organ fonksiyonlarında olduğu gibi, pineal bezde de ilerleyen yaşla birlikte gerilemeler oluşur ve bu melatoninin azalmasıyla kendini gösterir. Melatoninin kan ve dokulardan kaybı, psikosomatik bozuklar, tümoral hastalıklar, immün zayıflamalar ve enfeksiyonlar gibi yaşa bağımlı bazı değişikliklere neden olmaktadır. Yazıda memeli canlıda pineal ve yaşlanma süreci ile birlikte melatonin ritim değişiklikleri özetlenmiştir.
Pineal bez M.Ö. 300. yılda İskenderiyeli Herophilus (325-280) tarafından tanımlanmıştır. Bergamalı Galenos, pineal bez için, çam kozalağına benzemesi nedeni ile konareion (Latince conarium) adını kullanmıştır. Bu sözcük pineal bezi innerve eden Nervi conarii adı ile günümüzde de sürmektedir. Pineal sözcüğü ise yine Latince çam kozalağı anlamına gelen pinealis sözcüğünden gelmektedir.




PİNEAL GÖZÜN AÇILMA SEBEBİ OLABİLİR Mİ SİZCE ?
“Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur” “ Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden, bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibadetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdetâ) ben onun işiten kulağı, gören GÖZÜ, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse, onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum.”
* Buhârî, Rikak 38


“Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı….” Yuhanna incilinin ilk bölümünün ilk cümlesi bu sözlerle başlar. Kuran da OKU emriyle başlar. Dini metinler ve kadim felsefe bize hep varoluştan önce, ilk önce söz ya da düşüncenin var olduğunu sonra varlığın tecelli bulduğunu öğütler. Gerçekten günlük yaşantımızda da bu böyledir. İnsan eylemlerinden önce hep düşüncesi, soyut tasarımı vardır. Sonra somuta dökülür, var olur… Adına hayat dediğimiz olaylar dizisi de düşüncelerin, sözlerin eyleme dökülmesi sonucu meydana gelir. O nedenle yazmak önemlidir. Saf varoluştur, var ediştir…


"Bilin ki her bir bedende [fiziksel] bir kalp bulunur. Her bir kalpte fuâd [manevi kalp] vardır. Her fuâdda bir sır bulunur. Her bir sırda bir hafi vardır. Her bir hafide dc bir ahfa vardır. Ben bu ahfâdayım."
Nefs: Hayvani (hareket ettiren) nefsin merkezidir; Japoncada Hara, Hayat Merkezi kavramına denk düşer. Vücutta göbeğin veya göbek deliğinin 1 inç (2,54 cm) aşağısına denk gelir.
Kalp: Buna Fuâd da denilir. Hakikatte (daha merkezi bir yerde bulunan) fiziksel kalbe denk gelmez, onun yeri sol memenin 1 inç altıdır. Bu makam kırmızı renkle ve "Allah'ın temiz kıldığı” peygamber Hz. Adem ile ilişkilendirilir.
Ruh: Sağ memenin 1 inç aşağısıdır. Renk, sarıdır. Peygamber, "Allah'ın kurtardığı" Hz. Nuh'tur.
Sır: Yeri, sol memenin 1 inç üstüdür. Renle, beyazdır, Peygamber, "Allah'ın konukluğu" Hz. Musa'dır.
S2: Yeri, göğsün ortası (Sır ve Hafi arası)'dır. Renk, siyahtır. Peygamber, "Allah'ın sırrı" Hz. İsa'dır.
Hafi: Yeri, sağ memenin 1 İnç üstüdür. Renk, yeşildir. Peygamber, "Allah'ın habibi" Hz. Muhammed'dir.
Ahfâ: Yeri, göğüs kemiğinin üstü (yakanın hemen altı.) Renksizdir; bazı tablolarda buna Sırrın Mihveri (Musteva's-Sır) denir.
Nefs-i Nâtıka: Yeri, iki kaşın arasıdır. Bu kâbe kavseyn -"iki yay / kavis uzaklığı" (kaşlar) (53:9)- makamıdır. Renk, koyu sandır.
Küll ve / veya Kürsî: Yeri, alnın ortası. Burası belirli gelişimlerin oluştuğu, meşhur "üçüncü gözün" açıldığı yerdir.
En Üst Semâ (Gök): Başın tepesinde veya en üst noktasında bulunmaktadır. Yogada geçen Sahasrara Çakrası (Bin-taç yapraklı nilüfer çiçeği)'na karşılık gelir. (Diğer geleneklerle yaptığımız bu eşleştirmelerin amacı, sûfi kavramların bunlardan kaynaklanarak alındığını iddia etmek değil, ama ilişkileri belirtilen gerçekliklerin diğer geleneklerde de tanındığının altını çizmektir; çünkü hakikat birdir.) Burası -"en mukaddes feyzin" (feyzu'l-akdes) denilen- ilâhî ışığın ilk başta yıldız şeklinde zuhur ettiği yerdir. Bu yer aynı zamanda kafatası kemiklerinin birleştiği yere denk gelir ve bazı geleneklerde burası ruhun bedene giriş yaptığı noktadır. (Kemikler doğan bir çocukta birleşik olmaz, sonradan bu boşluk kapanır.)

Kalb bütün latifelerin merkezi olup "Ruh"un sarayıdır. Ruh kalbde egemen olunca, bedeni "Ruh"un emirlerine göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır. Kalbde yakîn nûru parlamaya başlayınca dünya hayatı fâni ve değersiz görünür. Çünkü kalb, marifetullah nûrunun parlayacağı yegâne mahaldir ki, iman güneşi o burçtan doğar. Bütün ilâhi sırlar orada gizlidir. Kalbde o hakiki, lâhutî güneşin doğmasıyla bu yüksek tecellinin nurlu eserleri insanın bütün azalarında zâhir olur. O zaman kulluk vazifelerini; derin ve derûni bir zevk ve neş’e içinde seve seve îfa eder. Kalbin salahının cesede sirayetini Buhari’deki şu Hadis-i Şerif izah etmektedir: “Dikkat ediniz ki, insanın cesedinde bir et parçası vardır ki, o et parçası sâlih oldukça bütün vücuddaki âzalar sağlam olur. Eğer o fasid olursa bütün cesedi bozulur. O et parçası kalptir.” 



The serpent messengers spiral up the column in the form of Kundalini energy during meditation. The force flows through the final few chakras and ends with an explosion of energy in the pineal gland at the centre of the brain, which then breaks open the skull to the enormous amounts of cosmic energy that can be channelled from above.
This gland is responsible for regulating the cycles of the body, and acts as the doorway to other dimensions/realms. It is the third eye, centre of creativity, which calcifies through repetitive exposure to man made chemicals like fluoride, which is found in large amounts (added by the government under the guise that it is good for our teeth) in our town’s tap water.
This gland is also responsible for excreting the most powerful hallucenogenic known to man, DMT (dimethyltritamine) into our bloodstream during REM sleep, which enables us to enter the dream state realm, where any number of mysterious and mystical things happen.
This state can be reached at will with serious training and practice of interdimensional meditation, one that many a Monk, Yogi and artist across the world have mastered. 


The Pineal Gland
“The pineal gland (also called the pineal body, epiphysis cerebri, epiphysis, conarium or the third eye) is a small endocrine gland in the vertebrate brain. It produces the serotonin derivative melatonin, a hormone that affects the modulation of wake/sleep patterns and seasonal functions. Its shape resembles a tiny pine cone (hence its name), and it is located near the centre of
the brain, between the two hemispheres, tucked in a groove where the two rounded thalamic bodies join.”


This pineal gland is activated by light, and it controls the various bio-rhythms of the body. It works in harmony with the hypothalamus gland which directs the body’s thirst, hunger, sexual desire and the biological clock that determines our aging process. When it awakens, one feels a pressure at the base of the brain. To activate the ‘third eye’ is to raise one’s frequency and moving into higher consciousness – all is a consciousness experience perceived through the Eye of Time or Third Eye.

While the physiological function of the pineal gland has been unknown until recent times, mystical traditions and esoteric schools have long known this area in the middle of the brain to be the connecting link between the physical and spiritual worlds. Considered the most powerful and highest source of ethereal energy available to humans, the pineal gland has been seen as a gateway that leads within to inner realms and spaces of higher consciousness. Awakening the third eye acts as a “stargate.”

Meditation, Visualization Yoga, and all forms of Out of Body travel, open the Third Eye and allow you to ‘see’ beyond the physical.

Calcification of the Pineal Gland

Most people’s pineal glands are heavily calcified by the time they are 17 years old, so much so that they show up as a lump of calcium during an MRI. Calcification is the build up of calcium phosphate crystals in various parts of the body.

The pineal gland begins to calcify due to the harmful effects of artificial substances such as flouride chemicals found in public water systems and toothpaste, hormones and additives put into processed foods and sugars and artificial sweeteners dumped into soft drinks. Cell phones are also being pinpointed as being harmful to the pineal gland due to high concentrations of radiation.

Benefits of Detoxifying and Activating Your Pineal Gland

Detoxification and Activation of the third eye can bring vast improvements of our life. An open third eye brings clarity, concentration, perspicuity, bliss, intuition, decisiveness and insight as well as:

- Vivid dreams.
- Lucid dreams.
- Easier to astral project.
- Better sleep.
- Enhanced imagination.
- Enabling Aura viewing, seeing energy, seeing beings, and seeing with eyes closed.
- Clear channels and ablitly to feel energy.

A closed third eye or “Ajna Chakra” in Hindu tradition brings with it confusion, uncertainty, cynicism, pessimism, jealousy, envy and one sidedness.

How To Decalcify Your Pineal Gland

The idea of having a calcified pineal gland can be likened to a door being glued shut. Although the pathway is unable to be used while it is glued shut, it is still a doorway never the less! With constant pushing the door will eventually break open. Below you’ll find what are said to be some of the best ways to decalcify your third eye (The * indicates that they should be taken with at least one of the other things mentioned for full effect.):

- Avoid all things fluoride: Tap water, cooking with tap water, fluoridated toothpaste, inorganic fruits and vegetables, showers with out filter, red meat, and any sodas and artificial food and drinks. I know how difficult it can be to stick to only organic fruit and vegetable but it is important to start where you are and begin to make those changes where it is possible.

- Pineal gland detoxifiers and stimulants: Chlorella Spirulina, blue-green algae, Iodine, Zeolite, ginseng, borax, D3, Bentonite clay, chlorophyll, blue skate liver oil.

- Foods: raw cacao, goji berries, cilantro, watermelon, bananas, Honey, Coconut Oil, hemp seeds, seaweed, and noni juice.

- Essentials oils can be used to help stimulate the Pineal Gland and facilitate states of spiritual awareness, meditation, astral projection, etc. Good essential oils for Pineal Gland purposes include: Lavender, Sandalwood, Frankincense, Parsley, Davana, Pine, Pink Lotus, and Mugwort (excess use of Mugwort has a neurotoxin effect if inhaled directly, so be careful!). Essential oils can be inhaled directly, burned in a diffuser or nebulizer, and added to bath water.

- Citric acid (LOTS of lemons* will work.)

- Garlic* (Take about half a bulb a day or more for a while, if you crush it and soak in raw apple cider vinegar or fresh lemon juice it will deodorize it. Use the leftover vinegar or lemon juice on a salad. Personally, I drink it all down.)

- Raw apple cider vinegar* (Contains malic acid. Take a lot of it. Make sure it’s raw, as that is very important. Braggs is the best brand) Everyday I fill a 1 Quart Mason jar with Ionized Alkaline water, 8 tablespoons of Bragg’s Apple Cider Vinegar and 2 tablespoons of raw, local honey. This has so many benefits aside from the pineal gland!

- Sungazing (Gazing at the sun during the first 15 minutes of sunrise and last 15 minutes of sunset will do wonders for your pineal gland)

-Regular Meditation and Chanting. Chanting causes the tetrahedron bone in the nose to resonate and this resonance causes the Pineal Gland to be stimulated and when it is stimulated it secretes more beneficial hormones, and remember: these beneficial hormones keep your appearance youthful. The sound “OM” resonates with the Fourth Chakra, known as the Heart Center, the seat of Unconditional Love. Chanting OM opens you up to Universal and cosmic awareness. You can chant up to 5 minutes, 10 minutes, or however long you desire to.

- Crystals that benefit the Pineal Gland include: Amethyst (wand), Laser Quartz (wand), Moonstone, Pietersite, Purple Sapphire, Purple Violet Tourmaline, Rhodonite, Rose Aura, and Sodalite. However, any indigo, violet, or dark purple gemstone or crystal can be used to stimulate the Pineal Gland and open/balance/align the 6th and 7th Chakras. Placed directly on the 3rd eye or brow chakra for 15-30 minutes a day or every other day will help to open/balance/align the 3rd Eye (Brow) chakra and prevent/remove calcification of the gland. The best exercise for Pineal Gland stimulation and health is to take an amethyst obelisk crystal or an amethyst wand, point it at the 3rd eye (point of the wand should touch your skin) and look up directly at the Sun with your eyes closed. Do this everyday or whenever you feel like it for about 5-10 minutes. The Sun’s rays will penetrate through the base part of the obelisk or the end part of an amethyst wand and beam directly into the Pineal Gland stimulating it. You can also use the Laser Quartz (wand) as well. Quartz crystal benefits every single chakra.

- Magnets. Attaching a magnet (that sticks by adhesive) to the part of your skin above your 3rd eye (located between your two physical eyes but slightly higher or slightly above the eyes) for a few hours throughout the day will also stimulate the Pineal Gland and help to decalcify it. Magnets cause the body to become alkaline, especially the part of the body where the magnet is attached. Any strength (gauss) magnet will work, but only use magnets on the head area during waking hours. The energy from Ra (Sun) will magnify the strength of the magnet’s effect on the Pineal Gland.

- Natural Entheogens (not for everyone): Ayahuasca, Psilocybin Mushooms, peyote, changa, cannabis, salvia, DMT and more.

ESRARENGİZ ÜÇÜNCÜ GÖZ İLMİ – OSHO

Hiç kullanmadığımız için uykuda olan altıncı bir duyu daha mevcuttur. Ve hiçbir toplum, kültür ya da eğitim sistemi insanların bu altıncı duyuyu faaliyete geçirmelerine yardımcı olmaz. Doğuda bu altıncı duyuya “üçüncü göz” denir. O içe doğru bakar. Ve tıpkı içe bakmanın bir yöntemi olduğu gibi içi duymanın, içi koklamanın da bir yöntemi vardır. Dışa dönük beş duyu olduğu gibi, onların karşılığı olan içe dönük de beş duyu vardır. Kişi toplamda on duyuya sahiptir ancak içsel yolculuğu ilk olarak üçüncü göz başlatır ve daha sonra diğer duyular açılmaya başlar.
Alıntı: ALTIN GELECEK
Üçüncü göz olarak adlandırdığımız altıncı merkez iki gözün arasında yer alır. Bu sana tüm geçmiş yaşamlarına ve tüm gelecek olasılıklarına dair bir berraklık verir. Enerjin üçüncü gözüne ulaştığında aydınlanmaya öylesine yaklaşırsın ki aydınlanmaya dair bir şey kendini göstermeye başlar. Üçüncü göz adamı bunu yayar ve yedinci merkeze doğru bir çekim hissetmeye başlar.
Alıntı: PROVOKATÖR MİSTİK
Üçüncü göz yalnızca bir metafordur ve kendini bilme, kendini görme deneyimini temsil eder. Üçüncü gözün bir kez açıldığında kendini ve bilincini tüm genişliğiyle gördüğünde Tanrının tapınağına çok yaklaştın demektir; merdivenlerde durmaktasındır. Kapıyı görürsün ve tapınağın içine girip içeride ne olduğunu görme isteğine karşı koyamazsın. Orda evrensel bilinci, aydınlanmayı, nihai bağımsızlığı bulursun. Orada sonsuzluğu bulursun.
Alıntı: BEDEN İLE ZİHNİ DENGELEMEK
ESRARENGİZ ÜÇÜNCÜ GÖZ İLMİ

Alına sürülen sandal ağacı macunu veya kırmızı renkli işaretlerden söz etmeden önce aktarmak istediğim iki olay var. Bunlar bazı şeyleri anlamanı kolaylaştıracaktır. İkisi de tarihi gerçeklere dayanırlar.
1888 yılında, Hindistan’ın güneyinde yaşayan yoksul bir ailenin Ramanuja adını verdikleri bir oğulları oldu. O ileride çok ünlü bir matematikçi olacaktı. Çok fazla okuyamamış olsa da eşsiz bir matematik dehasına sahipti. Çok iyi eğitim almış olan matematikçilerin çoğu yıllar boyunca onlara eğitim verip rehberlik eden hocaları sayesinde ün yapmışlardı. Oysa Ramanuja üniversiteye bile gitmemiş ve kimseden de eğitim veya yardım almamıştı. Yine de matematikten anlayanlar dünyaya onun gibi bir matematikçinin daha gelmemiş olduğunu söylerler.
Büyük güçlükler sonucunda bir memur olarak iş bulmuştu ancak kısa sürede inanılmaz bir matematik yeteneğine sahip olduğu etrafta duyulmaya başladı. Birisi ona Cambridge Üniversitesi’nden zamanın en ünlü matematikçisi olan Profesör Hardy’e mektup yazmasını önerdi. Ramanuja mektup yazmadı ama çözmüş olduğu iki geometri kuramını Prof. Hardy’e gönderdi. Hardy bu durum karşısında büyük bir hayrete düştü; bu kadar genç birisinin bu kuramları çözebileceğine inanamıyordu. Hemen Ramanuja’ya bir yanıt yollayıp onu İngiltere’ye çağırdı. İlk tanışmalarında Hardy matematik alanında kendisinin bile onun karşısında bir çocuk gibi kaldığını hissetti. Ramanuja’nın dehası ve kapasitesi öylesine büyüktü ki, bu zihinsel güçle ilgili olamazdı çünkü zihin yavaş işler, düşünmek zaman alırdı. Oysa Ramanuja sorduğu sorulara anında yanıt veriyordu. Soru tahtaya yazıldığı ya da ona sözel olarak aktarıldığı anda hiç durup düşünmeksizin yanıt vermeye başlıyordu. Zamanın en büyük matematikçisi bunun nasıl mümkün olabileceğini bir türlü anlayamıyordu. Bir yüksek matematikçinin altı saatte çözebileceği ve yine de kesin yanıtı elde edip etmediğinden emin olamayacağı bir problemi Ramanuja anında ve hatasızca çözebiliyordu.
Bu onun yanıtlarını zihin yoluyla elde etmediğini kanıtlıyordu. Fazla bir eğitimi yoktu, hatta üniversite sınavında başarısız olmuştu. Zihinsel yeteneği olduğuna dair başka bir işaret de olmadığı halde matematik konusunda insan ötesi bir yeteneğe sahipti. Burada insan zekasının ötesinde bir durum söz konusuydu.
Otuz altı yaşında tüberkülozdan öldü. Hastanede kalırken Hardy iki-üç matematikçiyi de beraberinde götürüp onu ziyarete gitti. Bir şekilde Hardy’nin arabasını park ettiği yer Ramanuja’nın görüş alanına giriyordu ve onun plaka numarasını okudu. Hardy odasına girdiğinde ona plakasının benzersiz bir numaraya sahip olduğunu söyledi: Bu dört özel unsura dayanıyordu. Ramanuja bunu söyledikten sonra öldü. Onun ne demek istediğini anlamak Hardy’nin altı ayını aldı. Yine de söz ettiği dört unsurdan üç tanesini çözebilmişti. Ramanuja, ölürken bu dördüncü unsurun keşfedilmesini sağlamak üzere bu rakamın araştırılmasını vasiyet etmişti. O dördüncü bir unsur olduğunu söylediğine göre, böyle bir unsur mevcut olmalıydı. Ölümünden yirmi iki yıl geçtikten sonra bu dördüncü unsur bulundu. Ramanuja haklıydı.
Ne zaman bir matematik problemine göz atsa, iki kaşı arasında yer alan bölgede bir şeyler olmaya başlıyordu. İki gözü o noktayı merkez olarak alacak şekilde yukarı doğru dönüyordu. Bu nokta yogada üçüncü göz olarak tanımlanır. Ona üçüncü göz denir çünkü bu göz etkin hale gelirse olay ve durumları farklı boyutlardan ve bütünlük içinde görebilmek mümkün olur. Bu, evinin içinde küçük bir delikten dışarıya bakarken birden kapının açılmasıyla gökyüzünü olduğu gibi görebilmeye benzer. İki kaşın arasında küçük bir aralık mevcuttur ve bu Ramanuja’nın durumunda olduğu gibi bazen açılır. O bir problemi çözerken gözleri üçüncü gözüne doğru yöneliyordu. Bu olguyu ne Hardy anlayabilmiştir ne de diğer Batılı matematikçiler. Yakın gelecekte anlayabileceklerdir.
Sana üçüncü gözle ilişkisini daha iyi anlayabilmen için alına sürülen kırmızı işaretle bağlantılı bir olay daha anlatacağım.
Edgar Cayce 1945 yılında öldü. Bundan kırk yıl önce yani 1905’te bilincini yitirip, üç gün boyunca komada kalmıştı. Doktorlar tamamen ümitsizdi ve onun bilincini nasıl geri getireceklerini bilemiyorlardı. Onlara göre öyle derin bir uykudaydı ki büyük olasılıkla asla uyanamayacaktı. Her türlü ilaç denenmiş olduğu halde bilincin geri döneceğine dair herhangi bir işaret belirmemişti.
Üçüncü günün akşamında doktorlar yapılacak bir şey kalmadığını ilan ettiler: Dört ila altı saatte ölecek, yaşamaya devam ederse de zaman geçtikçe hassas damar ve hücreler dağılmaya başladığı için beyni hasar görmüş olacaktı ki bu ölümden de beterdi. Ancak Cayce, komada olduğu halde aniden konuşmaya haşladı. Doktorlar gözlerine inanamıyorlardı: Cayce’in bedeni uykuda olduğu halde kendisi konuşuyordu! Bir ağaçtan düşüp omurgasını incittiğini ve bu yüzden bilincini yitirdiğini söylüyordu. Altı saat içinde tedavi edilmediği taktirde beyninin zarar görüp ölümüne yol açacağını da ekliyordu. İçmesi gereken bitkisel bir karışım olduğunu öne sürüyor ve onu içtiği taktirde on iki saat içinde iyileşeceğini iddia ediyordu.
Önerdiği otlar Edgar Cayce’in bilebileceği türden değildi ve bu karışım daha önce böyle bir vakayı tedavi etmek için kullanılmamış olduğundan doktorlar ilkin bu söylediklerinin beynin hasar görmüş olmasından kaynaklandığını düşündüler. Ancak Cayce özellikle bu otları saydığı için denemeleri gerektiğine karar verdiler. Bu maddeler bulunup Cayce’a verildi ve on iki saat içinde tamamen iyileşmesini sağladı.
Bilinci geri geldikten sonra kendisine bu olaydan söz edildiğinde Cayce böyle bir ilaç önermiş olduğunu hatırlamıyordu; bu otların ne isimlerini biliyor ne de kendilerini tanıyordu. Ancak Edgar Cayce’in hayatındaki bu olay çok az rastlanan bir durumun başlangıcı oldu. Tedavi edilemeyen hastalıklara çare bulma konusunda uzmanlaştı; hayatı boyunca yaklaşık otuz bin kişiyi iyileştirdi. Önerdiği reçete her zaman doğruydu; onun verdiği ilacı alan istisnasız her hasta iyileşiyordu. Ancak Cayce bu durumu açıklayamıyordu. Yalnızca ne zaman bir hastalığa çare aramak için gözlerini kapasa, iki gözünün de iki kaşının ortasına doğru çekiliyormuşçasına yukarı döndüklerini söylüyordu. Gözleri orada sabitleniyor ve her şeyi unutuyordu; yalnızca bir noktadan sonra çevresindeki her şeye karşı kayıtsız kaldığını ve o noktaya ulaşana kadar tedavi yöntemine erişemediğini hatırlıyordu. Harikulade ilaçlar bulmuştur ki bunlardan ikisi anlamaya değerdir.
Rothschild’lar Amerika’da yaşayan çok zengin bir aileydi. Bu ailenin bireylerinden bir kadın uzun zamandır hastaydı ve tedavilerden hiçbirine yanıt vermiyordu. Son olarak Edgar Cayce’a gitti ve Cayce ona bilincini yitirdiği duruma geçip bir ilaç önerdi. Biz bu durumu bilinç yitimi diye adlandırmak durumundayız; oysa bu gizemli oluşumu bilenler, onun o anda tamamen bilinçli olduğunu söyleyecektir. Gerçekte, bilme düzeyimiz üçüncü göz boyutuna erişene dek bilinçsizlik devam eder.
Rothschild bir trilyoner olduğundan bu ilacı bulabilmek İçin Amerika’nın altını üstüne getirecek parası vardı ama yine de bulamadı. Kimse gerçekte bu ilacın var olup olmadığını bile kestiremiyordu. İlaçla ilgili bilgi edinmek üzere uluslararası gazetelere ilanlar verildi. Neredeyse üç hafta sonra İsveç’ten bir adam bu isim altında bir ilacın var olmadığını, yirmi yıl önce babasının bu isim altında bir ilacın patentini aldığı halde asla üretimine geçmediğini yazdı. Aynı zamanda babası ölmüş olduğu halde bu ilacın formülünü gönderebileceğini de ekledi. Böylece ilaç hazırlandı ve kadına verilip iyileşmesi sağlandı. Cayce bu ilacı piyasada var olmadığı halde nasıl bilebilmişti?
Başka bir olayda yine bir hastaya belli bir ilacı önerdi; araştırmalar yapıldığı halde ilaç bulunamadı. Bir sene sonra gazetede bu ilaca ulaşılabileceğini duyuran bir ilan çıktı. Bir sene öncesinde laboratuarlarda test edilme aşamasındaydı ve henüz ismi verilmemişti ama Cayce bu ismi de bilmişti. Bu ilaç da o hastaya verildikten kısa bir süre sonra tamamen iyileşmesini sağladı.
Cayce bazen de bulunamayan ilaçlar öneriyor ve hastalar ölüyordu. Bu konuda kendisine soru sorulduğu zaman çaresiz olduğunu ve elinden bir şey gelmediğini söylüyordu. “Bu ilaçları kimin gördüğünü ve ben bilinçsizken kimin konuştuğunu bilemiyorum. O insanla hiçbir alakam yok.” Ama kesin olan bir şey varsa, o da ne zaman o durumda konuşmaya başlasa gözlerinin yukarı doğru çekildiğiydi.
Biz derin uykudayken gözlerimiz de uykunun derinliğine bağlı olarak yukarı doğru çekilir. Günümüzde psikologlar uykuyla ilgi birçok deneyler yapmaktalar. Uykun ne kadar derinse gözlerin de o kadar yukarıya çıkıyor; gözler ne kadar aşağıdaysa o kadar hareketli oluyorlar. Gözler gözkapağının altında hızla hareket ediyorsa bu çok hareketli bir rüya gördüğün anlamına geliyor. Artık derinlemesine yapılmış deneylerle bilimsel olarak kanıtlandığına göre hızlı göz hareketi (Rapid Eye Movement) yani REM hızla gelişen bir rüyanın göstergesi. Gözler ne kadar aşağıdaysa REM de o kadar büyük oluyor; gözler yukarı çıktıkça da REM düşüyor. REM sıfır seviyesine indiği zaman uyku da en derin noktasına ulaşmış oluyor. O noktada gözler sabit şekilde iki kaşın arasındaki noktada duruyor.
Yogaya göre derin uykudayken samadhi yani derin meditasyonla aynı duruma ulaşıyoruz. Gözlerin sabitlendiği yer samadhi’de olduğu gibi derin uykuda da aynıdır.
Sana bu iki tarihsel olayı yalnızca iki kaşının arasında dünyevi hayatın geri çekildiği ve diğer âlemin devreye girdiği bir nokta olduğuna işaret etmek için anlattım. O nokta bir kapıdır. Kapının bu tarafında bu dünya akıp giderken diğer yanındaysa bilinmeyen, doğaötesi bir dünya mevcuttur.
Tilak, yani alına sürülen kırmızı işaret ilkin o bilinmeyen dünyayı simgeleyen bir işaret olarak kullanılmaya başlanmıştı. Herhangi bir yere uygulanamaz ve yalnızca elini alnına koyup o noktanın nerede olduğunu bulabilecek olan kişi sana tilak’ı nereye uygulaman gerektiğini söyleyebilir. Tilak’ı herhangi bir yere koymanın faydası yoktur çünkü o nokta herkeste tam olarak aynı yerde değildir. Üçüncü göz herkeste aynı yerde bulunmaz; çoğu insanda iki kaş ortasının üzerinde yer alır. Eğer kişi geçmiş yaşamlarında uzun süre meditasyon yapmış ve küçük bir samadhi deneyimi yaşamışsa üçüncü gözü daha aşağıda yer alacaktır. Eğer hiç meditasyon yapılmamışsa alındaki nokta daha yukarılarda bulunur. Bu noktanın bulunduğu yere bakılarak geçmiş yaşamında meditasyonla ilişkin belirlenebilir; daha önceki yaşamlarında samadhi halinin başına gelip gelmediği anlaşılabilir. Eğer bu sıklıkla başına gelmişse nokta daha aşağı inmiştir; gözlerinle aynı seviyeye gelmiştir ki daha da aşağı inemez. Eğer bu nokta gözlerle aynı hizaya gelmişse kişi küçücük bir olayla samadhi’ye girebilir. Gerçekten bu olay öyle küçük bir şey olabilir ki önemsiz bile görünebilir. Ve çoğu zaman birisi görünür bir neden olmaksızın samadhi’ye kaydığında bu bizi şaşırtır.
Bir Zen rahibesiyle ilgili bir öykü vardır. Bir kuyudan su çektikten sonra başında bir çanak dolusu suyla geri dönüyormuş. Çanak bir şekilde düşmüş ve bununla birlikte kadın samadhi’ye ermiş, aydınlanmış. Olay hiç kayda değer görünmüyor. Çanak düşüp kırılıyor ve samadhi gerçekleşiyor. Görünürde iki olay arasında mantıklı bir bağlantı mevcut değil.
Böyle bir olay daha var, o da Lao Tzu’nun hayatında gerçekleşmiş. Sonbaharda bir ağacın altında oturuyormuş ve ağacın yaprakları dökülüyormuş. Lao Tzu bu yaprakları izlerken aydınlanmış.
Dökülen yapraklar ve aydınlanma arasında bir bağlantı yoktur ama böyle olaylar gerçekleştiğinde geçmiş yaşamlarda kat edilmiş olan yollar sayesinde manevi yolculuk neredeyse tamamlanmış olduğundan üçüncü göz aşağı doğru inmiş ve gözlerle aynı hizaya gelmiş durumdadır. Bu durumda en küçük bir olay bile teraziyi kıpırdatacaktır; bu herhangi bir şey olabilir.
Kırmızı işaret ve sandal ağacı macunu tam olarak doğru noktaya uygulandığında bu birkaç şeyin göstergesidir. Öncelikle ustan sana tilak’ı belli bir yere koyman gerektiğini söylerse orada bir takım şeyler hissetmeye başlarsın. Bunu daha önce düşünmemiş olabilirsin ama gözlerin kapalı bir şekilde otururken birisi yakından gözlerinin arasındaki noktayı parmağıyla gösterse, sanki birisi seni parmağıyla işaret ediyormuş gibi hissedersin. Bu üçüncü gözün algılamasıdır.
Tilak üçüncü gözünle aynı büyüklükteyse ve tam olarak doğru yere yerleştirildiyse yirmi dört saat boyunca o noktayı hatırlar ve bedeninin geri kalan kısmını unutursun. Bu hatırlama sonucunda tilak’ın daha fazla; bedenininse daha az farkında olursun. Daha sonra öyle bir an gelir ki beden hakkında tilak’tan başka hiçbir şey hatırlanmaz. Bu gerçekleştiğinde üçüncü gözünü açabilirsin. Bu egzersizde bedeni unutup yalnızca tilak’ı hatırlarken tüm bilincin kristal gibi berraklaşıp üçüncü göze odaklanır. Üçüncü gözü açan anahtar odaklanmış bilinçtir. Bu tıpkı bir mercek aracılığıyla güneş ışınlarını kâğıdın üzerinde odaklamaya benzer; bu yöntemle kâğıdı yakabilecek kadar ısı toplarsın. O ışınlar konsantre hale geldiğinde ateş oluşur. Bilinç tüm bedene dağılmış olarak kaldığında yalnızca yaşamayı sürdürme görevini yerine getirebilir. Ancak tümüyle üçüncü gözün üzerine odaklanıldığında üçüncü gözle görmeye mani olan engel yanıp gidecek ve içsel gökyüzünü görmene olanak sağlayan kapı açılacaktır.
Demek ki tilak’ın ilk görevi sana bedenindeki doğru noktayı gösterip yirmi dört saat boyunca orayı hatırlamanı sağlamaktır. Bir başka kullanım nedeni de gelişimini görebilmek için ustanın o noktayı elini alnına koymadan bulabilmesini sağlayıp işini kolaylaştırmaktır. Çünkü bu nokta aşağı indikçe sen de tilak’ı  biraz daha aşağıya yerleştirirsin. Her gün o noktayı hissedip üçüncü gözün varlığını nerede hissediyorsan tilak’ı oraya doğru hareket ettirmen gerekir.
Ustanın binlerce öğrencisi olabilir: Öğrenci onun önünde eğilirken usta tilak’ın nerede durduğunu gözlemler ve öğrencinin gelişimiyle ilgili soru sormaya gerek duymaz. Öğrenci gelişme mi gösterdiği yoksa bir engele mi takılıp kaldı bu, tilak’a bakılarak anlaşılır. Öğrenci bu noktanın aşağı doğru indiğini hissedemiyorsa bu bilincini bütünüyle odaklayamadığı anlamına gelir. Ve eğer tilak’ı yanlış yere yerleştirmişse noktanın tam olarak nerede olduğunun bilincinde olmadığı anlaşılır.
Bu nokta aşağıya indikçe meditasyon yöntemleri de değiştirilmelidir. Bir doktor için hastanede yatan hastanın iyileşme grafiğini gösteren çizelgeler ne anlama geliyorsa, usta için de tilak aynı anlamı taşır. Doktorun hastanın durumunu öğrenmesi için, düzenli olarak hemşirenin hastanın ateşini, tansiyonunu, nabzını kaydettiği çizelgeye bakması gerekir. Aynı şekilde tilak da öğrencinin durumunu göstermek için büyük bir deneydi; ustanın hiçbir şey sormasına gerek kalmıyordu. Nasıl yardım edileceğini ya da neyin değiştirilmesini gerektiğini anlayabiliyordu. Tilak bu yüzden önemliydi; meditasyonda yapılması gereken değişikliklerin miktarını belirliyordu.
Bunu şöyle anlayalım. Hepimiz bir cinsellik merkezine sahibiz ve bu merkezi algılamak daha kolaydır çünkü hepimiz cinselliğimizin farkındayız. Oysa üçüncü göz çakramızın pek de farkında değiliz. Yaşamdaki tüm arzularımız bu cinsellik merkezinde doğar. Bu merkez etkin hale gelmeksizin cinsel arzu duymayız. Oysa her çocuk cinsel kapasiteyle ve cinsel arzuyu tatmin etmeye yönelik bütün bir mekanizmayla doğar.
Kadınların üretken süreleri boyunca gereksinim duyacakları tüm yumurtaları içlerinde barındırarak doğuyor olmaları ilginç bir gerçektir. Tek bir yumurta bile sonradan üretilemez. Kadının doğduğu ilk günden itibaren sahip olduğu yumurta sayısı, kaç çocuk doğurma potansiyeli olduğunu belirler. Ergenliğe eriştikten itibaren yumurtalıklarından her ay bir yumurta bırakılacaktır. Eğer bu yumurta erkeğin döllemesi sırasında bir spermle buluşabilirse, çocuğun tohumu atılmış olur. Daha sonra ceninin gelişim aşamasında başka bir yumurta bırakılmaz ve bu durum çocuk doğup birkaç aylık olana kadar da böyle devam eder.
Ancak cinsellik merkezi etkinleşene dek cinsel arzu da oluşmaz. Bu merkez etkinleşmeden önce cinsellik için gereken her şey bedende hazır olduğu halde cinsel arzu uyanmaz. Kişi on üç – on dört yaşına geldiğinde bu merkez etkin duruma geçer. Bu merkezden haberdarız çünkü biz onu etkin hale getirmesek de doğa getirir. Eğer bunun tersi olsaydı çok az kişi bu merkezin farkında olurdu. Aklından cinsellikle ilgili en küçük bir düşüncenin geçmesiyle bile nasıl olup da tüm üreme sisteminin etkin duruma geldiğini hiç düşündün mü? Düşünce zihinde, yani cinsel merkezden uzakta uyanıyor olsa da anında cinsel merkezi etkin duruma getirir. Cinsellikle ilgili her fikir veya düşünce cinsellik merkezini kendine çeker. Tıpkı suyun aşağı doğru akması gibi, her düşünce kendisiyle ilintili merkezin çekimine girer.
Üçüncü göz, irade gücünün merkezidir. Şimdi onun işlevini anlamaya çalışalım.
Bu yaşamda üçüncü göz çakraları etkin hale gelmemiş insanlar binlerce yönden esir olarak kalacaklardır. Bu merkez olmaksızın özgürlük söz konusu olamaz. Siyasi ve ekonomik özgürlükten haberdarız ama bunlar gerçek özgürlükler değildir çünkü irade gücüne sahip olmayan, üçüncü göz çakrası açılmamış olan bir kimse her zaman şu veya bu şekilde esir olarak kalacaktır. Esaretlerin bir türünden kurtulmayı başarabilir ama bu kez başka bir şeyin kölesi olacaktır. Kendi kendisinin efendisi olmasını sağlayacak olan irade merkezine, irade gücüne sahip değildir. Kendi kendine emir verme gücü yoktur; bedeni ve duyularının emirlerine uyar. Midesi aç olduğunu söylerse, açtır. Bedeni hasta olduğunu söylerse, hastadır. Cinsel merkezi sekse ihtiyacı olduğunu söylerse, cinsel arzusu uyanır. Bedeni yaşlı olduğunu söylerse, yaşlanır. Beden emir verir ve o da uyar.
Ancak irade gücü merkezi faaliyete geçtiği anda beden emir vermeyi bırakıp itaat etmeye başlar; tüm düzen tersine döner. Böyle bir kimse kanından akmamasını istediği zaman kanı durur, kalbinden, nabzından atmamasını isterse onlar da durur. Böyle bir kimse bedeninin, zihninin ve duyularının efendisi olmuştur. Ancak üçüncü göz çakrası faaliyete geçmeden bu olanaksızdır. Bu merkeze ne denli farkındalık getirirsen kendinin de o denli efendisi olursun.
Yogada bu merkezi uyandırmak üzere birçok deney yapılmıştır. Alında tilak taşımak da bunlardan biridir. Kişi zaman zaman farkındalığını bu noktada yoğunlaştırırsa büyük sonuçlar elde edebilir. Tilak taşındığında dikkatin sürekli bu noktaya çekilecektir. Tilak konduğu anda o nokta bedeninin gerisinden ayrılmış olur. Bu nokta çok hassastır ve tilak doğru yere konduğu zaman onu hep hatırlamak durumunda kalırsın. Belki de bedenindeki en hassas noktadır. Tüm çaba bu hassasiyeti tetiklemeye yöneliktir.
Bu hassas noktayı işaretlemenin yöntemleri vardır. Yüzlerce deneyden sonra bu iş için sandal ağacı macunu seçilmiştir. Sandal ağacı macunu ve üçüncü göz çakrasının duyarlılığı arasında bir nevi titreşim mevcuttur ve macun o noktaya sürüldüğünde duyarlılığını derinleştirir. Herhangi bir madde bu iş için kullanılamaz, hatta diğer bazı maddeler o noktanın duyarlılığını fena halde zedeleyebilirler.
Örneğin kadınlar alınlarına renkli plastik noktalar yapıştırırlar ama çarşıdan alınan bu tika’lar herhangi bir bilimsel temele dayanmaz. Yogayla hiçbir ilgileri yoktur ve üçüncü gözün duyarlılığına zarar verirler. Buradaki soru bir maddenin bu noktanın duyarlılığını arttıracak mı yoksa azaltacak mı oluşudur. Eğer duyarlılığı arttırıcı özellikteyse iyidir, değilse de zararlıdır. Bu dünyada küçücük bir şey bile büyük bir fark yaratabilir; her şey kendi ayrı etkisine sahiptir. Bundan yola çıkarak bazı özel şeylerin faydaları ortaya çıkarılmıştır. Üçüncü göz çakrası duyarlılaşıp, etkin hale gelebilirse sana daha büyük bir bütünlük ve haysiyet kazandıracaktır. Daha tamamlanmış, daha bütün olacaksın; içindeki her şey ayrı ve bölünmüş olmayı bir kenara bırakacak ve sen tam olacaksın.
Tika denilen küçük, yuvarlak işaretle daha uzun olan tilak’ın kullanımları arasında fark vardır. Tika özellikle kadınlar içindir. Kadınların üçüncü göz çakrası çok zayıftır; öyle de olmak zorunda çünkü kadının tüm kişiliği teslimiyete yönelik yaratılmıştır, güzelliğini teslimiyetten alır. Eğer kadının üçüncü göz çakrası güçlenirse teslim olması da zorlaşacaktır. Onun üçüncü göz çakrası erkeğinkine kıyasla çok daha zayıftır. Bu nedenle bir kadın şu veya bu şekilde her zaman birinin yardımına ihtiyaç duyar. Kadın genelde kendi başına olmaya kalkışmak yerine bir yardım eli, yaslanacak bir omuz, yol gösterecek bir kişi arar. Birinin ona ne yapması gerektiğini söylemesinden hoşlanır ve bu birinin izinden gitme arzusu onu mutlu eder.
Hindistan, kadınların üçüncü göz çakrasını faaliyete geçirmeye yönelik çabanın gösterildiği tek ülkedir. Bunun tek nedeni, bu çakra faaliyete geçmeden kadının manevi yaşama dair hiçbir ilerleme kaydedemeyeceğinin, irade gücü olmaksızın meditasyonda ilerleyemeyeceğinin hissedilmesiydi çünkü bunları başarabilmek için güç gerekiyordu. Ancak onun üçüncü göz çakrasını farklı bir yöntemle güçlendirmek gerekliydi çünkü bu, erkekler için geçerli olan, olağan yoldan yapıldığı takdirde kadının dişiliğini eksiltecek ve erkeksi nitelikler edinmeye başlamasına neden olacaktı.
Bu nedenle tika değişmez ve katı bir şekilde kadının kocasıyla ilintiliydi. Bu bağlantı gerekliydi çünkü bağımsız olarak uygulansa kadının özgürlüğünü arttıracak ve kendi kendine yeter hale gelmesini sağlayacaktı. Ve o özgürleştikçe git gide zarafetini yitirecek, güzelliği ve esnekliği yok olacaktı. Onun başkalarından yardım arayan halinde belli bir nezaket ve yumuşaklık vardır oysa bağımsızlaşmasının sonucunda sert ve katı olması kaçınılmaz hale gelecektir. Bu nedenle onu doğrudan güçlü kılmanın dişiliğini zedeleyeceği, anne olarak sorun yaşamasına ve teslimiyetinin güçleşmesine neden olacağı düşünüldü. Bu yüzden irade merkezinin kocasıyla bağlantılı olmasına çaba gösterildi. Bu iki yönden yararlı olacaktı: dişiliği etkilenmeyecek ama irade merkezi yine de faaliyete geçebilecekti.
Bunu şu şekilde anlayabiliriz: Üçüncü göz çakrası ilişkilendirildiği kimsenin aleyhinde işleyemez. Dini ustayla ilişkili olduğunda ona karşı gelemez. Kadının kocasıyla ilişkiliyse, kadın da asla kocasına karşı gelemez. Tika kadının alnında doğru noktaya takıldığı zaman onun kocasıyla olan derin bağlantısı nedeniyle kadın kocasını izleyecek ama aynı zamanda dünyanın geri kalan kısmıyla olan ilişkilerinde de güçlü olacaktır.
Hipnotizmanın ne olduğunu anlayabiliyorsan bu derin ilişkilendirme olgusunu de anlayabilirsin. Hipnozcu, kişiyi hipnotize ettiği zaman kişi artık yalnızca hipnozcunun sesini duyabilecektir. Hipnozcunun alçak sesle verdiği emri duyabilirken, izleyicilerin çıkardıkları yüksek sesli gürültüleri duyamaz. Tika takan Hintli kadın için de benzer bir durum söz konusudur: Bu onu derinden telkin edilebilir kılar. Hipnotize edilen kişi yalnızca hipnozcusuna açık kalarak diğer herkese karşı kapanır. Hipnozcu ona ayağa kalkmasını fısıltıyla söylese bile bunu yerine getirir. Oysa başka birinin yüksek sesle verdiği emri duymaz bile. Bu kişinin bilinci artık tek bir açıklığa sahiptir o da hipnozcuya yöneliktir; üçüncü göz çakrası yalnızca hipnozcuyla bağlantıdadır.
Bu mantra kadının tika’sıyla bağlantılı olarak kullanılır. O yalnızca kocasının izinden gidecek ve kendisini yalnızca ona teslim edecektir. Dünyanın geri kalan kısmına karşı özgürlük ve bağımsızlığını korur ama bu şekilde dişiliğiyle ilgili bir sorun da yaşamamış olur; kadınlığı korunmakta, kadınsı nitelikleri zarar görmemektedir. Koca öldüğü zaman tika çıkarılmalıdır çünkü artık kimseyi izlememesi gerekir. İnsanlar tika’nın arkasındaki bilimsel yaklaşımdan haberdar değildir; kadın dul kaldığı için tika’nın çıkarıldığını sanırlar. Ama onun çıkarılmasının arkasında yatan bir neden vardır. Artık hayatının geri kalan kısmında herhangi bir erkek gibi yaşamak zorundadır; ne kadar bağımsızlaşırsa o kadar iyidir. Başka birinin izinden gitmesine neden olabilecek en küçük bir savunmasız alan bile bırakmamalıdır.
Bu tika deneyi oldukça derindir ancak, doğru noktada olmalı, doğru malzemeden yapılmalı ve doğru şekilde takılmalıdır; yoksa anlamını yitirir. Tika yalnızca süs amacı taşıdığında hiçbir değeri yoktur. O zaman yalnızca bir formaliteden ibarettir. Tika bir kadına ilk kez takılacağı zaman bu törensel bir şekilde ve ustanın öğrencisinin alnına tilak’ı ilk kez yerleştirirken uyguladığı resmi ayine göre gerçekleştirilir. Ancak bu şekilde uygulandığında etkili olacaktır; yoksa hiçbir işe yaramaz.
Artık tüm bu şeyler önemini yitirmiştir çünkü yaslandıkları bilimsel düşünce zinciri tamamen yok olmuştur. Artık yalnızca boş bir ayin, amaçsızca, sevgisizce bir şekilde taşınmaya devam edilen içi boşalmış bir dış kabuğa dönüşmüşlerdir.
Sana üçüncü göz çakrası hakkında faydalı olacak birkaç şey daha anlatacağım. Ajna çakra’dan yukarı doğru çizilen çizgi beyni ikiye böler: Sağ ve sol beyin. Beyin o çizgide başlar. Beynimizin bir yarısının kullanılmadığı; en zeki insanlarda, dâhilerde bile beynin en fazla yarısının kullanıldığı, diğer yarının kullanılmadığı ve gelişmediği gözlenmiştir. Bilim adamları ve psikologlar bunun nedenini bilememektedirler. Beynin o yarısı ameliyatla alınsa bile her şey normal olarak işlemeye devam edebilir; kişinin beyninin yansının alındığından haberi bile olmayabilir. Oysa bilim adamları doğanın gereksiz hiçbir şey üretmediğinin bilincindedirler. Bir kişinin beyni hatalı olabilir ama tüm insanlığın değil! Ama tüm insanların beyinlerinin yarısı kullanılmamış, faaliyet dışı ve tamamen hareketsizdir.
Yoga beynin bu kısmının yalnızca üçüncü göz çakrasının etkin duruma gelmesiyle faaliyete geçeceği iddiasını korur. Beynin yarısı üçüncü göz çakrasının altındaki, diğer yarısıysa üstündeki merkezlerle bağlantılıdır. Üçüncü göz çakrasının altındaki merkezler çalışırken beynin sol tarafı kullanılır. Onun üzerindeki merkezler harekete geçtiğindeyse beynin sağ tarafı etkin duruma gelir. O diğer yarının faaliyetleri hiç yaşanmamış olduğunda bunun kavranması da imkânsızdır.
İsveç’te adamın biri trenden düşmüş. Hastaneye kaldırıldığı sırada çevresindeki on beş kilometre çapında yayın yapan tüm radyo istasyonlarının programlarını duymaya başlamış. Önce duyduğu sesi bir uğultu olarak tarif ettiği için bunun beynindeki bir hasardan kaynaklandığı düşünülmüş. Ancak iki hafta sonra radyo programlarını net bir şekilde duymaya başlamış ve büyük bir korkuya kapılıp doktoruna ne olup bittiğini sormuş. Doktora radyo programlarını kulağının dibinde bir alıcı varmışçasına net bir şekilde duyabildiğini anlatmış. Doktor ona ne duyduğunu sorunca bir şarkının dizesini tekrarlamaya başlamış; bu doktorun biraz önce evdeyken radyoda duyduğu şarkının aynısıymış. O şarkıdan sonra radyo yayını bitmiş ve doktor da hastaneye doğru yola çıkmış. Yayın yeniden başladığında hastanın duyduğuyla, yayınlanan şeyleri kıyaslayabilmek için hastaneye bir radyo getirilmiş. Bunun sonucunda adamın kulaklarının bir radyo alıcısı gibi işlediği anlaşılmış. En sonunda ameliyat olması gerekmiş yoksa çıldırabilirmiş çünkü programları kapatması mümkün değilmiş. Yayınları istese de istemese de her an duyuyormuş.
Bu olayın kesinleştirdiği bir şey varsa, o da kulağın çok büyük bir potansiyele sahip olduğudur. Bu yüzyılın sonunda kulaklarımızı radyo yayınlarını doğrudan dinlemek için kullanmamız mümkün olabilir. Kulağa yalnızca bir açma kapama düğmesi eklenerek radyo alıcısı gibi kullanılması sağlanabilir. Bu fikir yalnızca adamın geçirdiği tren kazası sayesinde ortaya çıktı. Zaten dünyada birçok yeni buluş, fikir ve bakış açısı kazara ortaya çıkmıştır. Geçmiş bilgilerimize dayanarak kulağın radyo alıcısı gibi işleyebileceğini asla düşünemezdik. Kulak da, radyo alıcısı da duyma işini gerçekleştiriyor, ikisi de alıcı özellikte. Ama radyo kulaktan sonra ortaya çıkmış, kulak ona bir model oluşturmuştur; radyo, kulaklarımız sayesinde anlam kazanmıştır. Kulağın sahip olduğu diğer potansiyel özellikler kazara karşımıza çıkmadıkça bizim için bilinmez olarak kalacaktır.
Benzer bir vaka da İkinci Dünya Savaşı sırasında meydana gelmişti. Bir adam yaralanmış ve bilincini yitirmişti. Bilinci geri geldiğinde gündüz vakti gökyüzündeki yıldızları görebilmeye başladı. Yıldızlar her zaman oradadır ancak Güneş’in parlaklığından dolayı onları göremeyiz; çok uzaktadırlar ve gün ışığı araya girer.
Güneşten yüz binlerce kat daha büyük yıldızlar mevcuttur ama Güneş’e ve dünyaya çok daha uzak mesafededirler. Güneş ışınlarının dünyaya ulaşması yaklaşık dokuz dakika alırken en yakındaki yıldızın ışığının dünyaya ulaşması dört ışık yılı sürer. Güneş ışığı saniyede üç yüz bin kilometre hızla yol alır. Bu hızda bile Güneş ışığının dünyaya ulaşması dokuz dakika alır ve en yakın yıldızın ışığı da dünyaya dört yılda ulaşır. Öyle uzak yıldızlar vardır ki ışıkları bize dört bin yıl, dört yüz bin yıl, dört milyon, hatta dört milyar yılda ulaşabilir. Bazı bilim adamlarına göre kimi yıldızların ışınları Dünya var olmadan önce yola çıkmış oldukları halde ancak gezegenimiz yok olduğunda ona ulaşmış olabileceklerdir. O ışınlar kendi yolculukları boyunca Dünya diye bir olgunun var olmuş olduğunu asla öğrenemeyebilirler.
Bu yaralanmış adamın gördüğü yıldızlar gündüz de vardır ama görünmezler. Oysa o görüyordu! Gözlerine ne olmuştu? Olağanüstü bir kapasite geliştirmişlerdi; bu olay gözlerin potansiyelini ortaya çıkarmıştı. Gözlerimizin bizim farkında olmadığımız, uyur durumda bir potansiyeli olduğunu gösterir ki tüm duyularımız böyle bir potansiyele sahiptir. Bize mucize gibi görünen her şey normalde uykuda olan potansiyelimizin bir anlık açığa çıkışından kaynaklanır. Bu mucize değildir. İçimizde binlerce ortaya çıkmamış mucize gizlidir; kilitli kapılar ardında saklanırlar.
Birkaç dakika önce beynimizin yarısının genelde kullanılmadığından ve yalnızca üçüncü göz çakrasının faaliyete geçmesiyle etkin hale geldiğinden söz ediyordum. Bu yoganın içgörüsüdür. Bu tür içgörüler yakın zamanda edinilmiş deneyimler sayesinde ortaya çıkmış değildir, yirmi bin yıllık bir bilgi birikimine dayanırlar. Bilimin ulaştığı sonuçlara fazla güvenemezsin çünkü bilimin bugün doğruluğuna inandığı bir verinin altı ay sonra yanlışlığı kanıtlanabilir. Oysa yoganın bu içgörülerinin doğruluğu en az yirmi bin yıllık deneyimler sayesinde kanıtlanmıştır. Kendi uygarlığımızın ilk olduğuna dair bir yanılsama içinde olsak da bizden önce de birçok uygarlık var olmuş ve ortadan kalkmıştır. Bizden önce birçok kez insanlık benzer, hatta daha ileri bilimsel gelişmelere erişmiştir ama bu uygarlıklar yok olmuştur.
1924 yılında Almanya’da atom bilimi üzerine bir araştırma merkezi kurulmuştu. Bir sabah aniden, Falkaneli adında bir adam buraya gidip merkezin üst düzey görevlilerine yazılı bir mesaj iletmişti. Bu mektupta şöyle yazıyordu: “Ben ve birkaç kişi atom bilimiyle ilgili bazı kesin gerçekleri bilmekteyiz ve bu bilgilere dayanarak sizi atom araştırmalarında daha ileri gitmemeniz için uyarıyorum çünkü bizim uygarlığımızdan önce gelen niceleri patlayıcı atom enerjisi sayesinde kendi kendilerini yok etmişlerdir. Daha ileri gitmeden araştırmaları durdurmak en hayırlısıdır.” Daha sonra bu satırların yazarı bulunmaya çalışıldıysa da başarılı olunamadı.
1940’ta Heisenberg adlı büyük Alman bilim adamı, atom enerjisini geliştirmek üzere çalışmalar yapıyordu. Yine aynı kişi, yani Falkaneli onun evine gelerek hizmetçisine bir not uzatıp oradan uzaklaştı. Notta yazan mesaj aynıydı ve yine yazarın izi bulunamadı.
1945’te Hiroşima’ya atom bombası atıldığında bombanın yaratılmasına katkıda bulunan on iki bilim adamının her biri de, Falkaneli’den hala araştırmaları durdurmak için çok geç olmadığını; aksi takdirde yıkım için ilk adım atıldığına göre sonuncusunun da fazla uzakta olmadığını dile getiren benzer bir mektup aldılar. Amerika’nın en büyük nükleer bilim adamı olup atom bombasının üretimine büyük katkılarda bulunmuş olan Oppenheimer bu mektubu alır almaz nükleer araştırma kurulundan istifa edip, “Günah işledik” diye beyanatta bulundu. Oysa bir kez daha bu Falkaneli’nin izine rastlanamamıştı. Falkaneli’nin iddiası epey olasıdır: Bizden önceki uygarlıklar atom enerjisiyle oynayıp kendi kendilerini yok etmiş olabilirler.
Hindistan’da Mahabharata savaşı sırasında biz de atom enerjisiyle oynayıp kendimizi yok ettik. Durum şudur: Çocuk büyür ve babasının yaptığı hataların aynılarını yapar. Artık yaşlanmış olan baba onu bu hataları tekrarlamaması için uyarır ama artık yaşlanmış olan kuşaklar genç kuşakları uyarsa da gençlikte böyle hatalar hep yapılır. Uygarlıkların yıkılması da aynı adımların atılıp, geçmiş uygarlıkların hatalarının tekrar edilmesinden kaynaklanır. Uygarlıklar da çocukluk ve gençlik evrelerinden geçip, yaşlanır ve ölürler.
Yoganın içgörüleri yirmi bin yıllık bir süreç sonucunda kazanılmıştır; tarihi olarak yirmi bin yıllık bir dönemin vardığı sonuçlar oldukça açık ve nettir. Bir adamın gençliğini incelemek istediğinde on adama birden göz atman gerekir çünkü bir adam için geçerli olan, herkes için geçerli olmayabilir. Tek başına bir kişi veya bir olayın incelenmesi sonuca varmak için yeterli değildir. Bu yüzden geçmiş yirmi bin yılın oluşturduğu resmin yeterince açık olduğunu söylüyorum.
Yirmi bin yıl boyunca yoga, bu dünyevi yaşamın ötesini bilebilmek için beynin uyur vaziyette, faaliyet dışı olan üçüncü göz çakrasıyla bağlantılı olan diğer yarısını harekete geçirmemiz gerektiği konusundaki ısrarını korudu. Mutlak olana dair, yani maddenin ötesine dair herhangi bir şey öğrenmek istiyorsan beynin bu diğer yarısının faaliyete geçmesi gerekiyor. Ve bu diğer yarıya açılan kapı, yani üçüncü göz çakrası, tilak’ı uyguladığımız noktadadır. Orası dışsal noktadır ve alnın yaklaşık dört santim derininde yer alan içsel bir merkeze karşılık gelir. Bu derin nokta, bu merkez, maddenin ötesinde yer alan transandantal dünyaya açılan bir kapı görevi görür.
Hindistan’da tilak kullanıldığı gibi, Tibet’te de üçüncü göz çakrasına ulaşabilmek için bu noktaya cerrahi müdahaleler uygulamaya dayalı yöntemler mevcuttur. Tibetliler üçüncü göz çakrasına ulaşmak için tüm diğer uygarlıklardan çok daha fazla çaba göstermişlerdir. Gerçekten de farklı yönlerden yaşamı irdeleyen Tibet ilim ve yaklaşımlarının tümünün temelinde üçüncü göz anlayışı yatar.
Daha önce trans halindeyken hastalıklara çare bulan Edgar Cayce’ten söz etmiştim. O, Amerika’daki tek vakaydı, oysa Tibet’te insanlar yalnızca transa, samadhi’ye geçebilen İnsanlardan tıbbi öneri alırlar. Tibetliler üçüncü göz çakrasına ameliyatla dışarıdan ulaşmaya çalıştılar. Ancak bu noktaya dışarıdan ulaşmak, Hindistan’da yapıldığı gibi yoga yöntemleriyle içsel olarak ulaşmaktan oldukça farklıdır. Beynin uykuda olan kısmı yoga sonucu içsel olarak etkin duruma geçtiği zaman, bilincin gelişiminden dolayı etkinleşmiş olur. Bu merkez, bilinçsel arınma gerçekleşmeksizin dışsal olarak açıldığında beynin o yarısının faaliyete geçmesiyle elde edilecek başarıların kötüye kullanılma olasılığı doğar çünkü adam aynı kalmış, bilinci meditasyon yoluyla içsel bir dönüşüme uğramamıştır. Bilincin meditasyon sonucunda değişim geçirmesi gerekmektedir.
Beynin bu tarafı içsel bir dönüşüm olmaksızın etkin duruma geçerse, kişi örneğin duvarların ve maddesel engellerin arkasını görebilme yeteneğini kuyuya düşmüş birini görüp onu kurtarmak için değil de yerin altında gördüğü hazineleri çıkarmak için kullanabilir. Böyle bir kimse insanların kendisine itaat etmesini sağlayabileceğini gördüğünde onlardan kendi çıkarları için faydalanabilir.
Dışsal müdahaleler Hindistan’da da yapılabiliyordu ama Hintliler buna hiç yeltenmediler çünkü yogayı uygulayan kimseler bilincin içsel olarak dönüşümü gerçekleşmeksizin böyle güçlerin etkin duruma gelmesinin ve onları kötüye kullanacak olan kimselerin eline geçmesinin ne denli zararlı sonuçlar doğurabileceğini biliyorlardı. Bu tıpkı bir çocuğun eline bir kılıç vermeye benzer. Çocuk kılıçla yalnızca diğerlerini değil kendini de öldürebilir. Demek ki yeni güçler etkin kılınmadan önce bilincin dönüşüme uğraması şarttır.
Tibet’te tilak’ın uygulandığı nokta fiziksel aletlerle delinmeye çalışılmıştır. Böylelikle Tibetliler beynin uyuyan kısmındaki gücü öğrenme ve yaşama fırsatını elde etmiştir. Oysa manevi disipline göre Tibet büyük bir ülke olamamıştır. Bunca yol kat edilmiş olmasına karşın Tibet’ten bir Buda çıkmamış olması şaşırtıcıdır. Birçok güç geliştirilmiş, benzersiz birçok bilgi edinilmiş ama önemsiz amaçlar uğruna kullanılmışlardır. Hindistan’da ise bir takım aletlerle deneyler yapmak yerine tüm enerjiyi içsel olarak üçüncü göz çakrasına odaklamaya çalışılmıştır ki üçüncü göz bu kabaran enerjinin gücüyle açılabilsin. Bilinç akışını üçüncü göze odaklamak büyük bir disiplin gerektirir; zihnin yüksek disiplin düzeylerine çıkmasını gerektirir. Genelde zihin aşağı doğru hareket eder; aslında zihin normalde cinsellik merkezine doğru akar. Ne yaparsak yapalım; para kazanmak, statüyü yükseltmeye çalışmak gibi eylemlerde de görünmez bir şekilde motivasyonu sağlayan güç cinsel arzudur. Para kazanıyorsak, bunu yalnızca seksi satın alabilme ümidiyle yaparız. Daha yüksek mevkilerde olmayı arzuluyorsak, bu yalnızca seks partnerleri seçecek ve garantiye alacak güçte olabilmek içindir.
Bu nedenle geçmişte bir kralın ünü sahip olduğu kraliçe sayısıyla ölçülürdü ki gerçek ölçüt de budur. Yoksa iktidarın ne değeri kalır? Demek ki iktidar, para ve statü dolambaçlı bir yoldan yalnızca temeldeki seks dürtüsünü tatmin etmeye yöneliktir. Enerjin aşağıya, yani cinsel merkeze doğru akmaya devam ettiği sürece manevi olarak eğitilebilmen zordur.
Bu nedenle enerjini daha yüksek düzeylere yönlendirmek istiyorsan cinsel enerjinin doğrultusu tersine döndürülmelidir. Akışın yönü tümüyle tersine çevrilmelidir. Bir geri dönüş yapıp tüm dikkatini yukarıya dönük olarak yönlendirmelisin. Yukarı doğru dikey bir hareket olmalıdır ve bu büyük bir manevi disiplin gerektirir. Atılan her adımda bir yüzleşme yaşanacak ve yapılması gereken fedakârlıklarla karşılaşılacaktır. Engin ve sınırsız olana ulaşabilmek için alt düzeydeki her şeyden kurtulman gerekecek. Bedelin ödenmesi gerekiyor. Böyle bir bedel karşılığında yüce güçler elde ettiğinde onları kötüye kullanman mümkün müdür? Kötüye kullanmak söz konusu olamaz çünkü bu güçleri kötüye kullanma potansiyeline sahip olan kişi bu hedefine ulaşamadan yarı yolda tükenip gidecektir.
Tilak’ı kişinin mutluluk anlarıyla ilişkilendirmenin güçlü bir nedeni vardır. Ne zaman mutlu bir olay olsa alına bir tilak konur. Bu durumda hem mutlu olay hem de tilak bağlantı yoluyla anımsanacaktır. Bu noktada bağlantı kanunu hakkında biraz bilgi edinmek gereklidir.
Rus bilim adamı Pavlov bu alanda birçok deney gerçekleştirmiştir. Her şeyin birbiriyle bağlanabileceğini, yaşamlarımızın da yalnızca bu bağlantıların toplamından ibaret olduğunu savunmuştur. Deneylerinden biri oldukça ünlüdür. Köpekleri beslemekle ilgili bir deneydir. Pavlov köpekler yemeğe bakarken salyalarının harekete geçmesi için yemeği onların biraz uzağına bırakıyordu. Daha sonra bir zil çalıyordu. Zil ve tükürük salgısı arasında hiçbir bağlantı yoktu ama yemek köpeklere ne zaman sunulsa tükürük salgılamaya başlamalarının ardından zil çalıyordu. Bu on beş gün boyunca tekrarlandıktan sonra zil ve salya arasındaki zihinsel bağ oluşturulmuş oldu. On altıncı günde ortada yemek olmadığı halde zil çaldığında köpeğin salyaları akmaya başladı. Zilin çalınması köpeğin hafızasında yemeği çağrıştırıyordu: Zil yemeğin simgesi haline gelmişti.
Aynı bağlantı kanunu tilak için de geçerlidir: Mutlulukla bağlantılı olarak kullanılmıştır. Ne zaman mutlu bir olay yaşansa tilak kullanılıyordu ve bu yüzden tilak ve mutluluk zamanla öylesine birbirine bağlandı ki tilak unutulmaz hale geldi. Böylece ne zaman mutlu olunsa akla ilk gelen şey üçüncü göz çakrası oluyordu. Her zaman mutlu anları anımsamaktan hoşlanırız ve bu olaylar olup bittiğinde gerçekten mutlu olmuş olsak da olmasak da mutlu anılarla yaşarız. Küçük mutluluklar bile abartılır; mutlu olayları büyütürken, mutsuzluk vermiş olanları da küçültürüz.
Sevgilinle ilk karşılaştığında ne kadar da mutluydun! Bugün geriye dönüp baktığında bu ne büyük bir olay gibi görünür. Oysa onunla bugün gerçekten karşılaşsan mutluluk bir anda büzüşüp küçülür. Sonraki yirmi dört saat boyunca onu kafanda yine büyütürsün. Hayatın içinde öyle çok mutsuzluk mevcuttur ki bu mutlu olayları büyütmeseydik yaşamamız da oldukça güç olurdu.
O S H O

BERGAMALI LOKMAN HEKİM GALENOS’A GÖRE PİNEAL BEZ VE YAŞLANMA

Pineal bez nöroendokrin bir organdır ve kendisinin en iyi bilinen ana hormonu melatonin yoluyla, birçok organ ve sistem üzerine güçlü bir düzenleyici etkisi vardır. Vücuttaki diğer organ fonksiyonlarında olduğu gibi, pineal bezde de ilerleyen yaşla birlikte gerilemeler oluşur ve bu melatoninin azalmasıyla kendini gösterir. Melatoninin kan ve dokulardan kaybı, psikosomatik bozuklar, tümoral hastalıklar, immün zayıflamalar ve enfeksiyonlar gibi yaşa bağımlı bazı değişikliklere neden olmaktadır. Yazıda memeli canlıda pineal ve yaşlanma süreci ile birlikte melatonin ritim değişiklikleri özetlenmiştir.
Pineal bez M.Ö. 300. yılda İskenderiyeli Herophilus (325-280) tarafından tanımlanmıştır. Bergamalı Galenos, pineal bez için, çam kozalağına benzemesi nedeni ile konareion (Latince conarium) adını kullanmıştır. Bu sözcük pineal bezi innerve eden Nervi conarii adı ile günümüzde de sürmektedir. Pineal sözcüğü ise yine Latince çam kozalağı anlamına gelen pinealis sözcüğünden gelmektedir.


The pineal gland is a tiny organ in the center of the brain that played an important role in Descartes' philosophy. He regarded it as the principal seat of the soul and the place in which all our thoughts are formed. In this entry, we discuss Descartes' views concerning the pineal gland. We also put them into a historical context by describing the main theories about the functions of the pineal gland that were proposed before and after his time.

    Pre-Cartesian Views on the Pineal Gland
        1.1 Antiquity
        1.2 Late Antiquity
        1.3 Middle Ages
        1.4 Renaissance
    2. Descartes' Views on the Pineal Gland
        2.1 The Treatise of Man
        2.2 Between the Treatise of Man and The Passions of the Soul
        2.3 The Passions of the Soul
        2.4 Body and Soul
    3. Post-Cartesian Developments
        Reactions to Descartes' Views
        Scientific Developments
        Pseudo-Science
        Conclusion

1. Pre-Cartesian Views on the Pineal Gland

The pineal gland or pineal body is a small gland in the middle of the head. It often contains calcifications (“brain sand”) which make it an easily identifiable point of reference in X-ray images of the brain. The pineal gland is attached to the outside of the substance of the brain near the entrance of the canal (“aqueduct of Sylvius”) from the third to the fourth ventricle of the brain (Figure 1). It is nowadays known that the pineal gland is an endocrine organ, which produces the hormone melatonin in amounts which vary with the time of day. But this is a relatively recent discovery. Long before it was made, physicians and philosophers were already busily speculating about its functions.
1.1 Antiquity

The first description of the pineal gland and the first speculations about its functions are to be found in the voluminous writings of Galen (ca. 130-ca. 210 CE), the Greek medical doctor and philosopher who spent the greatest part of his life in Rome and whose system dominated medical thinking until the seventeenth century.

Galen discussed the pineal gland in the eighth book of his anatomical work On the usefulness of the parts of the body. He explained that it owes its name (Greek: kônarion, Latin: glandula pinealis) to its resemblance in shape and size to the nuts found in the cones of the stone pine (Greek: kônos, Latin: pinus pinea). He called it a gland because of its appearance and said that it has the same function as all other glands of the body, namely to serve as a support for blood vessels.

In order to understand the rest of Galen's exposition, the following two points should be kept in mind. First, his terminology was different from ours. He regarded the lateral ventricles of the brain as one paired ventricle and called it the anterior ventricle. He accordingly called the third ventricle the middle ventricle, and the fourth the posterior one. Second, he thought that these ventricles were filled with “psychic pneuma,” a fine, volatile, airy or vaporous substance which he described as “the first instrument of the soul.” (See Rocca 2003 for a detailed description of Galen's views about the anatomy and physiology of the brain.)

Galen went to great lengths to refute a view that was apparently circulating in his time (but whose originators or protagonists he did not mention) according to which the pineal gland regulates the flow of psychic pneuma in the canal between the middle and posterior ventricles of the brain, just as the pylorus regulates the passage of food from the esophagus to the stomach. Galen rejected this view because, first, the pineal gland is attached to the outside of the brain and, second, it cannot move on its own. He argued that the “worm-like appendage” [epiphysis or apophysis] of the cerebellum (nowadays known as the vermis superior cerebelli) is much better qualified to play this role (Kühn 1822, pp. 674–683; May 1968, vol. 1, pp. 418–423).
1.2 Late Antiquity

Although Galen was the supreme medical authority until the seventeenth century, his views were often extended or modified. An early example of this phenomenon is the addition of a ventricular localization theory of psychological faculties to Galen's account of the brain. The first theory of this type that we know of was presented by Posidonius of Byzantium (end of the fourth century CE), who said that imagination is due to the forepart of the brain, reason to the middle ventricle, and memory to the hind part of the brain (Aetius 1534, 1549, book 6, ch. 2). A few decades later, Nemesius of Emesa (ca. 400 CE) was more specific and maintained that the anterior ventricle is the organ of imagination, the middle ventricle the organ of reason, and the posterior ventricle the organ of memory (Nemesius 1802, chs. 6–13). The latter theory was almost universally adopted until the middle of the sixteenth century, although there were numerous variants. The most important variant was due to Avicenna (980–1037 CE), who devised it by projecting the psychological distinctions found in Aristotle's On the soul onto the ventricular system of the brain (Rahman 1952).
1.3 Middle Ages

In a treatise called On the difference between spirit and soul, Qusta ibn Luqa (864–923) combined Nemesius' ventricular localization doctrine with Galen's account of a worm-like part of the brain that controls the flow of animal spirit between the middle and posterior ventricles. He wrote that people who want to remember look upwards because this raises the worm-like particle, opens the passage, and enables the retrieval of memories from the posterior ventricle. People who want to think, on the other hand, look down because this lowers the particle, closes the passage, and protects the spirit in the middle ventricle from being disturbed by memories stored in the posterior ventricle (Constantinus Africanus 1536, p. 310) (Figure 2, Figure 3). Qusta's treatise was very influential in thirteenth-century scholastic Europe (Wilcox 1985).

In several later medieval texts, the term pinea was applied to the worm-like obstacle, so that the view that the pineal gland regulates the flow of spirits (the theory that Galen had rejected) made a come-back (Vincent de Beauvais 1494, fol. 342v; Vincent de Beauvais 1624, col. 1925; Israeli 1515, part 2, fol. 172v and fol. 210r; Publicius 1482, ch. Ingenio conferentia). The authors in question seemed ignorant of the distinction that Galen had made between the pineal gland and the worm-like appendage. To add to the confusion, Mondino dei Luzzi (1306) described the choroid plexus in the lateral ventricles as a worm which can open and close the passage between the anterior and middle ventricles, with the result that, in the late Middle Ages, the term ‘worm’ could refer to no less than three different parts of the brain: the vermis of the cerebellum, the pineal body and the choroid plexus (Figure 4, Figure 5).
1.4 Renaissance

In the beginning of the sixteenth century, anatomy made great progress and at least two developments took place that are important from our point of view. First, Niccolò Massa (1536, ch. 38) discovered that the ventricles are not filled with some airy or vaporous spirit but with fluid (the liquor cerebro-spinalis). Second, Andreas Vesalius (1543, book 7) rejected all ventricular localization theories and all theories according to which the choroid plexus, pineal gland or vermis of the cerebellum can regulate the flow of spirits in the ventricles of the brain.
2. Descartes' Views on the Pineal Gland

Today, René Descartes (1596–1650) is mainly known because of his contributions to mathematics and philosophy. But he was highly interested in anatomy and physiology as well. He paid so much attention to these subjects that it has been suggested that “if Descartes were alive today, he would be in charge of the CAT and PET scan machines in a major research hospital” (Watson 2002, p. 15). Descartes discussed the pineal gland both in his first book, the Treatise of man (written before 1637, but only published posthumously, first in an imperfect Latin translation in 1662, and then in the original French in 1664), in a number of letters written in 1640–41, and in his last book, The passions of the soul (1649).
2.1 The Treatise of Man

In the Treatise of man, Descartes did not describe man, but a kind of conceptual models of man, namely creatures, created by God, which consist of two ingredients, a body and a soul. “These men will be composed, as we are, of a soul and a body. First I must describe the body on its own; then the soul, again on its own; and finally I must show how these two natures would have to be joined and united in order to constitute men who resemble us” (AT XI:119, CSM I:99). Unfortunately, Descartes did not fulfill all of these promises: he discussed only the body and said almost nothing about the soul and its interaction with the body.

The bodies of Descartes' hypothetical men are nothing but machines: “I suppose the body to be nothing but a statue or machine made of earth, which God forms with the explicit intention of making it as much as possible like us” (AT XI:120, CSM I:99). The working of these bodies can be explained in purely mechanical terms. Descartes tried to show that such a mechanical account can include much more than one might expect because it can provide an explanation of “the digestion of food, the beating of the heart and arteries, the nourishment and growth of the limbs, respiration, waking and sleeping, the reception by the external sense organs of light, sounds, smells, tastes, heat and other such qualities, the imprinting of the ideas of these qualities in the organ of the ‘common’ sense and the imagination, the retention or stamping of these ideas in the memory, the internal movements of the appetites and passions, and finally the external movements of all the limbs” (AT XI:201, CSM I:108). In scholastic philosophy, these activities were explained by referring to the soul, but Descartes proudly pointed out that he did not have to invoke this notion: “it is not necessary to conceive of this machine as having any vegetative or sensitive soul or other principle of movement and life, apart from its blood and its spirits, which are agitated by the heat of the fire burning continuously in its heart—a fire which has the same nature as all the fires that occur in inanimate bodies” (AT XI:201, CSM I:108).

The pineal gland played an important role in Descartes' account because it was involved in sensation, imagination, memory and the causation of bodily movements. Unfortunately, however, some of Descartes' basic anatomical and physiological assumptions were totally mistaken, not only by our standards, but also in light of what was already known in his time. It is important to keep this in mind, for otherwise his account cannot be understood. First, Descartes thought that the pineal gland is suspended in the middle of the ventricles (Figure 6). But it is not, as Galen had already pointed out (see above). Secondly, Descartes thought that the pineal gland is full of animal spirits, brought to it by many small arteries which surround it. But as Galen had already pointed out, the gland is surrounded by veins rather than arteries. Third, Descartes described these animal spirits as “a very fine wind, or rather a very lively and pure flame” (AT XI:129, CSM I:100) and as “a certain very fine air or wind” (AT XI:331, CSM I:330). He thought that they inflate the ventricles just like the sails of a ship are inflated by the wind. But as we have mentioned, a century earlier Massa had already discovered that the ventricles are filled with liquid rather than an air-like substance.

In Descartes' description of the role of the pineal gland, the pattern in which the animal spirits flow from the pineal gland was the crucial notion. He explained perception as follows. The nerves are hollow tubes filled with animal spirits. They also contain certain small fibers or threads which stretch from one end to the other. These fibers connect the sense organs with certain small valves in the walls of the ventricles of the brain. When the sensory organs are stimulated, parts of them are set in motion. These parts then begin to pull on the small fibers in the nerves, with the result that the valves with which these fibers are connected are pulled open, some of the animal spirits in the pressurized ventricles of the brain escape, and (because nature abhors a vacuum) a low-pressure image of the sensory stimulus appears on the surface of the pineal gland. It is this image which then “causes sensory perception” of whiteness, tickling, pain, and so on. “It is not [the figures] imprinted on the external sense organs, or on the internal surface of the brain, which should be taken to be ideas—but only those which are traced in the spirits on the surface of the gland H (where the seat of the imagination and the ‘common’ sense is located). That is to say, it is only the latter figures which should be taken to be the forms or images which the rational soul united to this machine will consider directly when it imagines some object or perceives it by the senses” (AT XI:176, CSM I:106). It is to be noted that the reference to the rational soul is a bit premature at this stage of Descartes' story because he had announced that he would, to begin with, discuss only the functions of bodies without a soul.

Imagination arises in the same way as perception, except that it is not caused by external objects. Continuing the just-quoted passage, Descartes wrote: “And note that I say ‘imagines or perceives by the senses’. For I wish to apply the term ‘idea’ generally to all the impressions which the spirits can receive as they leave gland H. These are to be attributed to the ‘common’ sense when they depend on the presence of objects; but they may also proceed from many other causes (as I shall explain later), and they should then be attributed to the imagination” (AT XI:177, CSM I:106). Descartes' materialistic interpretation of the term ‘idea’ in this context is striking. But this is not the only sense in which he used this term: when he was talking about real men instead of mechanical models of their bodies, he also referred to ‘ideas of the pure mind’ which do not involve the ‘corporeal imagination’.

Descartes' mechanical explanation of memory was as follows. The pores or gaps lying between the tiny fibers of the substance of the brain may become wider as a result of the flow of animal spirits through them. This changes the pattern in which the spirits will later flow through the brain and in this way figures may be “preserved in such a way that the ideas which were previously on the gland can be formed again long afterwards without requiring the presence of the objects to which they correspond. And this is what memory consists in” (AT XI:177, CSM I:107).

Finally, Descartes presented an account of the origin of bodily movements. He thought that there are two types of bodily movement. First, there are movements which are caused by movements of the pineal gland. The pineal gland may be moved in three ways: (1) by “the force of the soul,” provided that there is a soul in the machine; (2) by the spirits randomly swirling about in the ventricles; and (3) as a result of stimulation of the sense organs. The role of the pineal gland is similar in all three cases: as a result of its movement, it may come close to some of the valves in the walls of the ventricles. The spirits which continuously flow from it may then push these valves open, with the result that some of the animal spirits in the pressurized ventricles can escape through these valves, flow to the muscles by means of the hollow, spirit-filled nerves, open or close certain valves in the muscles which control the tension in those muscles, and thus bring about contraction or relaxation of the muscles. As in perception, Descartes applied the term ‘idea’ again to the flow of animal spirits from the pineal gland: “And note that if we have an idea about moving a member, that idea—consisting of nothing but the way in which spirits flow from the gland—is the cause of the movement itself” (AT XI:181; Hall 1972, p. 92). Apart from the just-mentioned type of bodily motions, caused by motions of the pineal gland, there is also a second kind, namely reflexes. The pineal gland plays no role with respect to them. Reflexes are caused by direct exchanges of animal spirits between channels within the hemispheres of the brain. (Descartes did not know that there are “spinal reflexes”.) They do not necessarily give rise to ideas (in the sense of currents in the ventricles) and are not brought about by motions of the pineal gland.
2.2 Between the Treatise of Man and The Passions of the Soul

The first remarks about the pineal gland which Descartes published are to be found in his Dioptrics (1637). The fifth discourse of this book contains the thesis that “a certain small gland in the middle of the ventricles” is the seat of the sensus communis, the general faculty of sense (AT VI:129, not in CSM I). In the sixth discourse, we find the following interesting observation on visual perception: “Now, when this picture [originating in the eyes] thus passes to the inside of our head, it still bears some resemblance to the objects from which it proceeds. As I have amply shown already, however, we must not think that it is by means of this resemblance that the picture causes our sensory perception of these objects—as if there were yet other eyes within our brain with which we could perceive it. Instead we must hold that it is the movements composing this picture which, acting directly upon our soul in so far as it is united to our body, are ordained by nature to make it have such sensations” (AT VI:130, CSM I:167). This remark shows that Descartes tried to avoid the so-called “homuncular fallacy,” which explains perception by assuming that there is a little man in the head who perceives the output of the sense organs, and obviously leads to an infinite regress.

Descartes' short remarks about a small gland in the middle of the brain which is of paramount importance apparently generated a lot of interest. In 1640, Descartes wrote several letters to answer a number of questions that various persons had raised. In these letters, he not only identified the small gland as the conarion or pineal gland (29 January 1640, AT III:19, CSMK 143), but also added some interesting points to the Treatise of man. First, he explained why he regarded it as the principal seat of the rational soul (a point that he had not yet addressed in the Treatise of man): “My view is that this gland is the principal seat of the soul, and the place in which all our thoughts are formed. The reason I believe this is that I cannot find any part of the brain, except this, which is not double. Since we see only one thing with two eyes, and hear only one voice with two ears, and in short have never more than one thought at a time, it must necessarily be the case that the impressions which enter by the two eyes or by the two ears, and so on, unite with each other in some part of the body before being considered by the soul. Now it is impossible to find any such place in the whole head except this gland; moreover it is situated in the most suitable possible place for this purpose, in the middle of all the concavities; and it is supported and surrounded by the little branches of the carotid arteries which bring the spirits into the brain” (29 January 1640, AT III:19–20, CSMK 143). And as he wrote later that year: “Since it is the only solid part in the whole brain which is single, it must necessarily be the seat of the common sense, i.e., of thought, and consequently of the soul; for one cannot be separated from the other. The only alternative is to say that the soul is not joined immediately to any solid part of the body, but only to the animal spirits which are in its concavities, and which enter it and leave it continually like the water of river. That would certainly be thought too absurd” (24 December 1640, AT III:264, CSMK 162). Another important property of the pineal gland, in Descartes' eyes, is that it is small, light and easily movable (29 January 1640, AT III:20, CSMK 143). The pituitary gland is, though small, undivided and located in the midline, not the seat of the soul because it is outside the brain and entirely immobile (24 December 1640, AT III:263, CSMK 162). The processus vermiformis of the cerebellum (as Descartes called the appendage which Galen had discussed) is not a suitable candidate because it is divisible into two halves (30 July 1640, AT III:124, not in CSMK).

A second interesting addition to the Treatise of man that Descartes made in these letters concerns memory. Descartes now wrote that memories may not only be stored in the hemispheres, but also in the pineal gland and in the muscles (29 January 1640, AT III:20, CSMK 143; 1 April 1640, AT III:48, CSMK 146). Apart from this, there is also another kind of memory, “entirely intellectual, which depends on the soul alone” (1 April 1640, AT III:48, CSMK 146).

Descartes' thesis that “the pineal gland is the seat of the sensus communis” was soon defended by others. The medical student Jean Cousin defended it in Paris in January 1641 (Cousin 1641) and the professor of theoretical medicine Regius defended it in Utrecht in June 1641 (Regius 1641, third disputation). Mersenne described the reaction of Cousin's audience in a letter to Descartes, but this letter never reached its destination and is now lost (Lokhorst and Kaitaro 2001).
2.3 The Passions of the Soul

The most extensive account of Descartes' pineal neurophysiology and pineal neuropsychology is to be found in his The passions of the soul (1649), the last of his books published during his lifetime.

The Passions may be seen as a continuation of the Treatise of man, except that the direction of approach is different. The Treatise of man starts with the body and announces that the soul will be treated later. The conclusion would probably have been that we are indistinguishable from the hypothetical “men who resemble us” with which the Treatise of man is concerned and that we are just such machines equipped with a rational soul ourselves. In the Passions, Descartes starts from the other end, with man, and begins by splitting man up into a body and a soul.

Descartes' criterion for determining whether a function belongs to the body or soul was as follows: “anything we experience as being in us, and which we see can also exist in wholly inanimate bodies, must be attributed only to our body. On the other hand, anything in us which we cannot conceive in any way as capable of belonging to a body must be attributed to our soul. Thus, because we have no conception of the body as thinking in any way at all, we have reason to believe that every kind of thought present in us belongs to the soul. And since we do not doubt that there are inanimate bodies which can move in as many different ways as our bodies, if not more, and which have as much heat or more […], we must believe that all the heat and all the movements present in us, in so far as they do not depend on thought, belong solely to the body” (AT XI:329, CSM I:329).

Just before he mentioned the pineal gland for the first time, Descartes emphasized that the soul is joined to the whole body: “We need to recognize that the soul is really joined to the whole body, and that we cannot properly say that it exists in any one part of the body to the exclusion of the others. For the body is a unity which is in a sense indivisible because of the arrangement of its organs, these being so related to one another that the removal of any one of them renders the whole body defective. And the soul is of such a nature that it has no relation to extension, or to the dimensions or other properties of the matter of which the body is composed: it is related solely to the whole assemblage of the body's organs. This is obvious from our inability to conceive of a half or a third of a soul, or of the extension which a soul occupies. Nor does the soul become any smaller if we cut off some part of the body, but it becomes completely separate from the body when we break up the assemblage of the body's organs” (AT XI:351, CSM I:339). But even though the soul is joined to the whole body, “nevertheless there is a certain part of the body where it exercises its functions more particularly than in all the others. […] The part of the body in which the soul directly exercises its functions is not the heart at all, or the whole of the brain. It is rather the innermost part of the brain, which is a certain very small gland situated in the middle of the brain's substance and suspended above the passage through which the spirits in the brain's anterior cavities communicate with those in its posterior cavities. The slightest movements on the part of this gland may alter very greatly the course of these spirits, and conversely any change, however slight, taking place in the course of the spirits may do much to change the movements of the gland” (AT XI:351, CSM I:340).

The view that the soul is attached to the whole body is already found in St Augustine's works: “in each body the whole soul is in the whole body, and whole in each part of it” (On the Trinity, book 6, ch. 6). St Thomas Aquinas accepted this view and explained it by saying that the soul is completely present in each part of the body just as whiteness is, in a certain sense, completely present in each part of the surface of a blank sheet of paper. In deference to Aristotle, he added that this does not exclude that some organs (the heart, for example) are more important with respect to some of the faculties of the soul than others are (Summa theologica, part 1, question 76, art. 8; Quaestiones disputatae de anima, art. 10; Summa contra gentiles, book 2, ch. 72).

Augustine's and Aquinas' thesis sounds reasonable as long as the soul is regarded as the principle of life. The principle of life may well held to be completely present in each living part of the body (just as biologists nowadays say that the complete genome is present in each living cell). However, Descartes did not regard the soul as the principle of life. He regarded it as the principle of thought. This makes one wonder what he may have meant by his remark. What would a principle of thought be doing in the bones and toes? One might think that Descartes meant that, although the pineal gland is the only organ to which the soul is immediately joined, the soul is nevertheless indirectly joined to the rest of the body by means of the threads and spirits in the nerves. But Descartes did not view this as immediate attachment: “I do not think that the soul is so imprisoned in the gland that it cannot act elsewhere. But utilizing a thing is not the same as being immediately joined or united to it” (30 July 1640). Moreover, it is clear that not all parts of the body are innervated.

The solution of this puzzle is to be found in a passage which Descartes wrote a few years before the Passions, in which he compared the mind with the heaviness or gravity of a body: “I saw that the gravity, while remaining coextensive with the heavy body, could exercise all its force in any one part of the body; for if the body were hung from a rope attached to any part of it, it would still pull the rope down with all its force, just as if all the gravity existed in the part actually touching the rope instead of being scattered through the remaining parts. This is exactly the way in which I now understand the mind to be coextensive with the body—the whole mind in the whole body and the whole mind in any one of its parts” (Replies to the sixth set of objections to the Meditations, 1641, AT VII:441, CSM II:297). He added that he thought that our ideas about gravity are derived from our conception of the soul.

In the secondary literature one often meets the claim that Descartes maintained that the soul has no spatial extension, but this claim is obviously wrong in view of Descartes' own assertions. Those who make it may have been misled by Descartes' quite different claim that extension is not the principal attribute of the soul, where ‘principal’ has a conceptual or epistemic sense.

Most of the themes discussed in the Treatise of man and in the correspondence of 1640 (quoted above) reappear in the Passions of the soul, as this summary indicates: “the small gland which is the principal seat of the soul is suspended within the cavities containing these spirits, so that it can be moved by them in as many different ways as there are perceptible differences in the objects. But it can also be moved in various different ways by the soul, whose nature is such that it receives as many different impressions—that is, it has as many different perceptions as there occur different movements in this gland. And conversely, the mechanism of our body is so constructed that simply by this gland's being moved in any way by the soul or by any other cause, it drives the surrounding spirits towards the pores of the brain, which direct them through the nerves to the muscles; and in this way the gland makes the spirits move the limbs” (AT XI:354, CSM I:341).

The description of recollection is more vivid than in the Treatise of man: “Thus, when the soul wants to remember something, this volition makes the gland lean first to one side and then to another, thus driving the spirits towards different regions of the brain until they come upon the one containing traces left by the object we want to remember. These traces consist simply in the fact that the pores of the brain through which the spirits previously made their way owing to the presence of this object have thereby become more apt than the others to be opened in the same way when the spirits again flow towards them. And so the spirits enter into these pores more easily when they come upon them, thereby producing in the gland that special movement which represents the same object to the soul, and makes it recognize the object as the one it wanted to remember” (AT XI:360, CSM I:343).

The description of the effect of the soul on the body in the causation of bodily movement is also more detailed: “And the activity of the soul consists entirely in the fact that simply by willing something it brings it about that the little gland to which it is closely joined moves in the manner required to produce the effect corresponding to this volition” (AT XI:359, CSM I:343).

The pineal neurophysiology of the passions or emotions is similar to what is occuring in perception: “the ultimate and most proximate cause of the passions of the soul is simply the agitation by which the spirits move the little gland in the middle of the brain” (AT XI:371, CSM I:349). However, there are some new ingredients which have no parallel in the Treatise of man. For example, in a chapter on the “conflicts that are usually supposed to occur between the lower part and the higher part of the soul,” we read that “the little gland in the middle of the brain can be pushed to one side by the soul and to the other side by the animal spirits” and that conflicting volitions may result in a conflict between “the force with which the spirits push the gland so as to cause the soul to desire something, and the force with which the soul, by its volition to avoid this thing, pushes the gland in a contrary direction” (AT XI:364, CSM I:345).

In later times, it was often objected that incorporeal volitions cannot move the corporeal pineal gland because this would violate the law of the conservation of energy. Descartes did not have this problem because he did not know this law. He may nevertheless have foreseen difficulties because, when he stated his third law of motion, he left the possibility open that it does not apply in this case: “All the particular causes of the changes which bodies undergo are covered by this third law—or at least the law covers all changes which are themselves corporeal. I am not here inquiring into the existence or nature of any power to move bodies which may be possessed by human minds, or the minds of angels” (AT VIII:65, CSM I:242).
2.4 Body and Soul

One would like to know a little more about the nature of the soul and its relationship with the body, but Descartes never proposed a final theory about these issues. From passages such as the ones we have just quoted one might infer that he was an interactionist who thought that there are causal interactions between events in the body and events in the soul, but this is by no means the only interpretation that has been put forward. In the secondary literature, one finds at least the following interpretations.

    Descartes was a Scholastic-Aristotelian hylomorphist, who thought that the soul is not a substance but the first actuality or substantial form of the living body (Hoffman 1986, Skirry 2003).
    He was a Platonist who became more and more extreme: “The first stage in Descartes' writing presents a moderate Platonism; the second, a scholastic Platonism; the third, an extreme Platonism, which, following Maritain, we may also call angelism: ‘Cartesian dualism breaks man up into two complete substances, joined to another no one knows how: one the one hand, the body which is only geometric extension; on the other, the soul which is only thought—an angel inhabiting a machine and directing it by means of the pineal gland’ (Maritain 1944, p. 179). Not that there is anything very ‘moderate’ about his original position—it is only the surprising final position that can justify assigning it that title” (Voss 1994, p. 274).
    He articulated—or came close to articulating—a trialistic distinction between three primitive categories or notions: extension (body), thought (mind) and the union of body and mind (Cottingham 1985; Cottingham 1986, ch. 5).
    He was a dualistic interactionist, who thought that the rational soul and the body have a causal influence on each other. This is the interpretation one finds in most undergraduate textbooks (e.g., Copleston 1963, ch. 4).
    He was a dualist who denied that causal interactions between the body and the mind are possible and therefore defended “a parallelism in which changes of definite kinds occurrent in the nerves and brains synchronize with certain mental states correlated with them” (Keeling 1963, p. 285).
    He was, at least to a certain extent, a non-parallelist because he believed that pure actions of the soul, such as doubting, understanding, affirming, denying and willing, can occur without any corresponding or correlated physiological events taking place (Wilson 1978, p. 80; Cottingham 1986, p. 124). “The brain cannot in any way be employed in pure understanding, but only in imagining or perceiving by the senses” (AT VII:358, CSM II:248).
    He was a dualistic occasionalist, just like his early followers Cordemoy (1666) and La Forge (1666), and thought that mental and physical events are nothing but occasions for God to act and bring about an event in the other domain (Hamilton in Reid 1895, vol. 2, p. 961 n).
    He was an epiphenomenalist as far as the passions are concerned: he viewed them as causally ineffectual by-products of brain activity (Lyons 1980, pp. 4–5).
    He was a supervenientist in the sense that he thought that the will is supervenient to (determined by) the body (Clarke 2003, p. 157).
    The neurophysiology of the Treatise of man “seems fully consistent […] with a materialistic dual-aspect identity theory of mind and body” (Smith 1998, p. 70).
    He was a skeptical idealist (Kant 1787, p. 274).
    He was a covert materialist who hid his true opinion out of fear of the theologians (La Mettrie 1748).

There seem to be only two well-known theories from the history of the philosophy of mind that have not been attributed to him, namely behaviorism and functionalism. But even here one could make a case. According to Hoffman (1986) and Skirry (2003), Descartes accepted Aristotle's theory that the soul is the form of the body. According to Kneale (1963, p. 839), the latter theory was “a sort of behaviourism”. According to Putnam (1975), Nussbaum (1978) and Wilkes (1978), it was similar to contemporary functionalism. By transitivity, one might conclude that Descartes was either a sort of behavorist or a functionalist.

Each of these interpretations agrees with at least some passages in Descartes' writings, but none agrees with all of them. Taken together, they suggest that Descartes' philosophy of mind contains echoes of all theories that had been proposed before him and anticipations of all theories that were developed afterwards: it is a multi-faceted diamond in which all mind-body theories that have ever been proposed are reflected.

In his later years, Descartes was well aware that he had not successfully finished the project that he had begun in the Treatise of man and had not been able to formulate one comprehensive mind-body theory. He sometimes expressed irritation when others reminded him of this. In reply to the questions “how can the soul move the body if it is in no way material, and how can it receive the forms of corporeal objects?” he said that “the most ignorant people could, in a quarter of an hour, raise more questions of this kind than the wisest men could deal with in a lifetime; and this is why I have not bothered to answer any of them. These questions presuppose amongst other things an explanation of the union between the soul and the body, which I have not yet dealt with at all” (12 January 1646, AT IX:213, CSM II:275). On other occasions, he came close to admitting defeat. “The soul is conceived only by the pure intellect; body (i.e. extension, shapes and motions) can likewise be known by the intellect alone, but much better by the intellect aided by the imagination; and finally what belongs to the union of the soul and the body is known only obscurely by the intellect alone or even by the intellect aided by the imagination, but it is known very clearly by the senses. […] It does not seem to me that the human mind is capable of forming a very distinct conception of both the distinction between the soul and the body and their union; for to do this it is necessary to conceive them as a single thing and at the same time to conceive them as two things; and this is absurd” (28 June 1643, AT III:693, CSMK 227). He admitted that the unsuccessfulness of his enterprise might have been his own fault because he had never spent “more than a few hours a day in the thoughts which occupy the imagination and a few hours a year on those which occupy the intellect alone” (AT III:692, CSMK 227). But he had done so for a good reason because he thought it “very harmful to occupy one's intellect frequently upon meditating upon [the principles of metaphysics which give us or knowledge of God and our soul], since this would impede it from devoting itself to the functions of the imagination and the senses” (AT III:695, CSMK 228). He advised others to do likewise: “one should not devote so much effort to the Meditations and to metaphysical questions, or give them elaborate treatment in commentaries and the like. […] They draw the mind too far away from physical and observable things, and make it unfit to study them. Yet it is just these physical studies that it is most desirable for people to pursue, since they would yield abundant benefits for life” (Conversation with Burman, 1648, AT V:165, CSMK 346–347). We will follow this wise advice.
3. Post-Cartesian Development
3.1 Reactions to Descartes' Views

Only a few people accepted Descartes' pineal neurophysiology when he was still alive, and it was almost universally rejected after his death. Willis wrote about the pineal gland that “we can scarce believe this to be the seat of the Soul, or its chief Faculties to arise from it; because Animals, which seem to be almost quite destitute of Imagination, Memory, and other superior Powers of the Soul, have this Glandula or Kernel large and fair enough” (Willis 1664, ch. 14, as translated in Willis 1681). Steensen (1669) pointed out that Descartes' basic anatomical assumptions were wrong because the pineal gland is not suspended in the middle of the ventricles and is not surrounded by arteries but veins. He argued that we know next to nothing about the brain. Camper (1784) seems to have been the very last one to uphold the Cartesian thesis that the pineal gland is the seat of the soul, although one may wonder whether he was completely serious. In philosophy, a position called “Cartesian interactionism” immediately provoked “either ridicule or disgust” (Spinoza 1677, part 2, scholium to proposition 35), usually because it was seen as raising more problems than it solved, and it continues to do so to this day, but as we have already indicated, it is doubtful whether Descartes was a Cartesian interactionist himself.

Some of the reasons that Descartes gave for his view that the pineal gland is the principal seat of the soul died out more slowly than this view itself. For example, his argument that “since our soul is not double, but one and indivisible, […] the part of the body to which it is most immediately joined should also be single and not divided into a pair of similar parts” (30 July 1640, AT III:124, CSMK 149), for instance, still played a role when Lancisi (1712) identified the unpaired corpus callosum in the midline of the brain as the seat of the soul. This view was, however, refuted by Zinn (1749) in a series of split-brain experiments on dogs. Lamettrie and many others explicitly rejected the thesis that the unity of experience requires a corresponding unity of the seat of the soul (Lamettrie 1745, ch. 10).
3.2 Scientific Developments

In scientific studies of the pineal gland, little progress was made until the second half of the nineteenth century. As late as 1828, Magendie could still advance the theory that Galen had dismissed and Qusta ibn Luca had embraced: he suggested that it is “a valve designed to open and close the cerebral aqueduct” (Magendie 1828). Towards the end of the nineteenth century, however, the situation started to change (Zrenner 1985). First, several scientists independently launched the hypothesis that the pineal gland is a phylogenic relic, a vestige of a dorsal third eye. A modified form of this theory is still accepted today. Second, scientists began to surmise that the pineal gland is an endocrine organ. This hypothesis was fully established in the twentieth century. The hormone secreted by the pineal gland, melatonin, was first isolated in 1958. Melatonin is secreted in a circadian rhythm, which is interesting in view of the hypothesis that the pineal gland is a vestigial third eye. Melatonin was hailed as a “wonder drug” in the 1990s and then became one of the best-sold health supplements. The history of pineal gland research in the twentieth century has received some attention from philosophers of science (Young 1973, McMullen 1979), but this was only a short-lived discussion.
3.3 Pseudo-Science

As philosophy reduced the pineal gland to just another part of the brain and science studied it as one endocrine gland among many, the pineal gland continued to have an exalted status in the realm of pseudo-science. Towards the end of the nineteenth century, Madame Blavatsky, the founder of theosophy, identified the “third eye” discovered by the comparative anatomists of her time with the “eye of Shiva” of “the Hindu mystics” and concluded that the pineal body of modern man is an atrophied vestige of this “organ of spiritual vision” (Blavatsky 1888, vol. 2, pp. 289–306). This theory is still immensely popular today.
3.4 Conclusion

Descartes was neither the first nor the last philosopher who wrote about the pineal gland, but he attached more importance to it than any other philosopher did. Descartes tried to explain most of our mental life in terms of processes involving the pineal gland, but the details remained unclear, even in his own eyes, and his enterprise was soon abandoned for both philosophical and scientific reasons. Even so, the pineal gland remains intriguing in its own right and is still intensely studied today, with even a whole journal dedicated to it, the Journal of Pineal Research.
Bibliography

    [AT] Adam, C., Tannery, P., eds., 1964–1974, Oeuvres de Descartes, 13 vols., Paris: Vrin/CNRS. (In French.)
    Aetius, 1534, Librorum medicinalium tomus primus, Venice: In aedibus Aldi Manutii et Andreae Asulani. (In Greek.)
    Aetius, 1549, Contractae ex veteribus medicinae tetrabiblos, Lyons: Godefridus et Marcellus Beringi fratres. (In Latin.) Digitized photographic reproductions available online; PDF and TIFF.
    St Augustine, De Trinitate. (In Latin.) Electronic text available online. English translation also available online.
    Berengario da Carpi, J., 1530, Isagogae breues et exactissimae in anatomia humani corporis, Strasbourg: Benedictus Hectoris. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online (JPEG).
    Blavatsky, H.P., 1888, The Secret Doctrine, 2 vols., London: The Theosophical Publishing Company. Electronic text available online.
    Bos, J.J.F.M., 2002, The Correspondence between Descartes and Henricus Regius, Ph.D. Thesis, Utrecht University. Electronic text available online.
    Camper, P., 1784, Kurze Nachricht von der Zergliederung eines jungen Elephanten, in: Camper, P., Kleinere Schriften, vol. 1, pp. 50–93, Leipzig: Siegfried Lebrecht Crusius (In German.)
    Clarke, D.M., 2003, Descartes's Theory of Mind, Oxford: Oxford University Press.
    Constantinus Africanus, 1536, De animae et spiritus discrimine liber, in: Constantini Africani Opera, pp. 308–317, Basel: Henricus Petrus. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online (JPEG).
    Copleston, F., 1963, A History of Philosophy, vol. 4, New York: Doubleday.
    Cordemoy, G. de, 1666, Le discernement du corps et de l’âme, Paris: Florentin Lambert. (In French.) Digitized photographic reproduction available online (PDF and TIFF).
    Cottingham, J., 1985, Cartesian trialism, Mind, 94: 218–230.
    Cottingham, J., 1986, Descartes, Oxford: Oxford University Press.
    [CSM] Cottingham, J., Stoothoff, R., Murdoch, D., 1984, The Philosophical Writings of Descartes, 2 vols., Cambridge: Cambridge University Press.
    [CSMK] Cottingham, J., Stoothoff, R., Murdoch, D., Kenny, A., 1991, The Philosophical Writings of Descartes, Vol. III: The Correspondence, Cambridge: Cambridge University Press.
    Cousin, J., 1641, An kônarion sensus communis sedes? Thesis, 24 January 1641, École de médecine, Paris. (In Latin.) Photographically reproduced and partially translated in Lokhorst and Kaitaro 2001.
    Descartes, R., 1637, La dioptrique, in: Descartes, R., Discours de la méthode, Leyden: Ian Maire. (In French.) Digitized photographic reproduction available online (JPEG). Reprinted in AT, vol. VI. Partial English translation in CSM, vol. I.
    Descartes, R., 1641, Meditationes de prima philosophia, Paris: Michel Soly. (In French.) Reprinted in AT, vol. VII. English translation in CSM, vol. II. Digitized photographic reproduction of 1685 Amsterdam edition available online (PDF and TIFF).
    Descartes, R., 1644, Principia philosophiae, Amsterdam: Lodewijk Elsevier. (In Latin.) Digitized photographic reproductions available online (JPEG, PDF and TIFF). Reprinted in AT, vol. VIII. Partial English translation in CSM, vol. I.
    Descartes, R., 1649, Les passions de l’âme, Amsterdam: Lodewijk Elsevier. (In French.) Reprinted in AT, vol. XI. Electronic text available online. English translation in CSM, vol. I.
    Descartes, R., 1662, De homine, Leyden: Peter Leffen and Francis Moyard. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online (PDF and TIFF).
    Descartes, R., 1664, L'Homme, Paris: Charles Angot. (In French.) Digitized photographic reproduction available online (PDF and TIFF). Reprinted in Adam and Tannery vol. XI. Partial English translation in CSM, vol. I. Complete English translation in Hall 1972.
    Israeli, Isaac ben Salomon, 1515, Omnia opera Ysaac, Lyons: Barthélemy Trot. (In Latin.) Digitized photographic reproductions available online (JPEG, PDF and TIFF).
    Hall, T.S., 1972, Treatise of Man, Cambridge, MA: Harvard University Press.
    Hoffman, P., 1986, The unity of Descartes's man, Philosophical Review, 95: 339–370.
    Kant, I., 1787, Kritik der reinen Vernunft, 2nd ed., Riga: Hartknoch. (In German.) Electronic text available online. English translation also available online.
    Keeling, S.V., 1963, Descartes, René, Encyclopaedia Britannica, vol. 7, London: Encyclopaedia Britannica, pp. 281–288.
    Kneale, M., 1963, Body and mind, Encyclopaedia Britannica, vol. 3, London: Encyclopaedia Britannica, pp. 838–840.
    Kühn, C.G., 1822, Claudii Galeni opera omnia, vol. 3, Leipzig: Cnobloch. (Greek text with Latin translation.)
    La Forge, L. de, 1666, Traitté de l'esprit de l'homme, Amsterdam: Abraham Wolfgang. (In French.) Digitized photographic reproduction available online (PDF and TIFF).
    La Mettrie, J.O. de, 1745, Histoire naturelle de l’âme, The Hague: Jean Neulme. (In French.) The "London 1751" edition is photographically reproduced in Verbeek 1988.
    La Mettrie, J.O. de, 1748, L'homme machine, Leyden: Elie Luzac. (In French.) Electronic text available online. English translation also available online.
    Lancisi, G.M., 1712, Dissertatio altera de sede cogitantis animae, Rome: Apud D. Joannem Fantonum. (In Latin.)
    Lokhorst, G.J.C., Kaitaro, T.T., 2001, The originality of Descartes' theory about the pineal gland, Journal for the History of the Neurosciences, 10: 6–18.
    Lyons, W., 1980, Emotion, Cambridge: Cambridge University Press.
    McMullen, T., 1979, Philosophy of science and the pineal gland, Philosophy, 54: 380–384.
    Magendie, F., 1828, Mémoire physiologique sur le cerveau, Journal de physiologie expérimentale et pathologique, 8: 211–229. (In French.)
    Maritain, J., 1944, The Dream of Descartes, New York: Philosophical Library.
    Massa, N., 1536, Liber introductorius anatomiae, Venice: Francesco Bindoni and Maffeo Pasini. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online (JPEG).
    May, M.T., 1968, Galen: On the usefulness of the parts of the body, 2 vols., Ithaca NY: Cornell University Press.
    Mondino dei Luzzi, 1306, Anothomia. (In Latin.) Digitized photographic reproductions of the 1482, 1484, 1494 and 1507 editions available online (PDF and TIFF). Digitized photographic reproductions of the 1513, 1521, 1531 and 1540 editions also available online (JPEG).
    Nemesius, 1802, De natura hominis graece et latine, Halle: Joan. Jac. Gebauer. (Greek text with Latin translation.) Photographic reprint, Hildesheim: Olms, 1967.
    Nussbaum, M., 1978, Aristotle's De Motu Animalium, Princeton NJ: Princeton University Press.
    Publicius, J., 1482, Artis oratoriae epitoma. Ars epistolandi. Ars memorativa, Venice: Erhard Ratdolt. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online (JPEG).
    Putnam, H., Philosophy and our mental life, in H. Putnam, Mind, Language, and Reality: Philosophical Papers (vol. 2), Cambridge: Cambridge University Press, pp. 291–303.
    Rahman, F., 1952, Avicenna's Psychology, London: Oxford University Press.
    Regius, H., 1641, Physiologia, sive cognitio sanitatis, tribus disputationibus in Academia Ultrajectina publicè proposita, Utrecht: Aeg. Roman. (In Latin.) Reprinted in Bos 2002.
    Reid, T., 1895, Philosophical works, with notes and supplementary dissertations by W. Hamilton, 2 vols., Edinburgh: James Thin.
    Reisch, G., 1535, Margarita philosophica, Basel: H. Petrus. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online.
    Rocca, J., 2003, Galen on the Brain, Leyden: Brill.
    Skirry, J.J., 2003, Descartes on the Metaphysics of Human Nature, Ph.D. Thesis, Purdue University.
    Smith, C.U.M., 1998, Descartes' pineal neuropsychology, Brain and Cognition, 36: 57–72.
    Spinoza, B. de, 1677, Ethica ordine geometrico demonstrata, in: Opera posthuma, Amsterdam: Rievwertsz. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online (JPEG). English translation also available online.
    Steensen, N., 1669, Discours de Monsieur Stenon sur l'anatomie du cerveau, Paris: R. de Ninville. (In French.) Digitized photographic reproduction available online (PDF and TIFF). Photographic reproduction and English translation in Scherz, G., 1965, Nicolaus Steno's Lecture on the Anatomy of the Brain, Copenhagen: Busck.
    St Thomas Aquinas, Quaestiones disputatae de anima. (In Latin.) Electronic text available online.
    St Thomas Aquinas. Summa contra gentiles. (In Latin.) Electronic text available online.
    St Thomas Aquinas, Summa theologica. (In Latin.) Electronic text available online. English translation also available online.
    Verbeek, T.H.M., 1988, Le Traité de l'Ame de La Mettrie, 2 vols., Ph.D. Thesis, Utrecht University. (In French.)
    Vesalius, A., 1543, De Humani corporis fabrica Libri septem, Basel: Johannes Oporinus. (In Latin).
    Vincent de Beauvais, 1494, Speculum Naturale, Venice: Hermannus Liechtenstein. (In Latin.) Digitized photographic reproduction available online (JPEG).
    Vincent de Beauvais, 1624, Speculum Quadruplex sive Speculum Majus I: Speculum Naturale, Douai: Balthazar Bellère. (In Latin.) Photographic reprint, Graz: Akademische Druck- und Verlagsanstalt, 1964.
    Voss, S., 1994, Descartes: the end of anthropology, in: Cottingham, J., ed., Reason, Will, and Sensation: Studies in Descartes's Metaphysics, Oxford: Oxford University Press, pp. 273–306.
    Watson, R., 2002, Cogito Ergo Sum: The Life of René Descartes, Boston: David Godine.
    Wilcox, J.-C., 1985, The Transmission and Influence of Qusta ibn Luqa's "On the Difference between Spirit and the Soul", Ph.D. thesis, City University of New York.
    Wilkes, K.V., 1978, Physicalism, London: Routledge & Kegan Paul.
    Willis, T., 1664, Cerebri anatome cui accessit nervorum descriptio et usus, London: J. Martyn and J. Allestry. (In Latin.) [Digitized reproduction of 1666 Amsterdam edition available online (Google Books)].
    Willis, T., 1681, The anatomy of the brain and the description and use of the nerves, in: The Remaining Medical Works of That Famous and Renowned Physician Dr. Thomas Willis, translated by S. Pordage, London: Printed for T. Dring, C. Harper, J. Leigh and S. Martyn. Electronic text available online in the form of 2 JPEG files and 23 Microsoft Office Document files: index, frontpage, portrait, epistle, preface, chapters 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20.
    Wilson, M.D., 1978, Descartes, London: Routledge.
    Young, J.Z., 1973, The pineal gland, Philosophy, 48: 70–74.
    Zinn, J.-G., 1749, Experimenta quaedam circa corpus callosum, cerebellum, duram meningem, in vivis animalibus instituta, Göttingen: Abram Vandenhoeck. (In Latin.)
    Zrenner, C., 1985, Theories of pineal function from classical antiquity to 1900: a history, Pineal Research Reviews, 3: 1–40.









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder