KURAN'I KERİM TEFSİRİ (ELMALILI HAMDİ YAZIR) 53-NECM SURESİ
Yıldıza yemin
olsun. Buradaki elif-lâm ahid ya da cins için olabilir.
Necm: Bu kelime
birkaç mânâya gelir ki, burada her birine ihtimal verilmiştir. Bunlar şöyle
sıralanabilir:
1) Necmden
maksat, yıldız demektir.
2) Ağacın
karşılığı olarak sapı olmayan ot, ya da çemen mânâsına gelir. "(Yerden biten)
otlar ve ağaçlar (Allah'a) secde etmektedirler." (Rahmân, 55/6) âyetinde olduğu
gibi.
3) Zaman aralıklarıyla
parça parça verilen bir şeyin herbir parçasına denir. Kur'ân da yirmi üç senede
peyder pey indirildiğinden "müneccemen" nazil oldu denilir ve her inen kısmına
necm adı verilir.
4) Lam-ı ahidle
beraber şeklinde özellikle Süreyya yani Ülker yıldızına isim olarak verilmiştir
ki bu, "esma-i gâlibe" (yaygın kullanım) kabilinden bir isimlendirmedir. Ülker
yıldızı, gökte üzüm salkımı gibi görünür ve ayın menzillerinden üçüncüsü sayılır.
Araplar darb-ı mesel olarak "Ülker akşam vakti doğarsa, çoban örtü ister."
derler. Çünkü o zaman güneş, Ülker'in karşısında Akreb'den önce bulunduğundan,
güneşin batması ile hemen doğuverir. Bir hadiste de denilmiştir ki, "Ülker
sabahleyin doğarsa âfet (belâ, musibet) kalkar." anlamındadır.
Süreyya, yıldızların
en göze çarpanı ve menzillerin en meşhuru olması hasebiyle bazı müfessirler
buradaki "Necm"i, "Süreyya yıldızı" diye tefsir etmişlerdir.
Bir de bu
sûrede bulunan "Şi'râ yıldızının Rabbi" (Necm, 53/49) ifadesine dayanarak
tefsircilerden bir kısmı da necmin, lâm-ı ahidle beraber Şi'râ yıldızı olduğunu
söylemişlerdir. Her iki tefsir şeklinde de âyette yer alan doğmak mânâsınadır.
Bir çoğu da "ve'n-necmi"deki lâmı, lâm-ı cinsiyye kabul ederek herhangi bir
yıldıza tahsis etmeden mutlak yıldız mânâsına almışlardır. Bunlardan başka
söz konusu kelimeyi, hakikat yahut mecaz mânâsında yorumlayanlar da olmuştur.
Nitekim Ca'fer-i Sadık Hazretleri, "Necim'le murad Hz. Peygamber, 'dan maksat,
onun mirâcdan inmesi yahut semaya çıkmasıdır, demiştir. Ancak Ebu Hayyân'ın
nakline göre, İbnü Abbas, Mücâhid, Ferrâ ve Kadî Münzir b. Saîd söz konusu
sûrede geçen "en-Necm"den maksadın Kur'ân'dan inen miktar olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Nisâbûrî de:" âyetinin "Hikmetli Kur'ân'a andolsun ki, sen elbette gönderilmiş
peygamberlerdensin." (Yâsin, 36/23) mânâsını ifade ettiğini söylemektedir.
Biz de bu anlamı tercih etmek istiyoruz. Onun için meâlde "Necm"i yıldız diye
terceme etmeyip, bu ihtimallere de uygun olabilmesi için, o yıldıza yemin
ederim indiği zaman, yani "inen yıldıza andolsun" şeklinde mânâ vermiş olduk.
İkinci babdan gelmektedir. Masdarı, dir ki, şahinin inişi gibi süratle süzülüp
inmek, düşmek yahut yukarı fırlamak mânâlarına gelir. Yıldızların doğuşu da,
batışı da bir "heveyân" yani ufuktan bir fırlayış, bir iniş yahut bir düşüş
demektir. Göğe ait cisimler, "Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler."
(Yâsin, 36/40) âyetine göre sukut (çekim) kanununa tâbidirler. Fransızca "gravitation"
yani "yer çekimi" denilen bu kanun, bir heveyân (çekim) kanunudur. Söz konusu
fiil, dördüncü babdan kullanıldığı zaman da mastarı gelir ki, bu da nefsin,
şehvete meyletmesi ve arzulara düşkünlüğü anlamını ifade eder. Bu sûrenin
ilk âyetinde yer alan kelimesi yıldız mânâsına geldiğine göre, sözü edilen
heveyânın (inişin) hem güneşin batışı, hem de doğuşuna ihtimali olduğu söylenebilir.
Yolcular, yıldızların doğuş ve batış zamanlarına dayanarak yollarını bulurlar.
Bütün yıldızların batması ise sabahın geldiğini gösterir. Şu halde "en-necm"deki
elif-lâmdan cins kasdedilirse, yemin sabah vaktine yapılmış olur. Şayet çemen
mânâsı verilirse, bu durumda da heveyân, otların yükselip yere yattığı, baharın
son vakti demektir. Eğer necm ile Kur'ân'dan inen miktar kasdedilirse "hüviy"
de onun inişi mânâsınadır.
2-Bu durumda
Kur'ân'ın nüzulü esnasında her inen kısmın indiği zamana, yani vahiy olayının
görünmekte olduğu saatte tecelli eden Kur'ân âyetlerine yemin edilerek sonra
da, Arkadaşınız ne sapıttı ne de azdı. âyetiyle te'kid ve isbatlı bir tarzda
bu yemine cevap verilmiş olmaktadır.
Dalal: Hidayetin
zıddıdır. Yani yolu kaybetmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın dolaşmak demektir.
Gayy: Bu da
rüşdün zıddıdır ki, aklın istikametini veya yolun doğrusunu yitirmek mânâsını
ifade etmektedir.
"Sahib"den
maksat da, Hz. Peygamber'dir. Zaten hitab da ona ve "Kur'ân'ı kendi uydurdu."
diyen Kureyş ve benzerlerinedir. Bunlara karşı "sahibiniz" tabirinin kullanılmasında
özel bir anlam vardır. Zira sahip, daima sohbette bulunan veya arkadaşlık
edip koruyan, yani "hâmi" mânâlarına gelmektedir. Bu yüzden âyetin meâli şöyle
olmalıdır: "Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına
ve doğruluğuna güvendiğiniz, sizinle sohbet edip hak yolunu göstermek isteyen
arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını; ne aldanır ne de aldatılır. O,
ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnûndur".
3- O, hevâdan
(nefsinin arzularına göre) da konuşmuyor. Onun konuşması, özellikle Kur'ân
kelâmını söylemesi kendi görüş ve arzusundan, gönlünün meyli ve ona olan sevdasından
kaynaklanmaz. O, öyle sırf kendisine ait bir söyleyiş değildir. Şu halde Hz.peygamber
de ne bir şâirdir, ne de kendi keyf ve arzusuna göre hüküm vermek isteyen
ehl-i hevâ (kendi isteğine göre yaşayan)lardandır.
4- O, yani
Kur'ân veya onun lafzi söylenişi, ancak bir vahiydir, orada vahyin dışında
bir söz yoktur. O, yalnız vahyolunur. Yani bunlar ancak, Allah tarafından
kendisine vahiy ve tebliğ edilmek suretiyle bilinip söylenebilir. Bilimsel
gerçekler, özellikler, istikbâlin karanlıklarını keşfederek verilecek hükümler
ve söylenecek haberler, ancak Allah tarafından yapılacak haber verme ve denemeye
dayanmaktadır.
Hz. Peygamber
(s.a.v)'in hiç, ictihâdı ile amel etmediğini ileri süren âlimler, görüşlerine
bu âyeti delil getirmektedirler. Fakat "Allah seni affetsin, niçin onlara
izin verdin?" (Tevbe, 9/43) gibi âyetler, peygamberin ictihâd yaptığını, ancak
isabet etmediğinde, o halde bırakılmayıp vahyile düzeltildiğine işaret etmektedirler.
Bu âyet de, esas itibariyle Kur'ân hakkındadır. Ancak Hz. Peygamber'in hadislerini
de içine almak üzere ifade ettiği mutlak mânâda yorumlandığı takdirde de,
âyetin son tarafına dikkat etmek gerekecektir.
5-6-7-Zira,
'da vahyin muzâri kipiyle te'kidli bir şekilde zikredilmesinde bu hususa da
bir işaret vardır. Sonra da vahyin en kuvvetli bir ilim olduğunu beyan için
de ona öğretti, buyurulmaktadır. Ta'lim fiili, iki mef'ul alır. O yüzden burada
ya birinci ya da ikinci mef'ulün hazfedildiği anlaşılmaktadır. Eğer fiilindeki
zamir Hz. Peygamber (s.a.v)'e gönderilirse, bu durumda Kur'ân'a râci olan
ikinci zamir hazfedilmiş demektir. Bu zamirler, "Onu öğretti" şeklinde mânâ
verilerek Kur'ân kasdedilirse, o takdirde de peygambere râci olan birinci
zamir hazfedilmiş olur. Mamafih her iki durumda da mânâ aynıdır. Yani arkadaşınıza
o vahyedilen Kur'ân'ı öğretti, belletti, şeklindedir. Kuvvetleri şiddetli
bir kuvvet sahibi "Çok merhametli (Allah), Kur'ân'ı öğretti." (Rahmân, 55/1,2)
âyeti, Kur'ân'ı öğretenin Allah Teâlâ olduğunu gösterirse de, "De ki: "Allah'ın
izniyle Kur'ân'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici
ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için, kim Cebrail'e düşman olur?"
(Bakara, 2/97), "De ki: Onu Rûhul-Kudüs (Cebrail) Rabbinden hak (ve hikmet)
gereğince indirdi." (Nahl, 16/102), "Onu, er-Rûhu'l-Emin (Cebrail) indirdi."
(Şûarâ', 26/193) âyetlerine göre Kur'ân'ı Allah'ın izniyle Peygamber (s.a.v)'in
kalbine indiren "Yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder..." (Şûrâ,
42/51) âyetinin delaletiyle de vahyi getiren elçi Cebrail olduğuna göre Kur'ân'ı
öğretenin de o olduğu anlaşılır. Dolayısıyle burada her iki mânâ da düşünülebilir.
İbnü Abbas'tan
gelen bir rivayette Kur'ân'ı öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise de,
Hz. Aişe'den yapılan bir nakle göre söz konusu âyetteki öğretici, Cebrail
olarak tefsir edilmiştir. Lafzın zahirî anlamı da bu görüşe daha yakın olduğundan
tefsircilerin çoğu, bu mânâyı tercih etmişlerdir. Nitekim Beydâvî, "Şiddetli
kuvvetlere sahip bir melek ki o, Cebrail'dir. Zira Cebrail, harikaların gösterilmesinde
bir vasıtadır." demiş, sonra da diğer görüşü "denilir ki" sözüyle zikretmiştir.
Müfessir Taberi, âyetteki "şedidü'l-kuvvâ" "müthiş kuvvetler" sözünü, "şedidü'l-esbâb"
"müthiş sebebler" diye tefsir etmiş, Nisâburi de bu sözü, ilim ve amel yönünden
müthiş kuvvetler şeklinde yorumlamış ve ardından şunu ilave etmiştir: "Burada
öğrencinin faziletinin anlaşılması için öğretmen medhedilmiştir. Eğer "Onu
Cebrail öğretti." denilmiş olsaydı bunun zahirî anlamından öğrencinin fazîleti
açıkça anlaşılmış olmazdı." Burada ayrıca "Ona bir insan öğretiyor..." (Nahl,
16/103) diyenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur: Çünkü, "Size ilimden
pek az bir şey verilmiştir." (İsrâ, 17/85), "Çünkü insan zayıf yaratılmıştır."
(Nisâ, 4/28) âyetlerine göre insan, hem ilmi bakımından mükemmel değildir,
hem de zayıf bir yaratıktır."
Mirra, mürûr
mastarından bina-i nev'idir. Öd, akıl, kuvvet, kat ve sağlamlık gibi mânâlara
gelir. Buna göre "zûmirre"; te'sir eden, nüfuz sahibi, ödlü yani korkağın
zıddı, ruhsal yapısı kuvvetli, akıllı, güçlü ve sağlam vücutlu demektir. Ancak
tefsirciler başlıca üç mânâ üzerinde durmuşlardır:
1. Kuvvetli,
2. Sağlam yapılı, güzel manzaralı, 3. Keşşâf, Beydâvî ve Ebu's- Suud'un ifadelerine
göre akıl ve görüşünde sağlam olan demektir.
Bunlardan
birincisi, yani kuvvetli mânâsı, "Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi
olan ancak Allah'tır." (Zâriyât, 52/58) âyetine göre Allah Teâlâ'nın sıfatı
olabilirse de ikinci ve üçüncü mânâlar, sıfat olarak Cebrail'e uygundur. Hemen
istivâ ediverdi (doğruluverdi). Ragıb der ki: "İstivâ kelimesi iki türlü kullanılır.
Birincisinde iki veya daha fazla fâile isnad olunur. Mesela, "Zeyd ve Amr
eşit oldular." demektir ki bu eşitlik, hem nitelik hem de nicelik yönünden
bir denklik ifade eder." "Bunlar Allah yanında bir olmazlar..." (Tevbe 9/19)
âyetindeki istivâ da bu mânâdadır. İkincisi de bir şeyin zâtındaki itidâle
yani düzgünlük, denklik, doğruluk ve yükseklik gibi özel nisbetlere denir.
"Ki o, akıl ve re'yinde kuvvetlidir. Hemen doğruldu". (Necm, 52/6), "Derken
gövdesinin üstüne dikildi", (Fetih, 48/29), "Ki onların sırtına binesiniz..."
(Zuhruf, 43/13), "Sen ve yanında bulunanlar gemiye yerleştiğiniz zaman..."
(Mü'minûn, 23/28), "falancanın işi düzeldi", "falanca, işcilerini emri altına
aldı" şeklindeki cümlelerde olduğu gibi harfi ile müteaddi olduğunda "istilâ"
yani ele geçirme, yayılma ve hakimiyeti altına alma mânâsını ifade eder. Tefsirciler,
kelimesini tefsir ederken bir kaç mânâ üzerinde durmuşlardır. Öncelikle bu
fiilin zamiriyle ilgili iki görüşün bulunduğunu söylemeliyiz.
Birinci görüşe
göre söz konusu zamir, öğretene, Cebrail'e; ikincisine göre de öğrenene, yani
Hz. Peygamber (s.a.v)'e râcidir. Eğer zamir Cebrail'e gönderilirse bu durumda
tefsiriyye olarak fiiline atfedilip sözüne kadar, öğretimin nasıl gerçekleştiğini
bir çeşit beyan etmektedir. İstivâ burada, Cebrail'in bizzat kendi suretiyle
en yüce ufukta doğrudan görülmesi mânâsına alınarak "Hakiki sûretinde görüldü."
şeklinde izah edilmiştir. Denildiğine göre peygamberlerden hiçbiri, Cebrail'i
hakiki şekliyle görmemiştir. Ancak Resulullah (s.a.v) biri yerde, diğeri de
gökte olmak üzere iki defa onu müşâhede etmiştir. Bu açıklamalara göre âyetin
mânâsı şöyle olabilir. Cebrail Hz. Peygamber (s.a.v)'e (Kur'ân'ı) öğretti
ki o bu durumda bazan olduğu gibi insan şekliyle değil, Allah'ın yarattığı
gibi hakiki suretinde doğrudan doğruya en yüce ufukta durup, görünmüştü. Bunu
dosdoğru semada göründü diye de ifade edebiliriz. Bazıları, öğretti de semada
durdu demişler, bazıları da kendisine verilen emir üzerine kuvvetiyle istivâ
etti mânâsını vermişlerdir. İstivâ edenin peygamber olduğu kabul edilirse
-ki biz bu mânâyı daha uygun buluyoruz- o zaman fiilindeki fâ-i tâkibiyye
veya sebebiyye olarak kuvvetleri şiddetli yani müthiş kuvvet sahibi öğretti
de arkadaşınız hemen istivâ etti. Yani ilim ve nübüvvetle yükseldi, şeklinde
açıklanabilir. Ve O, istivâ ettiği zaman, en yüksek ufukta iken doğruldu.
Ufuk, esasen
kıyı ve kenar mânâsınadır. Özellikle göğün kıyı ve eteklerine denilir. Rüzgarların
estiği yönlere de bu isim verilmektedir. Astronomi bilginlerinin ufk-ı hissi,
(hissedilen ufuk) ufk-ı zahiri, mer'î veya şuaî (görünen ufuk) ve ufk-ı hakiki
(gerçek ufuk) diye düşündükleri üç daire, ıstılah olarak ikinci mânânın dışında
değildir. Çünkü bakan kimsenin boyuna dik olarak bulunduğu noktadan, veya
yerin merkezinden geçtiği düşünülen arz düzleminin gök ile bitiştiği noktaya
ufuk denilmiştir ki bu, yer cihetiyle gök kubbenin tam kıyısı demektir. Şu
halde ufuk, bir bakıma yerin, bir bakıma da göğün kıyısı olacağından, en yüksek
kıyı mânâsını ifade eden ufk-ı â'lâya, ufk-ı sema (gök ufku) ve ufk-ı şarkî
(doğu ufku) denilmiştir.
Fahreddin-i
Râzî der ki: "Meşhur olan görüşe göre zâmiri Cibril'e râcidir. Zira bu âyete,
Cebrail Allah'ın yarattığı gibi ufku istivâ etti ve büyüklüğü sebebiyle bütün
doğuyu kapladı, şeklinde mânâ verilmiştir. Halbuki en uygun olanı, söz konusu
zamirle Hz. Peygamber (s.a.v)'in kasdedilmiş olmasıdır. Gerçi mânâsı, yüce
bir makamda istivâ etti ise de, esas maksad, gerçekten bir mekanda bulunmak
değil, peygamberin kadr ve kıymetinin, rütbe ve makamının yüksekliğidir."
8- Sonra yaklaştı,
aşağı doğru sarktı. Tedellî kelimesinin üç ayrı kökten gelmesi muhtemeldir.
Birincisi, delâlden "tedellül" şeklinde dilberin naz ve cilve yapması mânâsını
ifade eder. Burada bu mânâdan bahsetmişlerse de, Allah'a isnad edildiği takdirde
seven ile sevilen arasında muhabbetin olduğunu gösteren güzel bir istiâre
olabilir. İkincisi, "yâ"lı olarak "delâ"dan yaklaşmak ve tevâzu göstermek
anlamına gelebilir ki, bazı âlimler bu mânâyı vermişlerdir. Bu durumda fiilinin
tefsiri olarak yaklaştı, indi ya da indi, yaklaştı diye terceme edilir. Üçüncüsü
"vâv"lı olarak masdarından türemiş olmasıdır. "Delv" kovaya isim olarak verildiği
gibi, "delv" masdarı da kovayı sarkıtmak veya çekmek mânâlarına gelir. Onun
için "tefe'ul" kalıbından gelen "tedelli" kelimesine herhangi bir şeyin yukarıdan
aşağıya doğru sarkması veya aşağıdan yukarıya çekilmesi mânâsı verilebilir.
Bu sebebledir ki, müfessirlerin çoğu, Cebrail'e ait bir fiil olarak, bu kelimeyi
sarkmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Yani Cibril, en yüksek ufukta istivâ
ettikten sonra yaklaştı ve birden bire Peygamber (s.a.v)'e doğru sarktı, demektir.
Esasen bu takdir, Hirâ dağında "Rabbinin ismiyle oku..." (Alâk, 96/1) öğretisi
ile vahyin, başlangıçta gelişini anlatmış oluyorsa da henüz peygamberin mirâcı
ile ilgili bir mânâ ifade ettiği söylenemez. Bu yaklaşma ve tedelliyi Allah'ın
fiili olarak düşünenler, "tedelli" fiilini bir de "cezb" (çekme) mânâsı ile
tefsir etmişlerdir.
Nitekim Beydâvî
bu hususu açıklarken konuyla ilgili olarak şunları söyler: "Allah Teâlâ'nın
tedelli etmesi, peygamberi her şeyi ile kendisine cezbetmesi (çekmesi) demektir."
Fakat biz bunu cezb değil, cezbin eseri ve istivâ gibi Peygamber (s.a.v)'in
vasfı olarak, çekilmek suretiyle yükselme mânâsında anlıyoruz ki bu da, yukarıdan
aşağıya sarkmak değil, aşağıdan yukarıya çıkmak demektir. Görüldüğü gibi bununla
da tam mânâsıyla mirâc olayına işaret edilmiştir.
Yani Hz.peygamber,
Cebrail'in öğretisi üzerine yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmadı, istivâdan
sonra da Allah Teâlâ'ya doğru yaklaştı. Allah bilir ya belki de "Kulum bana
nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder." sözünün mânâsı kendisine zahir
oldu da birden bire bir çekim kuvvetiyle yüksek ufkun ötelerine fırlayıverdi.
9-derken
iki yay kadar veya daha yakın oldu. Yani onunla arasındaki mesafe, iki yay
kadar yahut daha az kaldı.
Kavs: Bilindiği
gibi yay demektir.
Kâb da yayın
kabzası ile kiriş kısmı olan iki köşe aralığına denir ki bir yayda iki kâb
mevcuttur. Bazı âlimler de bu mânâya dayanarak kalb etmek yolu ile bir yayın
iki kabı 'nın olabileceğini de söylemişlerdir. Ayrıca yayın kabzasıyla kirişi
arasına da kâb ismi verilmiştir. Mızrak (rumh), değnek (sevt), arşın (zira,
kol), boy, kulaç (ba), adım (hatve), karış (şibr), serre (fitr), parmak (isba)
uzunluk ölçüsü olarak kullanıldığı gibi "kavs" da aynı şekilde bir ölçü olarak
kullanılmıştır. Hicâz dilinde kavs'ın zirâ' mânâsına geldiği söylenmektedir.
İbnü Abbas'tan da âyette geçen söz konusu kelimenin aynı mânâda olduğu hususunda
rivayet vardır. Buna göre cümlesi, onunla arasındaki mesafe iki arşın kadardır,
mânâsını ifade eder. Ancak bu âyetle ilgili daha güzel bir yorum nakledilmiştir.
Şöyle ki; Araplar cahiliye döneminde bir ittifak kurmak üzere anlaşacakları
zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kâbını birleştirirler,
sonra da ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin
razı olacağı şeye diğerlerinin de razı olacağını, birisini kızdıran şeyin
diğerlerini de kızdıracağını ifade eden bir birlik antlaşmasıydı ve aksi mümkün
olmayacak tarzda söz birliği ettiklerini gösteriyordu. Bu anlamda kâb, miktar
mânâsına değil, üst üste gelen iki yayın birlik manzarasını gözler önüne seren
kabza ile kiriş arası demektir. Görülüyor ki bu mânâ, hem diğerinden daha
fazla bir yakınlık tasvir etmekte, hem de mânevî bir yakınlığı göstermektedir.
'daki 'in, "daha yakın mânâsına" bir yükseliş ifade ettiği söylenebilir. Bu
hususun muhatablara terdid (iki ihtimalle anlatım) şeklinde anlatılması, ifadenin
temsilî olduğunu hatırlatmak içindir. Bu yüzden tefsirciler derler ki, yakınlığın
en üst seviyesini tasvir eden bu söz, birleşme alışkanlığını temsil etmekte
ve belirsizliği ortadan kaldırmak suretiyle Peygamber (s.a.v)'in vahyi işitmesini
gerçekleştirmektedir.
10- Bu şekilde
Allah Teâlâ, kuluna verdiği vahyi verdi. Burada kelimesindeki zamirin Allah'a
râci olduğunda ihtilâf yoktur. Müthiş kuvvetlerin sahibinden maksad Allah
olduğuna göre, burada da vahyedenin o olduğu açıktır. Diğer tefsir şekillerinde
de ifadenin akışından Allah'ın isminin zikredildiği kabul edilmektedir. Şu
halde burada başlıca iki mânâ üzerinde durulabilir. Birisi. İşte Cebrail ona
böyle yaklaştı da, Allah Teâlâ'nın elçisi Muhammed (s.a.v)'e gönderdiği her
vahyi getirdi, ona vahyetti ve öğretti. Başlangıçta hakiki suretiyle görünerek
getirdikleri şeylerin Allah'ın vahyi olduğunu öğretti ve belirli zaman aralıklarıyla
tebliğ etti. Diğer mânâ da Şöyledir: İşte Allah'ın has kulu olan arkadaşınız
Muhammed (s.a.v), İstivâ ettikten sonra O, Rabbine öyle yaklaştı ki, bütün
vasıtalar kaldırıldı ve Allah Ona doğrudan doğruya verdiği vahyi verdi. Yani
Mirâc'da her ne vahyetti ise Cibril'in dahi herhangi bir aracılığı olmaksızın
vahyetti. İşte biz de bu mânâyı tercih ediyoruz. Zira önceki mânâya göre Mirac
olayı, yalnız "Andolsun onu bir kez daha görmüştü." (Necm, 53/13) âyetine
bırakılmış olmaktadır.
Mirac'da vasıtasız
olarak vahyedilen ne idi? Birisinin namaz olduğu bilinmektedir. Diğeri de
peygambere söylenen şu sözdür: "Peygamberlerden hiçbiri senden evvel cennete
girmeyecek, ümmetlerden hiçbiri de senin ümmetinden önce cennete girmeyecektir".
Bakara Sûresi'nin son iki âyeti olan 'nün de Mirac'da indirildiğine dair rivayet
daha önce geçmişti. Müslim'in Sahih'inde de "Resulullah (s.a.v)'a üç şey verildi,
beş vakit namaz, Bakara Sûresi'nin sonu, ümmetinden şirke düşmeyenlere muhkimat
yani büyük günahların mağfiret edildiği haberi" şeklinde bir rivayet mevcuttur.
Bununla beraber o husûsi meclisteki vahyin tafsilatını ancak Allah ve peygamberi
bilir. Nitekim Nizâmu'd-Din-i Nisâbûri de tefsirinde, "ortaya çıkan bir takım
sır ve hakikatler var ki, onları Allah ve Resulunden başkası bilemez" demektedir.
11- Gördüğünü
gönül yalanlamadı. Buradaki fiilinin zamiri, bir önce geçen âyetteki "abd"
kelimesine de "fuâd"e de gidebilir "Gözü şaşmadı..." buyurulduğuna göre, bu
görme işinin gözle (baş gözüyle) olması gerekmektedir. Buna göre âyetin mânâsı,
gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı, şeklinde olur. Yani gerek bütün o müthiş
kuvvetleriyle Cibril'i, gerekse Mirac'daki o tecelliyatı (beliren şeyleri)
görmesi bir hayal değil, kalb ve vicdanın yalancı çıkarmayıp görerek tasdik
ettiği hakikattır. Onun için Cebrail'i hangi suretle olursa olsun, her geldiğinde
tanıdı.
12- Şimdi
siz gördüklerine karşı onunla mücadele mi ediyorsunuz? Burada muzari siğasıyla
buyurulması, bakışın devamlılığına delalet eder.
13- Nitekim
bunun açıkca te'kid edilmesi için de şöyle buyuruluyor: Andolsun O, onu bir
kez daha görmüştü. Yani O, müthiş kuvvet ve akıl sahibi ve kendisine Kur'ân'ı
öğreten Cebrail'i, hakiki sureti ve bütün kuvvetleriyle bir de Mirac'dan inerken
gördü. Burada Cebrail'in, makam itibarıyla Resulullah'dan geride olduğuna
işaret vardır. Müfessirlerin çoğuna göre, kelimesi mastar bina-i merre olduğundan
dolayı mânâsında zarf olarak mansuptur. Buna göre âyetin mânâsı, "Onu diğer
bir defasında da bir inişte gördü." şeklinde olur. Sofi ve İbnü Atiyye gibi
bazı âlimler de hal makamında mastar olduğunu söylemişlerdir ki, "inerken"
mânâsına gelmektedir. Birinci görüşe göre nin sıfatı "diğer bir iniş", ikinciye
göre de "diğer bir kerre", yahut fiilinin mef'ul-i mutlakı olarak "diğer bir
görüş" demektir. Bu inişin Mirac gecesi olduğunda ittifak vardır. Ancak kimin
inişi olduğu konusunda farklı yorumlar mevcuttur. Bazıları Allah Teâlâ'nın
inişi demişlerdir. Bu hususta Râzî şöyle der: Allah hakkında hareket ve iniş
tasavvur etmek bâtıldır. Manevî yakınlık ile inişte de rahmet ve fazl üzere
kula yaklaşma söz konusudur ki bu durumda da kul O'nu göremez. Onun için Musa
"Ey Rabbim azâmet ve celal perdelerinden bir kısmını ortadan kaldır, kuluna
rahmet ve fazlınla yaklaş da seni göreyim." (Arâf, 7/143) dedi. Âlimlerden
bazıları da, buradaki inişten maksat, Cebrail'in hakiki görünümü ile inişidir
demişlerdir. Ancak Cebrail, Sidre-i Müntehâ'dan öteye geçemediğine göre âyeti
Cibril'in inişi haline münasip olmaz. Çünkü Cibril'in Sidre-i Müntehâ'nın
yanında görülebilmesi için oraya daha yüksekten inmiş olması gerekir. Bunun
içindir ki biz 'dan Peygamber (s.a.v)'in Mirac'dan inişi mânâsını anlıyoruz.
Râzî ve Nisâbûrî'nin tefsirlerinde zikrettikleri bir habere göre, Mirac gecesi,
Cebrail, "Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım muhakkak yanardım." dediği makamda
kalmış, peygamber ondan ayrılıp daha ileri gitmişti. İşte söz konusu âyette
geçen inişten maksat, Hz. Peygamber (s.a.v)'in gittiği makamdan daha sonra
Cebrail'in yanına dönüşüdür. Bir de Resulullah, namaz meselesiyle ilgili olarak
birkaç kere inip çıkmıştı. tabiri, de böylece son inişi ifade etmiş olacağından,
yukardaki mânâya daha uygun düşmektedir. Biz de bu mânâda karar kılmak istiyoruz.
Bu hususu şöyle özetlemek mümkündür: Resulullah, (s.a.v) her Kur'ân bölümünü
getirdiğinde Cebrail'i, girdiği surette görüyordu. Onu melek sureti ile bir
defa Mirac'dan önce görmüş -ki o zaman Cebrail, Peygamber'in yanına gelmişti-
bir kere de Mirac'dan inerken görmüştü.
14- Bu görüşmede
de Resulullah, Cebrail'e doğru yaklaşmış ve Cebrail onu, Sidre-i Müntehâ'nın
yanında karşılamıştı.
Sidre-i Münteha,
son sidre demektir ve izâfi bir terkiptir.
Münteha: İsm-i
mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır
sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvel de geçtiği gibi
ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. "Sidr,
in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna Arabistan
kirazı da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir. Bu kelimenin müfredi
sidre, çoğulu, siderât, sidirat, sider ve südür şeklinde gelir. Adı geçen
bu ağaç, iki çeşittir. Birisi büstânî (bahçeye mahsus)dir ki meyvası hoş olup
yapraklarıyla da yıkanılmaktadır. Diğeri de berrî (toprağa mahsus)dir ki bunun
meyvası tatsızdır. Her ikisinin de gölgesi gayet koyu, hoş ve hafiftir".
Bu kelime
de ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve Sederat göz kamaşmak ve hayran
olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder.
Bu sebeble müfessirler sidre-i müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir
etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle sıralamak mümkündür.
1. Sidre-i
müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında
bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (Muhammed,
47/15 bkz.) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın
püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu
bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir
binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin
hepsini örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse
katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi haberler nakledilmiştir.
Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları
son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı"
olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği
görülür: "Sidre-i Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde
ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ
sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas
ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir
ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta
ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan
yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan
daha ileri geçemez." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade
ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.
2. Fahreddin
Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre,
"Rakib" den "rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i
müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder." Yani akılların,
daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda,
Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü
gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul
etmektedir.
3. Ebu's-Suud'un
da bu konuda şöyle dediği görülür. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır."
âyetine göre müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da,
mülkün mâlikine izâfeti kabilinden" Allah'ın sidresi" mânâsını ifade edebilir."
15- Cennetu'l-Me'vâ
da onun yanındadır. Yani Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında Cennetu'l-Me'vâ vardır
ki o, müttakilerin ve şehidlerin varacakları cennettir.
16- O zaman
sidreyi kaplayan kaplıyordu. Mirac hadislerinden İbnü Cerir'in naklettiği
rivayetlerde Enes (r.a.), Resulullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini nakletmiştir:
"Melek beni Mirac'a çıkardı, derken sidreye ulaştım. Onun sidre olduğunu,
yaprağını ve meyvasını tanıyordum. Az sonra onu Allah'ın emrinden bürüyen
bürüyünce, âni bir değişikliğe uğrayıp hiç kimsenin tavsif edemeyeceği bir
hale geldi ki, o hali ben de anlatamam." Yine İbnü Cerir'in İbnü Zeyd'den
yaptığı bir nakilde o şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v)'e: "Ya Resulullah
sidreyi kaplayan ne gördün?" diye sorulduğunda buyurdu ki "Altından bir pervanenin
onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allah'ı tesbih ettiğini
gördüm." İbnü Abbas'tan âyeti ile ilgili şöyle bir rivayet vardır: "Onu (sidreyi)
Allah bürüdü de Muhammed Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü". Bu gaşy
(bürümek) sıfatının, bir fiil olması gerekir. Rebi'de, "Sidre'yi Rabbin nuru
ve melekler kapladı." demektir. Ebu'l Âliye'ye göre de onu, ağaca uçuşan kuşlar
gibi Allah'ın nuru kapladı. Mücahid'in görüşü ise, "Muhammed hem Sidre'yi
hem de kalbi ile Allah'ı gördü." şeklindedir.
17- Göz şaşmadı.
Onu (sidreyi) gören Resulullah (s.a.v)'ın gözü yerinden kaymadı, şaşıp da
sağa sola meyletmedi. Ve aşmadı. Yani görme sınırını aşıp da yanlış bir bakış
bakmadı. Akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayret verici şeyler görmekle
beraber O, ne şaştı, ne de görme sınırını aştı. Son derece dikkatli ve sıhhatli
bir şekilde Allah'ı tesbih edip onu müşâhede etti. Âyetin ilk cümlesi, Peygamber
(s.a.v)in edebini, diğeri ise kuvvet ve kudretini beyan etmektedir. Râzî der
ki : "Peygamber'in müşâhedesi Hz.Musa gibi olmadı. Zira Hz. Musa olayında
dağ dümdüz olmuş, Musa baygınlık neticesi yere yıkılmış ve bakışını kesmişti.
Lakin Sidre, dağdan kuvvetli idi. Çünkü dağ, darmadağın oldu, fakat Sidre
sebat edip yerinden kımıldamadı. "Musa baygın düştü..." (A'râf, 7/143) fakat
Muhammed (s.a.v.) sarsılmadı."
18- Şüphesiz
O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü. Yeminin cevabıdır. kesinlik ifade
etmektedir. "Âyet" ise acaiplikler anlamındadır. "El-kübrâ" lafzında iki irab
vardır. Birincisi meâlde de gösterildiği şekilde fiilinin mef'ûlü olarak "en
büyük âyet" mânâsınadır. İkincisi, âyetin sıfatı olup, "şüphesiz Rabbinin
en büyük âyetlerinden bir şey gördü" anlamını ifade eder. Üçüncü bir mânâ
da in zâid olduğu düşünülerek "muhakkak Rabbinin en büyük âyetlerini gördü"
demek olabilir. Özetlemek gerekirse şöyle denilebilir. Hz. Peygamber, Mirac'da
Rabbinin rubûbiyyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının acaipliklerinden kelâmın
ifade sınırına sığmayıp ancak müşahede ile ulaşılabilecek en büyük âyet veya
büyük âyetlerini gördü. Şu halde bu âyetlerin mânâlarını izaha kalkışmak haddimize
düşmez. Görüldüğü gibi burada Rabbini gördü denilmeyip, Rabbinin âyetlerinden
en büyüğünü gördü, şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Dolayısıyla bundan Allah'ı
görme mânâsını anlamak, âyetin zahiri itibariyle mümkün görünmemektedir. Gerçi
(Necm, 53/11) âyetinde geçen "peygamberin gördüğü şey" bu âyette görülenlerden
ibaret değildir ve âyeti de zâta yakınlığa işaret etmektedir. O yüzden buradaki
görmenin baş gözüyle mi, yoksa mücerred kalb gözüyle mi gerçekleştiği konusunda
tartışma yapılabilirse de âyeti, yukarıda ifade edilen hususların bir özeti
olduğundan da başka bir görme söz konusu olsa bile, bu âyette zikredilenden
daha büyük olamaz.
Buhârî'de
Mesrûk tarikiyle Hz. Aişe'den gelen şöyle bir rivayet vardır: Mesrûk der ki:
Hz. Aişe'ye: "Valide hazretleri! Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü mü"? diye
sordum. O da bana "Söylediğin bu sözden dolayı tüylerim diken diken oldu."
dedi. Ve arkasından şunu ilave etti, "Her kim şu üç şeyi söylerse yalan söylemiştir.
Kim Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Sonra "Gözler
O'nu görmez, O gözleri görür; o latifdir her şeyi haber alandır." (En'âm,
6/103) âyetini okudu. Her kim sana yarın ne olacağını bilirim derse yalan
söylemiştir dedi ve sonra "Kimse yarın ne yapacağını bilmez" (Lokman, 31/34)
âyetini okudu. En sonunda da her kim sana peygamber risaletten bazı şeyler
gizledi derse yalan söylemiştir, dedi ve ardından "Ey elçi, Rabbinden sana
indirileni duyur..." (Maide, 5/67) âyetini okudu. Ancak Peygamber, Cebrail'i
iki defa hakiki sûretinde gördü."(1) Yine Buhârî'de, Abdullah b. Mes'ud'dan
gelen iki ayrı rivayet vardır ki bunların birinde Peygamber'in, Cebrail'i
altıyüz kanatlı olarak gördüğü, diğerinde ise, Cennet'ten gelen ve ufku kaplayan
yeşil bir refrefi müşâhede ettiğini belirtmiştir. Bu rivayetler de gösteriyor
ki görülen âyetler, Cebrail'den ibaret değildir.
Müslim'de
de şu rivayetler vardır.
1. Ata tarikiyle
gelen bir rivayette İbnü Abbas: "Peygamber onu kalbi ile gördü." dedi.
2. Ebu'l-
Âliye tarikiyle gelen bir rivayette de İbnü Abbas'ın şöyle dediği nakledilir:
"Andolsun ki onu bir kere daha gördü." Buna mukabil Buhârî'de zikredilen hadisten
başka, Mesruk'dan nakledilen daha genişçe bir rivayet de vardır ki o da şöyledir:
3. Mesrûk
der ki: "Hz. Aişe'nin yanındaydım, bana dedi ki "Ya Ebâ Aişe, her kim şu üç
şeyden birini söylerse Allah'a karşı büyük iftira etmiş olur." Onların ne
olduğunu sorduğumda da bana şunları söyledi; "Her kim, Muhammed (s.a.v) Rabbini
gördü diye zannederse Allah'a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur." O esnada
ben dayanıyordum, oturdum ve ey müminlerin annesi bana müsaade buyur dedim,
o da acele etmememi söyledi ve Allah Teâlâ, (Necm, 53/13), "Andolsun (Muhammed)
onu apaçık ufukta görmüştür." (Tekvir, 82/23) buyurmadı mı? dedi, sonra da
şöyle devam etti. Bu ümmet içinde onu Resulullah'a ilk defa ben sordum ve
o da bana, "O Cibril'dir, Onu yaratıldığı hakiki sûrette iki kereden başka
görmedim. Semadan inerken görmüştüm, büyüklüğü, gök ile yer arasını kaplamıştı."
dedi. Hz. Aişe sonra da bana Allah'ın şöyle buyurduğunu işitmedin mi? dedi.
"Gözler O'nu görmez, O, gözleri görür; O Latif'tir, her şeyi haber alandır."
(En'âm, 6/103) ve yine bana Allah'ın şöyle buyurduğunu duymadın mı? dedi.
"Allah bir insanla konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur;
yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir."
(Şûrâ, 42/51) Bu rivayette hadis, yalnızca Hz. Aişe'nin ictihadına dayanarak
mevkuf olmayıp, Hz. Peygamber'e de isnad edildiği için müsned hadis hükmünü
de almıştır. Bu yüzdendir ki Müslim bu hadis için etemm (en mükemmel) ve atvel
(en uzun) tabirlerini kullanmıştır.
4. Abdullah
b. Şakîk ve Ebu Zer'den yaptığı bir rivayette şöyle söyledi: "Resulullah (s.a.v)'a
"Rabbini gördün mü?" diye sordum "O bir nurdur, nasıl görebilirim, yahut nereden
görebilirim?" dedi.
5. Başka bir
rivayetinde de Abdullah b. Şakîk diyorki, Ebu Zer'e "Resulullah (s.a.v)'ı
görseydim sorardım" dedim, "neyi sorardın" dedi, "Rabbini gördün mü?" diye
sorardım dedim. Ebu Zer de bana dedi ki, "ben sordum Resullullah buyurdu ki
"Bir nur gördüm." Kâdî İyâz Şifâ-i Şerif'de der ki: bir cemaat Hz. Aişe'nin
görüşünü benimsemiştir. İbnü Mes'ud ve Ebu Hureyre'ye göre de meşhur olan
görüş budur. Bu sebebten dolayı bir grup hadisçi, fakih ve kelâmcı dünyada
Allah'ı görmenin imkansız olduğunu ileri sürmüşlerdir. İbnü Abbas'tan nakledilen
meşhur kavle göre de Peygamber Allah'ı gözleriyle görmüştür. Hatta İbnü Abbas
bazı rivayetlerinde Hâkim, Nesâî ve Taberânî rivayetlerinde "Allah Teâlâ Musa'yı
kelâm, İbrahim'i dostluk ve Muhammed'i de görme (rü'yet) sıfatı ile mütahassıs
kıldı." demiştir. Eş'arî ve ona tâbi olanlardan bir grup da, Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in Allah'ı basarı ile yani baş gözüyle gördüğü kanaatindedirler.
Bazı tasavvuf erbabı da, açık bir delil olmadığı için rü'yetin (Peygamber'in
Allah'ı görmesinin) baş gözü ile gerçekleşmesi konusunda görüş beyan etmemekle
birlikte, bunun caiz olabileceğini söylemektedirler. Kâdî İyâz der ki: "Hiç
şüphesiz doğru olan görüş budur. Zira, Allah Teâlâ'nın dünyada görülmesi aklen
caizdir ve akılda, onu imkansız kılacak bir şey yoktur. Şeriat'te de mümkün
olamayacağı konusunda kat'i bir delil söz konusu değildir. âyeti de "Gözler
onu ihata edemez veya her göz onu göremez." gibi yorumlara müsait olduğu için
görmenin imkansızlığına delil olamaz. "Sen beni göremezsin." (A'raf, 7/143)
âyeti de umumî bir mânâ ifade etmemektedir. Bununla beraber peygamberimizin
gözle görmesi hakkında da kesinlik ifade eden bir delil yoktur. Zira bu konuda
en fazla itimâd edilen Necm Sûresi'nin 11. ve 13. âyetleridir. Bunlara göre
de mesele ihtilaflı olmakla birlikte hem olabilirlik hem de olmama ihtimali
vardır. Ayrıca Peygamber'den bize ulaşan mütevatir bir haber de mevcut değildir.
İbnü Abbas'ın görüşü ise kendi kanaatidir ve Hz.Peygamber (sav)'e dayanmamaktadır.
Aliyyu'l-Kârî de "Şifâ şerhi"nde şunları söyler: "Gazzâlî İhyâ'sında" sahih
olan görüş, Resulullah (s.a.v.)'ın Mirac gecesi Allah Teâlâ'yı görmemiş olmasıdır"
demektedir. Ancak Nevevî "Fetâva"da görmenin vuku bulduğunu kabul ederek kritikçi
âlimlerden de nakillerde bulunmaktadır. Fahreddin Râzî tefsirinde, herhangi
bir yön ve karşılaşma söz konusu olmadan Allah'ı görmenin caiz olduğunu beyan
ettikten sonra şunları söyler: "Ehl-i Sünnet'e göre görmenin meydana gelmesi
kulun değil, Allah'ın irâdesiyledir. Allah dilerse gözde, dilerse gönülde
idrak halk edebilir. Bu mesele, sahabe arasında da ihtilâfa yol açmıştır.
Ancak şunu belirtelim ki, görmenin vuku bulduğu konusunda ihtilâf olmakla
birlikte caiz olduğu hususunda ittifak vardır." Râzî sözüne şöyle devam etmektedir.
âyetinde, Peygamber (s.a.v)'in Mirac gecesi Allah'ın âyetlerini görüp, Allah'ı
görmediğine bir delil vardır. Mamafih Allah'ı gördüğü konusu zaten ihtilâflıdır.
Bu husus şu şekilde izah edilebilir: Allah Teâlâ, Mirac kıssasını "âyetleri
görme" ile mühürlemiş "Eksiklikten uzaktır, o ki geceleyin kulunu... yürüttü."
(İsrâ, 17/1) âyeti içerisinde "...ona âyetlerimizden bir kısmını gösterelim
diye..." buyurmuştur.
Eğer Muhammed
Rabbini görmüş olsaydı mümkün olanın en büyüğü olurdu. O takdirde âyet, rü'yet
olur ve en büyük şey de rü'yetten ibaret bulunurdu." Yani peygamber bizzat
Allah'ı görmüş olsaydı, Mirac'ın en büyük gayesi o görme olacağından sonunda
"Şüphesiz o (Muhammed) Rabbini gördü." veya "Bizi görsün diye." söylenmesi
gerekirdi.
Râzî'nin
bu son ifadesi bize başka bir mânâyı hatırlattı. Rü'yet en büyük âyet olunca
burada "kübrâ"yı görme ile tefsir etmemiz gerekecektir ki bunu da iki şekilde
düşünmek mümkündür. Birisi: Rabbinin âyetlerinden, yani üstün mucizelerinden
en büyüğü olan rü'yet mucizesini görmekle kalmadı ahirette ümmetinin göreceği
gibi beni de gördü. Diğeri de en büyük âyet olan rü'yetin hakikatini müşahede
etti şeklinde olabilir. Çünkü (En'âm, 6/103) âyetinde de geçtiği gibi bakışların
ve rü'yet denilen fiilin hakikatini ancak Allah bilir. O halde rü'yetin hakikatini
müşâhede etmek, "Ben onun kulağı, gözü ve kalbi oldum." hadisi ve "Attığın
zaman sen atmadın." (Enfâl, 8/17) âyetinin ihtiva ettiği mânâ üzere Allah
Teâlâ'nın Resulullah'da tecelli eden en büyük âyet ve delilleriyle mümkün
olmuş olur. Bu mânâya göre en büyük âyet, Muhammed'e verilen hakikatler demektir.
"Şüphesiz O, işitici ve görücüdür." (İsrâ, 17/1) âyetinde de bu mânâya bir
işaret vardır. Aliyyu'l-Kârî bu konu hakkında güzel bir yorum yaparak diyor
ki: "Allah bilir ya bu zor meselede delillerin arasını cemetmek yani onları
uzlaştırmak şöyle mümkün olabilir:
Rü'yetin isbat
edilmesi konusunda zikredilen deliller, Allah'ın sıfatlarının tecellisine;
rü'yetin nefyi (imkansızlığı)ne işaret eden hususlarda zikredilen deliller
de, Allah'ın zatının tecelli etmesine bağlanmıştır. Bir şeyin zâtının tecelli
etmesi, ancak onun hakikatinin ortaya çıkması ile mümkün olacağı için bunun,
Allah'ın zatı hakkında caiz olması imkansızdır. Nitekim "Gözler onu göremez",
"Onlar ise ilimleriyle O'nu kavrayamazlar." (Tâhâ, 20/110) âyetleri de buna
delalet eder. Ayrıca "...Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti." (Â'raf,
7/143) sözünde yer alan ceale (kılmak) tabirinde ve "Yüzler varki o gün ışıl
ışıl parlar, ve Rabbine bakar." (Kıyâme, 75/22,23) âyetinde de aynı hususa
işaret vardır. Yine Peygamber'in "Rabbinizi, Bedr (ayın ondördüncü) gecesi
ayı birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz" hadisinde de bir
açıklık söz konusudur.
Hasılı dünyada
kesin olarak bilinen, ahirette de kesin olarak görülecektir. Bununla beraber
Allah'ın zâtının hakikatinden ortaya çıkan sıfatların görüntüleri de, ebedi
makam ve hallerde sonsuzluğa doğru uzanmaktadırlar. Allah'da sonsuzluğa erişen
kimse, cenette yine sonsuzluğa dek Allah ile olacaktır. "Ve sonunda senin
Rabbine varılacaktır." buyurulmuştur. Bununla beraber O'nun ne evveliyatının
başı, ne de ahirinin sonu vardır.
Âyetin zahiren
ifade ettiği mânânın açıklanmasında iki nokta üzerinde durulmuştur. Bu konuda
Keşşâf sahibi şöyle söyler: "Âyetin
zahirî anlamına göre yaklaşma ve sarkma Peygamber ile Cebrail arasında meydana
gelmiştir ve görünen de Allah değil, Cebrail (a.s.)dir." Nitekim âlimlerin
çoğunluğu da bu görüştedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)'in Hz. Aişe'ye cevap
olarak verdiği haber de sahih olunca, hiç kimsenin bundan başka bir görüşe
meyletmesi de mümkün görünmemektedir. Allâme Tîbî de der ki, nazmın gereği
şudur: 'ya kadar olan söz, vahiy emri, Cebrail'den aldığı ve düşmanların şüphelerini
ortadan kaldırmak hakkında 'dan âyetine kadar olan kısım da Allah Teâlâ'ya
yükselme hakkındadır. Her akıl sahibi anlar ki, makamı, "Cibril Allah'ın kuluna
vahyetti" şeklindeki bir yoruma imkan vermez. Zira gönül ehli olanlar bundan
birbirlerine sırlarını açan iki kimse arasındaki yakınlık mânâsını sezerler
ki, ona kuruntu sergisi dar, fakat anlayışın sınırı dar değildir.
Bu izahtan
sonra şunu da belirtelim ki, Hz. Aişe hadisinin Peygamber'e ulaştırılan noktasını
düşünmekle beraber bizim de âyetlerin akışından anladığımızın özeti, bu tarzdadır.
Önce Resulullah'ın Cibril vasıtasıyla "Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1)
âyeti gereği öğretimi, sonra istivâ ile yüksek ufka varması, daha sonra da
ufkun üstünde yükselerek Cibril'in makamını geçmesi ve onu görmesi anlatılmaktadır
ki esasen (Necm, 53/12) âyetinden onu devamlı görmesi gibi bir mânâ anlaşılmakla
beraber biri, Mirac'a çıkmadan evvel üst tarafında biri de Mirac'dan inerken
alt tarafında olmak üzere Resulullah'ın onu, hakiki suretinde iki defa gördüğü
bilinmektedir. Anlatılan hususlardan biri de, Hz. Muhammed (s.a.v)'in Rabbinin
âyetlerinden en büyüğünü görmesidir. Cümlenin gelişinden anlaşıldığına göre,
âyette geçen "Kübrâ"nın Cebrail'den ibaret olmayıp, daha büyük bir şey olmasıdır.
Nitekim Râzî de "Âyetlerden maksat, Cebrail'den başkasıdır." demektedir. Alûsî
de bu konuda şöyle der: "Bazı haberlerde Peygamber (s.a.v)'in gördüğü şeyin
Cebrail ve Refref olduğu açıkça zikredilmişse de, esas olan belli bir şeyin
kasdedilmemesidir. Çünkü Peygamber (s.a.v) Mirac gecesi, sayılamayacak kadar
çok âyetler görmüştür." Müslim'in Sahîh'inde bulunan ve Ebu Habbeti'l-Ensârî
tarikiyle İbnü Abbas'tan yapılan bir rivayette peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sonra göğe yükseltildim tâ ki öyle bir makama çıktım ki orada kalemlerin
gıcırtılarını duyuyordum." Yani bir makama, bir seviyeye çıkarıldım ki kâinatın
mukadderâtının nasıl cereyan ettiğine muttali oluyordum. Biz bu hadisi, âyetinin
mânâsı ile ilgili görüyoruz. Ayrıca 'nın takdirinde "en büyük âyet" demek
olduğunu ve sözün akış tarzının da Muhammedî makamın açıklaması hakkında bulunduğunu
kabul ederek sözü edilen en büyük âyetlerin, Muhammed'e verilen hakikatler
olduğunu düşünüyoruz. Çünkü hangisi kasdedilirse edilsin, âyetlerin en büyüğünün,
ya da âyetlerden en büyüğünün Peygamber'de tecelli etmesinde asla şüphe yoktur.
Burada şu
noktayı da öneminden dolayı hatırlatmak istiyoruz. Müslim'de bulunan bir hadis-i
şerifde zikredilmiştir ki, "Resulullah önünü gördüğü gibi arkasını da görüyordu."
Demek ki onun görmesi, yön ve karşılaşmaya bağlı olmayan nitelikte bir görme
idi.
Meâl-i Şerif
19. Siz de
gördünüz değil mi o Lât ve Uzza'yı?
20. Ve üçüncü
olarak da öteki (put) Menat'ı?
21. Size erkek
O'na dişi öyle mi?
22. Öyle ise
bu çok insafsızca bir taksim.
23. Onlar
hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığınız (boş) isimlerdir.
Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin
sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.
24. Yoksa
her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi (olacak) dir?
25. Son da
ilk de (ahiret de dünya da) Allah'ındır.
19- "Siz de
gördünüz değil mi? Risalet anlatılıp Allah'ın kuvvet ve kudreti, âyetlerinin
büyüklüğü ve tevhide işaret edildikten sonra, burada da müşriklere taptıkları
tanrılarının hakaretleri ve inançlarının bozukluğu gösterilmektedir.
Buradaki hitap
Kureyş topluluğunadır.
Yani sırf
ilâhî bir vahiy olan bu kelâmı dinledikten ve arkadaşınız (Muhammed)ın gördüğünü
duyduktan sonra şimdi siz de söyleyin, gördünüz ya o Lât ve Uzza'yı
20- hem üçüncü
put Menat'ı . Lât, Uzza ve Menat onların taptıkları putlardandı. Onun için
bu putlarla, Abdullât, Abdul Uzza ve Abdul'l Menat diye isimler vermişlerdi.
Hatta "Bismillâti ve'l- Uzza" sözünü yemin ifadesi olarak kullanırlardı. Ebu
Ubeyde gibi bazı âlimler, bunların taştan putlar olup, Ka'be'nin içinde bulunduklarını
söylemişlerse de, başka mekânlarda kurulan hususî puthanelerde de putların
bulunduklarını gösteren nakillere rastlanmaktadır. Ka'be içinde Hübel gibi
diğer putların bulunması sebebiyle, yukarıda isimleri sayılan putların husûsi
hanelerde bulunan putlar olması gerekir. Lât için Tâif'de, Uzza için Nahle'de,
Menat için Kudeyd'de birer mekânın olduğu nakledilmektedir. "Mu'cemu'l-Büldân"da
anlatıldığına göre Lât Tâif'de idi. Sakif kabilesi, beyaz bir taş üzerine
onun beytini kurmuş, ve ona bakıcılar tayin etmişti. Başta Kureyş olmak üzere
bütün Araplar ona hürmet ederlerdi. Bakıcıları da, Sakif kabilesindendi. Yeri,
bugünkü Tâif Mescidi'nin sol minaresinin bulunduğu tarafda idi. Sakif'liler
İslâm'ı kabul ettiklerinde Resulullah Ebu Sufyân b. Harb ile Muğire b. Şu'be'yi
göndermiş, Onu yıktırmıştı. Uzza da Nahle'de bir ağacın yanında bulunan bir
put idi. Gatafan kabilesi ona tapardı. Bu putun bakıcıları, Sayreme b. Murreoğullarındandı.
Uzza'yı Zâlim
b. Es'ad put edinmişti. Bu put, Nahle-i Şâmiyye vadisi içindeki Hurad mevkiinde
bulunuyordu. Mekke'den Irak'a doğru giderken Mus'ad'ın sağ tarafında, Amir'in
hizasında ve Zat-ı Irk'ın üst kısmında, Bustan'a dokuz mil mesafede idi. İbnü
Es'ad onun üzerine Bess denilen bir beyt yaptırmıştı ve onun içinde bir ses
duyarlardı. Araplar ve Kureyşliler ona saygı gösterirlerdi, Kureyş'lilerin
nazarında da putların en büyüğü Uzza idi. Onu ziyaret eder, ona hediye ve
kurban verirlerdi. Kureyşliler onun için Hurad vadisinde Sükam adını verdikleri
bir koruluk kurmuşlardı ve onu Kabe'nin Harem'ine benzetmek istiyorlardı.
Şeybân b. Câbir b. Mürre oğullarından olan bakıcıları, Beni'l-Haris b. Abdilmuttalip
b. Hâşim'in adamlarındandı. Bunların en son bakıcıları da "Dübeyye b Harmeselemî
idi. Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke'yi fethettiği zaman Hâlid b. Velid'e dediki:
"Batn-ı Nahle'ye git orada üç semüre ağacı bulacaksın, birinciyi kes!" Hâlid
varıp kesti ve geri dönüp geldi: Peygamber (s.a.v) ona: "Bir şey gördün mü?"
dedi. O da, "hayır" dedi: "Öyle ise git ikinciyi de kes!" dedi. Kesip geldiğinde
de ona tekrar "Bir şey gördün mü" diye sordu. Hayır deyince, "O halde git
üçüncüyü de kes!" dedi. Halid b. Velid kesmek üzere gittiğinde kendisini vazgeçirmek
isteyen çıplak bir kadınla karşılaştı. Saçlarını dağıtmış, ellerini ensesine
koymuş ve dişlerini gösteren bu şeytan kılıklı kadının arkasında da bakıcı
olan Dübeyye b. Harmesselemi eşşeybânî Halid'e bakıp şöyle diyordu:
"Ya Uzza!
Haydi yalan çıkarma, Halid'in üzerine şiddetli bir şekilde saldır. Örtüyü
bırak ve kollarını sıva, çünkü sen bu gün Hâlid'i öldürmezsen peşin bir zilletle
dönecek ve hıristiyanlaştırılacaksın."
Halid de şöyle
dedi
"Ya Uzza nankörlük
sana, senin için tenzih (berî kılma) yok. Gördüm ki Allah seni zelil kıldı."
Ve sonra
kılıçla başına vurdu ve onu öldürdü, peşinden de ağacı kesti ve Dubeyye'yi
de öldürdü Daha sonra da Resulullah'a gelip durumu haber verdi. Peygamber
de, "O, Uzza idi, artık bundan böyle Araplara Uzza yok." dedi. Menat'a gelince,
bu konu da da "Mu'cemu'l- Büldân"da şu bilgiler mevcuttur: "Menat, Medine
ile Mekke arasında Muşellel nahiyesinde bulunan Kudeyd isimli mevkide, deniz
sahilinde dikili bir putun adıdır. Bu put, diğer putların hepsinden önce dikilmiştir.
Bunu ilk defa dikenin Amr b. Lühayyi Huzâî olduğu, onu Şam tarafından getirip
Ka'benin etrafına diktiği rivayet edilmektedir. Bu put, Huzeyl ve Huzaa'nın
putu idi, ancak Kureyş ve diğer Araplar da ona tapar, kurban ve hediyeler
takdim ederlerdi. Bu putun daha sonra Kudeyd'e dikildiğini, Evs ve Hazrec
kabilelerinin onu ziyaret etmedikçe hac ibadetlerinin tamam olduğuna inanmadıkları
nakledilmektedir. Nihayet hicretin sekizinci fetih senesi Resulullah Medine'den
dört veya beş gün ayrıldıktan sonra Ali b. Ebî Tâlib'i Menat'ı yıkmak üzere
gönderdi. O da gidip yıktı ve ne varsa hepsini alıp getirdi. Getirdiği şeyler
arasında Mıhzem ve Resub adında iki de kılıç vardı. Resulullah onları Hz.
Ali'ye verdi. Bunlardan birinin Zülfikâr olduğu söylenir. Bu putun bakıcısı,
Ezd kabilesinden Gatârif idi." Putlara verilen isimlerin hepsi müennestir.
Bu konuda Taberi şöyle der: "El-Lât, Allah lafzından alınarak sonuna müenneslik
(dişilik) tâ'sı getirilmiştir. Müzekkere Amr. Müennese Amre, erkeğe Abbas,
dişiye Abbâse denildiği gibi. Müşrikler putlarına Allah'ın isimlerini vererek
Ellât'ı Allah, Eluzza'yı da Allah'ın el-Aziz isminden almışlardır." Râzî'nin
görüşü de şöyledir: "Ellât, 'in müennesidir." Aslı, idi, ancak te'niste hâ
üzere durulup şeklini aldı. Sonra da kelimede bulunan iki "ha"dan birisi hazfolunarak,
iki asıl harf ile bir te'nis tâsından ibaret kaldı. Bu te'nis tâ'sı da kelimenin
aslı gibi kabul edilerek "zâmâl"ın müennesi "zâtimâl" gibi oldu. Kelimenin
türetilmesi konusunda başka görüşlerden de bahsedilmiştir. Etrafında toplanılmak
ve dolaşılmak mânâsında aslından şeklinde olduğu söylendiği gibi, kırâet-i
aşere (on kırâet) imamlarından Yakub'un Ruveys rivâyetinde tâ'nın şeddesiyle
okuması 'ın 'den türetildiğini de göstermektedir. Döğüp ezmek ve bulamak mânâlarına
gelmektedir. Anlatıldığına göre vaktiyle bir adam yağ ile kavut yapıp halka
yedirirmiş ve yiyenler de gelişirlermiş. Derken o zât mabud telakki edilip,
onun suretinde bir put yapılarak Lât ismi verilmiştir. Râzî, bu hikayeye göre
Lât'in, erkek olduğunu söylüyorsa da "suret" te'vili ile yine müennes olmalıdır.
Zira âyetin ifade tarzından hep müennes oldukları anlaşılmaktadır. Uzza da
belli ki "eazzın" müennesi olarak azîze demektir. Menat ya kader, ölüm veya
ilâh mânâsına "Menâ"dan alınmıştır, ya da İbn kesir kırâetinde şeklinde okunması
sebebiyle den alınarak, yanında kurban kanlarının dökülmesi veya kendi inançlarına
göre yağmur ümid edilmesi gibi bir düşünce ile bu isim verilmiştir.
Burada Menat'tan
sonra "diğer üçüncüsü" sıfatının zikredilmesi, alay ve küçümseme içindir.
Öncelikle bu ifadede, o iki kere gördü ise siz üç defa gördünüz değil mi?
Makamında bir alay vardır. İkinci olarak sıfatı ile putların geriliği, hakaretvâri
bir tarzda dile getirilmiştir. Çünkü kullanımda, yaygın olarak "diğer" mânâsını
ifade etmekte ise de aslında "gecikme"den ism-i tafdil olarak en geri mânâsında
tevriyeli bir söz olduğu da söylenebilir. Menat en geri bir put olunca diğerlerinin
geriliği de böylece anlaşılmış olur. Bir de Menat'ın daha önce dikilmiş en
büyük bir put iken Lât ve Uzza'dan sonra üçüncü derecedeki putlar arasına
düşürülmüş olmasına işaret sayılabilir. Böylece denilmiş olmaktadır ki, bu
beyandan sonra siz de o taptığınız çeşitli putları ve onların geriliklerini
gördünüz değil mi? Şimdi söyleyin bakalım.
21- Size erkek
O'na dişi öyle mi? Yani erkek isimlerini kendiniz alıp kadın isimlerini tanrıya
veriyorsunuz öyle mi? Arapça'da isimler, ya müzekker ya da müennes olur. Fakat
müşrikler putlarına hep müennes isimler vermişlerdi. Özellikle Allah adına
dikildiği iddia edilen söz konusu putlar, müennes isimli idiler. Müşriklerin
kanaatine göre, putlar ilâhî kuvvetlerin ve meleklerin suretleridir. Melekler
de Allah'ın kızlarıdır. Bu yüzden müşrikler; "Biz onların suretlerini yapıp
müennes isimler vererek, onlara taparız. Böylece de bu putları Allah'ın yanında
şefaatçı kabul ederek yardımlarını bekleriz." diyorlardı. Nitekim şu iki âyet
onların durumlarını dile getirmektedir. "Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir
." (Yûnus, 10/18), "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz."
(Zümer, 39/3) Yâkûtu'l-Hamevî, "Mu'cemü'l- Büldân"da Uzza'yı anlatırken şu
fıkraya da yer verir: "Kureyşliler Ka'be'yi tavaf ederken "Lât, Uzza ve üçüncü
olarak da öteki put Menat hürmetine, çünkü onlar ulu kuğulardır, her halde
onların şefaatleri umulur." diyorlardı. Ve de onları Allah'ın kızları kabul
edip şefaatlerini bekliyorlardı. Peygamber (s.a.v)'e risalet vazifesi verilince
"Siz de gördünüz değil mi Lât ve Uzza'yı? Üçüncü olarak da diğer putunuz Menat'ı?
Demek size erkek, Allah'a dişi öyle mi? Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim!
Onlar, hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir.
Allah, onlar hakkında hiç bir delil indirmedi." âyetleri inzâl buyuruldu."
Bu nakilden
Garanik meselesinin menşei de anlaşılmış olmaktadır. Garanik kelimesi çoğul
bir kelimedir. Müfredi gurnuk gelir. Gurnuk, kuğu kuşu denilen beyaz bir su
kuşudur ki kazdan daha büyük, uzun boyunlu ve güzel endamlı bir kuştur. Sîmten
denilen beyaz, güzel ve dolgun bedenli taze dilberlere de kuğu ismi verilir.
Gönül alıcı bir rüzgâr estiğinde deprenip oynayan yumuşak saçlara da "garanika"
veya "garanikiyye" denilmektedir. İşte müşrikler beyaz taşlardan yaptıkları
putlarını böyle şâirâne bir teşbih (benzetme) ile yüksekte uçan kuğu kuşuna
benzeterek onların şefaatlerini umuyorlardı.
22- Bundan
dolayı inançlarının temelsizliği ve çürüklüğü gösterilmek üzere önce kınama
şeklinde "erkek size, dişi O'na öyle mi?" buyurulmuş ve ardından da "Bu, pek
zalimce bir taksimdir." denilmiştir. Âyette yer alan "dayz" ve "davz" eksiklik
etmek, bir kimseye hakkını eksik vermek ve zulmetmek demektir. "Dîzâ" da eksik,
haksız hayıflı yani zalimce anlamını ifade eder. Kamus mütercimi Âsım efendi
bu kelime ile ilgili özellikle şu hatırlatmayı yaparak der ki: "Şihâb, Dürretü'l-Gavvâs
şerhinde şunları söyler, "Dîzâ kelimesi fu'lâ vezninde bir sıfattır. Noksanlık
mânâsınadır." Aslında yani ilk harfi ötre iken ya (ikinci harfe) yakınlığı
sebebiyle bu ötre, kesreye dönüşmüştür. Çünkü söz konusu kelime, yâ'lı ecvef
olan den alınmıştır. Eğer den alınmış olsaydı o vakit, denirdi. Kaldı ki Arapça'da
sıfat olarak ilk harfin kesresiyle "fi'la" vezninde kelime yoktur. Bu vezin,
"şi'râ" ve "zikrâ" gibi isimlerin binasındandır." Hâşriye-Sâ'diyye'nin beyanına
göre ise bu görüş, Sibeveyh'e aittir. Diğerleri bu sıfatları, ilk harfin kesresi
ile "fi'la" vezninin varlığını nakleden "hîkâ" ve "kiysâ" ile gösterdiler.
denildiğinde bununla "salınır, kibirli yürür" mânâsı anlaşılır. denilince
de "yalnız yer ve yalnız konaklar" mânâsı kasdedilir. Ebu Hayyân da "dîzâ"
kelimesinin, zikrâ gibi mastar olmakla birlikte sıfat mânâsını taşıdığını
da kabul etmiştir. Sibeveyh'in kanaatine göre ise, söz konusu kelime, "Uzza
" ve "Uhrâ" gibi üstünlük bildiren fiillerin müennes vezninde gelerek "en
zalimane" mânâsını ifade etmektedir. Çünkü müşrikler, Allah'a çocuk isnad
etmekle haddizatında O'na en büyük zulmü yapmakla kalmıyorlar, kız sahibi
olmayı eksiklik sayıp, arzu etmedikleri halde, onları Allah'a tahsis etmek
suretiyle kendi vicdanlarına karşı saygı göstermek istedikleri tanrıyı küçümsemiş
oluyorlardı.
23-Bu kınamadan
sonra gerçeğin açıklanması için de şöyle buyurulmuştur: Onlar, o müennes isimler
ve sıfatlarla anılan putlar, hiçbir şey değildirler Uluhiyyet, izzet Allah'a
nisbet ve şefaat gibi kendileri için (putlar için) gözetilen mânâları, gerçekleştirecek
hiçbir şerefe sahip değillerdir. Sade kuru isimlerden ibarettirler. Yani gerçekte
mânâsı olmayan boş isimlerdir. "İşaret isimleri zât ile birlikte sıfata, zamirler
de yalnız zâta delalet eder", diye meşhur bir kâide vardır. Bu sebeble buradaki
müennes zamiri mercii (işaret ettiği yer) itibariyle bize bir nükte ifade
etmektedir. Zira "gördünüz değil mi?" hitabı ile o putların bilinen bütün
vaziyet ve sıfatları hatırlatılıp ism-i işaretiyle de kendilerine isnad edilen
vasıfların münasebetsizliği gözler önüne serilmiştir. Ardından da denilip,
birden bire bu zamir bir ism-i işaret makamında görünerek o putları, iptal
edilen sıfatlarıyla tavsif eder gibi olduktan sonra, zamir olması sebebiyle
de onları bu sıfatlardan soyutlamış ve bunların kuru isimlerden başka bir
şey olmadıklarını ortaya koymuştur. Bu tafsilatı vermemizdeki maksadımız,
bu âyetin garanik uydurmasının da iptaline işaret ettiğini özellikle anlatmaktır.
Zira garanik olayı da, müşriklerin putlarına isnad ettikleri vasıflardan olduğu
için burada ayrıca şu anlam da kendini göstermiş oluyor: Sizin her halde şefaatlerini
umarak garanik-i ulâ (ilk kuğular) dediğiniz o putlar, hiç bir şey olmayıp,
kuru isimlerden ibarettirler.
Sırası gelmişken
şunu da ifade edelim ki: Hac Sûresi'nde bulunan "Senden önce hiç bir resul
ve nebi göndermemiştik ki o (bir şey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusu
içerisine mutlaka (bir düşünce) atmış olmasın." (Hac, 22/52) âyetinin tefsirinde
Taberi ve Zemahşerî gibi bazı müfessirler, kendilerine yakışmayacak şekilde
lafzıyla bir hikaye anlatmışlardır ki, o da şöyledir: Güya Necm Sûresi nazil
olduğunda Resulullah Harem-i Şerif'te onu okumuş ve sonunda müminlerle beraber
müşrikler de secdeye kapanmışlardır. İşte bu esnada âyetinden sonra "onlar,
ulu ak kuğulardır. Herhalde şefaatleri umulur." sözü de yanlışlıkla işitilmiş,
ancak şeytan tarafından atılan bu sözü, Allah Teâlâ neshedip (ortadan kaldırıp)
âyetlerini onun tasallutundan korumuştur. Bu hikayeyi anlatan tefsirciler,
şeytanların her türlü taarruzlarına karşı ilâhî vahyin kuvvetini ve nasıl
korunduğunu anlatmak istemişlerdir. Ebu Hayyân der ki: "Bu kıssa, Sîret-i
Nebeviyye derleyicisi Muhammed b. İshâk'tan sorulduğunda O, bunun zındıkların
uydurmasından ibaret olduğunu söylemiş ve konuyla ilgili bir de kitap kaleme
almıştır." Hâfız Ebu Bekr, Ahmed b. Huseyn el Beyhakî de demiştir ki: "Bu
kıssa, nakil yönünden sâbit değildir ve râvileri de yalancılıkla itham edilmiştir.
Bu yüzden sahih hadis kitapları ve diğer hadise dair eserlerde onlardan bir
şey zikredilmemiştir. Şu halde bu sözün atılması vaciptir. Onun içindir ki
ben kitabımı ondan uzak tuttum."
Bu âciz yazar
da der ki: "Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, müşrikler Ka'be'yi tavaf ederlerken
demek âdetleri idi. Bunu, Yakutu'l-Hamevî, "Mu'cemu'l- Büldan" adlı eserinde
ifade etmektedir. Demek ki garanik benzetmesi Peygamber (s.a.v)'den önce de
söylenegelmiş bir sözdür. Çeşitli şekillerde söylenmiş olması da bunu göstermektedir.
O halde bu söz esas itibariyle müşriklere şeytan tarafından atılan bir sözdür.
Ancak esas üzerinde durulması gereken mesele, bunu Peygamber'in söyleyip söylemediğidir.
"İnmekte olan yıldıza andolsun ki sizin arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da.
O hevadan söylemiyor. O Kur'ân ancak vahyedilen bir vahiydir." diye okumuş
dururken Peygamber (s.a.v)'in vahyi tebliği esnasında şeytanın herhangi bir
müdahelesinin olamayacağında asla şüphe yoktur. Şu kadar var ki, Kur'ân'ın
birçok yerinde kâfirlerin, müşriklerin ve şeytanların sözleri de hikaye yolu
ile anlatılmıştır. Eğer söylenmiş olsaydı, bunlar gibi söz konusu kıssanın
da Peygamber tarafından hikaye edilmesi mümkün olabilir ve tam âyetinden sonra
ve den önce söylenmesi icap ederdi. Çünkü, tarzında söylenmiş olsaydı o zaman,
"Erkekler size, dişiler O'na öyle mi? O halde bu insafsızca bir taksim." âyetlerinin
ifade ettiği kınama mânâsı ile kelâmın ahengi bozulmuş olurdu. Halbuki bu
kınamadan sonra denildiği takdirde fiili hâli (içinde bulunulan zamanı) hikaye
ederek "o ulu kuğular ki bir de onların her halde şefaatleri umuluyor, onlar
hiçbir şey değil, sade kuru isimlerden ibarettir" denilmiş olurdu. Bu mânâ
ise, şeytanın ortaya attığı bir mânâ değil, müşriklerin şeytana aitmiş gibi
ortaya attıkları sözlerini iptal eden düzgün bir söz ve istenen bir mânâ olacağından,
neshedilmesine ihtiyaç kalmazdı. Çünkü, "Göklerde nice melek var ki onların
şefaatı hiçbir işe yaramaz..." (Necm, 53/26) âyetinde özellikle şefaat konusuna
işaret edileceği gibi bu anlam lâfzan açıklığa kavuşturulmadığı halde bile,
kelâmın mefhumundan tamamiyle kasdedilenin bu olduğu hususunda şüpheye mahal
yoktur. Demek ki burada (Hacc, 22/52) âyetinin mânâsı ile ilgili bir neshin
söz konusu edilmediğine kelâmın kendisi şahittir. "O hevadan söylemiyor."
Sözünü içeren bir sûreyi (Necm Sûresi'ni) okurken peygamberin dilinden kendi
arzusuna göre bir sözün çıkmasına ihtimal olmadığı gibi, putların hakaret
ve hiçliğini ilan eden âyetlerin arasında onların lehinde bir sözün geçmiş
olmasının da, alaydan başka bir mânâsının olmadığı ortadadır. Zira putların
hiçbir şey olmayıp, yalnız kuru isimlerden ibaret oldukları açıkça ifade edilmiştir.
Onlara o isimleri
siz ve babalarınız taktınız. Yani ifade ettikleri mânâlardan hiçbiri kendilerinde
bulunmaksızın o putlara isimleri siz ve babalarınız yalan yere taktınız.
Allah onlar
hakkında bir delil indirmedi. Yani öyle bir isimlendirmeyi hakkı gösterecek
hiçbir delil ve tesirli bir mânâ indirmedi. Onun için gerçekte onlar, mânâları
olmayan kuru isimlerdir. O halde nasıl ve ne sebeple o isimleri verip de onlara
taptıklarına gelince; bu hususun açıklanması sırasında onların hitaba layık
olmadıklarını göstermek için muhataptan gaibe geçilerek buyuruluyor ki: Onlar
başka bir şeye değil sırf nefislerinin arzularına uyuyorlar. İnanç ve amellerinde
hakkı ve hayrı aramıyorlar. Dini, sırf nefsin istek ve arzularından ibaretmiş
gibi kabul ederek nefs-i emmâreler (kötülüğe sürükleyen nefisler)in meylettiği
boş ve mânâsız hayallerle kuru temenniler peşinde koşuyorlar. Halbuki Rablerinden
kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi de geldi. Yani zan ve arzularla
murada erilemeyeceğini anlatan ve isteklere kavuşmak için takip edilmesi lazım
gelen hak ve hakikat yolunu gösteren Peygamber ve Kur'ân gelmişken yine kendi
arzu ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar.
24- Yoksa
her arzu ettiği şey insanın kendisinin midir? Yani her temenni ettiği ve gönlünce
arzu edip kurduğu her hayali, her ideali gerçekleşir mi? Putlar şefaat ederler
diye temenni etmekle, nefislerin arzuları yerine geliverir mi? Yahut Peygamber
olmayı isteyen Peygamber olabilir mi? Hayır olmaz, insanın her arzusu yerine
gelmez. Zira her şey Allah'ın iradesine bağlıdır.
25- Zira son
da, ilk de (ahiret de, dünya da) Allah'ındır. İlk varlık âlemine geliş insanın
kendi elinde olmayıp sırf Allah'ın hüküm ve iradesine bağlı olduğu gibi, sonu
yani ahireti de, yine O'nun hüküm ve kanunları çerçevesinde cereyan eder.
Şu halde insanın ahiretini kurtarması ve sonunda muradına erebilmesi için
yalnız kendi arzu ve hisleriyle değil, Allah'ın hüküm ve iradesine göre indirmiş
olduğu delil ve hükümlere uygun hareket etmesi gerekir. Demek ki sırf nefsin
arzu ve temennilerinden ibaret ümit ve hayal peşinde gitme, yani sade idealizm,
yeterli değildir. (Reel) gerçek bir esasa dayanarak yürümek gerekir. Çünkü
eninde sonunda mülk ve hüküm insan nefsinin değil, Allah'ın dır.
Meâl-i Şerifi
26. Göklerde
nice melek var ki Allah'ın dileyip razı olduğuna izin vermeden önce onların
şefaatları hiç bir işe yaramaz.
27. Ahirete
iman etmeyenler meleklere dişilerin adlarını takıp duruyorlar
28. Onların
bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz
hakikat bakımından birşey ifade etmez.
29. Onun için
bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden
yüz çevir.
30. İşte onların
ilimden erişebilecekleri (son sınır) budur. Şüphesiz, Rabbin, yolundan sapanı
da iyi bilir; O, hidayette olanı da iyi bilir.
31. Göklerde
ve yerde bulunanlar hep Allah'ındır. Akıbet (sonuçta) kötülük yapanları yaptıkları
ile cezalandıracak, güzel davrananları da daha güzeliyle mükafatlandıracaktır.
32. Onlar
ki günahın büyüklerinden ve çirkin işlerden kaçınırlar, yalnız bazı küçük
kusurlar hariç. Şüphesiz Rabbinin affı geniştir. O, sizi daha topraktan yarattığı
zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada, sizi en iyi bilendir.
Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha
iyi bilir.
26- "Göklerde
nice melekler vardır!" Müşrikler, putları melek ve melekleri de Allah'ın kızları
olarak kabul ederek onların resimlerini yapıp takmakla meleklerin kuvvetlerine
yaklaşmanın mümkün olacağı ve bu vesile ile şefaatlerine ulaşılabileceği kanaatinde
bulunduklarından dolayı özellikle bu ilk âyette onların zanlarının çürüklüğü
gösterilmek üzere evvel ve son (dünya ve ahiret)un Allah'ın olduğu ifade ediliyor.
Yani göklerde ne kadar çok melek vardır da şefaatleri hiç bir şeye yaramaz.
İzinsiz şefaat etmek hadleri değildir, ama şefaat ettikleri farzedilse bile
bu, yine fayda vermez. Ancak Allah izin verdikten sonra faydalı. O da, herkes
için değildir, kime diler ve razı olursa onun için. Bu mânâ, hem şefaat edecekler
hem de kendilerine şefaat edilecekler için düşünülebilir. Demek ki eninde
sonunda rızası aranacak olan mabud (kendisine ibadet edilen) melekler değil,
Allah'tır. Meleklerin şefaatı böyle olunca putlardan ne şefaat beklenir
27- Evet,
muhakkak ki ahirete imanı olmayanlar günahın ve Allah'a karşı yalan ve iftiranın
ahiretteki ceza ve sorumluluğundan hakiki bir iman ile korkmadıkları için
meleklere dişilerin adlarını verip duruyorlar, Allah'ın kızları diyorlar.
Onun için nefislerinin arzularına uyacak tarzda kız suretinde putlar yapıyorlar.
28- Bununla
birlikte ona dair bilgileri yoktur. Yani meleklerin ne olduklarını ve kendilerinin
ne dediklerini bildiklerinden değil, sırf zanlarına tâbi oluyorlar. Burada
zan, kuruntu mânâsınadır. Yani melekler dişi olarak düşünülür ve tasvir edilirse
daha çekici olacağını zannediyorlar. Halbuki zan, hakikat bakımından hiçbir
şey ifade etmez. Yani hiçbir şekilde hakkın yerini tutmaz. Çünkü zan, nefsî
(sübjektif ferde göre değişen nitelikte) bir olaydır. Hak ise değişmeyen (objektif)
bir hakikattır. Onun için kesin inancı gerektiren itikadî meselelerde zan
kâfi değildir.
29- Bu yüzden
sen aldırma, yüz çevir. Öyle kimselerden ki bizim zikrimizden, yani hakkı
hatırlatarak nasihat eden (şânı yüce olan Kur'ân)'den yüz çevirmiş, dinlemiyor,
aldırmıyor. Dünya hayatından başka bir şey istemiyorlar. Nadr b. Hâris ve
Velîd b. Muğîre gibi
30- O, onların
ilimden erişebildikleri, varabildikleri son sınırdır. Yani bildikleri o kadardır.
Bütün ilimlerinin nihayet muradı, (son hedefi) dünya hayatının zevkidir. "Dünya
hayatından sadece (görünen) dış yüzü bilirler; ahiretten ise onlar tamamen
gafildirler." (Rûm, 30/7) âyeti de onların hallerini tasvir etmektedir. Herhalde
yakından sapanı, sapıklıkta ısrar edeni en fazla bilen Rabbindir. Hidayeti
kabul edip doğru yolu tutanı en ziyade bilen de odur. Bu cümle yüz çevirme
emrinin sebebidir. "En fazla bilen" Sözünün tekrarı da, her iki malum (bilinen)
arasındaki zıtlığı ifade etmektedr. İlimden maksad da, ceza ve mükafatını
tertip ve tatbik edecek tarzda bilmektir.
31-Sonra da
Allah'ın kudreti gösterilmek üzere şöyle buyuruluyor. Göklerdeki ve yerdeki
Allah'ındır. Yaratma yönüyle de O'nun, tasarruf ve idare yönüyle de O'nundur.
Bu ın müteallâkı (bağlandığı yer) hakkında birkaç ihtimalin olduğu söylenmiştir.
nin delâlet ettiği şey olan yaratma veya milke veya ye ya da yüz çevirme emrine
bağlanabilir. Kâdî Beydâvî der ki: "Makablinin medlûlüne illettir (kendisinden
önceki mânânın delalet ettiği şeyin sebebidir)." Yani âlemi şunun için yarattı
ve tanzim etti yahut yolunu şaşıranı ve hidayeti bulanı şunun için ayırıp
hallerini korudu ki.." Buna göre birincisi, takdir edilen fiiline, ikincisi
ye bağlı demektir. Ebu Hayyân'a göre de söz konusu "lâm" mülk mânâsının delalet
ettiği şeye bağlıdır. Yani "Allah, karşılık vermek için ya sapıklıkta bırakır,
ya da hidayete sevkeder." şeklinde takdir edilen cümleye bağlıdır. Ayrıca
yukarıda geçen "Allah, karşılık vermek için sapıtanı ve hidayette olanı bilir."
cümlesine bağlı olduğu da söylenmiştir.
Râzî, emrine
bağlanma ihtimali varsa da en doğrusu ye bağlı olmasıdır, demiştir. Ebu's-Suud
da bu görüşü tercih etmiştir. Ayrıca bu gibi ların ilâhî fiillerde hikmet
ve akıbet için olduğunu da beyan etmişlerdir. Buna göre mânâ şöyledir: Bu
göklerin ve yerin mülkiyet ve saltanatının veya sapıklık ile hidayetin yahut
hak ile batılın bilinmesi, ya da dünya hayatından bir şey istemeyip Allah'ın
zikrinden yüz çevirmiş kimselerden uzaklaştırılması şu hikmet ve akıbet (sonuç)
içindir ki Allah, kötü iş yapanları yaptıkları ile cezalandıracak, kötü işlerine
karşılık, benzer kötü cezalar verecek. Güzel iş yapanları da daha güzeliyle
karşılayacak, hüsnâ, yani en güzel mükafat olan cennet ile yahut amellerinin
daha güzeli olan kat kat sevapla karşılık verecektir. İhsan sıfatının gerçekleşmesi
için büyük günahlardan kaçınmanın şart olduğu da, şu vasıfla ifade ediliyor.
32- O iyilikte
bulunanlar ki, büyük günahlardan -yukarıda da geçtiği gibi büyük günahlardan
maksat, cezası büyük olan yahut hakkında hususi tehdit bulunan günahlardır
ve fevâhişten yani büyük günahlar içinde bilhassa çirkinliği açık olan fuhşiyyattan
kaçınırlar. Lemem hariç, yani az ve küçük olan kusurlar müstesna Çünkü büyük
günahlardan kaçınılınca mesela, bir bakış, bir göz işareti, bir öpücük gibi,
küçük günahlar affedilir. Şüphesiz ki Rabbinin mağfireti geniştir. Büyük günahlardan
kaçınılınca küçükleri affettiği gibi tevbe edilince büyükleri de affeder,
dilerse tevbesiz de affedebilir. Ancak tevbe edilmekdikçe şirki mağfiret etmez.
Hem O, sizi en iyi bilendir. Yani sizin her hâlinizi bilir, hükmünü de ona
göre verir. Sizi topraktan yarattığı zaman yerde ilk insan cinsinin, hücrelerinin
yaratılışı esnasında, ya da insan gıdasının topraktan yaratıldığı sırada ve
siz analarınızın karınlarında cenin olarak bulunduğunuz vakitte, yani sizin
kendinizi bilmediğiniz zamanlarda bile nasıl olduğunuzu ve ne halde bulunduğunuzu
ve gelecekte neler kazanacağınızı, kısacası bütün eksiğinizle varlığınızı
hep O bilir. O halde nefislerinizi temize çıkarmayın. Yani kendinizi hiç günahsız,
kusursuz ve tertemiz kabul ederek öğünmeyin. Farkında olmadan birçok kusurunuz
olabilir. Tamamıyla korunup müttaki olanı en fazla O bilir Çünkü her halinize
vakıf olan O'dur. İyilerle kötüler ahirette Allah'ın huzurunda seçileceklerdir.
Meâl-i Şerifi
33. Şimdi
gördün mü O yüz çevireni?
34. Azıcık
verip (sonra vermemekte) direneni?
35. Gaybın
bilgisi kendi yanındadır da, o mu görüyor?
36. Yoksa
haber verilmedi mi Musa'nın sahifelerinde yazılı olanlar?
37. Ve çok
vefakâr olan İbrahim'in sahifelerindekiler?
38. Ki hiçbir
günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez.
39. Doğrusu
insana çalışmasından başka bir şey yoktur.
40. Ve çalışması
da yakında görülecektir.
41. Sonra
ona karşılığı tastamam verilecektir.
42. Ve şüphesiz
en son varış, Rabbinedir.
43. Doğrusu
güldüren de ağlatan da O'dur.
44. Öldüren
de dirilten de O'dur.
45. Şüphesiz
erkeği, dişiyi iki eş yaratan O'dur,
46. Atıldığı
zaman bir nutfeden.
47. Şüphesiz
tekrar diriltmek de O'na aittir.
48. Şüphesiz
zengin eden de sermaye veren de O'dur.
9. Doğrusu
Şi'râ yıldızının Rabbi O'dur.
50. O, helak
etti önce gelen Âd'ı.
51. Ve Semûd'u
da bırakmadı.
52. Önceden
de Nuh kavmini (helak etmişti), çünkü onlar zulmetmiş ve azmıştı.
53. Altı
üstüne getirilmiş şehirleri devirip yıktı.
54. Onları
neler kapladı neler!
55. O halde
Rabbinin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun.
56. Bu da
ilk uyarıcılardan bir uyarıcıdır.
57. Yaklaşan
yaklaştı.
58. Onu Allah'tan
başka açığa çıkaracak yoktur.
59. Şimdi
siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz?
60. Gülüyorsunuz
da ağlamıyorsunuz?
61. Ve siz
mi kafa tutuyorsunuz ey gafiller?
62. Haydi
Allah için secdeye kapanın ve O'na kulluk edin.
33- Şimdi
gördün ya o yüz çevireni, hakta sebat etmeyip de döneni. Mücâhid ve İbnü Zeyd'den
rivayet olunduğuna göre, Velîd b. Muğire Resulullah (s.a.v)'ın meclisine gelmiş,
onun okuduğu Kur'ân'ı ve va'zını dinlemiş ve İslâm'a yaklaşmıştı. Bundan dolayı
da Resulullah onun hakkında ümit beslemişti. Sonra müşriklerden biri, onu
azarlayıp "atalarının dinini terk mi ediyorsun? Dinine dön, onda sebat et,
ahiret hakkında her neden korkuyorsan bana şöyle şöyle mal vermen şartıyla
kendi üzerine alırım." deyince, Velîd de ona uyup İslâm'a olan gayretinden
dönmüş ve şart koşulan malın bir kısmını verip geri kalanına dayatıvermişti.
İşte âyet bu hususa işaret etmektedir.
34- Dayattı,
vermedi.
Küdye, kazılmaz
sert yer ve yalçın kaya, ikdâ da küdyeye (sert kaya) varmak mânâsınadır. Onun
için Araplar derler ve bununla "yeri kazdı da küdyeye, yani kazılmayacak sert
kayaya dayandı", mânâsını kasdederler. Bu kelime, cimrilik ve zor zaptetmek
anlamında da kullanılmıştır.
35- Gayb bilgisi
yanında da, artık görüyor mu? Yani şimdiden ahireti görüyor da günahını başkasının
yüklenivereceğini biliyor mu?
36- Yoksa
haber verilmedi mi? Musa'nın sahifelerinde bulunanlar
37- ve İbrahim'inkindeki,
yani İbrahim'e indirilmiş olan sahifedekiler. O İbrahim ki çok vefâlı idi.
"Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca;
'Ben seni insanlara önder yapacağım' demişti." (Bakara, 2/124) âyetince İbrahim
(s.a) emrolunduğu kelimeleri tamamıyla ifâ etmişti. Her hususta sözüne çok
bağlı idi. Ebu Hayyân, "el-Bahru'l-Muhit"de şöyle der: "Musa ile İbrahim'in
tahsis edilmesi için denilmiştir ki: Nuh ile İbrahim arasında (geçen zamanda)
bir adamı, babası, oğlu, amcası ve dayısı ile, bir kocayı karısı ile, bir
köleyi de efendisi ile beraber hesaba çekerlerdi. Onlara ilk karşı çıkan İbrahim
oldu. İbrahim'in şeriatından Musa'nın şeriatına kadar geçen süre içerisinde
bir kimseyi başkasının suçundan dolayı hesaba çekmezlerdi." Bununla beraber
burada asıl maksat, ahirete ait hükmü beyan etmektir. Musa ile İbrahim'in
sahifelerinde olan hususlar şunlardır. ki doğrusu bu "enne"den hafifletilmiş
ve şan zamiri hazfedilmiştir demektir.
38-Yani gerçek
şu ki, günahkâr bir insan, başkasının günahını çekmez. Yani ancak kendi günahını
çeker.
Vizr, günah
ve ağır yük mânâsına gelir ki, burada günah ve günahın cezasını çekmek anlamındadır.
Yani ahirette ceza çekecek kimse, hiç kimsenin günahının cezâsını çekecek
değil, herkes kendi suçunun cezasını çekecektir. Bizde meşhur olan "Her koyun
kendi bacağından asılır." tâbiri bunu ne güzel ifade etmektedir. Bunun fıkıhdaki
karşılığı, "Ukubatta niyâbet câri olmaz" (yani cezalarda vekillik geçerli
değildir) genel kuralıdır. Şu halde birisi, başkasının günahını boynuna almakla
onu kurtaramaz, ancak kendi üzerine aldığının yani sorumluluğunun cezasını
çeker. Zira, "Onlar, kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber başka yükleri
de taşıyacaklar.." (Ankebût, 29/13) âyetinde de aynı anlam vardır. Ayrıca
"Her kim kötü bir çığır açarsa, onun günahı ve kıyamete kadar onunla amel
edenlerin günahı da, o çığırı açanın boynunadır." hadisi de böyledir. Şu da,
o sahifelerde bulunan hususlardandır.
39- Doğrusu
insanın çalışmasından başkası kendisinin değil, ancak çalışması kendisinindir.
Yani bir insan başkasının günahından dolayı hesaba çekilmeyeceği gibi, çalışmasının
dışında bir şeyle sevap alması da kendi has hakkı değildir. Olursa, başkasının
hediyesi, bağışı olur. Gerçi "Herkesin kazandığı iyilik kendilerine, kötülük
de kendi aleyhinedir..." (Bakara, 2/286) âyetinden ilk bakışta "insana çalışmasından
başkası yoktur" mânâsı anlaşılırsa da, insana gerek dünyada gerek ahirette
kazancından başka vehbî olarak (Allah tarafından) verilen nice rahmet ve ilâhî
bağışların bulunduğunda da şüphe yoktur. Ayrıca yardımlaşmanın emrolunduğu,
dünya ve ahirette de fayda sağladığı bilinmektedir. Ebu's-Suûd der ki: "Peygamberlerin
şefaatı, meleklerin istiğfârı, dirilerin ölüler için dua ve sadakaları gibi
insanın kendi amelinden olmamakla beraber faydalı olduğu bilinen karşılıksız
işlere gelince, bütün bunların fayda sağlaması, insanın kendi ameli olan imana
ve dine bağlılığına dayanır. İman olmayınca hiçbir şeyin faydası olamayacağı
için, bunlarda da faydalı olan yine kendi gayret ve amelidir." Ebu Hayyân
tefsirinde şöyle bir rivâyeti nakleder: Horasan valisi Abdullah b. Tâhir,
Hüseyin b. Fadl'a "Allah dilediğine kat kat verir." (Bakara, 2/261) âyeti
hakkında soru sormuştu. Hüseyin ona, "Adaletle ancak insana çalıştığı, lütufla
ise Allah'ın dilediği kadar vardır." diye cevap verdi. Bunun üzerine Abdullah
Hüseyn'in başını öptü. Bu âyetin mensuh (yürürlükten kaldırılmış) olduğuna
dair İbnü Abbas'dan nakledilen rivayet sahih değildir. (Bu hususla ilgili
olarak "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." (Tûr, 52/21) âyetinin tefsirine
bkz.) Âlimlerin çoğuna göre bu âyet, muhkemdir. İbnü Atiyye bu hakikati şöyle
ortaya koyar. Bence bu âyet şu şekilde izah edilebilir: "Burada esasen mânânın
dönüp dolaştığı yer, daki Lâm'dır. İnsanın "şu benimdir" demeğe hakkı olan
şeyi araştırdığın zaman, onu ancak çalışmasından ibaret bulursun. Ondan başka
bir şefaat, (yardım) veya hayırlı bir baba yahut hayırlı bir evladın gözetimi
ile veya iyiliklerin kat kat verilmesi, yahut sırf lütuf ve esirgeme kasdıyla
olanlar hep merhamettir. Onların hiçbiri insanın kendinin değildir. Ona, gerçekte
benim demeğe yetkisi yoktur. Bu ancak mecazen hakikate ilhak edilerek (katılarak)
söylenebilir. Bunun esası, Lâmın ihtisâs veya istihkâk (hakkı olma) mânâsına
gelmesi, tahsisin de ona yönelik bulunmasıdır. Türkçe'de bu mânâyı ifade eden
"Elden gelen.. öğün olmaz, o da vaktinde gelmez." şeklinde bir atasözü vardır.
"Mâseâ" daki masdariyyedir. Çalışmak demektir. "Çalıştığı" mânâsına mevsûle
olması ihtimali düşünülebilirse de, genellikle doğru değildir. Zira her çalıştığı,
insanın olmaz. İnsanın olan ancak çalışmasıdır.
40- Ve hakikat
çalışması yarın görülecektir, kıyamet günü defterinde görülecek ve mizanına
konulacaktır. Yani çalışması boşa gitmez, fakat onun meyvasını peşin ve hemen
görmeğe kalkışmamalıdır. Zira o, ileride görülecektir.
41- Sonra
ona en dolgun karşılık verilecektir. Bu suretle insanın geleceği, çalışmasının
neticesi olacak demektir.
42- Fakat
bu âlemde bir çok güzel çalışmanın boşa gittiği görülüp dururken, bu değerli
karşılığı kim temin edecek? denirse şu da bir hakikat ki, varış Rabbinedir,
sonunda Rabbine gidilecektir. Bütün yaratıklar dönüp O'na varır, O'nun huzuruna
çıkarılır. İşte o vakit o tam ceza da, hakka'l-yakîn (şüphe edilmeyen gerçek)
olur.
43- Evvel
O'dur, âhir O, ve gerçekten güldüren de ağlatanda O'dur. Hayatın safhalarından
iki zıt durum ki biri neşe alâmeti, biri acı; biri sevap defteri, biri azab;
biri cenneti ifade eder, biri cehennemi; biri Cilve-i Cemal (güzelliğinin
yansıması) biri Cilve-i Celâl (Celâl sıfatının yansıması)'dir.
44- Ve gerçekten
öldüren de dirilten de O'dur, başkası değil.
45- Ve hakikaten
erkek ve dişi iki eşi yaratan da O'dur. Gerek insanlardan ve gerek hayvanlardan
erkek ve dişi bütün çiftleri O yaratmaktadır.
46- Bir nutfeden
döküldüğü zaman, yani rahme atıldığı zaman. Demek ki tabiata dilediği çeşitliliği
verip, dilediği zıtları O yaratıyor ve bunları O'ndan başkası da asla yapamaz.
47- Ve gerçekten
diğer yaratma da O'nun uhdesindedir (üzerindedir). Ölümden sonraki ahiret
yaratmasını da O kendisine gerekli kılmıştır. O, yapacak, iyiliklerin ve kötülüklerin
ceza ve mükafatını verecektir. Şu halde O'nu inkar etmenin hiçbir anlamı yoktur.
Bütün bu çift yaratmalar, bu dünyanın bir ahireti bulunduğuna delalet edip
durmaktadır.
48- Ve gerçekten
zengin eden ve sermaye veren de O'dur. Fakiri zengin edip sermayelendiren,
fakir olan bir kulunu ihtiyaçtan kurtarıp sermaye sahibi eden, yahut hoşnud
eyleyen ki, "Seni fakir bulup zengin etmedi mi?" (Duhâ, 93/8) buyurulması
da bu cümledendir.
49-
Ve şüphesiz Şi'râ'nın Rabbi O'dur.
Şi'râ, esasen
"zikrâ" vezninde şuur mânâsına masdar olup, göğün birinci derecede parlak
yıldızlarından en parlak iki yıldıza isim olarak verilmiştir. Parlaklık derecesi
1. olan yıldızlardan Şi'râ adıyla iki yıldız vardır. Bunlardan birine Şi'rây-ı
Yemânî veya Âbûr diğerine de Şi'rây-ı Şâmî veya Gumeysâ denilir. Şi'rây-ı
Yemânî burçların en güzeli olan Cevzâ'da (İkizler burcunda) denilen suretin
arkasında uydu sayılarak ismi de verilen Kelb-i ekber (büyük köpek)'de, Şi'rây-ı
Şâmî de Kelb-i asgar (küçük köpek)'dadır. Şi'rây-ı yemânî göğün en parlak
yıldızıdır. Burada bu mânâ ile tefsir edilmiştir. Zira mutlak olarak denilince,
ilk akla gelen odur. Çünkü en parlak olmakla tanınan Şi'rây-ı Yemâni olduğu
gibi, Câhiliyye döneminde kendisine ibadet de edilmiştir. Sûddî demiştir ki:
"Hîmyer ve Huzâa kabileleri ona taparlardı. Alûsî'nin tefsirine kaydettiğine
göre başkaları da bu hususta şöyle demişlerdir: "Onu ilk evvel tanrı edinen
Ebu Kebşe olmuştu." Bu zat, Huzâa, kabilesinden biri, ya da reisleri olup
ismi Vahz b. Gâlib idi. Onun için müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'e "İbn Ebî
Kebşe" diyorlar, putlara ibadet hususunda kavmine muhalefet etmesinden dolayı
peygamberi ona benzetiyorlardı. Bazıları onu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in babası
tarafından dedelerinden biri olarak göstermiş ve kişinin her özelliğini atalarının
birinden getirdiğini kabul edip filan damar filana çekmiş demişlerdir. Bunun
hem, Peygamber'in anası tarafından dedesi, Vehb b. Abdimenâf'ın künyesi hem
de süt anası Halîme-i Sadiyye'nin kocasının künyesi olduğu söylenmiştir. Kısacası
Araplar'da Şi'râya hürmet eden ve dünyada onun tesirine inananlar bulunduğu
ve doğuşu esnasında gayba dair sözler söyledikleri cihetle burada özellikle
Şi'râ'ya izafetle "Rabbü'ş-Şi'râ" buyurularak Şi'râ'nın Rab (terbiye eden)
değil merbûb (terbiye edilen) olduğu gösterilmiştir. Böylece onların inançları
reddedilmiş ve kendilerine, Şi'râ'ya değil, Şi'râ'nın Rabbine ibadet edilmesi
gereği anlatılmıştır.
50- Ardından
da inzar (uyarı) ifade etmek üzere şöyle buyurulmuştur: Ve hakikat o helak
etti, önce gelen Âd'ı, yani eski Âd kavmini ki, Nuh kavminden sonra helâk
edilen Hûd'un kavmidir. Bu mânâda ûlâ (ilk) denilmesi, sonraki kavimlere göre
olup, öteden beri gelen kıdemli Âd demektir. Bazıları, Âd-ı ûlâ'nın birinci
Âd mânâsına olup, Âd-ı uhrâ (diğer Âd) karşılığı olduğunu söylemişlerdir ki,
doğru olan da budur. Âd-i uhrâ hakkında ihtilaf edilmiştir. Zemahşeri'ye göre
Âd-ı ûlâ Hûd kavmi, Âd-i uhrâ İrem'dir. Lakin İrem de helak edilmiş olduğundan
burada Âd'ın ûlâ (ilk) ile tahsis edilmesinin anlamı yoktur. Müberred, "Âd-ı
uhrâ, Semûd'dur" demiş. Taberî ise, Âd-ı uhrâ'nın Mekke'de Amalika ile beraber
olan beni Lukaym b. Hüzel olduğunu belirtmiştir.(4) Amâlika'ya Cebbârîn (zorbalar)
denildiği gibi "Âd-i uhrâ, Cebbârlar idi" tarzındaki görüş de buna yakındır.
Bir kısım âlimler de Âd-i ûlâ, Âd b. İrem b. Avi b. Sâm b. Nuh'un çocuklarındandır.
Âd-i uhrâ da Âd-i ûlâ neslindendir demişlerki, bu bize hepsinden doğru geliyor.
Çünkü Âd kavminden Hz. Hûd'a iman etmiş olanların kurtarıldıkları Hûd Sûresi'nde
geçmişti. Şu halde Âd-i ûlâ, Hz. Hûd'a iman etmeyip eski hallerinde inad ederek
helak olanlar, Âd-ı uhrâ da, iman ile yeniden yaratılmaya hak kazanmış olanlar
demek olur. Bu mânâ, Semûd'da da diğerlerinde de vardır.
51- Semûd'u
da helak etti de hiç bırakmadı. Yani ne Âd ve ne de Semûd kavminden iman etmeyenlerin
hiç birini bırakmadı, günahlarını cezasız yanlarına komadı.
52- Daha önce
de Nuh kavmini helak etmişti. Çünkü onlar daha zalim ve daha azgın idiler,
Nuh kavmi diğerlerinden daha zalim idi. Hz. Nûh'a pek fazla eziyet veriyorlardı.
Yahut diğer bir mânâ ile Âd, Semûd ve daha önce Nuh kavmi hep o helâk edilen
kavimler, Kureyş'ten daha zalim ve daha azgın idiler.
53- Mü'tefike'yi
de haviyeye attı, havaya kaldırıp hâviyeye, yani yerin altına geçirdi. "Mü'tefike"
Lût kavminin altı üstüne gelen şehirleri, Sedûm ve saire diye açıklanmıştır
ki, "Münkalibe" de üstü altına gelmiş demektir. "Üstünü altına getirdik..."
(Hûd, 11/82) âyeti de bu mânâdadır. Ebu Hayyân der ki: "Herhangi bir değişim
ile evleri ve yerleri alt üst olan her memleketin kasdedilme ihtimalinin bulunduğu
söylenmiştir."
54- Onları
neler kapladı ise kapladı. Bu ifade, onlara inen azabın dehşetini göstermektedir.
Bunlardan, insanın yaptıklarıyla hiç ilgisi olmayan soyut semavî (göksel)
musibetler anlaşılmamalı, insanların kendi fiil ve günahlarına ait olan felaketler
anlaşılmalıdır.
55- Nitekim
şöyle buyuruluyor: Şimdi Rabbin hangi nimetlerinden şüphe edersin ey insan?
Bu hitabın bilhassa Peygamber (s.a.v)'e olması düşünülürse de, dinin muhatab
olarak kabul ettiği her insana hitab edilmiş olması daha uygun olur.
Nimet mânâsını
ifade eden çoğul bir kelimedir. Tekili "ilyün", "elyün", "elen", "ilen" ve
"elvûn"dür Burada ceza mânâsı da zikredilmiş olduğu halde söylenenlerin hepsine
mutlak mânâda nimet denilmesi, cezaların hatırlatılmasının bile inanan ve
akıl sahibi olanlar için ibret alınarak istifade edilen öğüt ve nasihat olması
itibariyle bir nimet demek olduğunu anlatır. Bununla beraber soru edâtının
getirilmesinde ve ile kendinden önce hatırlatılan helakların tertibinde şüphe
ve nankörlük edenlere karşı önemli bir uyarı mânâsı da mevcuttur.
56- Onun için
buyuruluyor ki, bu beyan yani (Necm, 53/36)'den beri haber verilenler önceki
uyarılardan bir uyarıdır. Yani önceki peygamberlerin uyarıları cümlesinden
veya onlar kabilinden bir uyarıdır. Bu mânâda nezir, (uyarıcı) inzar (uyarmak)
anlamında masdardır. Eğer münzir (uyanan) mânâsında sıfat olursa Peygamber
(s.a.v)'i göstermiş olur. Yani bu Kur'ân'ı getiren Muhammed (s.a.v) o Musa
ve İbrahim gibi önceki peygamberler cümlesinden bir peygamberdir. Verdiği
haberler muhakkak vuku bulacaktır. Bu işaretinin Kur'ân'ı işaret ettiği düşünüldüğü
gibi özellikle şu habere işaret olduğu ihtimâli de vardır.
57- âzife
yaklaştı.
Âzife, yaklaşan,
yaklaşacak olan, yaklaşmakta bulunan demek olup, kıyametin isimlerindendir.
Yani "Kıyamet saati yaklaştı." (Kamer, 54/1) diye yaklaşmak sıfatı ile vasıflanan
vakit ve saat günden güne yaklaşmaktadır.
58- Onu, Allah'tan
başka açacak bir kudret yoktur. Yani onun ızdıraplarını, acılarını Allah'tan
başka açacak veya kaldıracak hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. Yahut onun ne
zaman ve nasıl olacağını Allah'tan başka keşfederek bilecek kimse yoktur.
59- Şimdi
siz bu sözden mi hayret ediyorsunuz? İnanılmayacak gibi acaip görüyorsunuz?
60- Ve gülüyorsunuz?
Eğlenceye alıyorsunuz. Ve ağlamıyorsunuz? Uyarılarının dehşetinden ve halinizin
korkunçluğundan dolayı ağlamıyorsunuz?
61- "Ve kafa
tutuyorsunuz."
Sümûd, kafa
tutmak, kibirlenip somurtmak ve sersem olmak, oynayıp eğlenmek, çalıp oynamak
şarkı söylemek mânâlarına gelir. Buna göre söz konusu kelime burada da çeşitli
mânâlar ifade eder. Yani ağlamıyorsunuz da çalıp oynuyor musunuz? veya eyleniyor
musunuz? yahut hayran hayran, sersem sersem duruyor musunuz? ya da siz mi
kafa tutuyorsunuz? Ey gafiller!
62- Haydi
şimdi Allah'a secdeye kapanın ve ibadet edin, gerçekten ibadet ve kulluk edin,
boş temennilerle vakit geçirmeyin.
Burada âlimlerin
çoğuna göre secde vardır. Daha önce de zikredildiği gibi İbnü Mes'ud'dan "Resulullah
(s.a.v)'ın burada secde ettiği" haberi, Buharî Müslim ve diğer sahih hadis
kitaplarında nakledilmiştir. Bir de İbnü Merdûye ve Beyhakî (Sünen'de), İbnü
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Resulullah (s.a.v) bize namaz
kıldırdı, Sûresi'ni okudu, bizimle secde etti ve secdeyi uzattı. Aynı şekilde
Hz. Ömer de secde etti." Alûsi'nin kaydettiğine göre Said b. Mansûr, Sebere'nin
şöyle dediğini nakletmiştir: "Ömer b. el-Hattâb bize sabah namazını kıldırdı.
Birinci rekatta Yusuf Sûresi'ni okudu. İkincide ise Sûresi'ni okudu ve hemen
secde etti, sonra kalkıp i okudu ve rükû etti."
Necm Sûresi
burada bitti, bunu Kamer Sûresi takip etmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder