17-İSRA:
Tesbih
ona ki, tesbihin türetilmesi ve mânâsı hakkında Bakara Sûresi'nde açıklama
geçmişti. (Bakara, 2/30. âyetin tefsirine bkz.). Keşşâf sahibi der ki: "
tesbihin özel ismidir. Osman, bir adamın ismi olduğu gibi. Zikredilmesi
terkedilmiş gizli bir fiile nasb edilmiştir ki, takdiri; dir, sonra fiil
yerine konmuş ve onun yerini tutmuştur. Ve Allah'ın düşmanlarının O'na nisbet
ettikleri kusurların hepsinden tam bir şekilde uzak olduğuna delalet
etmektedir." Nur Sûresi'nde de demiştir ki: "Bunda aslolan,
Allah'ın acaib (şaşılacak ve hayret verecek) bir sanatı görüldüğü zaman
Allah'a tesbih etmektir. Sonradan kendisinden hayret edilen her şeyde bile
kullanılmıştır. "Demek ki esas mânâsı tesbih ve Allah'ın noksan
sıfatlardan tam uzak olduğuna delalet eden beliğ bir tenzihtir. Bununla
beraber hayret yerinde kullanılır. Bazıları bu şekilde tesbih mânâsının
düşeceğini zannetmişlerse de doğru değildir. Çünkü aslolan, hayret üzerine tesbih
etmektir. Bununla birlikte nin Osman gibi özel isim olmasına ilişenler ve
özel isim olmasını tamlama durumu dışındaki durumlarına tahsis etmek
isteyenler olmuştur. Onun için Kâdî Beydâvî: "tesbihin ismidir"
demekle yetinmiştir. Nasıl ki İbnü Cerir de: "Masdar (mutlak meful)
yerine konmuş bir isimdir. Masdarın yerinde bulunduğu için
nasbedilmiştir" demiştir. Kâmus sahibi (Firuzâbâdî), Besâîr'de der ki:
"Tesbih, Allah'ı takdis demek olup dan alınmıştır. Allah'a ibadette
acele etmek mânâsında kullanılmış olup ondan sonra bütün sözlü ve yazılı
ibadetlerde kullanılmıştır. "Sübhane" kelimesi de aslında
"Gufrâne" gibi masdardır, daha sonra tesbihin ismi olmuştur. Masdar
olarak da kullanılır. Fakat âlimlerin çoğu bunun masdar olduğunu kabul
etmeyerek Kamus sahibinin (Firuzâbâdî'nin) görüşünün yanlış olduğunu
belirtmişler. Çünkü tesbih fiilinin sülâsîsi (üç harflisi) kullanılmıyor. Ve
onun içindir ki buna masdar yerine konmuş isim denilmiştir. Ancak şöyle bir
sorunun sorulması gerekir: nin yerine konduğu masdar nedir? Tesbih masdarı,
tenzih ve takdis gibi tefil ölçüsündedir. Bunda tesbih olunan Allah Teâlâ'nın
vasfı ise, nezahet (paklık) ve mukaddeslik gibi Allah'tan ayrılmayan bir mânâ
olması yaraşır. Bundan dolayı Ebûs-Suud'un da naklettiği, tarzda, burada yi tenzih
ile değil, "Allah zâtıyla noksan vasıflardan uzaktır ve yücedir"
diye noksanlıklardan uzaklaştırmak ile yorumlamak daha anlamlıdır.
Demek
ki sübhan, tesbihin üç harfli masdarı değil ise, onun yerine konmuş bir
isimdir ki, yüce Allah'ın zatının temizliğini ve kutsallığını ifade eder.
Biz, buna sübhaniyyet veya sübbuhiyyet diyebiliriz. Çünkü sübhan Allah'ın
güzel isimlerinden de olur. Gerçi tesbih masdarı, edilgen olarak masdardan
elde edilen mânâ ile tefsir edilirse, yani kötü şeylerden uzak olma mânâsına
yorumlanırsa, bu mânâ'ya yaklaşırsa da Allah'ın zatının temizliğinde kesin
delil olmayacağı için aynı değildir. Tesbih dan alınmıştır. Ve nin failine
muzâf olması daha açıktır. Takdir edilen fiili de yerine göre takdir olunur.
Nitekim "Akşama girdiğiniz vakit ve sabaha erdiğiniz vakit Allah'ı
tesbih edin." (Rûm, 30/17) âyeti "Noksan sıfatlardan münezzeh olan
Allah'ı tesbih ediniz " mânâsı ile emir mânâsına gelir.
Hazreti
Peygamberden rivayet edilen bir hadiste "O'nun yüzünün sübuhatı
yaktı" (1) diye geçmiştir ki, bunu bazıları Allah Teâlâ'nın yüzünün
nurları, güzelliği; bazıları da Allah'ın yüceliği ve ululuğu ile tefsir
etmişlerdir. Bununla birlikte bunda da açık olan mânâ "Allah'ın noksan
vasıflardan uzak olma tecellileri" demek olmasıdır. Konumuzla ilgili
olan bu hadis, İbnü'l-Esir'in "en-Nihâye fî Garibi'l-Hadis"de
naklettiğine göre şöyledir: "Yani Cibril (a.s) dedi ki, Allah'ın arşı
önünde yetmiş perdesi vardır. Biz bu perdelerden birine yaklaşsak Rabbimizin
yüzünün nurları bizi hemen yakardı."
Diğer
bir hadiste "Yani, nur veya ateş perdesi vardır. Onu açsa yüzünün
sübühâtı gözü ilişen her şeyi hemen yakardı." Nitekim "Rabbi o dağa
tecelli edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü."
(A'râf, 7/143). Sonra bu sûrenin böyle mükemmel ve yüksek bir tesbih ve
tenzih ile başlaması, daha sonra zikredilecek hayret verici işlerin önemi ile
ilgilidir. Bunda birinci olarak, akıllara hayret veren imkanların üstünde
olan İsrâ hadisesini yüceltmek ve onu doğrulamak için, kalblerin
temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezaketi dolayısıyla benzetme
kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır. İkinci olarak, onu
mümkün görmeyen dinsizlere karşı yüce Allah'ın noksan vasıflardan beri
bulunduğunu ve dolayısıyla acizlik ve yalan gibi kusurlardan uzak olduğunu
açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik ve büyüklüğünü ilan etmek
vardır. Üçüncü olarak, aşağıda anılan Mescid-i Aksâ'nın yıkılması dolayısıyla
da bu tenzihin özel bir önemi vardır. Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu
sûrenin mânâsının Allah'ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret
vardır.
Evet
O, öyle bir Sübhandır ki kulunu ona ibadet etmekle seçkin olan, bilinen özel
kulunu, yani Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı geceleyin, yani bir gecenin az bir
kısmında Mescîd-i Haram'dan, -Mescid-i haram, Ka'beyi kuşatan ve Harem-i
Şerif denilen camidir. Bunun etrafını kuşatan yer de özel ve belirli
sınırlara kadar Harem'dir.- O Harem-i Şerif içinden veya etrafından Mescid-i
Aksâ'ya -ki beytü'l-makdis'tir- geceleyin götürdü. O Mescid-i Aksâ ki,
etrafını mübarek kıldık, yani çevresini din ve dünya bereketleriyle
bereketlendirdik. Çünkü Musa (a.s.) dan İsa (a.s)'ya kadar vahyin iniş yeri
ve peygamberlerin ibadetgâhı olmuş, hem de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve
meyvelerle donanmış idi. Bu defa da İsrâ şerefi ile bereketli kılındı.
MESCİD-İ
AKSÂ: Kudüs'deki "Beytü'l-Makdis"dir. Nitekim İsrâ hadisinde de
"Burak'a bindim Beytü'l-Makdis'e vardım" diye geçmiştir. Bunun
etrafı da, Kudüs ve civarı demek olur. Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü'l-Kârî,
Dülcî'den naklederek şöyle bir hadis rivayet eder: "Allah, Ariş ile
Fırat arasını mübarek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistini mukaddes
kılmıştır."
Görülüyor
ki âyetin bu bölümünde üçüncü şahıstan birinci şahısa geçme sanatı meydana
gelmiş ve bu iltifat (hitabın yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ hikmeti
şöyle açıklanmıştır:
Gece
yolculuğuna çıkarttık ki, ona bazı âyetlerimizi göstermek için, yani büyük
acaib şeylerimizden göstereceğimizi göstermek; Mirac'a çıkarmak için.
"Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük âyetlerini görmüştür."
(Necm, 53/18). Buharî ve diğer hadis kitaplarında sahih rivayetlerle rivayet
edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.v) Burak ile Beytü'l Makdis'e vardıktan
sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir gökte peygamberlerden
biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet ve cehennemin durumlarını
gördü, Sidre-i Müntehâ'ya geçti, Allah'ın melekût âleminden bir çok acaib
şeyler gördü. (Necm Sûresi'nin baştarafındaki âyetlerin tefsirine bkz.).
Nihayet beş vakit namazın farz kılınması emri ile aynı gecede geri döndü.
Sabahleyin Mescid-i Haram'a çıkıp Kureyş'e haber verdi. Hayret etmek ve kabul
etmemekten kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş
olanlardan bazıları dönüp irtidâd etti (dinden çıktı). Birtakım erkekler Ebû
Bekir'e koştular. Ebu Bekir; "Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz
doğrudur" dedi. Onlar: "Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?"
dediler. O da: "Ben onu bundan daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah
akşam gökten getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum"
dedi. Bunun üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde
Beytü'l-Makdis'i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun vasıfları ve
durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını istediler. Derhal Hz. Peygambere
Beytü'l-Makdis gösterildi. Bunun üzerine ona bakıp anlatıyordu. "Gerçi
Beytül-Makdis'i tanımlamada isabet etti." dediler. Sonra: "Haydi
bakalım bizim kervandan haber ver, o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle
karşılaştın mı?" dediler. Peygamber (s.a.v) "Evet, falancanın
kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı.
Yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden
olduğu gibi yerine koydum. Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar
mı?" buyurdu. "Bu da diğer bir alâmettir" dediler. Sonra
sayıların, yüklerini ve görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi
Hz. Peygambere gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki:
"İçlerinde falan ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş
iki harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler".
Bunun üzerine: "Bu da diğer bir âyettir" dediler ve o gün hızla
Seniyye'ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı çıkaracağız
diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi: "Güneş doğdu!" diye
haykırdı. Diğer birisi de: "İşte kervan geliyor, önünde boz bir deve ve
içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed'in) dediği gibi"
dedi. Böyle olduğu halde yine iman etmediler de: "Bu apaçık bir
büyüdür." (Neml, 27/13; Saff, 61/6) dediler. (Miracın etraflıca
açıklaması için hadis kitaplarına müracaat edilmelidir.)
Bazıları
göğe yükselmenin de "Burak" üzerinde meydana geldiğini söylemişler
ise de gerçek olan şudur: Mescid-i Aksâ'ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak
ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör kurulmuştur. Ebu Sa'îd-i Hudrî'den
rivayet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki: "Beytü'l-Mak-dis'te
olanları bitirdiğim zaman Mirac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey
görmedim. Ve o, odur ki, ölünüz can çekişme vaktinde gözlerini ona diker.
Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı
ki, ona "Koruyucu melekler kapısı" denir. Koruyucular kapısı, gök
koruyucularının beklediği dünya göğü kapısıdır. Nitekim bu konuda "Ve
onu, her kovulmuş şeytandan koruduk" (Hicr, 15/17) buyurulmuştu. Ve Ebu
Sa'îd-i Hüdrî'nin diğer bir rivayetinde şu detaylı açıklama vardır:
"Sonra Mirac getirildi -ki insanların ruhu onda göğe yükselir Baktım ki,
gördüğüm şeylerin en güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl
gözünü diker? Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrail
kapının açılmasını istedi."O kimdir?" denildi. "Cibril"
dedi. "Yanındaki kim?" denildi. "Muhammed" dedi. "Öyle
mi? O Peygamber olarak gönderildi mi?" denildi. O, "evet"
dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selamladılar. Bir de ne bakayım görevli
bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail deniliyor, emrinde yetmişbin
melek ve her birinin emrinde yüzbin melek var. "Burada Resulullah (s.a.v)
şu âyeti okudu: "Rabbinin ordularını ancak kendisi bilir"
(Müddessir, 74/31) ve buyurdu ki: Derken bir adam ile beraberim ki, şekli
Allah'ın yarattığı günkü gibi, ondan hiçbir şey değişmemiş, kendisine
soyundan olan insanların ruhu arzediliyor: "Mümin ruhu, hoş ruh, hoş
kokuludur. Bunun kitabını (iyilerin defterin)de kılın" diyor.
"Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur. Bunun kitabını (kötülerin
defterin) de kılın" diyor. "Ey Cibril! bu kim?" dedim.
"Baban Âdem" dedi. Ve o, bana selam verdi, gönlümü aldı, hayır ile
dua etti "Hoş geldin salih peygamber ve salih evlad" dedi. Sonra
baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım
memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir
taş koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu. "Ey Cibril! Bunlar
kimler?" dedim. O: "Yetimlerin mallarını haksızlıkla
yiyenlerdir" dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım
kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor. Ve bu
onlara en iğrenç bir şey oluyor. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim.
"Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini yerler ve
sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar." dedi. Sonra baktım bir
toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin
en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel
etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. "Bunlar kim? Ey
Cebrail!" dedim. O: "Bunlar zinakarlar" dedi. "Allah'ın
helal kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler." Sonra baktım bir
toplum var ki, karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu
üzerinde bulunuyor. Firavun ailesi sabah ve akşam ateşe atılırken bunlara
uğruyor, uğradı mı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının ağır
basması ile düşüyor ve bunun üzerine Firavun ailesi bunları ayaklarıyla
çiğniyorlar. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim... Dedi ki:
"Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir. "onların misali kendisini
şeytan çarpmış olan kimse gibidir". Sonra birtakım kadınlar memelerinden
asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış. "Ey
Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O: "Bunlar zina eden ve çocuklarını
öldüren kadınlardır" dedi. Sonra ikinci göğe çıktık. Orada Yusuf ile
buluştum.
Ümmetinden
kendine tabi olanlar da etrafında idi. Yüzü, ayın ondördündeki dolunay
gibiydi. Bana selam verdi, hoş geldin dedi. Sonra üçüncü göğe geçtik. Orada
iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum. Giyimleri ve saç sakalları
birbirine benziyordu. Bana selam verdiler. Hoş geldin dediler. Sonra dördüncü
göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selam verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim
yüce Allah: "Biz onu yüce bir yere yükselttik" (Meryem, 19/57)
buyurmuştur. Sonra beşinci göğe geçtik. Orada milletine sevdirilmiş olan
Harun ile buluştum. Etrafında ümmetinden birçok tabileri vardı, uzun sakallı
idi. Sakalı hemen hemen göbeğine değecekti. Beni selamladı, hoşgeldin dedi.
Sonra altıncı göğe çıktık, Orada Musa b. İmran ile buluştum. Çok kıllı idi.
Üzerinde iki gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı. Musa dedi ki: "İnsanlar
beni "Allah katında en şerefli olan yaratık" diye iddia ederler. Bu
ise Allah katında benden yalnız daha şerefli olsaydı aldırış etmezdim. Fakat
her peygamber ümmetinden kendine uyanlarla beraberdir. "Sonra yedinci
göğe geçtik. Ben, orada İbrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i Ma'mur'a
dayamıştı. Beni selamladı "Salih Peygamber ve Salih evlad hoş
geldin" dedi. Bunun üzerine bana denildi ki: "İşte senin yerin ve
ümmetinin yeri." Sonra Resulullah "Gerçekten İbrahim'e insanların
en yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona
iman edenlerdir. Allah müminlerin yardımcısıdır." (Al-i İmran, 3/68)
âyetini tilavet etti ve buyurdu ki: "Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim,
içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin melek girer, Kıyamete kadar geri de
dönmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir yaprağı bu ümmeti bürür. Bunun
kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu. "Ey Cibril! Bu
nedir?" dedim. O: "Şu rahmet nehri, şu da Allah'ın sana verdiği
Kevser'dir" dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım, geçmiş ve
gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser'in akış istikametini tuttum ve
nihayet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada hiçbir gözün görmediği,
kulağın işitmediği, insan kalbine gelmeyen şeyler var. Sonra yüce Allah bana
emrini emretti ve elli namaz farz kıldı. Ondan sonra Musa'ya uğradım.
"Rabbin ne emretti?" dedi. "Üzerime elli namaz farz
kıldı" dedim. O: "Dön, azaltması için Rabbine yalvar. Çünkü ümmetin
bunun altından kalkamaz" dedi. Rabbime döndüm, azaltması için yalvardım.
O benden on vakit namaz indirdi. Sonra Musa'ya döndüm. Bu şekilde Musa'ya
uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit namaz farz kıldı. Musa, yine:
"Rabbine dön, azaltmasını iste" dedi. Ben: "Çok müracaat
ettim, artık utandım." dedim. Bunun üzerine bana denildi ki: Sana bu beş
vakit namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı iledir. Her kim iyilik yapmaya
gayret eder de onu işlemezse, onu bir iyilik yazılır, işleyene de on iyilik
yazılır. Her kim de bir günah yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey
yazılmaz, işlerse bir günah yazılır."
Kütüb-i
sitte (Alt hadis kitabı) ve diğer hadis kitaplarında Mirac hadislerinin
birçok rivayetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü Cerir
tefsirinde zikredilmiştir. Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar yükselmenin
Mirac ile ilgili olduğu açıkça belirtilmiş, daha ilerisinde ise muhtemeldir.
Fakat Alâî Tefsiri'nden Âlûsî'nin naklettiğine göre, Resulullah'ın İsra
gecesi biniti beş tane idi. Birincisi Beytü'l-Makdis'e kadar Burak. İkincisi
dünya göğüne kadar Mi'rac; üçüncüsü yedinci göğe kadar meleklerin kanatları;
dördüncüsü Sidre-i Münteha'ya kadar Cibril'in kanadı; beşincisi Kâbe
Kavseyn'e (Mirac gecesi iki yay arası kadar Allah'a yaklaşmasına) kadar
Refref (manevî bir binek)
Gerçi
Allah'ın kudretine göre bu vasıtalara gerek yoktur. Yüce Allah'ın dilediğini
bir anda herhangi bir yere ulaştırmaya gücü yeter. Fakat bütün bunlar,
âyetlerini göstermek ve ikramını ortaya koymak cümlesinden sayılır. Çünkü
"Ona âyetlerimizden gösterelim diye" ifadesi gereğince İsrâ'nın
hikmeti âyetleri (alâmetleri) göstermektedir. Tefsircilerden bazıları gök
cisimlerinin hareketlerinin süratlerinden bilimsel misaller getirerek İsrâ ve
Mirac'daki süratli yürüyüşü akıllara yaklaştırmaya çalışmışlardır. Fakat
doğrudan doğruya ilâhî âyetlerden olan bir harika, tabiî bir görüş açısı ile
açıklanabilmekten uzaktır. Tabiî bir tasarı, benzerlerine göre düşünmek
demektir. Halbuki benzeri görülmemiş bir olayı benzerleri ile düşünmeye
kalkışmak çelişki olur. O, ancak müşahede veya haber ile bilinir. Gerçi
İsrâ'yı iyice tetkik edebilmek için Burak hadisi bize bir düşünce prensibini
vermiyor değildir. Çünkü Burak kelimesinin berk (yıldırım) maddesinden
türemiş olduğu apaçıktır. Peygamberimizin hadisinde onun tanımlanması şu
şekildedir: "Boyu merkebden büyük, katırdan küçük bir hayvandır ki,
ayağını gözünün (gördüğü yerin) son noktasına basar". Bu ise şimşek ve
elektrik süratini anlatır. Biz bu prensiple İsrâ'nın süratini bir dereceye
kadar düşünmek ve böyle bir nakliye vasıtası üzerine binenin elektrikten
etkilenmeyerek hiç sarsılmaksızın tam sükunet ve huzur içinde mesafeyi
katlayabileceğini düşünebiliriz. Ve bu şekilde Burak ve Mirac vasıtalarının
özel olarak tahsisine bir hikmet yönü de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar,
en fazla noksan akıldan tam akla yaklaştıracak iman delilleri olabilir. Yoksa
yer, zaman, hareket, ruh nitelikleri meselelerinin mahiyetiyle ilgili bulunan
ve yüce Allah'ın kudretinin en büyük âyetlerinden olan Mirac mucizesi
üzerinde düşünmek, aklın anlayış ölçüsünden çok yüksektir. Onun için
demişlerdir ki o Mirac nitelendirilemeyecek kadar yücedir. Bu konuda şundan
başka ne söylenebilir? O, her şeye gücü yeten ve sevendir. Hiçbir şey O'nu
aciz bırakamaz. Nurundan yarattığı dostunu (Hz. Muhammed'i) ziyaretine davet
etmiş, meleklerinin ileri gelenlerinden gönderdiklerini göndermiş. Cibril,
binitinin özengisini, Mikail de yularını tutmuş. Nihayet bir sınıra kadar
varmış, sonra da noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Allah, dilediği
şekilde o işi kendisi üslenmiş. Şimdø O Allah'ın dostuna uzun gelecek hangi
mesafe ve nurlu cesedine engel olacak hangi cisim düşünülebilir?
"Huzvâ'yı
geç, orada latîf bir âlem vardır ki Ruhlar onun cesetlerinin
kalıntılarındandır."
Farsça
bir şiirde şöyle denilmiştir:
"Renk
Onu, yani Muhammed (s.a.v.)'i âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin
yürüttük. Bu şekilde Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil,
Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Gerçekten
Necm Sûresi'nin inişi daha önce olduğuna göre, Peygamber hakkında;
"Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü" (Necm,
53/18) anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah'ın âyetlerinden
en büyük bir âyettir. Ve İsrâ'nın hikmeti de ona göstermeden çok, onu
göstermeye daha uygundur.
Muhakkak
ki, ancak o, herşeyi işiten ve herşeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu
zamiri yüce Allah'a işaret etmek üzere tefsir etmişler ve meâlini şöyle
açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh zattır ki, ancak o, kulunun
gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören ve haberdar olan ve bundan
dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu bilendir. Onun için bu makamı
ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde ikramda bulunmuştur. Bu şekilde âyet,
gıyabdan (üçüncü şahıstan) birinci şahısa iltifat (çevirme) ile başlamış ve
birinci şahıstan üçüncü şahısa iltifat ile son bulmuş olur. Aynı zamanda
kâfirlere karşı bir tehdid mânâsını da gerektirir. Ebu'l-Bekâ'nın
naklettiğine göre, bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret ettiğini
söylemiş ve âyetin meâlinde demiştir ki: "Gerçekten sözümüzü işiten ve
zatımızı gören yalnız o kuldur". Bu şekilde üçüncü şahısa iltifat
yoktur. Ve âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak "zatımızı
gören" diye tefsir etmek için açık bir ipucu yoktur. "O
gösterdiğimiz âyetleri gören" demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî
demiştir ki: "Zamirin böyle iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin
sırrı, Hz. Peygamberin yüce Allah'ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh
olan Allah'ın sözünü işitmesi ve ancak, "Benim yardımımla işitir ve
benim yardımımla görür." Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret
olsa gerektir. (Yunus Sûresi'ndeki "Ya da o kulaklara ve gözlere kim
sahiptir?" (âyetin tefsirine bkz. 10/31)
Şimdi
İsrâ'dan bahsedilirken mutlaka Hz. Musa'nın mikatı (Onun için belirlenen
zaman) hatırlanacaktır. Dolayısıyla Musa'nın: "Sen asla beni
göremeyeceksin." (A'râf, 7/143) hitabı ile karşılandığı "Musa,
tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya geldiğinde..." (A'râf, 7/143)
âyeti ile Hz. Muhammed'i Allah'ı görmeye götüren bu İsrâ âyeti arasında bir
düşünülürse, Allah ile konuşan Hz. Musa'nın makamı ile, Allah'ın habibi Hz.
Muhmmed'in makamı arasındaki fark açıkça anlaşılır. Buna işaret etmek üzere
sözü İsrâ'dan Musa'ya nakletmekle buyuruluyor ki:
Meâl-i
Şerifi
2-
Musa'ya da kitap verdik ve beni bırakıp başkasını vekil edinmeyiniz diye onu
İsrail oğulları için bir hidayet rehberi kıldık.
3-
Ey Nuh'la beraber gemiye taşıyarak kurtardığımız kimselerin soyundan olanlar!
Doğrusu o çok şükredici bir kuldu.
2-
Şöyle diye ki, yani Tevrat'ın hidayetinin esası şu idi ki benden başka vekil
edinmeyin, işlerinizi havale edecek, benden başka Rab tanımayın.
3-4-
Nuh ile beraber yüklediklerimizin çocukları. Ey Nuhun gözetiminde gemiye
bindirip tufandan kurtardığımız birkaç müminin çocukları!Yani ey bugünkü
insanlar! Siz bu aslınızı düşünmelisiniz. Yalnız bunu düşünseniz başka vekil
edinilemeyeceğini anlarsınız. Doğrusu o Nuh çok şükreden bir kuldu. Her
durumunda şükrederdi. Yani siz niye nankörlük ediyorsunuz?
Meâl-i
Şerifi
4-
Biz İsrailoğulları'na Tevrat'ta şu hükmü verdik: "Muhakkak siz,
yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir yükselişle
yükseleceksiniz."
5-
Birincisinin zamanı gelince,üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik.
Onlar, evlerin aralarına girip araştırdılar. Bu yerine getirilmesi gereken
bir vaad idi.
6-
Sonra sizi tekrar o istilacılar üzerine galip kıldık ve size mallarla ve
oğullarla yardım ettik. Ve toplum olarak sizin sayınızı artırdık.
7-
Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük
ederseniz yine kendinizedir. Artık diğer fesadınızın zamanı gelince,
yüzlerinizi üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları ve ilk kez girdikleri gibi
yine Beyt-i Makdis'e girmeleri, ele geçirdikleri yerleri mahvetmeleri için
onları tekrar göndereceğiz.
8-
Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz tekrar dönerseniz biz de
döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık.
Biz,
kitapta İsrail oğullarına şu hükümleri bildirmiştik. Muhakkak siz, bu
mukaddes toprakta iki defa fesat çıkaracaksınız ve muhakkak ki çok büyük bir
azgınlıkla taşacaksınız. Fesadın çıkış yeri bu olarak.
5-
Onlardan birinci fesadın zamanı gelince, birinci fesat devrinizin zamanı olup
ceza sırası geldiği zaman ki, İbnü İshak'ın rivayetine göre, Şa'ya (a.s.)yı
öldürdükleri zamandır.
İbnü
Cerir Tefsiri'nde geniş bir tarzda açıklanmış olan bu kıssa, ibret alınacak
öğütleri kapsadığından burada nakledilmesi faydalı olacaktır. Şöyle ki:
İsrailoğulları'nda
bir çok olaylar meydana gelmiş, günahlar işlenmişti. Yüce Allah, bunlarla
onları sorumlu tutmamış, kendilerine iyilik ve ihsan ile muamele etmişti.
Nihayet, İsrailoğulları padişahlarından Sıddıka ismindeki padişahları
zamanında olaylar büyümüştü. O zaman Şa'ya (a.s) onlara peygamber olarak
gönderilmiş ve Babil hükümdarı Sencarib'in hücum ve istilası bertaraf
edilmişti. Şa'ya b. Emsiya (a.s.) İsa ve Muhammed (a.s)i müjdeleyen bir
peygamber idi. Sıddıka, onun vahiy ve nasihatları ile amel etmiş ve başarılı
olmuştu, O vefat edince İsrailoğulları'nın işleri karışmış, hükümranlıkta
yarışmaya düşmüşler, birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Şa'yâ'yı
dinlemiyorlar, nasihatlarını kabul etmiyorlardı. O vakit, yüce Allah, Şa'ya
(a.s)ya buyurmuş ki: "Kalk! Kavmin içinde senin dilin üzere vahy
edeceğim". Adı geçen kalkmış yüce Allah da onun dilini vahy ile
konuşturup buyurmuş ki:
"Ey
gök dinle! Ey yer sus! Çünkü Allah Teâlâ İsrail oğulları'nın durumunu
anlatacak."
O
İsrailoğulları ki, kendi nimetiyle büyütmüş, kendisi için seçmiş, ihsanı ile
seçkin kılmış, kullarına üstün kılmış ve ihsanıyla başkalarına üstün
tutulmuştu. Halbuki onlar, çobanı olmayan kaybolmuş davar gibi idiler. Öyle
iken ürkenlerini yatıştırdı, kaybolanlarını topladı, kırıklarını sardı,
hastalarını tedavi etti, zayıflarını semizlendirdi, semizlerini korudu. Bunu
yaptığı zaman azdılar, koçları tosuşmaya başladı, birbirlerini öldürüyorlar,
hatta kırığı kendine sarılacak sağlam bir kemik bile kalmadı. Yazıklar olsun
bu hata yapan ümmete! Yazıklar olsun şu hata yapan topluma ki, ölümün
kendilerine nereden geldiğini anlayamıyorlar. Deve bile vatanını hatırlar da
ona döner gelir. Eşek bile üzerinde doyduğu bağı hatırlar ve ona geri döner.
Öküz bile semizlendiği şenliği hatırlar ve ona döner gelir. Bu toplum ise
öküz değil, eşek değil, akıl sahipleri oldukları halde, ölümün kendilerine
nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir misal vereceğim,
dinlesinler, onlara de ki:
"Bir
zaman boş, harap, bayındır olmayan ölü bir arazi vardı. Ve bunun kuvvetli ve
bilgili bir de sahibi vardı. Onu imar etmeye başladı. Kendi kuvvetli iken
arazisinin harap olmasını veya bilgili iken boşuna harcadı denilmesini
istemedi. Etrafını duvarla çevirdi, içinde sağlam bir köşk yaptı, ortasından
ırmak geçirdi. Zeytinden, nardan, hurmadan, üzümden ve türlü türlü meyvelerin
hepsinden cins cins ağaçlar dikti ve onu kuvvetli, güvenilir, görüş sahibi,
çalışkan bir korucunun korumasına emanet bıraktı, gelişmesini bekledi.
Tomurcuklandığı ve meyveleri keçi boynuzu çıktığı zaman, "Aman bu ne
kötü arazidir! Bunun duvarını, köşkünü yıkalım, ırmağını kapayalım, bekçisini
yakalayalım, ağaçlarını yakalım; eskiden olduğu gibi harap olsun, imardan iz
ve eser kalmasın" dediler. Bu davranışı nasıldır, buna ne dersiniz?
Allah buyurdu ki: "O duvar benim zimmetim (koruluğum), köşk şeriatım,
nehir kitabım, koruyucu peygamberim, dikilen ağaçlar da onlar, o ağaçların
çıkardığı keçi boynuzu da onların kötü amelleridir. Ben de onlara, kendi
aleyhlerine verdikleri hükümle hükmettim. O, onlara Allah'ın verdiği bir misaldir.
Bana sığır ve koyun kesmekle yaklaşmak istiyorlar. Halbuki et, bana ulaşmaz
ve ben onu yemem. Bana takva ile, haram kıldığım nefisleri boğazlamaktan
sakınmakla yaklaşmayı bırakıyorlar. Kanlarla elleri boyanmış, elbiseleri
bulaşmış. Benim için evler ve ibadet edilecek yerler yükseltip
sağlamlaştırıyorlar ve onların içlerini temizliyorlar da kendi kalblerini ve
vücutlarını pisliyorlar ve kirletiyorlar. Benim için evleri ve ibadet
yerlerini yaldızlı nakışlarla süslüyorlar da akıllarını, fikirlerini bozuyorlar.
Benim evleri yükseltip sağlamlaştırmaya ne ihtiyacım var? Ben o evlerde
oturmam, benim nakışlı ibadet yerlerine ihtiyacım mı var? Ben onlara girmem,
ben onların yükseltilmesini ancak içlerinde zikir ve tesbih edilmem için ve
namaz kılmak isteyenlere bir alâmet olması için emrettim."
Diyorlar
ki: "Eğer Allah'ın, bizim dostluğumuzu ve kaynaşmamızı pekiştirmeye gücü
yetse idi elbette toplardı. Ve eğer bizim kalblerimize anlatmaya Allah'ın
gücü yetse idi mutlaka anlatırdı. "İki kuru ağaç al, en çok birleştikleri
bir sırada birleştikleri yere var. O iki ağaca hitap ederek Allah da size
ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor. Bunu söyleyince iki ağaç birbirine
karışıp hemen birleştiler. Bundan dolayı Allah, buyurdu ki: "Söyle
onlara gördünüz ya ben, iki kuru ağacı birleştirmeye kadirim. Dileseydim
sizin dostluğunuzu birleştirmez miydim veya kalplerinize söz geçiremez
miydim? Halbuki ona ben şekil verdim."
Diyorlar
ki: "Oruç tuttuk, orucumuz kabul makamına yükselmedi, namaz kıldık
namazımız nurlanmadı, sadaka verdik sadakalarımız sebebiyle malımız
artırılmadı, güvercin gibi inleyerek dualar ettik, kurtlar gibi uluyarak
ağladık hiç biri işitilmedi, dualarımız kabul edilmiyor."
Allah
buyurdu ki: "Onlara sor, benim duaları kabul etmeme engel olan nedir?
Ben işitenler içinde en fazla işiten, bakanlar içinde en fazla gören, cevap
verenlerin en yakını, merhamet edenlerin en merhametlisi değil miyim?
Elimdeki şeyler mi azdır? Nasıl olur ki? Benim kudret ellerim iyilik yapmaya
açıktır, dilediğim gibi harcarım ve bütün hazinelerin anahtarları benim
yanımdadır. Onları benden başkası ne açar, ne kapatır. Gerçekten benim
rahmetim her şeyi kapsar. Birbirlerine merhamet edenler ancak o sayede
ederler. Yoksa sonradan cimri mi oldum? Ben cömertlerin en cömerdi, bütün
iyilikleri yapmayı sevenim; verenlerin en cömerdi, kendisinden dilek
istenenlerin en fazla kerem sahibi değil miyim? Eğer şu kavim benim
kalblerinde parlattığım, ondan sonra kendilerinin onu atıp da dünyayı satın
aldıkları hikmet ile nefislerine bir göz atsalardı, nereden vurulduklarını
görürler ve en büyük düşmanlarının, kendi nefisleri olduğunu tam olarak
bilirlerdi."
"Ben
onların yalan sözle ayıp ve kusurlarını örterek iyi göründükleri, haram
yemekle kuvvet almak istedikleri oruçlarını nasıl kabul ederim? Onların
kalbleri benimle savaşmaya, yarışmaya kalkışan, haram kıldıklarımı
işleyenlere kulak verip dururken namazlarını nasıl nurlandırırım? Veya
sadakaları benim katımda nasıl zekat yerine geçer (Mallarını temizler) ki?
Onlar başkalarının mallarını sadaka olarak veriyorlar. Ben onlarla ancak
kendilerinden gasbedilmiş olan sahiplerini mükafatlandırırım. Hem dualarını
nasıl kabul ederim ki? O ancak dilleri ile söyledikleri bir sözdür,
yaptıkları ise ondan çok uzak ve farklıdır. Ben ancak yumuşak huylunun duasını
kabul ederim, ancak zavallı zayıf yoksul kimselerin sözünü dinlerim ve
yoksulların, miskinlerin rızası benim rızamın alâmetlerindendir. Fakirlere
merhamet, zayıflara yanaşma, mazluma insaf, malı gasb edilene yardım, hazırda
bulunmayana adalet etseler dullara, yetime, yoksula ve her hak sahibine
hakkını verseler! Bana insanla konuşmak yaraşsaydı ben onlarla
konuşurdum."
"Ve
o vakit gözlerinin nuru, kulaklarının duyma gücü, kalblerinin anlayışı
olurdum. Ve o vakit bellerini doğrultur, ellerinin ve ayaklarının kuvveti
olurdum. Ve o vakit dillerini ve akıllarını sağlamlaştırırdım."
"Sen
benim peygamberlik işlerimi tebliğ edip, onlar sözümü işittikleri zaman:
"Bunlar uydurma laflar, birinden birine miras kalan lakırdılar,
büyücülerin ve kâhinlerin yazdıkları eserlerden bir eserdir" diyorlar.
Ve kendileri de böyle bir söz söylemek isteseler yapabilirler ve şeytanların
onlara yapacağı vahy ile gaybden haberdar olabileceklerini iddia ediyorlar.
Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor, sır tutuyor. Durum böyle ise onlar bilirler
ki, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim. Ve onların açıkladıkları ve
gizledikleri şeyleri de bilirim. Ben gökleri ve yeri yarattığım gün, kendim
için var ettiğim bir hüküm verdim. Ve ona önünde süreli bir zaman belirledim
ki mutlaka o, gerçekleşecektir.
Eğer
onlar gayb ilminden çalmalarında doğru iseler, haydi sana haber versinler ben
o hükmü ne zaman tatbik edeceğim, o ne zaman olacak?. Eğer onların,
dilediklerini yapmaya güçleri yetiyorsa, benim onu yapacağım kuvvet gibi bir
kuvvet göstersinler. Ben onu müşriklerin istememesine rağmen, her dinin
üstüne çıkaracağım. Eğer onların, dilediklerini söylemeye güçleri yetiyorsa,
o hüküm emrini vereceğim. Hikmetin benzerini telif etsinler (yazsınlar).
Çünkü ben gökleri ve yeri yarattığım gün şöyle hükmettim:"
Peygamberliği, ücretle çalışanlar içinde kılayım, mülkü çobanlara, yüceliği
alçak kimselere, kuvveti zayıflara, zenginliği fakirlere, serveti malı en az
olanlara, şehirleri kırlara, kaleleri çöllere, beredayı enginlere, ilmi
cahillere, hükmü okuma-yazma bilmeyenlere çevirip vereyim."
Şimdi
onlara sor bu, ne zaman? Ve bunun başına geçecek kimdir? Kimin eli ile ben bu
sünneti açacağım? Bu işin yardımcıları ve destekleyenleri kimlerdir?
Biliyorlarsa söylesinler. Ben bunun için okuma, yazma bilmeyen bir peygamber
göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz, edebe ve terbiyeye
uymayan davranışta bulunmaz, edebe aykırı söz söylemez. Ben, ona her güzellik
için doğru bir davranış vereceğim, her güzel ahlâkı ona bağışlayacağım.
Sükuneti elbisesi, iyiliği prensibi, takvayı gönlü, hikmeti düşüncesi,
doğruluk ve vefakarlığı tabiatı, affı ve şeriatın hoş gördüğü şeyleri ahlâkı,
adalet ve iyiliği yaşantısı, hakkı şeriati, hidayeti imamı, İslâmı milleti,
Ahmed'i ismi kılacağım. Sapıklıktan sonra onunla hidayet edeceğim.
Cahillikten sonra onunla öğretim yapacağım, düşkünlükten sonra onunla
yükselteceğim, tanınmazken onunla şan vereceğim, azlıktan sonra onunla
çoğaltacağım, darlıktan sonra onunla zenginleştireceğim, ayrılıktan sonra
onunla toplayacağım. İhtilafa düşen kalbleri, dağınık arzuları, bölünmüş
ümmetleri onunla birleştireceğim. Ümmetini, insanlar için çıkarılmış en
hayırlı ümmet yapacağım.
Benim
birliğime inanmak için bana iman ve ihlas ile şeriatın uygun bulduğunu
emredecek ve şeriatın yasakladıklarını nehyedecekler. Ayakta, oturarak, rukua
vararak ve secde ederek bana namaz kılacaklar. Benim yolumda saf tutarak ve
düşmana karşı yürüyerek savaşacaklar. Benim rızamı elde etmek için mallarından,
yurtlarından çıkacaklar. Ben onlara camilerinde, meclislerinde yattıkları,
gezdikleri yerlerde tekbir, tevhid, tesbih, hamd, övgü ilham edeceğim, Sokak
başlarında tekbir, tehlil ve takdis edecekler. Benim için yüzlerini, el ve
ayaklarını temizleyecekler, bellerine elbiseler (ihramlar) bağlayacaklar,
kurbanları kanları, kitapları göğüsleri, gece rahip, gündüz arslan. O benim
bir lütfumdur ki, dilediğime veririm. Ve ben çok büyük lütuf sahibiyim.
Şa'yâ
(a.s) sözünü bitirince öldürmek için üzerine saldırmışlar. O da kaçıp bir
ağaca gizlenmiş, eteğinin dışarda kalan ucunu görmüşler, testereyi dayayıp
onu ağaç ile beraber biçmişler. Sonra Ermiyâ (a.s.)'yı da hapsetmişler. Allah
Teâlâ da Buhtu Nassar'ı onlara musallat edip belalarını vermişti.
Nitekim
buyuruyor ki: Şiddetli savaşçı ve güçlü, kendisinden hoşlanılmayan
kullarımızdan üzerinize saldık. Burada izafette (tamlama ile) marife olarak:
"kulumuz" buyurulmayıp nekire olarak "bir kulumuz"
buyurulması bunların, Allah'a nisbet edilerek anılacak, marifet ve ibadetleri
makbul kulları olmadığına işarettir. Yani bu belirsiz yapmada "O'nun
kulu" ifadesindeki belirlilik gibi özel tamlama ile bir şereflendirme
mânâsı değil, şiddetli bir korkutma ve dehşet mânâsı vardır. Gerçekten yüce
Allah, âlemlerin Rabbi olduğu için, aslında mümin de kâfir de onun kuludur.
Ve düşünmeli ki, mümin iken azan bir kavme, kâfir bir kavmin musallat
kılınması ne korkunç şeydir. Salih ellerle ıslah kabul etmeyen kavimleri
bekleyen sonuç ta budur. Bazı tefsirciler, bu olayın Câlut olayı olduğunu
söylemişlerse de çoğunluk, "Buhtu nassar" olayı demişlerdir.
Bununla beraber esas önemli olan taraf, olayın zaman ve şahısları değil, özel
mahiyeti ile hikmetidir. Kur'ân'da da ancak bu nokta anlatılmıştır. Onun için
en doğrusu şahıslar ve zamanların belirlenmesi ile uğraşmayarak olayı,
Kur'ân'ın açıklaması yönüyle kökü ve hikmeti ile ele almaktır.
Allah'ın
yüceliği, onlara o korkunç kulları saldırttı da evlerin aralarını yokladılar.
Yani öyle istila ettiler, öyle can kırımı yaptılar ki, herkese açık genel
yerlerden başka, evlerin aralarını arayıp öldürecek İsrailoğulları'nı
aradılar ve bu, yerine getirilmiş ve vaad oldu. Yani birinci fesat döneminde
vaad edilen hüküm ve alın yazısı bu şekilde gerçekleşti, tamam oldu. (Bakara
Sûresi'ndeki "Veya altı üstüne gelmiş bir şehire uğrayan kimseyi
görmedin mi?" (2/259) âyetinin tefsirine bkz.).
6-
Sonra da size, onlar üzerine tekrar saldırma imkânını verdik. Devletinizi
tekrar verdik ve sizi malllarla ve oğullarla destekledik ve sizi orduca
çoğalttık.
7-
Şöyle diyerek ki: Eğer iyilik ederseniz; Allah'a itaat, emir ve yasaklara
riayet etmekle güzel çalışır, iyilikler yaparsanız kendinize iyilik etmiş
olursunuz. Çünkü o iyilik ve itaatin bereketleriyle yüce Allah, size her
türlü iyilik ve bereket kapılarını açar ve eğer kötülük yaparsanız o da kendi
aleyhinizedir. Allah'a isyan eder, yasak şeyler ve bozgunculuk peşinde
olursanız, kendinize kötülük etmiş olursunuz. Çünkü isyan ve bozgunculuğun
uğursuzluğu ile, üzerinize dünya ve ahiret cezalarının kapıları açılır. Demek
ki İsrailoğulları devletinin bu şekilde geri verilmesi Allah'ın bir yardımı
olmakla beraber, aynı zamanda kendilerinin iyi çalışmalarıyla da ilgili idi.
O acı terbiye ile tevbe etmişler, durumları düzelerek güzel çalışmışlar.
"Allah onu yüz sene öldürdü." (Bakara,2/259) âyetinin mânâsı
gereğince, yüz seneden sonra da olsa başarmışlardı. Fakat bu iyilik, devam
etmeyip ikinci bozgunculukları başlayacak ve o vakit son cezalandırma
zamanları gelecek, kötülükleri yüzlerine çarpılacak, devletleri başlarına yıkılacaktı.
Nitekim şöyle buyurulmuştur: Bunun üzerine sonraki cezalandırma zamanı
gelince; önce haber verilen iki defa fesat çıkarmaktan sonuncusunun
cezalandırılma zamanı gelince ki bu da Yahya (a.s)yı öldürme ve İsa (a.s)yı
öldürme ve çarmıha germeye kalkıştıkları zamandır yüzlerinizi kötü duruma
sokmak için ve ilk kez girdikleri gibi Mescid'e (Kudüs'e) girmeleri için ve
her istila ettiklerini mahvetmeleri içindir. Krallar taifesinden Babil kralı
Cuder veya Cürdus diye rivayet edenler olmuşsa da bu üç facianın sonucu bir
olayın safhaları veya birçok olayların zincirleme ardarda meydana gelmesi
olarak düşünülebilir. Her birinde "lâm"ın açıkça ifadesi ikinci
ihtimali daha fazla andırır. Bu yıkımı yapan şiddetli kuvvet sahipleri de
tarihi bilgilere göre Totistan Kostantin'e kadar Romalılar olmuştu.
(Bakara
Sûresi'ndeki "Allah'ın mescidlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel
olan ve onların harab olmasına çalışandan daha zalim kim vardır?"
(Bakara, 2/114)
8-Bundan
sonrasına gelince:
Rabbinizin
size rahmet etmesi yakındır. Yani âlemlere rahmet olan ahir zaman
peygamberinin gönderilmesi ve sizin o saldırılardan kurtulmanız ümidi artık
yakındır. Şu şartla ki siz düzelme yolunu tutarsanız. Şayet siz yine
dönerseniz; eskisi gibi bozgunculuğa geri dönerseniz biz de döneriz. Yine
cezalandırırız. Ve biz cehennemi kâfirler için bir kuşatıcı, çıkılması
imkansız bir hapishane kılmışızdır. Yüce Allah'ın hükmü ve yargısı olan bu
hükümler, vaktiyle İsrailoğulları'na gönderilen kitapta Tevrat ve ekleri olan
sahifelerde bildirilmiş idi. Onların takdirleri böyle idi.
Şimdi
o yakın olan rahmet nerededir, diyecek olurlarsa, işte:
Meâl-i
Şerifi
9-
Şüphesiz ki bu Kur'ân, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve salih
amel işleyen müminlere büyük bir ecir olduğunu müjdeler.
10-
Ahirete inanmayanlara da can yakıcı bir azab hazırlamışızdır.
9-10-
Gerçekten işte bu Kur'ân en doğru, en sağlam yola irşad eder ve salih
amelleri, yani Kur'ân'da açıklanan iyi işleri yapan müminleri müjdeler ki:
Kendileri için büyük bir mükafat muhakkak vardır. Ahirete inanmayanlara da
çok acı bir azab hazırladığımız gerçektir. Şu halde buna karşı insanların
yapacağı şey, iman ile iyi amelleri işleyip o büyük mükafatı istemek ve o acı
azabdan korunmaktır. Fakat:
Meâl-i
Şerifi
11-
İnsan, hayrın gelmesine dua ettiği gibi kötülüğün gelmesine de dua eder.
İnsan pek acelecidir.
12-
Biz geceyi ve gündüzü varlığımıza delalet eden birer delil kıldık. Sonra
Rabbinizden bir lütuf aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için
gecenin karanlığını silip (yerine) eşyayı aydınlatan gündüzün aydınlığını
getirdik. İşte biz her şeyi uzun uzadıya anlattık.
13-
Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı
kitabı önüne çıkarırız.
14-
"Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz.
15-
Kim doğru yola gelirse sırf kendi iyiliği için gelir. Kim de saparsa ancak
kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar başkasının günah yükünü çekmez. Biz bir
Peygamber göndermedikçe, hiç kimseye azab edecek değiliz.
16-
Biz bir ülkeyi yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklılarına emrederiz,
onlar itaat etmeyip orada kötülük işlerler. Böylece, o ülke helaka müstahak
olur, biz de onu yerle bir ederiz.
17-
Hem Nuh'tan sonra nice nesilleri helak ettik. Kullarının günahlarını bilmek ve
görmekte Rabbin yeter.
18-
Her kim peşin isterse, dünyada ona, istediğimiz kimseye, dilediğimiz kadarını
peşin veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız; kınanmış ve (rahmetimizden)
kovulmuş olarak oraya girer.
19-
Kim de ahireti isterse ve mümin olarak kendine yaraşır bir çaba ile onun için
çalışırsa, öylelerinin çalışmalarının karşılığı verilir.
20-
Hepsine; (dünyayı isteyenlere de, ahireti isteyenlere de) Rabbinin ihsanından
veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.
21-
Bak! Onların bir kısmını diğerine nasıl üstün kıldık! Elbette ahiret, hem
dereceler bakımından daha büyüktür, hem de üstünlük bakımından daha büyüktür.
22-
Allah ile birlikte başka bir ilâh edinme! Yoksa kınanmış ve yalnız başına
bırakılmış olarak oturup kalırsın.
11-
İnsan hayra dua eder gibi, şerre de dua eder veya şerri davet eder. Sanki o
büyük mükafata dua ediyormuş gibi, o acıklı azaba dua eder. Veya yaptıkları
ile o azabı davet eder. Bunun sebebi de şudur: İnsan pek acelecidir. Sonra
olacak şeyin vaktinden önce hemen olmasını ister. Sabır ve tahammül zoruna
gider de iman ile yararlı işlerden önceye alarak o büyük mükafatı isteyecek
yerde, acelesinden imansızlar hakkında hazırlanmış olan çok acı azaba dua
eder. Onun bir an önce hemen yerine getirilmesini bir iyilik ister gibi ister
ve bu şekilde kendisine kötülüğü davet etmiş olur. Çünkü bir şeyin vaktinden
önce acele, olarak gerçekleşmesini isteyen kimse, o şeyden mahrum edilmekle
azarlanır. Bundan dolayı müminler, kötülüğe dua etmemeli, sabır ve ihtiyat
ile hayra dua etmeli ve yararlı işleri yapmaya teşebbüs ile hayra davet
etmelidir.
İnsanın
çok aceleci olması bir de şu mânâyı kapsar: İnsan peşincidir. Veresiyeden
daha fazla peşine heves eder. Ahireti, dünyada görmek ister. Onun için
insanların birçoğu ahireti bırakır da dünyayı ister. O büyük ücrete önem
vermez, o acıklı azabı hesaba almaz. Ve bu şekilde kendisine hayır istiyormuş
gibi kötülüğü davet eder. Ki bu mânâ biraz sonra (17/18) âyeti ile
açıklanacaktır. Özetle her kişisinde veya bütün durumlarında değil, cinsi
itibarı ile veya bazı durumlarda insan çok acelecidir. Ve acelesinden iyilik
ve kötülüğü birbirinden ayırmaz, sonunu gözetmez. Zaman âyetlerini hesaba
almaz da kendine iyiliği davet ediyormuş gibi bir tehlike ile kötülüğü davet
eder.
12-
Halbuki biz gece ve gündüzü iki âyet yaptık. Gece ve gündüz denilen iki
alâmet ki değişme ve birbirini takip etmekle zamanın akışına ölçü ve onun
üzerinde hüküm ve tasarruf icra eden Allah'ın kudretinden birer nişanedirler.
Bunları yaparken gece âyetini sildik. Bu nazım, ihtibâk sanatı cinsinden bir
icaz ile şu mânâya işaret eder ki, gece ve gündüzün kendilerini iki âyet
yaparken, her biri için de birer âyet yaptık ve bunun için gece âyetini
sildik. "Gündüz âyetini gösterici kıldık." Gece âyeti karanlık veya
ay, gündüz âyeti de ışık veya güneştir. Fakat burada gece âyeti, karanlık ile
tefsir edilecek olursa; karanlığın silinmesi, gündüz âyetinin mânâsı demek
olacağından bu fıkra, ikincisinden fazla bir fayda ifade etmemiş olacaktır.
Şu halde gece âyetinden maksadın ay olması ve karanlığın bunun
mahvedilmesinden anlaşılması daha açıktır. O halde ayın mahvedilmesinden
maksat nedir? İbnü Abbas demiştir ki: "Gece âyeti olan ay, güneş gibi
aydınlatıcı idi, aydınlığı mahvedildi ve ayın yüzündeki karaltı o mahvın
izidir." İbnü Ebi Hâtem'in rivayet ettiğine göre, Muhammed b. Ka'b-ı
Kurazî demiştir ki: Gece bir güneş, gündüz de bir güneş vardı. Gece güneşi
mahvedildi ve işte aydaki silinti odur." Delâilü'n-Nübüvve'de Beyhaki ve
İbnü Asâkir, Saîd-i Makbürî'den şöyle rivayet etmişlerdir ki: "Abdullah
b. Selam, Peygamber (s.a.v) den aydaki karaltıyı sordu. Resulullah dedi ki:
'İkisi de güneş idi, yüce Allah "Biz gece ve gündüzü iki Ayet kıldık ve
gece âyetini sildik" buyurdu. Şimdi gördüğün karaltı o silintidir."
Bunlar, gibi daha diğer izler de vardır. Demek ki ay önce güneş gibi
aydınlatıcı olarak yaratılmıştı, o da bir güneş demekti. Ve o halde güneş
gibi ısısı da vardı. Sonra yüce Allah o güneşi sildi, yani söndürdü ve
böylece şimdi bildiğimiz gece âyeti olan ay meydana geldi. Şu halde gerek
ayın yüzündeki karaltı ve gerek aksettirdiği ışığının büyüyüp küçülmesi ve
nihayet kamerî ayın son üç gününde kaybolup yeni bir hilâl olarak ortaya
çıkması, o silmenin bir eseri ve neticesidir. Ayın nuru kendiliğinden olmayıp
güneşten elde edildiği, eskiden beri astronomi ilmi bilginlerince bilinirse
de ayın, önceleri güneş gibi aydınlatıcı iken, sonradan böyle mahvedilip
sönmüş olduğu bilinmiyordu. Kur'ân'ın bildirmiş olduğu bu gerçeği nihayet
zamanımız bilim adamları almış kabul etmiş ve bu günkü bilimsel düşüncelerini
bu temel üzerine takip etmekte bulunmuşlardır. Gök cisimlerinin meydana gelme
şekilleriyle ilgili teorilere yol açmış olan bu ayın silinmesi meselesi,
bilimsel açıdan çok önem taşıdığı gibi, dini açıdan da öyledir. Çünkü kıyamet
hallerinden "Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düştüğü
zaman..." (Tekvîr, 81/1-2) âyetleri ile bildirilen güneşin dürülüp
söndürülmesi, yıldızların kararıp düşmesi hadiselerinin düşünülüp tasdik
edilmesini önceden bir misal ile ibret bakışına sunmaktır. Kıyamet ve ahireti
hesaba aldırmak için, zamanın değişim seyrini mütalaa ettirmek hikmetiyle
gece ve gündüz âyetlerini söz konusu eden bu âyetin gelişi de özellikle bu
ibret ile ilgilidir. Böylece buyuruluyor ki, gece âyetini mahvettik ve gündüz
âyetini bir gösterici kıldık. Yani güneşi, gözü olanlara herşeyi görecek bir
görme vasıtası olan ışık ile parlak yaptık ve mahvetmedik ki Rabbinizden
lütuf isteyesiniz. Bu hitabın insan cinsine yönelik olduğu dikkate alınırsa
bundan anlaşılır ki, yer üzerinde insan cinsi ayın silinmesinden sonra
yaratılmış ve gece ile gündüzün birbirinden ayrılması insan hayatının feyiz
sebeplerinden birisi olmuştur. Bu şekilde mânâ şöyle olur: Bunların böyle
yapılması şu hikmetler içindir ki siz, hayata mazhar olup görüş ve düşünce
sahibi insanlar olasınız da bunları yapan ve sizi yetiştiren Rabbinizin
büyüklüğünü anlayarak çalışsanız; fakat kötülük ve noksanlık için değil,
O'nun lütuf ve kereminden hayırlı kazanç ve ilerleme istemek için çalışasınız
ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Geceleriyle ve gündüzleriyle,
aylarıyla ve yıllarıyla zamanı ölçüp önünü sonunu, dünyayı ve ahireti hesap
edesiniz ve dünyaya güvenip ahiretteki hesabı unutmayasınız diye, bunları
böyle yaptık. Ve her şeyi geniş olarak açıkladık. Yani yaratılış âleminde her
şeyi ayırd edip gündüz âyeti ile gösterdiğimiz gibi, Kur'ân'da da din ve
dünyanızla, iyilik ve kötülüğünüzle ilgili her şeyi âyetleri ile açıkladık;
bu şekilde Kur'ân, gündüz âyeti gibidir. Bunun karşısında önceki kitaplar
ise, mahvedilmiş gece âyeti gibi neshedilmiştir.
13-Bu
geniş açıklama cümlesinden olmak üzere: Her insanın da amelini kendi boynuna
taktık. Yani şans ve kaderini, gayb âleminden uçup gelecek olan iyi veya kötü
nasibini kendi zimmetine bağladık. Sorumluluğu kendi istek ve ameline tahsis
ettik veyahut vebalini kendi nefsine bağladık. Ve ona kıyamet gününde bir
kitap, amellerini kaydeden ve hesabını gösteren bir defter çıkaracağız ki, o
kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak ona şöyle çatacak: Kitabını oku!
Bugün hesap görme bakımından sen kendine yetersin. Onun için insan, dünyada
da her gün kendini okumalı, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir.
Nitekim bir hadis-i şerifte: "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba
çekiniz." buyurulmuştur.
14-Bu
geniş açıklama cümlesinden olmak üzere: Her insanın da amelini kendi boynuna
taktık. Yani şans ve kaderini, gayb âleminden uçup gelecek olan iyi veya kötü
nasibini kendi zimmetine bağladık. Sorumluluğu kendi istek ve ameline tahsis
ettik veyahut vebalini kendi nefsine bağladık. Ve ona kıyamet gününde bir
kitap, amellerini kaydeden ve hesabını gösteren bir defter çıkaracağız ki, o
kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak ona şöyle çatacak: Kitabını oku!
Bugün hesap görme bakımından sen kendine yetersin. Onun için insan, dünyada
da her gün kendini okumalı, hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir.
Nitekim bir hadis-i şerifte: "Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba
çekiniz." buyurulmuştur.
15-Böyle
her insanın amelinin kendi boynuna takılmasının mânâsının özü daha fazla
açıklanarak buyuruluyor ki: "Kim doğru yola gelirse, sırf kendi iyiliği
için gelir. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar..." İyi amma
herkes hidayet ve sapıklığı nasıl belirlesin, denecek olursa, bu varsayılan
soruya cevap olarak buyuruluyor ki: Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye
azab etmeyiz. Peygamber gönderilince de hidayet ve sapıklık tebliğ edilmiş
olur. Fakat onu kabul edip etmemek herkesin kendi boynuna, kendi iradesine
bağlıdır.
16-
Böylece herkesin amellerinin kendi boynuna takılmış olması, her insanın
yalnız kendi boynundaki vebali ile sorumlu tutulması, yalnız kişilere mahsus
olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi içinden, kendi boynuna geçirilen
baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için de buyuruluyor ki: "Biz bir
memleketi helak etmek istediğimiz zaman varlıklı kimselerine (itaat)
emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası azabı hak eder. Biz de onu
yerle bir ederiz."
17-
Böylece herkesin amellerinin kendi boynuna takılmış olması, her insanın
yalnız kendi boynundaki vebali ile sorumlu tutulması, yalnız kişilere mahsus
olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi içinden, kendi boynuna geçirilen
baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için de buyuruluyor ki: "Biz bir
memleketi helak etmek istediğimiz zaman varlıklı kimselerine (itaat)
emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası azabı hak eder. Biz de onu
yerle bir ederiz."
18-
Kim geçici dünya hayatını isterse, yani dünya için çalışır, amelinin
mükafatını bu dünya hayatında almak isterse ona burada, bu dünyada peşin
veririz. Fakat eşit olarak herkese istediği kadar değil istediğimiz kimseye
dileyeceğimiz kadar. Çünkü herhangi bir amelin değeri, çalışanın istediği ile
değil, çalıştıranın kabul etmesi ile belirlenir. Bununla birlikte: "Kim
dünya hayatını ve onun süslerini isterse, Biz onlara dünyada yaptıklarının
tam karşılığını veririz. Onların orada bir şeyleri de eksiltilmez."
(Hûd, 11/15) âyeti gereğince hepsinin ameli tam olarak verilir. Hiçbirinin
hakkı yenmez. "Sonra da ona cehennemi hazırlarız." İşte çok aceleci
olmanın önü hoş gibi görünürse de sonucu böyle korkunçtur.
19-
Kim de ahireti diler ve ona iman ederek onun için gerekeni yaparsa. İşte
bunların çalışmaları Allah katında makbuldür. Dünya için çalışanlara da,
ahiret için çalışanlara da, her ikisine de Rabbinin nimetlerinden veririz.
20-
Yani amellerinin karşılığı olarak değil, Rabbine ait olan sonsuz ihsan ve
bahşiş olarak yardım ederiz. Ve Rabbinin ihsan ve bahşişi men edilmiş
değildir. Peşin karşılığını almak için çalışana da verilir, veresiye
çalışanlara da verilir. Bundan dolayı dünya için çalışanlara dünyalıkları
verilirken, ahiret için çalışanlar dünyada mahrum edilir zannedilmemelidir.
21-
Bak, onların bir kısmını diğer kısmından nasıl üstün kılmışızdır. Her iki
kısımdan insanların bu dünyadaki ihsan ve yardım yönüyle derecelerinin ne
kadar farklı, dünya menfaatlerindeki oranlarının ne kadar birbirinden üstün
olduğu hissedilmektedir. Bu fark ve değişikliğin esası, yalnız yüce Allah'ın
bir tercihi ve üstün tutmasıdır ve ancak O'nun iradesinin eseridir. Her
insanın kaderi boynuna böyle bağlanmıştır.
Elbette
ahiret dereceler bakımından daha büyüktür, faziletçe de daha yüksektir.
Bundan dolayı insan acele etmemeli, çalışmasının makbul olması için bütün
maksatlarında ahireti tercih etmelidir.
22-Ey
insan! Allah ile beraber başka bir ilâh uydurma! Sonra kınanmış ve yalnız
başına bırakılmış olarak oturup kalırsın. Allah katında kınanmış olur,
kendini kurtaracak hiçbir yardımcı bulamazsın.
Çünkü
Allah'a ortak koşmak, çok büyük zulüm, en büyük haksızlıktır. Zalim ise her
zaman kınanmış ve netice itibariyle yardımdan mahrum kalmıştır. Halbuki her
çalışma ve çaba harcama kuvvete dayanır. En büyük kuvvet ise haktır. Hakkın
başı da Allah'ın birliğine inanmaktır. "Allah'ın güç ve kuvvetinden
başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur" Ahirete uygun çaba için ilk şart iman
olduğundan dolayı, ilk önce imanın birinci rüknü olan tevhidden başlamakla,
çalışma ve amelde hareket kanunu, edinilmesi gereken ahlâk ve faydalı
amellerin esaslarını tesbit eden ve nihayet yine tevhid işini pekiştirerek
Allah'a ortak koşmayı kınayacak olan aşağıdaki emirler ve yasaklar, dikkat
ediniz ne güzel hikmetlerdir:
Meâl-i
Şerifi
23-38-
23- Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine ibadet edin, anne ve
babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa,
sakın onlara "öf" bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve
güzel söz söyle.
24-
İkisine de acıyarak tevazu kanatlarını indir. Ve şöyle de: "Ey Rabbim!
Onların beni küçükten terbiye edip yetiştirdikleri gibi, sen de kendilerine
merhamet et."
25-
Rabbiniz içinizden geçenleri çok iyi bilir. Eğer iyi kimseler olursanız
elbette Allah çok tevbe edenleri bağışlayıcıdır.
26-
Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla beraber malını saçıp
savurma.
27-
Çünkü (malını) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise
Rabbine karşı çok nankördür.
28-
Eğer Rabbinden beklediğin bir rahmet (rızık) için, onlardan yüz çevirmek
mecburiyetinde kalırsan, o vakit de onlara yumuşak ve tatlı bir söz söyle.
29-
Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma), hem de onu büsbütün açıp saçma
(israf etme); aksi halde kınanmış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.
30-
Gerçekten senin Rabbin, kullarından dilediğinin rızkını genişletir ve dilediğini
kısar. Şüphesiz ki Allah, kullarının durumlarından haberdardır, her şeyi
görendir.
31-
Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da, size de rızkı
biz veririz. Şüphesiz ki onları öldürmek, çok büyük bir suçtur.
32-
Zinaya da yaklaşmayın, çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur.
33-
Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı canı
öldürmeyin. Kim haksız yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki verdik.
O da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü ona (dinin kendisine verdiği yetki ile)
yardım olunmuştur.
34-
Yetimin malına da yaklaşmayın. Ancak rüşdüne erinceye kadar en güzel bir
şekilde yaklaşabilirsiniz. Ahdi de yerine getirin. Çünkü verilen sözde
elbette sorumluluk bulunuyor.
35-
Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır
ve sonuç itibariyle de daha güzeldir.
36-
Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül,
bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar.
37-
Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca
da dağlara erişemezsin.
38-
Kötü olan bütün bu yasaklar, Rabbinizin sevmediği şeylerdir.
Meâl-i
Şerifi
39-40-
39- İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah'la beraber
başka bir ilâh uydurma. Aksi halde kötülenmiş ve Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.
40-
Rabbiniz, size oğulları tahsis etti de, kendisi meleklerden dişiler mi
edindi? Gerçekten siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz.
Meâl-i
Şerifi
41-
Biz, bu Kur'ân'da akıllarını başlarına almaları için türlü şekillerde (ikaz
ve ihtarı) açıkladık. Fakat bu açıklamalar ancak onların nefretini
artırmıştır.
42-
(Ey Muhammed!) De ki: "Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte ilâhlar
olsaydı, o zaman bu ilâhlar Arş'ın sahibine bir yol ararlardı."
43-
Allah, onların dediklerinden çok münezzeh ve çok yüksek, hem pek büyük bir
yükseklikle yücedir.
44-
Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu
hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini
iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.
45-
Sen Kur'ân'ı okuduğun zaman biz, seninle ahirete inanmayanların arasına
görünmez bir perde çekeriz.
46-
Ve kalblerinin üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel perdeler geçiririz ve
kulaklarına bir ağırlık veririz. Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın
zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar.
47-
Biz onların, seni dinlerken nasıl dinlediklerini çok iyi biliriz. Birbiriyle
fısıldaşırlarken de o zalimlerin: "Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına
uymuyorsunuz!" dediklerini biz çok iyi biliriz.
48-
Bak senin için nasıl misaller verdiler de bu yüzden nasıl sapıklığa düştüler!
Artık hak yolu bulmaya güçleri yetmez.
49-
Bir de onlar dediler ki: "Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp
toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz mi, yeni bir yaratılışla
diriltileceğiz?
50-
De ki: "İster taş olun, ister demir..."
51-
"İsterse gönlünüzde büyüyen başka bir yaratık olun, (Muhakkak
öldürülecek ve diriltileceksiniz.) "Onlar: "Bizi kim tekrar
diriltecek?" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratmış olan o
kudret sahibi." Sana başlarını sallayarak: "Ne zamandır bu."
diyecekler. De ki: "Yakın olması gerekir!".
52-
(Allah) sizi çağıracağı gün, tam bir hürmetle onun emrine koşacaksınız ve
zannedeceksiniz ki, kabirlerinizde pek az bir müddet kaldınız.
41-52-
O takdirde mutlaka hepsi Arşın sahibine bir yol ararlardı. Bu âyete, iki mânâ
verilmiştir: Birisi, "Her biri o bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah'a
galip gelme çaresini arardı. Çünkü galip olmadan ilâh olamazdı. "Bu
durumda "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de
muhakkak bozulurdu, yok olurdu." (Enbiyâ, 17/22) âyeti gereğince
"bürhan-ı temanü"ya (Kelâm ilminde âlimlerin devir ve teselsülün
mümkün olmadığını isbat eden delillerine) işaret olur. İkincisi de "Her
biri, Allah'ın tek zatından kuvvet ve kudret elde etmeksizin bir şey
yapamayacaklarını, bir cumhuriyetin başkansız olamayacağını bildiklerinden,
hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı. Bu şekilde ise hiçbiri ilâh olamaz,
Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmiş olurlardı." demektir.
Ve
Allah'a hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların
tesbihlerini anlamazsınız. Çokları, bu tesbihin hal dili ile delaletten veya
hal ve sözden daha umumî olduğunu söylemişlerdir. Fakat bazı tefsirciler,
hakikî mânâsı üzere, sözle tesbih etmek olduğunda ısrar etmişlerdir.
Çoğunluğun görüşü, halkın akıllarına ve anlayışlarına en çok dokunur
görünürse de Alusî Tefsiri'nde uzunca anlatıldığı üzere, Resulullah'ın elinde
taşların tesbihinin duyulması gibi rivayet edilen bir çok hadis ve eser bazı
tefsircilerin görüşünü desteklemektedir. Muhyiddin-i Arabi ve diğer birçok
sofiler de bu görüştedirler.
Meâl-i
Şerifi
53-
Mümin kullarıma söyle de (kâfirlere) en güzel olan sözü söylesinler. Çünkü
şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir
düşmandır.
54-
Rabbiniz sizi çok daha iyi bilir. Dilerse tevbeniz sebebiyle size merhamet
eder, dilerse azab eder. Seni de onların üzerine vekil göndermedik.
55-
Rabbin göklerde ve yerde olan kimselerin hepsini en iyi bilendir.
Andolsun
ki biz, peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik.
53-55-
Burada özellikle Davud ve Zebur'un zikredilmesinin sebebi:
1-
Kureyş Peygambere karşı mücadele etmek için yahudilere müracaat ediyorlar.
Yahudiler de: "Musa'dan sonra peygamber yoktur, Tevrat'tan sonra kitap
yoktur" diyorlar. Şu halde bununla onların bu iddiaları çürütülmüştür.
2-
Bununla üstünlüğün değerine işaret edilmiştir. Çünkü Davud (a.s) büyük bir
hükümdar idi. Böyle iken burada onun hükümdarlığı gözönünde bulundurulmayıp
da Zebur'un tahsis edilmesi, zikr edilen üstünlükten maksat, mal ve mülk ile
değil, ilim ve din ile üstünlük demek olduğunu gösterir.
3-
Zebur'da peygamberlerin sonuncusu (Hz. Muhammed) ve onun ümmetinin,
ümmetlerin en hayırlısı olduğu yazılmıştı. Nitekim "Andolsun ki biz,
Tevrat'tan sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olacak'
diye yazmıştık." (Enbiya 21/105) buyurulmuştur, (Enbiyâ Sûresi'ndeki bu
âyetin tefsirine bkz.)
Meâl-i
Şerifi
56-
De ki: "Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size
yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de
değiştirebilirler.
57-
Onların yalvardıkları da, Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar. Ve
O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı
korkunçtur.
58-
Hiç bir şehir (halkı) yoktur ki, kıyamet gününden önce biz onu helak
etmeyelim, yahut şiddetli bir azab ile azablandırmayalım. Bu, Kitap'ta
(Levh-i Mahfuzda) yazılıdır.
56-58-
Buradaki kitaptan maksat Levh-i Mahfuzdur.
Meâl-i
Şerifi
59-
Bizi, âyetler (mucizeler) ve peygamber göndermekten alıkoyan şey, ancak
öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Semûd'a, açık bir mucize olarak o
dişi deveyi vermiştik de ona zulmetmişlerdi (deveyi boğazlayarak kendilerine
yazık etmişlerdi). Oysa biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.
60-
Vaktiyle sana şöyle vahyettiğimizi hatırla: "Şüphesiz Rabbin insanları
kuşatmıştır." (İsrâ gecesi) sana açıkça gösterdiğimiz o temâşâyı ve
Kur'ân'da lanet edilen ağacı da, yalnız insanlara bir imtihan için
yapmışızdır. Biz onları, korkutuyoruz, fakat bu onlara ancak büyük bir
taşkınlıktan başka bir sonuç vermiyor.
59-
O âyetlerle (mucizelerle) peygamber göndermekten bizi hiçbir şey alıkoymuş
değil, ancak onları öncekiler yalanlamış oldular.
Ve
bundan dolayı tamamen imha ve yok edildiler. Âyetler, yani Allah'ın kudretine
delalet eden alâmetler üç kısma ayrılır. Bir kısmı herşeyi kapsar.
"Her
şeyde onun (Allah'ın) bir âyeti vardır ki, bir olduğuna delalet eden."
Âlimlerin düşüncesi bu âyettedir. Bir kısmı gök gürültüsü, güneş tutulması
gibi alışılagelmiş âyetlerdir. Cahillerin düşüncesi de bundadır. Bir kısmı
olağanüstüdür. Ki peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri bu
çeşittendir. Mucizeler arasında inadına istek ve ısrar edilen bir kısım
vardır ki, bunlara "âyât-ı mukteraha" denilir. Bunlar, gösterildiği
zaman (Peygambere) inanmayanlar, Semûd kavmi gibi köklerini kesecek bir azab
ile derhal yok edilmişlerdir.
Buradaki
belirli bir şeye delalet eden belirleme edatı "lâm-ı ahd" ile, işte
bu cinsten "âyât-ı mukteraha"ya işarettir ki, Kureyş müşriklerinin
inadına olarak istedikleri âyetler (mucizeler) demektir. Nitekim biraz sonra
"Dediler ki: Biz sana asla inanmayız tâ ki bizim için şu yerden bir
pınar akıtırsın." (İsrâ, 17/91) diye açıkça ifade edilecektir.
Halbuki
biz bu âyetleri ancak korkutmak için gönderiyoruz. Yani ey Muhammed! Sana
gönderdiğimiz âyetleri azab ve yok etmek için değil, ahiret azabından
korkutmak için gönderiyoruz. Bundan dolayı onların inat ederek istedikleri
mucizelerin gönderilmemesi Allah'ın kudretine karşı bir engel bulunduğundan
dolayı değil, Hz. Muhammed'in ümmeti hakkında Semûd kavmi gibi hepsinin
kökünü kesecek bir azab Allah'ın maksadı olmadığından dolayıdır.
Bu
âyetin iniş sebebinde İbnü Abbas'tan yapılan rivayete göre, Mekke halkı Safa
tepesinin altın yapılmasını ve Mekke etrafındaki dağların ortadan kaldırılıp
ekilebilir bir arazi haline getirilmesini istemişlerdi. Resulullah (s.a.v)
bunu yüce Allah'tan dileyince buyuruldu ki: "İstersen yaparım. Fakat şu
şartla: Eğer dinden çıkarlarsa önceki kavimler gibi onları da yok
ederim." Bunun üzerine: Ya Rabbi! bunu yapmanı istemem. Sabır dilerim."
dedi. Ve bunun üzerine bu âyet indirildi. Bu rivayeti, Ahmed b. Hanbel,
Nesaî, Hakim, Taberânî ve diğer muhaddisler rivayet etmişlerdir.
60-Buna
karşı belki bunlar, (daha sonra) Peygamberi yalanlamazlardı gibi bir
ihtimalin hatıra gelmemesi için buyuruluyor ki; Hani hatırlarsın ya, biz
sana: Hiç şüphe yok ki Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır demiştik. Yani
ilmi ile insanları kuşatmıştır. "Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi
en iyi bilendir." (İsrâ, 17/55) buyurulduğu üzere hepsinin içini, dışını,
önünü, sonunu tamamen bilir. Bundan dolayı istedikleri mucizeler gönderildiği
takdirde, önceki insanlar gibi bunların da Peygambere inanmayacaklarını Allah
bilir. Her insanın amelini veya kaderini boynuna bağlayan O'dur. Bir de
onların Peygamberi yalanlayacakları şu delilden hareketle de anlaşılır:
Baksana:
Biz, Mirac gecesi o sana gösterdiğimiz manzaraları, ancak insanları imtihan
etmek için sana gösterdik. Rüyayı, bazıları Fetih Sûresi'nde gelecek olan
Mekke fethi rüyası, bazıları da Bedir'de müşriklerin ileri gelenlerinden her
birinin yıkılacakları yerleri gösteren Bedir'le ilgili rüyadır, demişlerdir.
Fakat bu âyet, Mekke'de indiğinden dolayı Medine'de olan o rüyalarla
yorumlanması uygun olamaz. Doğru olan görüş, âlimlerin çoğunun açıkladığına
göre, bu gösterme ve görmenin, sûrenin başında geçen İsra âyetindeki
"Ona âyetlerimizi göstermek için" görmesine işaret olmasıdır. Çünkü
orada uzun uzadıya açıklandığı gibi bu olağanüstü Mirac olayı üzerine o
müşrikler iman etmek şöyle dursun, iman edenlerden bazılarının bile dinden
çıkması gibi büyük bir fitne olmuşlardı. Burada rüya olarak ifade
edildiğinden dolayı Mirac'ın uykuda meydana gelen bir rüya olduğunu
zannedenler olmuşsa da bu da doğru değildir. Çünkü uykuda görülen rüyada
şuraya buraya gitmek, göklere çıkmak herkesin başına gelebilir. Ve açıkça
biliniyor ki, böyle bir rüya gördüğünü söyleyen kimseye karşı çıkarak onun bu
rüyasını kabul etmemekle de hücum edilmez. Eğer Mirac uykuda görülen bir
rüyadan ibaret olsa idi, onun bir fitne yapılmasının anlamı olmazdı. Doğrusu
rüya aslında vezninde masdardır. Örfe göre uyku halinde görülen şeylere isim
olmuşsa da aslında mânâsı, görmektir, görmek demektir. Bu âyette de bu esas
mânâsı üzerine söylenmiştir. Ancak burada buna rü'yet (görmek) denilmeyip de
rüya denilmesinin nüktesini düşünmek gerekir. Bunda üç görüş vardır:
Birincisi, bu görme geceleyin meydana gelmiş bir görmedir. İkincisi, bu
anlatıldığı zaman müşrikler, sen bir rüya görmüşsün demişler. Üçüncüsü, Mirac
hadislerinde görüldüğü üzere, o geceki görmeler arasında rüyadaki gibi örnek
olarak gösterilmiş kısım da vardı. Mesela cennet ve cehennemi açıkça görürken
içlerindeki bütün cennetlikleri ve cehennemlikleri de görmüştü. Halbuki
bunların birçoğu henüz dünyaya bile gelmemiş olduklarından bunların, olmadan
önce kendilerine benzeyen şekilleriyle görülmüş oldukları anlaşılır. Öyle ise
mânânın özeti şu olur: İsrâ gecesi sana gerçekten bizim gösterdiğimiz o Mirac
görüşü âyetlerimizden en büyük bir âyet olduğu halde, biz onu inat ederek
âyet (mucize) istemekte olan o insanlar için sırf bir fitne ve imtihan
vesilesi yaptık. Gösterilen olağanüstü alâmetlere rağmen inanmadılar da
inadına yalanladılar. Bundan dolayı Rabbinin bildiği gibi, bu imtihan ile de
anlaşılır ki, hangi âyet gösterilse yalanlayacaklardır.
Kur'ân'da
lanet edilmiş olan ağacı da, aynı şekilde onlar için bir fitne (vesilesi)
kıldık. Bu lanetlenmiş ağaçtan maksat, Buharî ve diğer hadis kitaplarında
rivayet olunduğu üzere zakkum ağacıdır. Ki Sâffât Sûresi'nde: "Yoksa
zakkum ağacı mı? Biz o ağacı zalimler için bir fitne (vesilesi) yaptık O,
cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları, şeytanların başları
gibidir. Onlar, ondan yiyecekler ve karınlarını onunla dolduracaklar. Sonra
üzerine kaynar su katılmış bir içki, şüphesiz onlar içindir" (Sâffât,
37/62-67); Duhân Sûresi'nde: "Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların
yemeğidir. Pota gibi karınlarında kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibi."
(Duhân, 44642-46); Vâkıa Sûresi'nde: "Sonra siz ey doğru yolu kaybetmiş
yalanlayıcılar! Mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı
dolduracaksınız. Onun üzerine de kaynar su içeceksiniz." (Vâkıa,
56/51-54) buyurulmuştur. Rivayet ediliyor ki, bu âyetler indiği zaman Ebu
Cehil demiş ki: " Muhammed sizi öyle bir ateşle korkutuyor ki, taşları
yakarmış. Sonra da diyor ki o ateşte ağaç biter!" İbnü'z-Ziba'ra da:
"Biz zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız" demiş. Bunun
üzerine Ebu Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış ve
arkadaşlarına: "haydi zakkumlanın!" demiş ve bunun üzerine zakkuma
aşık olup İslâmiyet'ten çıkanlar olmuştu. Bu beyinsizler, deve kuşunun köz ve
kızgın demir yuttuğunu ve yeşil ağaçta ateş gizlendiğini gördükleri halde,
bunları yapan Allah'ın kudretinin ateşin kökünden cehennemin dibinden
çıkaracağı ağacı inkâr etmek ve küçümsemekle ne kötü aldanmışlardı. Bu
lanetlenmiş ağaç hakkında birkaç söz daha söylenmiş ise de en güvenilir ve en
doğru görüşe göre zakkum ağacı olmasıdır. Bunun bu şekilde bu âyetin sonunda
zikredilmesi ise, İsrâ'yı yalanlayan o inatçıların lanete hayranlıklarına
işaret eden dehşetli bir uyarıdır. Nitekim buyuruluyor ki ve biz onları
korkutuyoruz da o korkutma onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey
artırmıyor. Neden mi?
Meâl-i
Şerifi
61-
(Yine unutma ki) Bir vakit meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik.
İblis'ten başka hepsi secde ettiler. O ise: "Ben bir çamurdan yarattığın
kimseye mi secde ederim?" demişti.
62-
(Yine İblis) dedi ki: "Şu benden üstün kıldığını gördün mü? Yemin ederim
ki, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç, onun
zürriyetini kendi buyruğum altına alacağım."
63-
Allah buyurdu ki: "Haydi git! Onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki,
cezanız cehennemdir, hem de mükemmel bir ceza. "
64-
"Onlardan gücünün yettiğini yerinden oynat. Atlıların ve yayalarınla
onların üzerine yaygarayı bas! Mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol! Ve
onlara vaadlerde bulun." Fakat şeytan onlara aldatmadan başka bir şey
vaad etmez.
65-
Doğrusu benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur.
Vekil olarak Rabbin yeter.
61-65-
"Benim kullarım" ifadesindeki tamlama şereflendirme içindir.
Maksat, ihlaslı kullardır. "Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız
Rabblerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur." (Nahl, 16/99)
âyetinde buyurulduğu gibi.
Ey
İnsanlar!
Meâl-i
Şerifi
66-70-
66- Rabbiniz, lütfundan nasib arayasınız diye, sizin için denizde gemileri
yürüten kudret sahibidir. Şüphesiz O, size çok merhametlidir.
67-
Denizde başınıza bir felaket geldiği zaman, Allah'tan başka yalvardığınız
bütün putlar kaybolur. Allah sizi tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca da yüz
çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.
68-
(Denizden karaya çıktığınızda) O'nun sizi karada yerin dibine
geçirmeyeceğinden, yahut üzerinize taş yağdıran bir kasırga
gördermeyeceğinden emin misiniz? Sonra kendinize bir vekil de bulamazsınız.
69-
Yoksa sizi tekrar denize döndürüp de üzerinize kasırgalar göndermeyeceğinden
ve böylece ettiğiniz nankörlük sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz?
Sonra bu yaptığımıza karşı, bizim aleyhimize size yardım edecek bir koruyucu
bulamazsınız.
70-
Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde
taşıtlara yükledik ve temiz yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Onları
yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.
Meâl-i
Şerifi
71-
Kıyamet günü bütün insanları önderleriyle çağıracağız. O gün, kimin amel
defteri sağ eline verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük
bir haksızlığa uğratılmayacaklar.
72-
Her kim bu dünyada (manen) kör ise ahirette de kördür. Ve gidişçe daha
şaşkındır.
73-
(Ey Muhammed!) Az kalsın seni bile, sana vahyettiğimizden başkasını bize
karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni dost
edineceklerdi.
74-
Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık
meyledecektin.
75-
O takdirde, muhakkak hayatın da, ölümün de azabını sana kat kat tattırırdık.
Sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı bulamazdın.
76-
(Ey Muhammed!) Yakında seni yurdundan çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız
edecekler ve o takdirde onlar da senin ardından pek az kalacaklardır.
77-
Bu, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlerimiz hakkındaki
sünnetimizdir. Bizim sünnetimizde herhangi bir değişme göremezsin.
71-77-
Her insan toplumunu önderleriyle çağıracağımız o günü düşünmeli. İmam,
hidayet ve delalette öne geçirilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse
demektir ki, bir peygambere, bir kitaba, bir dine, bir mezhebe veya herhangi
bir başkana, bir kumandana denilebilir. Şu halde o gün, her insan topluluğu
ilâhî veya şeytanî önderlerine nisbet edilerek, mesela: Ey İbrahim ümmeti, ey
Musa ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey Muhammed ümmeti diye veya ey Firavun halkı,
ey Nemrud halkı v.s. diye veyahut dinlerine, kitaplarına, mezheplerine nisbet
ile ey falan ümmet, falan millet diye çağırılacaklar. "Kimin kitabı sağ
eline verilirse işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa
uğratılmayacaklar" Ve bu dünyada kör olan, yani bu dünyada kalp gözü kör
olup da doğru yolu görmeyen, hak imama uymayan, o üstün kılınma ve
şereflendirme nimetlerine karşı nankörlük eden ahirette, yani ahiret
hususunda daha kör ve yolca daha yanlıştır. Onun için ahirette kör, sağır ve
dilsiz olarak ve yüzün koyu sürünerek haşr olunacaklar ve kitapları sollarından
verilecektir.
Sen
şuna bak:
Meâl-i
Şerifi
78-
Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde)
gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazında,
gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.
79-
Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan
kalk, Kur'ân ile teheccüd namazı kıl, Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda
(şefaat makamına) göndermesi kesindir.
80-
(Ey Muhammed!) De ki: "Rabbim! Beni, takdir ettiğin yere gönül rahatlığı
ve huzur içinde koy ve çıkacağım yerden de dürüstlükle ve selametle çıkmamı
sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet ver."
81-
(Ey Muhammed!) De ki: "Hak geldi, batıl yok oldu. Elbette batıl yok
olmaya mahkumdur."
82-
Biz Kur'ân'dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler
indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır.
83-
Biz insana nimet verdiğimiz zaman, Allah'ı anmaktan yüz çevirip uzaklaşır.
Ona fenalık dokununca da ümitsizliğe kapılır.
84-
De ki: "Herkes bulunduğu hal ve niyetine göre iş yapar. Bu durumda kimin
en doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir."
78-
Namazı devamlı kıl ve kıldır. Güneşin zevali (batıya kayması) dolayısıyla
gece karanlığına kadar ki öğle, ikindi, akşam, yatkı vakitlerini içine alır.
Rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Güneşin batıya kayacağı
vakitte Cebrail geldi, bana öğle namazını kıldırdı" Sabah Kur'ân'ını da,
yani kırâeti özellikle önemli olan sabah namazını da dosdoğru kıl. Muhakkak
sabah Kur'ân'ı şahitlendirilmiştir. Ona gece melekleri de gündüz melekleri de
hazır ve şahid olur ve bütün kâinat uyanır, insanın gözle görme zevki
yükselir.
79-
Gecenin bir bölümünde de sadece sana ait bir nafile olarak teheccüd namazını
kıl Rabbinin seni öğülmüş bir makama göndermesi kesindir. Burada "Kulum
nafile namazları kılmakla bana yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onun
kulağı, gözü ve kalbi olurum." kudsi hadisinin mânâsıyla olan ilgi
açıktır. Makâm-ı Mahmud: Herkesin hamd ile yücelteceği muazzam makam demektir
ki, hamdin gerçek anlamının dayanağı olan mutlak yakınlık makamı, yani
hadislerde rivayet edildiği üzere Livaül'l-hamd altında büyük şefaat
makamıdır.
80-
Ve de ki, yani teheccüd namazını kılıp şöyle dua et ki: Rabbim! Gireceğim
yere dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı
sağla. Yani herhangi bir işe veya herhangi bir yere koyarken tam dürüstlükle
kabul olunan ve razı olunan bir şekilde koy ve herhangi bir işe veya bir yere
çıkarırken de yine tam bir dürüstlük ile kabul olunan ve razı olunan, övülen
bir şekilde çıkar. Bundan dolayı emrettiğin kulluk vazifelerinin girişinde,
çıkışında, yüklediğin peygamberlik görevinin yerine getirilmesinde ve
tamamlanmasında doğruluk ve dürüstlükle başarı ihsan edip ahiretin girişi
olan mezara koyduğunda dürüstlükle koy ve çıkarıp öldükten sonra
dirilttiğinde de dürüstlükle dirilterek gönder ve tarafından bana, kâfirleri,
mağlup edecek kudretli bir yardımcı ver. Bana gizli kahredici bir delil,
mağlup edici bir kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler
mağlub ve kahredilmiş, iman edenler üstün gelmiş ve zafer kazanmış olsun.
81-
Dikkat etmeye değerdir ki, bu duanın kabul edildiğini müjdeleme tarzında da
şöyle buyurulmuştur: Yine de ki:
Hak
geldi batıl yok oldu Gerçekten batıl, daima yok olmuştur. Hz. Muhammed'in
peygamberliği ile hak dinin gelmesi anından itibaren gerçekten kâfirlik ve
Allah'a ortak koşmanın yok oluşu başlamış, daha sonra Mekke fethedildiği
zaman Ka'be'den putları atarken Hz. Peygamber bu âyeti okuyarak önce verilen
bu haberin doğruluğunu ilan etmişti.
82-
Hak ne ile geldi, denecek olursa, işte cevabı şudur: Biz Kur'ân'dan öyle
âyetler indiriyoruz ki, müminler için şifa ve rahmettir. Burada dünya türlü
türlü kaygı ve hastalıklar, bela ve sıkıntı ile dolu bir hastahaneye, Peygamber
bir doktora, Kur'ân da şifa verici ilaç ve yeterli gıdaya benzetilmiş oluyor.
Şüphe ve iki yüzlülük, kâfirlik ve uyuşmazlık, zulüm ve haksızlık, hırs,
ümitsizlik, işsizlik , cahillik, taklid, bağnazlık, kötü niyetli olmak gibi
ahlâkî ve sosyal, psikolojik hastalıklara karşı Kur'ân'ın şifa ve rahmet
olduğu kesin bir gerçektir. Bundan başka maddî hekimliğin, tedavisinde aciz
kaldığı nice vücut hastalıklarına karşı da Kur'ân'ın şifa bağışlayan
özellikleri, yetkili kimselerin öteden beri gördükleri bir husustur. Bununla
beraber zalimlerin ise, ancak zararını artırır. Hakkı sevmeyenler inanmazlar
da o şifa ve rahmetten faydalanamazlar ve bu şekilde zararlarını artırmaktan
başka bir şey yapmazlar, kendi nefislerine zulmederler.
83-Bunun
sebebi de biz o insana, o çok zalim ve çok bilgisiz olan insana nimet
verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizerek uzaklaşır. Nimetle şımarır, nimet
verenden yüz çevirir, nankörlük eder. Ona zarar ziyan dokununca da son derece
ümitsizliğe düşer. İşte böyle nimet halinde teşekkür, zarar halinde ümit ve
dua özelliği bulunmayan insanlardır ki, o zalimlerdir. Kur'ân böylelerinin
zararını artırır. Böyleleri, müjdelemekle de yola gelmez, korkutmakla da.
84-
De ki hepsi, iman edenler de etmeyenler de kendi hal ve niyetine göre iş
yapar.
"ŞÂKİLE"
kelimesi tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet, mizaç ve yaratılış, birbirine
benzeyen yollar gibi değişik ve fakat birbirine yakın mânâlarla tefsir
edilmiş ise de en kapsamlı mânâsı sonuncusudur. Yani herkes kendi durum ve
mizacına uygun olan yolda hareket eder. Başka bir ifade ile özel hislerine
göre iş yapar. Bu durumda en doğru yola gideni Rabbiniz en iyi bilendir. Yani
herkes kendi mizacına göre hareket ederek hoşuna giden yolu tutmakla doğru
yol tutmuş olmaz. Bir din veya mezheb herhangi bir kişinin veya toplumun
mizaç ve duygularına uygun gelmekle hemen doğru olamaz. Hak din, Allah'ın
kitap ve Resulü ile bildirdiğidir. Buna göre mizacı hakka uygun olan
kimselere ne mutlu! Mizac, ruh meselesine temas etmek dolayısıyla:
Meâl-i
Şerifi
85-
Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: "Ruh Rabbimin bildiği bir
iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir."
86-
Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bize
karşı kendine bir vekil (koruyucu) bulamazsın.
87-
Fakat Rabbinden bir rahmet olarak (biz bunu yapmadık). Gerçekten O'nun senin
üzerindeki lütfu çok büyüktür.
88-
Ey Muhammed! De ki: "Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın
benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile,
yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir."
85-86-
Sana ruhtan da sorarlar veya soruyorlar Siyerde İbnü Abbas'tan nakledildiğine
göre Kureyş Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt'ı Medine'deki yahudi
hahamlarına gönderip: "Onlar, kitap ehlindendirler, siz de bulunmayan
bilgiler onlarda bulunur. Muhammed'i sorun bakalım" demişler. Bunun
üzerine ikisi birlikte Mekke'den çıkıp Medine'ye varmışlar ve sormuşlar.
Yahudiler:
"Ona mağara halkından, Zulkarneyn'den ve ruhtan sorunuz. Eğer hepsine
cevap verir veya susarsa peygamber değildir. Ve eğer bir kısmına cevap verip
bir kısmından susarsa peygamberdir" demişler. Çünkü ruh, Tevrat'ta
kapalı olarak ifade edilmiş. Onlar, gelmişler sormuşlar. Bunun üzerine iki
kıssa, yani Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssaları açıklanıp ruh kapalı
bırakılmış olmakla sorduklarına pişman olmuşlardır. (Ashab-ı Kehf ve
Zülkarneyn Kıssaları için Kehf Sûresi, 18/9-22, 83-101Ayetlerinin tefsirine
bkz.)
Ahmed,
Nesaî, Tirmizî, Hakim ve İbnü Hıbban ve daha birtakım muhaddisin İbnü
Abbas'tan yaptıkları rivayette ise; Kureyş, yahudilere demişler ki:
"Bize bir şey veriniz şu adama soralım." Onlar da "Ruhtan
sorunuz" demişler. Onlar sormuşlar, onun üzerine bu âyet inmiştir.
"Sana ruhtan sorarlar..." Bunlara göre bu âyet de Mekke'de inmiştir.
Fakat Buharî'de ve Müslim'de ve diğer kitaplarda rivayet edildiğine göre
Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir ki: "Ben Hz. Peygamber (s.a.v.) ile
Medine'de bir tarlada yürüyordum ve o, bir değneğe dayanıyordu. O sırada bir
bölük yahudi rastladılar, birbirlerine: "Şuna ruhtan sorunuz"
dediler. Bunun üzerine bir kısmı kalktı, ruhtan sordu. Sorunca Resulullah,
ona karşı bir şey söylemeyip sessizliğe daldı. Ben derhal bildim ki,
kendisine vahiy geliyordu. Olduğum yerde dikildim. Vahiy inince buyurdu ki:
"Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden
sadece az bir şey verilmiştir." Buna göre ise bu âyet Medine'de
inmiştir. Bu bakımdan bazıları bu âyetin biri Mekke'de biri Medine'de olmak
üzere iki defa indiğini söylemişlerdir.
Yukarılarda
da geçtiği üzere ruh denildiği zaman başlıca üç görüş açısı göz önünde
bulundurulmuştur: Kendisi ile hareket yapılan şey, yani hareketin başlangıcı;
kendisi ile hayat olan şey, yani hayatın başlangıcı; kendisi ile anlaşılan
şey, yani anlayışın başlangıcı.
Hareketin
başlangıç noktası olması düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak
kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu
düşünce kastedilir. Bu mânâ, ruhun en genel mânâsıdır. Mesela elektrik bu
mânâya göre bir ruh ve her hareket edici güç bir ruh demektir.
Hayatın
başlangıcı düşüncesi ile ruh ise, bundan daha özel bir şeydir. Fakat bunda da
iki ayrı düşünce vardır. Birisi genel mânâsı ile hayattır ki, bitkilerin
hayatını da kapsar. Bu mânâya göredir ki, genel olarak bitkilere bile ruh
(canlı) denildiği olmuştur. Birisi de meşhur mânâsı ile hayat, yani
hayvanlara ait hayattır ki insana ait hayat ile son bulur. Bu mânâya göre
ruh, bitkilere ait ruhtan daha özel olup onu da kapsamaktadır.
Sonra
idrak (anlayış)ın başlangıcı, yani duyumla beraber olan sade vicdandan,
bilgi, anlama, ilim, irade, konuşma ve diğer şeyler gibi en yüksek derecelere
kadar şuurla ilgili bütün olayların ve dolayısıyla bir manevî hayatın
vasıtası olması itibariyle ruh gelir ki, ruhun en seçkin özelliğini ifade
eden bu mânânın en açık görüntüsü insanın nefsinde tecelli ettiğinden buna
insan ruhu denilmiştir. İnsanın nefsini hayvanî ruhtan ayıran ve insana ait
bilgiyi hakka ulaştırarak kendini ve başkalarını bildiren bu ruh hakkındadır
ki "Ruhumdan ona üflediğim zaman..." (Hıcr, 15/29) buyurulmuştur.
Biz bunu (ruhu) kendisi ile duyar, vicdan, irade, akıl erdirme, içten konuşma
gibi etkileri ile tanırız. Her insanda bu ruhun bir parıltısı bulunduğunda
şüphe yoksa da insan nefsinin, bu ruhun aynı olup olmadığında ihtilaf
edilmiştir. Fakat ruh gerçeği, insan gerçeğinin ötesinde olmasaydı, insan,
eşyanın bizzat kendisinden hiçbir gerçeği anlayamaz veya bütün gerçeğin,
insandan meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki insanın bilmediği pek çok
şey vardır. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Bundan dolayı,
idrakin başlangıcı olan ruh, insanın fizikî hayatında vücuduna üfürülen hava,
ışık, sıcaklık gibi manevî hayatında nefsine üfürülen bir başlangıçtır ki,
insan nefsinin yaratılışı hidayet ve doğru yolu kaybetmemedeki payı olan
üfürme derecesi ile uyumludur.
De
ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Burada emr, "ümur"un müfredi
(tekili), yani iş; yahut "evâmir"in tekili, yani kumanda mânâsına
gelir. Tefsircilerin bir çoğu min" in beyaniye veya bazısı, bir kısmı
mânâsına tebîziye, emrin (işin) Rabbe izafeti'nin (rabb ile tamlama halinde
bulunması) de bilginin tahsis edilmesi mânâsına olması üzere şöyle tefsir
etmişlerdir: "Ruh, ancak Rabbinin bileceği iştendir, ruhun hakikatı öyle
şeylerdendir ki, onunla ilgili bilgiyi Allah Teâlâ kendine tahsis
etmiştir" Bu şekilde cevap, "İlim, ancak Allah katındadır"
(Mülk, 67/26) denilmiş gibi olur. Eğer ruh hakkındaki soru "niçin
herkese aynı derecede ruh verilmiyor da yaratılış değişiyor diye herkesin
ruhî durumlarındaki ayrılığın hikmetinden sorulursa bu tefsire diyecek
yoktur. Çünkü bu husus, yaptığından sorumlu olmayan yüce Allah'ın yalnız
varlıklar üzerindeki iradesine ait olduğundan ancak onun bileceği bir iştir.
Âyetin hemen ardında "eğer biz dileseydik" buyurulması da bununla
ilgilidir.
Fakat
ruhun gerçek mahiyeti veya hükümleri açısından soru düşünüldüğü zaman, bu
cevapta hiçbir şey bildirilmemiş denemez. Bilakis bunda ruhun özü ve hükmüyle
ilgili bütün fizik ötesi tartışmaları kesip atan bir tanımlama verilmiştir.
Şöyle ki: "Bir şeyin olmasını dilediği zaman, O'nun emri sadece
"ol" demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82) âyeti
gereğince Rabbin emri, bir şeyi irade edince Allah'ın işi başka hiçbir şart
ve sebebe muhtaç olmaksızın yalnız "ol" demekle hemen oluvermekten
ibaret bir emirdir: Fiilî bir yaratılıştır, bir gereklilik ve etkidir ki
"Bizim emrimiz bir defadır. Ve göz kırpması gibidir." (Kamer,
54/50) âyetinin mânâsına göre basit bir göz kırpmasının ifade ettiği ani bir
irade veya his işi gibi bir defadır. Şu halde ruhun, Allah'ın emrinden
olması, yüce Allah'ın yalnız "ol" emrinden yaratılan ve başka bir
unsur ve çıkış yeri bulunmayan ilâhî bir harika olması demek olur. Birtakım
müfessirler de bu mânâyı tercih etmişlerdir.
Bu
mânâda "emir" kelimesinin fâiline mûzaf olduğu bellidir.
"Min" başlangıç mânâsına olduğu takdirde ruh, emrin eseri olan
basit ve yaratılmış özel bir cevher olarak düşünülebilir. "Min",
maddeyi açıklama mânâsına geldiği takdirde ise ruh, Rabbin emri cinsinden
yalnız bir iş, özel bir etki demek olur. Burada şöyle meşhur bir soru vardır:
"Allah her şeyin yaratıcısı ve herşey Allah Teâlâ'nın yaratma emri ile
meydana getirilmiş ve yaratılmış olduğuna göre bu mânâ, "ruh, eşyadan
bir şey veya işlerden bir iştir" demeye eşit olmaz mı? Ve o durumda
bununla ruhun özelliğini anlatan bir tanımlama verilmiş olduğu nasıl
söylenebilir? Yukardaki açıklamalarda bu soruyu geçersiz kılan kayıtlar ve
işaretler vardır .Bunu daha fazla bir açıklıkla anlamak için de "İyi
biliniz ki, yaratmak ve emretmek O'na mahsustur." (A'râf, 7/54) yüce
âyetini göz önünde tutmak gerekir. Görülüyor ki orada emir, yaratmaya
karşılık olarak zikredilmiştir. Burada ise iki yorum vardır:
Birincisi:
Yaratma, takdir, yani miktar ve nicelik vermek mânâsı itibariyle madde ve cisimleri
yaratma ve icad etmektir. Kayıtsız yaratmada kullanılması ise genelleştirme
iledir. O halde buna karşılık emir, maddeye karşılık ve hacimsiz olarak
düşünülen genel kuvvetler gibi, soyut olan işleri gerektiren fiil ve etkidir.
Nitekim Âdem hakkında "Allah Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ona
"ol" dedi ve o da oluverdi." (Al-i İmrân, 3/59) buyurulması bu
farkı gösterir.
İkincisi:
Emirde kumanda mânâsının esas olmasıdır. Bu yönüyle emir, yaratılan bütün
yaratıklar üzerinde yapılan ve yapılacak olan tasarruf ve egemenlik işleri
ile, bu işleri meydana getiren gereklilik ve etki fiiline uygun olur ki, Rab
olma sıfatının tecellisi bununladır. "Daha sonra kudretiyle Arşı kuşatan
Allah'tır. Bütün işleri nizama koyan O'dur." (Yunus, 10/3) ifadesi, bunu
gösteriyor. Şu halde yaratma, emrin tatbik yerini meydana getiren iş, emir de
mahlukatın zorlama veya iradeye bağlı terbiye işlerini ifade eden fiildir. Ve
ruhun tarifindeki emir, yaratılışın karşılığı olan Allah'a ait bu itibarı
ifade için, özellikle Rab ismine muzâf (tamlanan) kılınmıştır. Bununla
beraber bu tamlama, ruhun bütün kuvvetleri kapsayan genel mânâsını ortaya
koyarsa da özel mânâsı ile ruhun ancak cinsini bildirir. Bu cins içinden özel
mânâsı ile ruhu tanıtacak olan husus ise Rab kelimesinin birinci şahsa olan
"Rabbî = benim Rabbim" izafetidir. Şu halde ruhun cinsi, Rabbin
kendisine özel olarak izafeti de bir bölümü hükmünde olarak ruhun bir gerçeği
ile ilgili olarak bir sınırını ifade eden tanımlamasını vermiş olur. Mânâsı
şu olur: "Ruh, benim malikim olup beni terbiye eden Rabbimin bütün
mahlukatı üzerindeki ilâhlık emrinden bir emirdir ki, bana kendimi ve Rabbimi
tanıtır". Demek ki bir ruh tasarlanmasında aslolan şu üç duygudur: ben,
emir, Rab. Ruh, işte eneye Rabbin özel bir etkisi ile tamlamasını ifade eden
emirdir. Bu özel tamlama, bu emir olmayınca kimse kendini duymaz, herkes bu
tamlama nisbetinin özelliğine göre kendisini duyar, kendini duymayanda ruh
olmaz. Kendini tanımayan, o izafet nisbetinden hissesine göre ruhu duyar;
ruhu duyan, Rabbini duyar. Bundan dolayıdır ki, ruhu Rab zannedenler, Rabba
ruh diyenler, üçlü ilâh inancına sapanlar olmuştur. Onun için cevabında bu
yanlışlar da düzeltilerek anlatılmıştır ki ne ben, ne de ruh, rab değildir,
Ruh, enenin Rabbinin emrindendir.
Burada
dikkate değer önemli bir nokta daha vardır. hitabında Rabbin muzafın ileyhi
(tamlayanı) olan birinci şahıs zamiri yâ, her şeyden önce Resulullah'ın
sidir. Ona olan izafet-i Rabbaniye (Rab kelimesinin tamlaması), Muhammed
realitesinde meydana çıkan tecelliler ise "Gerçekten Rabbinin sana lütfu
çok büyüktür" diye açıkça ifade edileceği üzere çok büyük olduğundan bu
görüş açısından tamlamanın ifade ettiği tanımlama kendisine Rûhü'l-Kudüs ve
Rûhü'l-Emîn denilen Cebrail'i bile kapsamına alan yüksek bir topluluğu içine
alır. Bu itibarla tarifinden tasarlaya bileceğimiz mânâ şu olur: "Ruh,
beni terbiye eden, bu cümleden bana vahiy ve peygamberlik veren, beni İsrâ
ile Mirac'a yükselten, beni bir şefaat makamına gönderen ve bana Kur'ân'ı
indirmekte bulunan Rabbimin emrinden bir emirdir ki, ben kendimi ve Rabbim
olan yüce Allah'ı onunla bilirim."
Ve
size ilimden ancak biraz verildi. Hiç verilmedi değil, fakat az verildi.
Bildiğiniz de az, bilişiniz de azdır. Çünkü ilminiz, sonradan olmuştur,
bağıntılıdır. Sofestâîlerin dediği gibi hiçbir şey bilmez değilsiniz,
bazılarının iddia ettikleri gibi bütün gerçekleri bilir de değilsiniz.
Hak'tan bazı şeyler bilirsiniz, amma gerçeğin bütün derinliğine değil, bazı
yönler ile, ruhunuzun mertebesine göre, Rabbinizi tanıyacak, vazifelerinizi
anlayacak kadar orantılı bir şekilde bilirsiniz. Şu halde ruh hakkında
bilebileceğiniz de bu kadardır.
Bazı
müfessirler bu hitabın soruyu soranlara ait olduğunu söylemişlerdir. Çünkü
" = de" emrinin söylenilenin içinde bulunarak cevabın
tamamlayıcısından olması akla daha yakındır. Fakat rivayet olunuyor ki:
Yahudiler, bu cevabı işitince: "Bu hitap bize mi muhtaç?" demişler.
Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Bilakis biz ve siz" buyurmuş. Bunun
üzerine demişler ki: "Durumun amma da tuhaftır, bazen "Kime hikmet
verilirse ona, çok hayır verilmiş olur" (Bakara, 2/269) dersin, bazen de
böyle söylersin. Bize Tevrat verildiğini ve onda her şeyin açıklaması
bulunduğunu Kur'ân'dan okuduğun halde, bize verilen ilme nasıl az
dersin?" Resulullah (s.a.v) da: "O, Allah'ın ilmine göre azdır.
Allah, size o kadarını vermiştir ki amel ederseniz faydalanırsınız"
buyurmuş ve bu sebeple "Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep
olsa ve yedi deniz de katılsa da yazılsa, Allah'ın kelimeleri
bitmezdi..." (Lokmân, 31/27) âyeti inmiştir. Şu halde bu hitap, emrinin
içinde olmayıp, yeniden başlayarak ona eklenmiş bir cümle olmak üzere bütün
insanlara genel bir hitap demektir. Bütün insanlık ilmi, Allah'ın ilmine göre
azdır. O'nun tarafından verilmiş, itibarî, bitmeye mahkum ve sınırlıdır.
Allah'ın ilmi ise zatına ait olup herşeyi kuşatmış ve bilgileri sonsuzdur.
İlmin tamamı yüce Allah'ın zatî hakikatini bilmeye bağlıdır ki, onu ancak
kendi bilir.
Burada
şunları da kaydetmemiz yararlı olacaktır:
1-
Demek ki "Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti". (Bakara, 2/31)
âyeti gereğince Âdem'e bütün isimlerin öğretilmesi, ismi olan her şeyin
gerçeğinin öğretilmesi demek değildir. İsimleri öğretmek Allah'ın ilmine göre
az bir ilimdir. Bu nokta felsefede "ismiyye" ekolüne bir temel olabilir.
2-
"Herşeyi açıklamak için..." (En'âm, 6/154), "Herşeyi etraflıca
beyan etmek için..." (Nahl, 16/89) gibi âyetler, bütün eşyanın hakikatı
mânâsına olmayıp insanların din ve ahkâm (şerî hükümler) açısından muhtaç
oldukları her şey mânâsına izafî (göreli) bir kapsama sahiptir demektir. Ve
nitekim öteden beri öyle tefsir edilmiştir.
3-
İnsan bilgisinin azlığı, yalnız ruhu bilme açısından zannedilmemelidir. Çünkü
diğer şeylerle ilgili bilgilerimizin bile dayanağı ruh olduğundan onlarla
ilgili bilgimiz, ruhumuza ait olandan çok değildir.
4-
Bu hitapta insanlara ilimden pay veren bir şeref ve aynı zamanda insanlığın
ilmî gururunu kıran bir darbe ile, Hakk'ın huzurunda "Biz seni, sana
layık olan bir şekilde tanıyamadık" itirafı ile alçak gönüllü olmaya
davet eden bir uyarı vardır. Demek Allah katında ilmin sonsuzluğu, insanlar
için her hususta ilmin elde edilmesinin mümkün olduğunu ortadan kaldıran bir
ümitsizlik delili değil, ilimde ilerleme imkanının sonsuzluğunu sağlayan bir
bilgi başlangıcıdır. Bundan dolayı insan sonsuzluğa giden bir aşk ve inanç
ile Allah için ilme çalışması ve fakat ilimde hangi ilerleme mertebesine
ulaşırsa ulaşsın insan ilminin az yine az; Allah'ın ilmine göre, denizlere
oranla bir damladan bile az olduğunu bilerek hiçbir zaman gururlanmaması gerekir.
Şunu
da unutmamak gerekir ki, insanın ilmi Allah tarafından verilmiş olduğu gibi,
yok olabilir de. Bir insana en büyük ruhun, en yüksek ilmî mertebenin
verildiği de farzedilse, onu emriyle dilerse bir anda alıverir. İşte gururdan
sakınmak için bu gerçeğin bilinmesi çok önemli olduğundan bakınız, yüce
Allah, Peygamberine olan üstünlüğünün büyüklüğünü âyette ifade etmekle ona
verdiği ilmin azlıktan istisna edilmiş olduğunu açıklama sırasında, her
şeyden önce bu gerçeği öne alıp, açıkça ifade ederek, hem de yemin ve
pekiştirme ile, yücelik ve ululuk ifade eden çoğul kipi ile ve diğerlerine
son derece etkili ve anlamlı bir ibret olması için özellikle Hz.Peygambere
hitapta açıkça anlatarak buyurmuştur ki: "And olsun ki, dilersek o sana
vahyettiğimizi elbette ortadan kaldırırız." Yani Rûhü'l- Kudüs ile
indirdiğimiz, bütün fitnelere karşı tesbit ettiğimiz, müminlere şifa ve
ilmimizin ruhu olan o yüce Kur'ân'ı bile hafızalarınızdan siler alıveririz.
Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bulamazsın. Yani aldığımızı
bizden bizzat kendin geri alamayacağın gibi vasıta ile geri alabilmek için,
ne ruhtan ve ne başka şeylerden dayanacak bir vekil, tutunacak bir kuvvet
bulmana da imkan yoktur.
87-
Ancak Rabbinden bir rahmet olursa başka. Her zaman yalnız ona dayanabilirsin
ve işte ona vahyettiğimiz gibi onu koruyan ve sürekli kılan da O'dur.
Rabbinin sana özel izafeti ile nimet vermesi ve ihsanı ve bu yüzden âlemlere
yaymak istediği geniş rahmetidir. Gerçekten Rabbinin sana olan fazileti,
ihsanı ve lütfu çok büyüktür. Diğerlerine benzetme kabul etmeyecek derecede
büyüktür.
88-Onun
için tam güvenle Yemin olsun ki bütün insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın
benzerini getirmek için bir araya gelseler hiçbir zaman onun bir benzerini
getiremezler. İnsanlar ayrı, cinler ayrı uğraşsalar getiremezler ya. Hatta
birbirlerine yardımcı olsalar bile (benzerini) getiremezler. Kur'ân böyle
büyük bir mucizedir. Şimdi yalnız bu âyetin ne kadar kapsamlı, ne kadar
kuvvetli, bütün insanlar ve cinler ile gelecek üzerinde böyle en yüksek bir
yakîn (kesinlikle) hüküm vermenin, ne büyük bir gayb ilmini kapsadığını ve
dolayısıyla başlı başına nasıl büyük ve kalıcı bir mucize meydana getirdiğini
insaf ile etraflıca düşünmeli. Bu sözün Allah'ın ilminden bir ilim getirmiş
olduğuna nasıl şüphe edilebilir?.
Bu
âyetin iniş sebebinde rivayet ediliyor ki, önceki yahudilerden bir grup:
"Ey Muhammed!" demişler. "Bize şu getirdiğin hakkı açıkla, bu
Allah katından gelen bir hakk mıdır? Çünkü biz bunu Tevrat'ın düzenli bir
şekilde dizilişi gibi birbirine uygun olup nizamlı bir şekilde dizilmiş
olarak görmüyoruz" Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuş ki: "Vallahi siz,
bunun Allah katından gelen bir hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz."
Bunun üzerine onlar: "Amma bu senin getirdiğin gibisini biz de sana
getiririz." demişlerdi ve bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti indirdi.
Diğer taraftan Kureyş'ten bir topluluk da: "Bize bu Kur'ân'dan başka
olağanüstü bir âyet getir, yoksa bunun benzerini biz de yapabiliriz."
demişlerdi ki, olağanüstü âyet dedikleri bundan sonra "Kâfirler şöyle
dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana iman
etmeyeceğiz." (İsrâ, 17/90) âyetlerinde açıklanacak olan öneriler
olacaktır. Bu âyet, ile bütün bunlara kesin cevap verilmiş, o gün bu gün
bunca asırlardan beri bütün tecrübe ve teşebbüslerin karşısında bu cevap, tam
bir doğrulukla gerçekleşerek heybet ve ululuğunu artırmış durmuştur. (Bakara,
Sûresindeki "Onun benzeri bir sûre meydana getirin."; (2/23) Hûd
Sûresi'ndeki, "De ki: Siz de Kur'ân'ın benzeri, on uydurma sûre meydana
getirin bakalım. Eğer iddianızda doğruysanız, Allah'tan başka yardımını
isteyebileceklerinizi de çağırın..."; (11/13) Hıcr Sûresi'ndeki
"Onun (Kur'ân'ın) koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (15/9
âyetlerinin tefsirine bkz.) İşte Kur'ân'ın her hükmü böyle ilim, böyle
şüphesizdir.
Meâl-i
Şerifi
89-
Yemin olsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar için çeşitli misaller vermişizdir.
Yine de insanların çoğu inkârlarında ısrar ederler.
90-
Kâfirler şöyle dediler: "Sen, bizim için yerden suyu kesilmeyen bir
kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız."
91-
"Veyahut hurmalıklardan ve üzümlüklerden senin bir bahçen olsun da
ortasından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın."
92-
"Yahut söyleyip zannettiğin gibi, göğü başımıza parça parça düşüresin
veya Allah'ı ve melekleri söylediğine şahit getiresin. "
93-
"Yahut altından bir evin olsun, ya da göğe çıkmalısın. Ona çıktığına da
asla inanmayız. Ta ki bize, okuyacağımız bir kitap indiresin." De ki:
"Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan
başka bir şey değilim."
89-93-Böyle
bir peygamberi gören o kâfirlerin iman etmeyip de bu kadar inat etmelerinin
sebebi nedir, denecek olursa:
Meâl-i
Şerifi
94-100-
94- Kendilerine doğru yolu gösteren peygamber gelince, insanların iman
etmelerine engel olan sebep sadece: "Allah bir insanı mı Peygamber
gönderdi?" demeleridir.
95-
(Ey Muhammed! Mekkelilere) şöyle de: "Eğer yeryüzünde huzur içinde
yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten peygamber olarak bir
melek indirirdik."
96-
De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Çünkü O,
kullarının yaptığından haberdardır, yaptıklarını çok iyi görendir."
97-
Allah kime hidayet verirse, o doğru yoldadır. Kimi de hidayetten uzak
tutarsa, artık bunlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı bulamazsın. Ve
biz, o kâfirleri kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüzleri
üstü sürünerek haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir; ateşi dindikçe onun
ateşini artırırız.
98-
Bu onların cezasıdır! Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr etmişler ve: "Sahi
bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, yeni bir
yaratılışla diriltilmiş olacağız?" demişlerdir.
99-
Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, kendilerinin aynı olan insanları
yaratmaya da kadir olduğunu görüp bilmediler mi? Allah onlar için şüphe
edilmeyen bir vâde takdir etmiştir. Fakat zalimler, inkârlarında yine de
ısrar ederler.
100-
(Ey Muhammed!) De ki: "Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip
olsaydınız, fakirlik korkusunu yine de elden bırakmazdınız." Doğrusu
insan çok cimridir.
Meâl-i
Şerifi
101-
Andolsun biz Musa'ya apaçık dokuz mucize verdik. (Ey Peygamber!)
İsrailoğullarına sor, Musa kendilerine geldiğinde Firavun ona: "Ey Musa!
Ben senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum" demişti.
102-
Musa dedi ki: "Ey Firavun! Pekâlâ bilirsin ki, bu mucizeleri, birer
ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ey Firavun! Ben de
seni helak olmuş zannediyorum."
103-
Derken Firavun, Musa'yı ve İsrailoğullarını Mısır'dan sürmek istedi. Biz de
onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.
104-
Arkasından İsrailoğullarına şöyle dedik: "Firavun"un sizi çıkarmak
istediği arazide siz oturun! Sonra ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit,
hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz."
101-104-
Ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp biraraya getireceğiz.
Buradaki ifadesinin sûrenin başında geçen yani "ikinci defa olan fesadın
zamanı" mânâsına olması düşünülebilirse de "eğer siz kötülüğe
dönerseniz, biz de cezalandırmaya döneriz." (17/8) âyetinin) mânâsına bakılarak
"ahiret yurdu vaadi" mânâsına olması tekrardan uzak ve daha açıktır
ki, kıyamet demek olur...
Özetle
ey Muhammed!
Meâl-i
Şerifi
105-
Biz bu Kur'an'ı hak olarak indirdik, O, bütün hakikatleri içinde toplayarak
indi. Ey Peygamber! Biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.
106-
Sana Kur'ân'ı verdik ve onu insanlara sindire sindire okuyasın diye
(kısımlara) ayırdık ve biz onu yavaş yavaş indirdik.
107-
Ey Muhammed! De ki: İster ona (Kur'ân'a) inanın, ister inanmayın; o daha önce
kendilerine ilim verilenlere okunduğunda onlar, yüzleri üstü secdeye
kapanırlar.
108-
Ve derler ki: Rabbimizi tenzih ederiz. Şüphesiz ki Rabbimizin vaadi
gerçekleşir.
109-
Ve ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Hem de bu Kur'ân'ı işitmek
onların Allah'a teslimiyetlerini daha da artırır.
110-
(Sen onlara) de ki: İster "Allah" deyin, ister "Rahmân"
deyin, nasıl çağırırsanız çağırın. En güzel isimler O'nundur. Namazında
sesini pek yükseltme, çok da gizli okuma, orta yolu seç.
111-
Ve şöyle de: Hamd o Allah'a ki, hiçbir çocuk edinmedi, mülkte ortağı yoktur,
aciz olmayıp bir yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Tekbir getirerek O'nu
noksanlıklardan yücelt de yücelt.
105-
Onu, Kur'ân'ı hak ile indirdik ve o, hak ile indi. Yani hiç bozulmadan
indirdiğimiz gibi hakkıyla indi; nazmı da hak, inişi de hak, indiği de
haktır. Hakk'ın hikmeti ile hakikaten hak Peygambere inmiştir. Onun haber
verdikleri muhakkak olacaktır. Ve seni ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak
gönderdik. İman ve itaat edenlere sevabın ve kâfirlere, isyan edenlere azabın
olacağını bildireceksin. Yoksa herkesin istediğini yapacak, inatçı kâfirlere
zorla iman verip kurtaracak değilsin. O halde sen müjdeleme ve uyarma
vazifeni yap, sonundan korkma! Fakat o müjde ve uyarma bir defada bitecek değil,
devam etmesi gerekir.
106-
Hem bir Kur'ân olarak ki ağır ağır zaman zaman insanlara okuman için, biz onu
ayırt ettik, kısım kısım yaptık ve onu peyderpey indirdik. Yani hepsini
birden değil, asıllardan ayrıntılara doğru, insanların her türlü menfaat ve
ihtiyaçlarına ve durumların gereğine uygun olmak üzere yavaş yavaş indirdik.
Onun için Kur'ân'dan bir hizib (cüzün dörtte biri) veya bir aşır (on âyet) ve
hatta bazen bir âyet, bağımsız bir kitap gibi, başlı başına müjdeleme ve
uyarmayı kapsayan bir derstir.
Alûsî,
tefsirinde der ki: "Beyhakî, Şuâb'ında Ömer (r.a) den şöyle dediğini
rivayet etmiştir: 'Kur'ân'ı beşer âyet, beşer âyet öğreniniz. Çünkü Cebrail
(a.s) onu beşer beşer indirdi". İbnü Asâkir de Ebu Nadre kanalıyla
rivayet etmiştir ki: "Ebu Sa'id-i Hudrî bize Kur'ân'ı sabah beş ve akşam
beş âyet öğretir ve Cebrail (a.s) beşer âyet, beşer âyet indirdi, diye haber
verirdi." demiştir. Bununla birlikte beşten daha fazla ve daha az olarak
inmesinin de gerçekleştiği sahih rivayetlerle sabit bulunduğundan maksat,
çoğu demektir."
107-
De ki: Ey bu Kur'ân'a inanmayan cahiller! Siz buna ister inanın, ister
inanmayın; yani Kur'ân'ın doğruluğuna ve kemaline karşı sizin gibilerin
inanıp inanmamasının hiç önemi yoktur. İnanmanız onun kemalini artırmaz,
inanmamanız da ona eksiklik vermez; iman ederseniz faydası kendinize,
etmezseniz zararı yine kendinizedir. Artık siz düşünün. Şüphesiz ki bundan
önce kendilerine ilim verilen kimseler, Kur'ân inmeden önce, daha evvel
indirilen kitapları incelemiş olup da vahyin, kitabın, din ve şeriatin ne
olduğunu anlamış, peygamberlik delillerini öğrenmiş değerli âlimler
kendilerine Kur'ân okununca çeneleri üstü düşerek secdelere kapanıyorlar.
108-
Ve diyorlar ki: "Rabbimizi tesbih ederiz, ne büyük şan. Rabbimizin vaadi
gerçekten yerine getirildi." Yani önceki kitaplarda vaad ettiği o
Peygamber geldi. Haber verdikleri şeylerin hepsi olacaktır diye tesbih ve
şükrediyorlar.
109-
Ve ağlayarak çeneleri üstü kapanıyorlar ve o Kur'ân okundukça onların
huşularını (boyun eğmelerini) artırır.
Bunun
bir benzeri de "Peygambere indirileni işittikleri zaman, onun hak
olduğunu öğrendiklerinden dolayı, gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar:
"Ey Rabbimiz! İman ettik derlerdi." (Mâide, 5/83)
110-
De ki: İster "Allah" diye dua edin, ister "Rahmân" diye
dua edin Hangi isimle çağırırsanız, güzeldir. Çünkü en güzel isimler hep
O'nundur, O eşsiz zatındır. Resulullah (s.a.v) bir gün Mekke'de "Ey
Allah, ey Rahman " diye dua ederken müşrikler işitmişler. Ve
"Muhammed bir ilâha davet ediyordu, halbuki kendisi iki ilâha dua
ediyor" demişler. Onlara cevap olarak Allah'ın bu emri inmiştir. Yani
yüce Allah'ın bir çok isimleri vardır ki onlar, en güzel isimlerdir. En
yüksek güzellik, ululuk ve saygı ifade eden en güzel isimler hep O'nundur.
Bunların herhangisiyle olursa olsun dua caizdir. Çünkü ismin bir kaç tane
olmasından, isim sahibinin birkaç tane olması gerekmez. Bütün esma-i hüsna
(en güzel isimler) ile dua, ortağı olmayan o bir zata (Allah'a) duadır.
Hem
namazda sesini fazla yükseltme. Namazda okurken veya dua ederken bağırma,
gösteriş ve saygısızlık lekesi olmasın. Büsbütün gizli de okuma. Yani kendin
işitmeyecek kadarda gizli okuma, Allah'tan başkasından korkuyormuş gibi
olmasın. Bunun arasında bir yol tut.
111-Ve
de ki Hamd, Allah'a, her türlü yüceltme ile şükür, Allah'a. O Allah ki çocuk
edinmedi. Doğurmaktan uzak olduğu gibi evlatlık da edinmedi. Bundan dolayı
çocuk edindi diyenler onun şanını bilmediler. Yalan söylediler. Mülkte O'nun
ortağı yok. İki veya üç (Allah) diyenler, başkalarını karıştıranlar iftira
ettiler. O'nun acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı yoktur. Yani
acizliğinden meydana gelen, zilletten korunmak, izzet (yücelik) bulmak için
yardım etmesine muhtaç olunan dosttan, sevgili ve yardımcıdan ve ittifak eden
kimseden de uzak ve beridir. Üstünlük ve rahmetiyle sevdiği, velilik verdiği,
Allah'ın dostları denebilecek dürüst kulları olmaz değil ise de herhangi bir
ihtiyaçtan dolayı dost edindiği hiçbir veli de yoktur. Alçaklıktan uzak
bizzat aziz ve kuvvetlidir. "Kuvvet ve kudret tamamıyla
Allah'ındır." (Fatır, 35/10) Ve onu tekbir ile yücelt de yücelt. Zatında
da yücelt, sıfatında da yücelt; yaptıklarında da yücelt, isimlerinde de
yücelt. "Allah, en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah'tan başka hiç bir
ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah'a
mahsustur."
Rivayet
ediliyor ki, Abdulmuttalib çocuklarından konuşmaya başlayan her oğlan çocuğa
Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini belletirdi. Ve buna "yücelik ve ululuk
âyeti" ismini vermişti.
Tesbih
ve İsrâ (gece yolculuğa çıkartma) ile başlayan bu sûrenin bu de hamd ve
tekbir emirleriyle bitmesi ne kadar güzel, ne kadar beliğdir. Bu hamd ve
tekbir emrinin "Gerçekten Rabbinin sana lütfu çok büyüktür" (İsrâ,
17/87) nimetine şüphesiz özel bir bağlantısı vardır.
İmam
Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesaî ve diğerleri Hz. Aişe (r.a) den rivayet
etmişlerdir ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) bu sûre ile Zümer Sûresi'ni her gece
okurdu. Sahih-i Buharî'de İbnü Mesud'dan rivayet olunduğu üzere yüce
Peygamber (s.a.v) bu sûre ile bundan sonra gelen Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya
Sûreleri hakkında buyurmuştur ki: "Bunlar ilk değerli sûrelerdendir,
yani Mekke'de inen sûrelerdendir ve bunlar, benim eski servetimdendir."
Yani Hz. Muhammed'e ait şan ve makama özel ilişkileri olan, eskiden beri ezberlediğim
sûrelerden, bana ait virdlerimdendir. İşte "Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a
ulaştıracaktır." (17/79) müjdesini veren İsrâ Sûresi'nden "Ey
Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ,
21/107) ululamasını veren Enbiya Sûresi'ne kadar bu beş sûrenin tertibi de bu
temel üzeredir. Bakınız hamd ve tekbir emri ile biten İsrâ Sûresi'nden sonra
Kehf Sûresi'nin hamd ile başlaması ne ahenklidir!
|
14 Mayıs 2015 Perşembe
İSRA:
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder