25 Ağustos 2015 Salı

Yezidilere sorulucak Sorular (kendime notlar )


  • yaklaşık iki hafta önce, bir suser arkadaş, agnostik.org ya da turandursun.com gibi sitelerde, ateistlerin inananlara saldırı aracı olarak kullandığı soruları kopyala- yapıştır yaparak “bir müslüman aklına takılan 91 soru” adıyla yazdığı başlığa yerleştirmiş, bu sayede samimiyetle inananların kafasını karıştırmayı başarmıştır.

    ben de kendime ve benim durumumdaki insanlara yardımcı olmak için 91 soruya o zamandan bu yana cevap aradım. dini konularda engin bir bilgi birikimine sahip olmadığım için internetten sürekli istifade etmek zorunda kaldım. aşağıda okuyacağınız cevapların büyük çoğunluğu internetten kopyala- yapıştırla yerleştirilmiştir. yani çoğu alıntıdır. kaynak belirtmedim, çünkü sabit bir yere bağlı kalmadım, parçaları birleştirmek suretiyle cevapları elde ettim.

    ayrıca şunu da söylemek isterim ki, özellikle dini konularda aklınıza birşey takıldığında, bunu başkasının aklına takmak yerine kendiniz araştırın. bu sayede başkalarının da inancını zedeleyerek, vebal altında kalmazsınız.

    1 - neden âyetler iniş sırasına göre yazılmamıştır? allah yanlış mı göndermiş de hz. muhammed sırasını tekrar düzenletmiştir? ve söylendiği gibi sırasını hz. muhammed belirlediyse neden hz. muhammed zamanında ciltlenmemiştir?

    - âyetler kurandaki sırasıyla değil, karışık inmiştir. çünkü allah ihtiyaç oldukça âyet göndermiştir. kuran’daki surelerin hepsi kendi içinde konu bütünlüğüne sahiptir. âyet nazil oldukça bizzat hazret- i cebrail (as) tarafından, inen âyetin hangi sûrenin hangi âyeti olduğu söylenmiştir. sûrelerin hangi sırada olacağına ise bir rivayete göre hz. osman’ın (ra) halifeliği sırasında ashapla istişare edilerek karar verilmiştir.

    - kuran’ın hz. muhammed’ten sonra ciltlenmesinin sebebi ise vahiylerin peygamber efendimizin vefatina dek gelmeye devam etmesidir. peygamber efendimizin vefatından 9 gün öncesine kadar vahiyler kesilmemiştir.

    2 - kur’an- ı kerim neden 23 yılda indirilmiştir? allah’ın insanlığa göndereceği kitabı hazırlaması 23 yılını mı almıştır?

    - kur'an- ı kerîm'in indirilmesi anlamında bazen"inzal" bazen de "tenzîl" terimleri kullanılır. bunlardan tenzîl; kur'an'ın peyderpey, bölüm bölüm indirilmesini ifade eder. "inzal " ise daha genel bir anlam taşır.

    - kur'an- ı kerim yeryüzüne 23 yılda parça parça, bölüm bölüm indirilmeden önce dünya semasına toptan berat gecesinde indirilmiştir. işte bu anlamda "inzal" ifadesi kullanılmıştır (el- bakara 2/185, ed- duhân, 44/3; el- kadr, 97/1).

    - bu ne demektir..? herşeyden evvel; allah âyetleri zaman içinde peyderpey bildirmiştir. bunun sebebi; kulların tam olarak idrak edememesi yahut; hayata bir anda geçiremeyeceği durumudur.

    - mesela; önce içkinin zararlarından bahseden bir âyet ve daha sonra içkinin kesin olarak yasaklandığı âyet inmiştir. yani rahman kullarının içkiyi bir anda bırakamayacağını bildiğinden bu şekilde yapmıştır.

    3 - kur’an- ı kerim neden hz. muhammed öldükten sonra ciltlenmiştir? allah tüm insanlığa gönderdiği yüce kitabı neden gönderdiği peygamberine ciltletmemiştir?

    bu sorunun cevabı, birinci soruda verilmişti. anlamayanlar için tekrar edersek; kuran’ın hz. muhammed’ten sonra ciltlenmesinin sebebi peygamber efendimizin vefatina dek vahiylerin gelmeye devam etmesidir.

    4 - tin sûresi 4. âyet şöyledir; “biz insanı en güzel biçimde yarattık.” peki allah insanı olabilecek en güzel şekilde yaratmışken, müslümanlar neden sünnet olur? allah erkekleri kusurlu mu yaratmıştır da sonradan düzeltme yapılması gerekmiştir? bu durumda sünnet olmak allah’a karşı gelmek değil midir?

    - sünnet olmak insanın fıtratından kaynaklanmaktadır.
    "doğuştan insan ruhuna yakışan hususlardan bir kısmı şunlardır: bıyıkları kesmek (veya kısaltmak), tırnakları kesmek, koltuk altının kıllarını gidermek, etekteki kılları gidermek ve sünnet olmak." (buhâri, libas, 51, 63, 64; müslim, tahare, 49; ebu davud, tereccül, 16; tirmizi, edeb, 14).

    - bu bağlamda sünnet olmayı, traş olmak veya tırnak kesmek gibi düşünebiliriz. yani bir nevi temizliktir. çünkü sünnet olmak, bilimin de ispatladığı gibi, idrar yolu enfeksiyonlarından korunma konusunda büyük katkı sağlar ve penis kanseri benzeri birçok hastalığa yakalanmamak adına da faydalıdır.

    - bu sebeplerden sünnet olmak allah‘ın yarattığını değiştirmek ya da düzeltmekten ziyade temizlik ve sağlık dolayı ile gereklidir.

    5 - alâk sûresi 1. âyetteki “oku!” emriyle kastedilen nedir? kur’an- ı kerim âyetleri yazılı olarak mı indirilmiştir? âyetler yazılı olarak indirildiyse hz.muhammed’e söylenen “oku!” emri neden kur’an- ı kerim’e eklenmiştir? ve gene âyetler yazılı olarak indirildiyse neden 23 yılda indirilmiştir?

    - ikra’ “oku” diye tercüme edilse de sadece yazılı bir metni okumak anlamına gelmez. arapçada “tilavet” sözcüğü yazılı metni okumak demektir. "ikra" kelimesinin lugatta, okumak, tebliğ etmek, taşımak, toplamak gibi manaları bünyesinde bulundurmaktadır. “ikra”emrinden kasıt, vahy edilecek şeyleri okumaktır, tebliğ etmektir. kur’an- ı kerim, hz. peygamber’e yazılı değil de hitap olarak nazil olduğu için okunacak bir metin yoktur.

    6 - alâk sûresi 2. âyette “o insanı alâktan yarattı” yazmaktadır. alâk kelimesinin o dönemdeki en sık kullanılan ve bilinen anlamı “kan pıhtısı”dır. günümüzde insanın kan pıhtısından oluşmadığı bilinen bir şeydir. alâk kelimesi bilmediğimiz başka anlamlara mı gelmektedir? ve eğer öyleyse neden dolaylı yönden yazılmıştır? allah gönderdiği kitabı anlamamızı zorlaştırmakta mıdır? (ek bilgi: “musevilik'de insanın bir kan pıhtısından oluştuğu söylenir ki bunun kökeni de eski mısır'a kadar gider. eski mısır'da kadınlar hamilelik döneminde adet olmadıkları için, akmayan kanın, rahimde biriktiği, pıhtılaştığı ve insanın bu pıhtılaşmış kandan olduğuna inanılırdı.”kaynak: (bkz: #20409281))

    - burada “alak” kelimesinin tercümesine bakalım. bu konuda prof. dr. mahmud esad coşan şöyle diyor:
    “(halekal- insâne min alak) "insanı kan pıhtısından yarattı." diye tercüme edilmiş. eskiden beri böyle gelmiş, böyle gidiyor. lügata(sözlüğe) bakmışlar, alâk kan pıhtısı demişler. insan kan pıhtısından yaratılmadı ki... kur'an- ı kerim’de doğru... kandan mı yaratılıyor insan?.. hayır, kanla ilişkisi yok. yaratılmanın, bebeğin oluşumunun kanla ilgisi var mı?.. yok... yanlış tercüme. alâk ne demek?.. taallûk, alâka, ilişki demek, yapışmak demek. araplar sülüğe de alâk derler, yapıştığı için. şimdi embriyo diyorlar ya doktorlar, o rahmin duvarına yapışıyor ya, onun için alâk denmiş. alâk'tan yarattı dediği o...”

    - yani burada “alak” ile kastedilen embriyodur. bilindiği gibi embriyo da zamanla cenin ve çocuğa dönüşüyor. bu, hiçbir insanın inkâr edemeyeceği bir gerçektir. allah, âdemoğlunu basit bir akıl yürütmeye davet ediyor, düşünmeye sevkediyor.

    7 - alâk sûresi 10. âyet’e göre kur- an âyetleri inmeye başlamadan önce hz. muhammed namaz kılıyormuş, şimdiki kılınan namazlarda kur- an dan sûreler okunuyor, hatta “fatihasız namaz olmaz.” diye hadisler var ancak o zaman daha fatiha sûresi indirilmemişti. (kaynak:http://www.islam/- tr.net/…- namazi- yoktur- hadisi.html) hz.muhammed’in kıldığı namazla şimdiki kılınan namaz farklı mı? allah tarafından hz. muhammed e öğretilen namaz aynı namaz değil mi? eğer aynı namaz değil ise bugün kıldığımız namazı bize kim öğretti? hz.muhammedden başka allahtan vahiy alan mı var?

    - namaz islamiyet'ten önce de vardı. hatta, bugünkü gibi günde beş vakit kılınıyordu. ısimleri, şaharit (sabah namazı), musaf (öğle namazı), minha (ikindi namazı), neilat şerarim (akşam üstü) ve maarib (akşam namazı) olarak halk arasında kullanılıyordu. (hayrullah örs, musa ve yahudilik, s.399- 405; doç.dr. ali osman ateş, asr- ı saadette islam; şaban kuzgun, hz. ibrahim ve hanifilik, s.117; epstein, judaism, s.162.) ayrıca, namazın daha önce var olduğu kuran'ın birçok âyetinde de bulunuyor. (al- i imran sûresi- 39, ibrahim sûresi- 40, meryem sûresi- 31 vb.)

    - yine kur’an- ı kerim, hz.ibrahim’in;
    “rabb’im, beni ve zürriyetimden bir kısmını namazı kılanlardan eyle!; rabb’imiz, duamı kabul buyur!” (ibrahim 40) diye duâ ettiğini haber vermektedir. kur’an- ı kerim’de yer alan,”bir zamanlar ibrahim’e beyt (kâbe’n)in yerini açıklamış (ve ona şöyle emretmiş)tik: ‘bana hiçbir şeyi ortak koşma ve tavaf edenler, ayakta duranlar, rükû ve secde edenler için evimi temizle” (hac 26) âyeti, hz. ibrahim’in namazının, kıyam, rükû’ ve secde rükünlerini hâiz olduğuna işaret etmektedir.
    hz.ibrahim’in dininde namaz ibâdetinin mevcut olduğunu sözlü yahudi rivâyetlerinden de anlamaktayız. talmud’da, hz.ibrahim’in sabahları erken kalktığı, şafak vaktinde allah’a ibâdet ettiği, yahudilerin “şaharit” ibadetinin hz. ibrahim’den kaldığı kaydedilmiştir (şaban kuzgun, hz. ibrahim ve haniflik, ankara 1985, s. 176- 177)

    - bugün kıldığımız şekliyle ilk namaz olayı (elbette henüz nazil olmayan fatiha hariç) şu şekilde cereyan etmiştir;
    hz. muhammed’e (sas) allah’ın (cc) ilk vahyini “oku” emri ile getiren cebrail aleyhisselâm, aynı gecenin sabahı tekrar geldi, rasûlullah’a (sas) abdest almayı ve namaz kılmayı öğretti. müderris tahirü’l- mevlevi, risaletin ilk günü cebrail aleyhisselâm’ın, hz. peygamber’e imam olarak beyt- i mükerrem civarında sabah namazını kıldırdığını nakleder. peygamberimiz (sas) aynı gün akşam namazını hatice (r.anhâ) annemizle beraber kılmış, ertesi gün bu cemaate hz. ali (ra) eklenmişti.

    - fatiha süresinin nazil olmasından sonra hz. muhammed kendisine vahyolunduğu şekliyle (fatiha ile) namazı ümmetine öğretti. mirac mucizesinden sonra da namaz farz kılındı.

    8 - alâk sûresi 14. âyette ebu cehil hakkında “o allah’ın gördüğünü bilmiyor mu?” yazmaktadır, ancak alâk sûresi kur’an- ı kerim’in ilk sûresi olduğu için daha hz. muhammed e insanlara allah’ın varlığını tebliğ etmesi emredilmemiştir. ıslamı insanlara tebliğ etmesi ancak peygamberliğinin 4. yılında emredilmiştir.(kaynak: http://www.diyanet.gov.tr/…eboku.asp?Sayfa=12&yid=1) ebu cehil allah’ın varlığını ve yaptıklarını gördüğünü nereden bilebilir?

    - kuran’ın ilk nazil olan sûresi olan alak süresi iki kısma ayrılır. ılk vahiy gelen âyetler alak süresinin ilk 5 âyetidir ve ilk kısmını oluşturur. ikinci kısım, resulullah harem- i şerif'te namaz kılmaya başladığı ve ebu cehil'in de onu namazdan menetmek için tehdit ettiği zaman nazil olmuştur. yani tebliğ emrinin gelmesinden sonra inmiştir.

    9 - alâk sûresi 17. ve 18. âyetler şöyledir; “17- o zaman çağırsın o kurultayını, meclisini! 18- biz çağıracağız zebanileri.” allah’ın ebu cehil ve meclisini yenmesi için zebanilere mi ihtiyacı vardır? allah’ın “ol!” demesi yeterli değil midir ki allah ebu cehil’i biz zebanileri çağıracağız diye tehdit etmektedir?

    - bu âyeti anlayabilmemiz için indiği zamanı incelememiz gerekir. rivâyete göre, hz. peygamber (s.a.v) ibrahim'in (a.s.) makamında namaz kılarken, yanına ebû cehil geldi ve şöyle dedi: “ey mu­hammedi ben sana namaz kılma demedim mi?” bunu duyan hz. peygamber (s.a.v.) ona sert konuştu. bunun üzerine ebû cehil: "ey muhammedi beni ne ile tehdit ediyorsun. vallahi, ben bu vadide en çok taraftarı olan kimseyim" dedi. bu olaydan sonra yüce allah bu âyetleri indirdi. ibn abbâs şöyle der: “eğer taraftarlarını çağırsaydı, azap melekleri o anda onu hemen yakalayacaktı.”

    görüldüğü üzere allah elçisine bu âyetlerle yalnız olmadığını, istediği an ebu cehil’i mahvedeceğini hatırlatıyor.

    10 - alâk sûresi ve ardından gelen kalem sûresi sürekli ebu cehil’e lanetler yağdırmaktadır. allah neden kendi yarattığı ebu cehil’e bu kadar kin gütmektedir? ınsanlığa gönderdiği ilk sözleri neden bu kişiye ayırmıştır?

    - allah hic bir kuluna kin gütmez, o affedenlerin en büyügüdür. orada bahsi gecen lanet sözleri ondan sonra gelenlere ibret olsun diye kullanilmistir. ayrıca sekizinci soruda cevap verildiği üzere bu âyetler kuran’ın ilk âyetleri değildir.

    11 - müddessir sûresi 31. âyette ve fatır sûresi 8. âyette geçen “allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de doğru yola getirir.” sözü ne anlama gelmektedir? allah dilediğini şaşırtırsa, şaşırmış olanlar neden cehennemde cezalandırılırlar? allah dilediğini doğru yola getirirse doğru yola gelenler neden cennet ile ödüllendirilirler? kimin şaşırıp kimin doğru yola geleceğine allah karar veriyorsa hesap günü nedendir?

    - allah’ın herseye gücünün yettiğini belirten âyetlerdir. kulların şaşırması ya da doğru yola iletilmesi yaradan isterse olur, ancak bu müdahale edeceği anlamına gelmez. yaradan kullarına peygamberler ve kitaplar göndererek sadece yol göstermiştir. bundan sonrası kullarının bileceği iştir. söz gelimi kimse “allah istedi diye haram yiyorum ya da zina yapıyorum” diyemez. bunlar kulların özgür cüz’i iradesiyle gerçekleşir. allah insanlari kendi istedigi gibi dogru yola getirmis olsa idi, dünyanin ne geregi kalirdi? ınsanlar yaptıkları ile ahiretteki yerlerini belirlerler. onlarca, yüzlerce günah isleyen bir kul rabb’e siginirsa, ondan yardim dilerse ve rab onu dogru yola getirir, cünkü allah bagislayicidir.

    12 - fatiha sûresi şu şekildedir; “1- rahman ve rahim olan allah’ın adıyla 2,3,4- hamd, âlemlerin rabbi, rahman ve rahîm, ödül ve ceza gününün sahibi olan allah’ındır. 5- yâ rab! kulluğu sadece sana ederiz, yardımı sadece senden dileriz. 6- bizi doğru yola ulaştır, 7- kendilerine gazap edilenlerin ve sapıtanların değil, nimet verdiğin mutluların yoluna.” burada görüldüğü kadarıyla sûrenin başında “de ki!”, “onlara söyle” ya da “bana şöyle dua edin” gibi bir cümle yoktur, kur’an- ı kerim allah kelamıysa, peygamberin değil sadece allah’ın sözlerinden oluşuyorsa, allah burada kime seslenmektedir? allah kime “bizi doğru yola ulaştır.” demektedir?

    - bilindiği üzere fatiha sûresi her rekatta okunur ve sûre olmasının yanı sıra bir dua ve münacattır. fatiha sûresinin her rekatta okunmasını isteyen yaradan, böylelikle kullarının kendisine bu şekilde dua etmesini istiyor. dua olmasından mütevellit “de ki!”, “onlara söyle” gibi ifadelere yer verilmemiştir.

    13 - tebbet sûresinde ebu leheb e lanet edilmektedir, onun cehenneme gideceği allah tarafından belirtilmiştir. neden hesap günü gelmeden ebu leheb’in cehenneme gideceği belli edilmiştir? ınsanlar hesap gününde sorgulanıp ona göre cennete veya cehenneme gönderilmeyecekler midir? ebu leheb ve karısına neden böyle bir istisna yapılmıştır? eğer ebu leheb sonradan tövbe edip islama dönseydi allah onu affetmez miydi? allah bağışlayıcı değil midir? biz aciz insanoğlunun hata yapabileceğini, ilk baştan bir dini kabul edemeyebileceğini bilmemekte midir? allah ebu leheb’in ölene kadar islamı kabul etmeyeceğini bildiği için ona cehennem haberini verdiyse, yani allah onun islamı kabul etmeyeceğini başından beri biliyorsa neden yaratmıştır? allah ebu lehebi ve karısını doğrudan cehennemde yakmak için mi yaratmıştır?

    - allah’ın isimlerinden biri de “el- alim”dir. yani geçmişte ve gelecekte ne olursa onun bilgisi dahilindedir. dolayısıyla allah cennetlik veya cehennemlik olduğunu bildirdiği kimselerin gelecekte neler yapacaklarını da biliyor. onların hayatları sonsuza kadar kalsa neyi nasıl yapacaklarını, şu anda yaptıklarından vazgeçip geçmeyeceklerini de bilmektedir. yine aynı nedenden dolayı, hz. ebû bekir (ra), hz. ömer (r), hz. osman (ra), hz. ali (ra), zübeyr bin avvam (ra), ebû ubeyde bin cerrah (ra), said bin ebî vakkas (ra), talha bin ubeydullah (r.a), abdurrahman bin avf (ra), said bin zeyd (ra)’da cennetle müjdelenmiştir.
    hz. muhammed insanları dine tebliğ ederken zaman zaman çok zorlanmış, yorulmuş ve sabrı zorlanmıştır. burda allah peygamberine üzülmemesini, onun cezasının allah tarafından verileceği bildiriliyor.

    14 - tebbet sûresi 4. ve 5. âyetler şöyledir; “karısı da gerdanında fitilli bir iple odun hamalı olarak (cehenneme girecek.)” bu âyetlerde görüldüğü üzere cehennemdeki ateşin odun ateşi olduğu anlaşılmaktadır. ancak bakara sûresi 24. âyette ise cehennemin yakıtının insanlar ve taşlar olduğu bildirilmektedir. bunların hangisi doğrudur?

    - cennette yanacak olanlar taslaşmış kafirlerdir. "bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı, taş gibi oldu ve hattâ daha da katı oldu. çünkü; taşlardan öylesi vardır ki; yarılır ve ondan su çıkar. yine öylesi var ki; allah korkusuyla yuvarlanıp parçalanır. allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." (bakara 74)
    lakin süphesiz o atesi yakacak ve harlayacak maddelere de ihtiyac vardir.

    15 - tekvîr sûresi 2. âyette kıyamet vaktinde yıldızların döküleceği bildirilmektedir. yıldızların dünya üzerine düşmesi nasıl mümkün olabilir? dünya yıldızlara göre küçük bir cisimdir ve olası bir düşme dünya üzerinde değil, dünyanın çekim alanına girdiği yıldız üzerinde gerçekleşebilir. ve gene dünya üzerine kaç tane yıldız düşebilir? yoksa yıldızların dünyadan kat kat daha büyük oldukları bilinmemekte midir?

    - âyette hangi yıldızlar olduğu belirtilmemiştir. dünya’dan küçük çok sayıda yıldız olduğu düşünülürse tahmin edilmeyecek kadar yıldız düşebilir. allah’ın herşeye güç yetiren bir kudret olduğunu anlamayanlar için idrak etmesi gerçekten çok güçtür.

    16 - fecr sûresi 1. âyetinde ve kur’an- ı kerim’in daha birçok âyetinde sürekli “and olsun” diye başlayan âyetler bulunmaktadır. allah yemin eder mi? bu yeminler, neden o dönemdeki arapların sürekli yemin etmesine benzemektedir?

    - yeminli ifadeler kullanmak, insanoğlunun yabancısı olduğu bir üslûp değildir. kur’ân’da geçen yeminli ifadeler de, insanın anladığı seviyeden insana hitap eden allah’ın şüphesiz birer sözüdür.

    âyetlerde de görüleceği üzere, cenâb- ı allah bizzat kendi yüce ismi üzerine yemin ettiği gibi (hicr, 15/92); peygamberlerine (yâsîn, 36/1), peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere (tûr, 52/1- 3; beled, 90/1), meleklere (sâffât, 37/1; nâziât, 79/1- 2), kur’ân’a (vâkıa, 56/77;tûr, 52/2), kıyâmet gününe (kıyâmet, 75/1), kâinâtta var olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme (kalem, 68/1), gökyüzüne (burûc, 85/1; târık, 86/1), güneşe (şems, 91/1), aya (şems, 91/2), geceye (leyl, 92/1), sabaha (fecr, 89/1), kuşluk vaktine (duhâ, 93/1), zamana (asr, 103/1), yıldıza (necm, 53/1), havaya (zâriyât, 51/1) ve bitkilere (tîn, 95/1) yemin etmiştir.

    - cenâb- ı hak, bazen yeminle âyetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve kıymetine işâret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir. o'nun bu yemininden kasıt, yemin ettiği varlıkla ilgili olarak insanların yanlış düşüncelerini düzeltmek ve insanların dikkatini yeminden sonra gelen ifadenin önemine çekmektir

    17 - inşirah sûresinin ilk 3 âyeti şu şekildedir; “1- senin (mutluluğun) için göğsünü açıp genişletmedik mi? 2- senden o yükünü indirmedik mi? 3- o, senin belini bükmüştü.” ıslam alimlerine göre hz. muhammed’in mucizelerinden birisi de “şakk- ı sadr” yani “göğüs açma” olayıdır.(kaynak: http://www.diyanet.gov.tr/…weboku.asp?Sayfa=7&yid=1) hz. muhammed’in kalbinin ameliyatla açılarak içindeki maddî ve manevî pisliklerin çıkarıldığını ve bunların yerine yüksek faziletlerin konduğunu dile getiren rivâyetlerin, olayın farklı zaman ve yerlerde gerçekleştiğini ifade eden dört ayrı varyasyonu vardır: birinci ameliyat, hz. muhammed henüz bebekken süt annesi halime'nin yanında yapılmıştır. rivâyete göre hz. muhammed o sırada bir süt çocuğu olmasına rağmen seneler sonra bu ameliyatı hatırlamış ve şöyle anlatmıştır: "çocuktum, arkadaşlarımla bir derede oynuyorduk. üç kişi geldi, yanlarında bir altın leğen vardı, içi karla doluydu. beni arkadaşlarımın arasından aldılar. birisi beni yanım üstüne yatırdı, karnımı yardı. ben bakıp duruyordum, hiç acı duymadım. karnımdan bağırsaklarımı çıkarıp leğende yıkadı, yine karnıma koydu. öteki gelip kalbimi dışarı çıkardı, kalbimin içinden pıhtılaşmış bir kara kan parçasını çıkarıp attı, sonra nurdan bir mühür çıkarıp kalbimi mühürledi, sonra kalbim peygamberlik ve hikmet nuruyla doldu, sonra kalbimi yerine koydu. üçüncüsü ise karnımın yarılan yerini sıvazlayıp yaramı iyileştirdi.” (kaynak: mevahibü'l- ledünniye kitabı) ıkinci ameliyat, hz. muhammed on yaşındayken yapılmıştır. bu ameliyat hakkındaki rivâyet, ebû hüreyre kaynaklıdır. buna göre hadise şöyle olmuştur: hz. muhammed on yaşından birkaç ay almışken yolu çöle düşmüş. başının üstünde (gökte) iki adam konuşuyorlarmış. birisi diğerine "bu, o mu?" diye kendisini göstermiş. öbürü: "evet, bu o" demiş. sonra hz. muhammed’i yatırıp kansız ve acısız ameliyatı gerçekleştirmişler. kalbinden "kin" ve "kıskançlığı" çıkarıp "merhamet" ve "şefkat"i koymuşlar. (kaynak: ebû hüreyre) üçüncü ameliyatın hira mağarasında yapılmış olduğu rivâyet edilmiştir. bunlara göre mi’rac gecesi isra yolculuğu öncesinde mescid- i haram’a gelen hz. muhammed, burada cebrail’in göğsünü yarıp kalbini zemzemle yıkadığını bildirmiştir. dördüncü ameliyat ise göğüs yarılmasının cismani mânâda ele alınmasını gösteren en kuvvetli rivâyetle gündeme gelmiştir. kaynağı mirac gecesiyle ilgili olarak buhârî, müslim, tirmizî ve nesaî'de katade'den rivâyet edilen şu hadistir; demiştir ki: bize enes b. malik anlattı. ona da malik b. sa'saa anlatmış. efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: "ben beyt'in yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde zemzem suyu bir altın tasla bana gelindi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar yarıldı". katade demiş ki: enes'e ne kastediyor dedim: "karnımın aşağısına kadar dedi". buyurdu ki: “derken kalbim çıkarıldı da zemzem suyu ile yıkandı, sonra tekrar yerine kondu, sonra iman ve hikmet dolduruldu, sonra burak getirildi. onun üzerinde cebrail (a.s) ile beraber gittim, ta dünya semasına vardık..." yukarıdaki rivâyetleri inşirah sûresi’nin ilk 3 âyeti doğrulamaktadır. hz.muhammed’in kalbi pis midir ki temizlenmeye gerek duyulmuştur? ve bu olay neden 4 kez tekrarlanmıştır? her seferinde hz. muhammed’in kalbi tekrar pislenmiş de mi temizlenme ihtiyacı duyulmuştur? hz. muhammed’in kalbinin temizlenmesi için illaki göğsünün açılması ve su ile yıkanması mı gerekir? allah’ın “ol!” demesi yeterli değil midir? ve kötü fikirler kalp de mi oluşur yoksa beyinde mi oluşur? temizlenmesi gereken yer kalp midir yoksa beyin midir? ınsan kalbiyle mi düşünür?(not: 17. yüzyıla kadar beynin işlevi bilinmiyordu, düşünme organı kalp olarak biliniyordu.)

    - kalp, said nursi’nin ifade ettiği gibi çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. ılahi hakikatler ancak kalp ile hissedilir. yani, maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır.
    - göğsünün açılması olayının dört kez tekrarlandığına dair kesin bilgiler olmadığı için cevap vermek manasızdır.
    - ayrıca allah’ın ‘ol’ demesi şüphesiz ki yeterlidir. ancak cenab- ı hakk’ın neden böyle davrandığı bilgisi dahilindedir.

    18 - kafirun sûresi’nin 6. âyeti şöyledir; “sizin dininiz size, benim dinim bana.” bu âyet ne anlama gelmektedir? allah hz. muhammed’e artık diğer kullarını islama davet etmemesini mi söylemiştir? yoksa “sizin dininiz” diye bahsedilen dinler de hak dinler midir? “siz kendi dininizde kalın, islama geçmenize gerek yok” mu denmek istenmiştir? günümüzde kur’an- ı kerim’i okuyan bir kişi bu âyetten ne anlamalıdır?

    - “(ey muhammed!) sen, rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. çünkü rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve o, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” (nahl, 16/125)

    - ıslam zorbalık dini değildir. çağırdıkların davetini kabul ederlerse ne ala, yok eğer etmezlerse onlara asla kötülük etme ve iyilikten ayrilma denmektedir. hak din islam’dır, lakin hak din insanları tabii olmaları konusunda zorlayacak olsa idi onun güzelliği nerede kalırdı? aslına bakarsak orada geçen insanın din seçme özgürlüğüdür.
    kısacası demek istediği “biz size dogru olanı gösteriyoruz, lakin inanıp inanmama özgürlüğüne sahipsiniz, inanmadığınız takdirde başınıza neler geleceğini de söylüyoruz. biz, üzerimize düşen vazifeyi yerine getirerek sizi iyi bir dil ile davet ettik”

    19 - alâk sûresi 2. âyeti şöyledir; “o insanı alâktan(kan pıhtısı) yarattı.”. necm sûresi 32. âyette ise “... o sizi topraktan yarattığı zaman da, …” cümlesi geçmektedir. abese sûresinin 17,18 ve 19. âyetleri sırasıyla şöyledir; “17- o kahrolası insan, o ne nankör şey! 18- o yaratan, onu hangi şeyden yarattı? 19- onu bir damla sudan yarattı, sonra da onu biçimlendirdi.”, murselat sûresi 20. âyet şöyledir; “biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı?”, furkan sûresi 54. âyet şöyledir; “o, sudan bir insan yaratan, onu soy sopla (devam eden bir düzene) koyandır. rabbinin her şeye gücü yeter.”, meryem sûresi 67. âyet şöyledir; “o insan, daha önce hiçbir şey değilken, bizim kendisini yarattığımızı düşünmez mi?”, enam sûresi 2. âyet şöyledir; “o, sizi topraktan yaratan, sonra da bir süre belirleyendir. başka bir belirli süre de onun katındandır. sonra kalkıp (allah hakkında) hâlâ şüphe ediyorsunuz.”, secde sûresi 7. âyet şöyledir; “o, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya topraktan başlayandır.”, rum sûresi 20. âyet şöyledir; “onun (varlığının) delillerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır. sonra siz, (yeryüzünde) gezip dolaşan birer beşer oldunuz.”, nur sûresi 45. âyet şöyledir; “allah, her hayvanı (her canlıyı) sudan yarattı. onlardan kimisi karnı üstünde sürünmektedir. onlardan kimisi iki ayakla yürümektedir. yine onlardan kimisi dört ayakla yürümektedir. allah, ne dilerse yaratır. şüphesiz allah’ın her şeye gücü yeter.”, enbiya sûresi 30. âyet şöyledir; “inkâr edenler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu, sonra bizim onları ayırdığımızı görmediler mi? biz, hayatı olan her şeyi sudan yarattık. hâlâ inanmıyorlar mı?” bu âyetlerin hangisi doğrudur? allah insanı hangi şeyden yaratmıştır?

    - alak süresinin 2. âyetinde geçen “alak (kan pıhtısı)”ın ne olduğunu altıncı soruda açıklamıştık. bu âyetlerin hepsi şüphesiz ki doğrudur. çünkü allah insanı hem topraktan, hem sudan; yani çamurdan yaratmıştır.

    20 - kadr sûresi 1. âyette “o kur’an’ı, kadir gecesinde gerçekten biz indirdik.” yazmaktadır. kur’an- ı kerim bir gecede mi inmiştir, yoksa 23 yılda mı inmiştir? eğer kadr sûresi 1. âyette yazan gibi bir gecede indiyse neden aynı zaman tebliğ edilmemiştir? ve neden hz. muhammed kur’an’ı kitap haline getirmemiştir? kur’an bir gecede indiyse 23 yıl içerisinde hz. muhammed’in karşılaştığı olaylardan sonra inen âyetler nedir? kur’an bir gecede indiyse neden hz. muhammed’ e bir süre vahiy gelmemesinden sonra müşriklerin hz. muhammed’e “rabbin seni unuttu mu? yanlız mı bıraktı?” gibi sözlerinin ardından duha sûresi 3. âyet olan “rabbin seni terk etmedi, darılmadı” âyeti indirilmiştir.

    - kadir suresinde kastedilen kuran’ın tamamı değil, alak sûresinin ilk beş âyetidir. yani “indirdik” sözünden anlamız gereken “indirmeye başladık”tır. kuran’ın bir gecede inmediğini, peyderpey ve ihtiyaca göre gönderildiğini daha önce sorulan ikinci ve beşinci sorularda anlatmıştık.

    21 - ilk olarak büruc sûresi 21- 22. âyetlerde ve daha sonra kur’an’ın birçok yerinde geçen “levh- i mahfuz” kur’an- ı kerim’e göre kainatta olmuş veya olacak olan her şeyin eksiksiz olarak yazılı olduğu allah katında bir kitaptır. bu kitapta şu an bu yazıyı okuduğunuz dahi yazmaktadır, siz daha doğmadan önce yazılmıştır. enam sûresi 59. âyet’e göre bir yaprağın yere düşüşü dahi bu kitapta yazılıdır. buna göre; önünde içki şişesi duran bir insan düşünelim, bu kişi içkiyi içip içmeyeceğine henüz karar vermemiş, yani içip içmeyeceğini kendisi bilmiyor, ancak levh- i mahfuz da onun içkiyi içip içmeyeceği çoktan yazılı bile, bu durumda bu kişi içkiyi içerse günaha girmiş oluyor, ama daha o doğmadan çok önce o içkiyi içeceği levh- i mahfuz da yazılı, bu kişinin levh- i mahfuz da yazılı olanın dışında hareket etmesi imkansız, bu sebeple bu kişi neden cezalandırılır? bu kişi sadece allah’ın kainatta onun için yazdığı rolü oynuyor, aksini yapması mümkün değil, allah bu kişiyi kendi yazdığı rolü oynadığı için neden cezalandırıyor?

    - levh- i mahfuzu kader olarak tanimlamak mümkündür ve kader insana farkli yollar tanir. kader gidilecek yollarin getireceklerini bilir, lakin insan bilmez ve secimi cüz’i iradesine göre kendisi yapar.
    - yani kişi içkiyi içerse, “kaderde içki içmek varmış” diyemez. çünkü bu tercihi hür iradesiyle yapmıştır. kısacası allah kullarının ne yapacağını bilir ancak müdahale etmez. çünkü kullanmasını bilenler için beyin vermiştir. beynini kullanarak karar vermesini bekler. allah kendi yazdığı rolü oynadıkları için cezalandırmıyor, beynini kullanıp akletmedikleri için cezalandırıyor.

    22 - bir üst soruda bahsedilen “levh- i mahfuz” ne için vardır? allah unutacağı için mi yapacaklarını bir kitaba yazmıştır? unutmak insanlara mahsus değil midir? allah neden bir kitaba ihtiyaç duyar?

    - insanın hayatı boyunca başından geçen hallerle beraber, kısmen çevresinde olan olaylar ve değişiklikler bir çekirdek kadar küçük olan hafızasına yerleştirilir. elbette bu hıfz ve muhafaza, bir muhasebe içindir. ta ki mahşer günü hesap vaktinde, yaptıklarını ve olanları hafızasından hatırlasın ve mutmain olsun.
    işte insanın hayatı nasıl bu şekilde hafızasında kaydedilip yazılıyorsa, kâinatta olan her türlü hadise de zayi olmayıp, külli hafıza olan levh- i mahfuzda kaydedilmiştir. her iki muhafaza örneği de cenab- ı hakk’ın hafîz isminin tecellisidir.

    23 - karia sûresinde kıyamet günü anlatılmaktadır 6,7,8 ve 9. âyetler şöyledir; “6- 7- işte o zaman, tartısı ağır basan kimse var ya, o hoşnut bir hayattadır. 8- 9- tartısı hafif gelen kimse var ya, onun anası, varacağı yer, hâviyedir.(kızışmış ateş)” bu âyetlere göre hesap gününde günahları ağır gelen cehenneme, sevapları ağır gelen ise cennete gidecektir. ıslama göre günah işleyen bir kişi bu günahlarının cezasını ahirette çekmeyecek midir? sevapları günahlarından çok olursa diğer cezalarını çekmeden doğrudan cennete mi gidecektir? ve günahları çok olan inanan bir kişi cehennemde günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girmeyecek midir? hesap gününde ya cennet ya cehennem mi vardır?

    - evet islam’a göre - peygamberler hariç- günahsız hiç kimse olmadığından herkes cehennemi tadacaktır. kimi hiç azap çekmeden çıkacak; kimi az, kimi çok, kimi de sonsuz olarak kalacaktır.
    “içinizde cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. bu, rabbinin kesin hükmüdür. allah’tan sakınanları oradan kurtarır; zalimleri [kâfirleri] de dizüstü çökmüş olarak orada bırakırız.) [meryem 71, 72]

    görüldüğü üzere herkes cennete gitmeyecektir. öncelikle herkes cehennemi görecek. kimi hiç azap çekmeden çıkacak; kimi az, kimi çok, kimi de sonsuz olarak kalacaktır.

    cehenneme girip, oradan çıkan kimse, ebedi cennetliktir. bir âyet- i kerime meali de şöyledir:
    (her insan ölümü tadacaktır. kıyamet günü, ecirleriniz size mutlaka ödenecektir. cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur.) [âl- i imran 185]

    yine peygamber efendimiz:” (kalbinde zerre kadar imanı olan cehennemde sonsuz olarak kalmayacak, cehennemden çıkarılacaktır.) [buhari, müslim]” buyurmuştur.

    hesap gününde cennet, cehennem ya da araf vardır.

    24 - kaf sûresi 6. âyet şöyledir; “(kafalarını kaldırıp) üzerlerindeki gökyüzüne, onu nasıl yaptığımıza, onu nasıl süslediğimize bakmıyorlar mı? onun hiçbir çatlağı yoktur.” gökyüzünde çatlak olabilir mi? o zamanlar dünyanın yuvarlak olduğu bilinmiyordu ve gökyüzü kubbe gibi dünyanın üzerine kapatılmış sanılıyordu ama allah bunu bilmiyor muydu? dünyanın döndüğüne ve dünyadan başka gezegenlere dair neden hiç bir âyet kur’an- ı kerim’e konulmamıştır? gökyüzü ile ilgili bir başka âyet de ra’d sûresi 2. âyettir; “allah, gördüğünüz gökleri direksiz yükseltendir. …” diye başlayan âyette görüldüğü gibi gene gökyüzünün dünya üzerinde kubbe gibi durduğu ve direkler olmadan allah’ın onu gökte tuttuğundan bahsedilmektedir. hicr sûresi 14. âyette ise; “üzerlerine gökyüzünden kapı açsak da, oradan yükselseler,” denmektedir, gökyüzünden yukarıya çıkılamaz mı? gökyüzünden dışarı çıkılabilmesi için allah’ın kapı açması mı gerekir? o zaman ay’a giden insanlar nasıl gitmiştir? mars’a giden keşif araçları nasıl gidebilmiştir? dünya dışına gönderilen sayısızca uydu nasıl gitmiştir? fatır sûresi 41. âyette ve hacc sûresi 65. âyette bahsedildiği gibi gökleri yere düşmesin diye allah tutuyorsa, gökyüzünde boşlukta duran insan yapımı uyduları gökte kim tutmaktadır? meryem sûresi 90. âyette “bu sözden dolayı, az daha gökler çatlayacak, yeryüzü yarılacak, dağlar yıkılıp gidecekti.” ve şura sûresi 5. âyette de “gökler, üstlerinden çatlayıverecekmiş gibi titreşiyorlar. …” denmektedir.burada gene gökyüzünün çatlayabilecek bir şey olduğundan bahsedilmektedir. enbiya sûresi 30. âyet ise şöyledir; “inkâr edenler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu, sonra bizim onları ayırdığımızı görmediler mi? biz, hayatı olan her şeyi sudan yarattık. hâlâ inanmıyorlar mı?” gökler ve yer bitişik olabilir mi? gökyüzü dünya üzerinde bir kapak gibi midir ki ilk başta bitişik olabilir? gene enbiya sûresi 32. âyette “gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. onlar, onun âyetlerinden yüz çeviriyorlar.” denmiştir ve gökyüzünün tavan gibi dünya üzerine kapalı olduğu açıkça belirtilmiştir. murselat sûresi 9. âyette “o gökyüzü açıldığı zaman,”, tekvir sûresi 11. âyette “gökyüzü sıyrıldığı zaman,” ve nebe sûresi 19. âyette de “gökyüzü açılır da kapı kapı olur.” denmektedir, gökyüzü üzerimize kapalı bir şey midir ki açılır?

    - allah şüphesiz ki dünya’nın yuvarlak olduğunu, diğer gezegenlerin varlığını biliyordu. ama kuran tüm kainatın ve zamanların anlayacağı dilde inmiştir. kaldı ki kuran’ın bahsetmediği binlerce gerçek var. şüphesiz ki bahsedilenler, bahsedilmeyenlerden daha lüzumlu görülmüş. mesela “kuran neden çikolatadan bahsetmiyor, allah çikolatayı bilmiyor mu?” diye bir soru da aynı zihniyetin ürünüdür.
    - hicr süresinin 14- 15. âyetlerinde “onlara gökten bir kapı açsak, oradan yukarı durmadan çıksalar: "gözlerimiz perdelendi. daha doğrusu büyülendik." derler. “ demektedir. anlatılmak istenen “bu kafirler kapı açıp yükseltsek de yarattığımız evrenin azametini görseler yine de inkar ederler.”dir. 600’lü yıllarda evrenin çatlaksız gören gözlerin âyetleri anlamasını kolaylaştırmak için “kapı açılması” ifadesi kullanılmıştır.
    - âyetlerde bahsedilen “allah’ın tutması” denildiğinde gerçek anlamda havada tutan bir varlık anlaşılmamalıdır. şüphesiz ki bahsedilen yerçekimsiz boşluğun allah tarafından yaratıldığıdır. yani aynı mantıkla insan yapımı uyduları da allah tutmaktadır.
    buradaki asıl yanlış kuran’ı bugünün bilim ve teknolojisi ile değerlendirmeye kalkmaktır. az önce de söylediğim gibi kuran tüm alemlere ve zamanlara gönderilmiştir. ama indiği devirdeki insanların anlayabilmesi için basit metaforlar kullanılmış.

    25 - kaf sûresi 38. âyet şöyledir; “yemin olsun ki, biz gökleri, yeri ve o ikisi arasındakileri altı günde yarattık. bu, bize bir yorgunluk da dokunmadı.”, yunus sûresi 3. âyet şöyledir; “şüphesiz sizin rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra egemenliği arşa kuran, işlerini evirip çeviren allah’tır. onun izninin dışında hiç bir şefaatçi yoktur. ışte bu özellikleri olan allah, sizin rabbinizdir, ona ibadet edin. artık düşünmez misiniz?”, furkan sûresi 59. âyet de şöyledir; “(o allah), gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yaratan, sonra arşa egemenliğini kurandır. …. “, yukarıdaki âyetlerde belirtildiği üzere kainat 6 günde yaratılmıştır. gün kavramı dünyanın kendi etrafında bir tur dönmesine verilen zaman değil midir? allah dünyanın döndüğünü ve dünyanın bir dönüşü kadar geçen sürenin bir gün olduğunu bilmemekte midir? dünya yaratılırken, yani daha dönecek bir dünya var olmamışken gün neye göre hesaplanır? ve kainatı yaratmak allah’ın 6 gününü mü almıştır? allah’ın ol demesi yeterli değil midir? bakara sûresi 117. âyet ile yukarıdaki âyetler neden birbiriyle çelişir? bahsedilen bakara sûresi 117. âyet şudur; “o, göklerin ve yerin sanatkârane yaratıcısıdır. o, bir işi yapmak isteyince, ona yanlızca “ol!” der, o da oluverir.”

    - kuran'da bildirilen 6 günlük süreyi, 6 devre olarak da düşünebiliriz. çünkü zamanın göreceliği dikkate alındığında, "gün" sadece bugünkü koşullarıyla, dünya üzerinde algılanan 24 saatlik bir zaman dilimini ifade etmektedir. ancak evrenin bir başka yerinde, bir başka zamanda ve koşulda, "gün" çok daha uzun sürelik bir zaman dilimidir. nitekim âyetlerde (secde sûresi, 4; yunus sûresi, 3; hud sûresi, 7; furkan sûresi, 59; hadid sûresi, 4; kaf sûresi, 38; araf sûresi, 54) geçen 6 gün (sitteti eyyamin) ifadesindeki "eyyamin" kelimesi, "günler" anlamının yanı sıra "çağ, devir, an, müddet" anlamlarına da gelmektedir.

    insan anne karnında 6 safhada yaratıldığı, dünyada ve berzahda 6 dönem geçirdiği gibi, 1 gün de 6 dönem ve devir geçirerek diğer güne geçiyor. hatta her şeyin doğumu, kemali, ihtiyarlığı, ölümü, berzahı, unutulması gibi 6 devir geçirdiğini söylemek mümkündür.

    demek ki 6 gün kainatın ilk doğuşundan ve yaratılışından, haşir sabahına kadar geçen zaman, devir ve dönemi içine almaktadır.

    26 - tarık sûresi 6. ve 7. âyetler insanın yaradılışından bahseder, o âyetler şöyledir; “6- o, atılan bir sudan yaratılmıştır. 7- o(su), bel ile göğüs arasından çıkar.” bu âyetlerde görüldüğü üzere kur’an- ı kerim de meni’nin bel ile göğüs arasından çıktığı söylenmektedir. ancak günümüzde bilinmektedir ki meni bel ile göğüs arasından değil, testislerden gelir. allah meni’nin testislerde üretildiğini bilmemekte midir? eğer biliyorsa neden insanlara bel ile göğüs kafesi arasından geldiğini söylemiştir?

    - şüphesiz ki herşey yaradanın ilmi dahilindedir. altıncı âyette kuvvetle atılan, dökülen bir sıvıdan yani meniden bahsolunuyor. plexus solaris ve böbreküstü sinir merkezleri, bel (omurga) ile göğüs kafesi arasında bulunmaktadır. bu sıvının kuvvetle atılma işi, bu iki sinir merkezinin beraber çalışması sonucu olmaktadır. anlatılan budur.

    27 - hz. muhammed’in mucizelerinden birisi de “şakk- ı kamer” yani ayın yarılması olayıdır. hz. muhammedin ayı bir parmağıyla ikiye bölmesi bir çok hadiste de geçer ve kur’an- ı kerim de kamer sûresi 1. âyeti “kıyamet saati yaklaştı, ay yarıldı.” ıle bunu doğrular. ay'ın yarılması hakkındaki rivâyetlere bakarsak dolunay sırasında ve ay doğarken olduğunu görürüz, eğer ay arap yarımadası üzerine yeni doğuyor ise onun doğusunda kalan çin- hindistan gibi astronomi ile ilgilenen büyük medeniyetler için de ay görünüyor olmalıydı. fakat onlar ay'ın yarılması gibi mucizevi bir olayı kaydetmemişlerdir. ay’ın yarılması’nı sadece müslümanlar mı görmüştür? eğer ay kur’an- ı kerim de de belirtildiği gibi gerçekten bölündüyse neden dünya üzerindeki hiçbir medeniyet bunu kaydetmemiştir?

    - ay'ın iki parçaya ayrılması, insanların uykuda veya evinde olduğu bir zamanda ani ve kısa süreli olarak gerçekleşti. ay'ın her gün farklı saatlerde dogması ve farklı menzillerde bulunmasının yanısıra, o asırda gökyüzünü sürekli inceleyen âlimler de yok denecek kadar azdı. aynı zamanda bazı ülkeler sis ve bulut gibi engellerden, bazıları da saat farkından dolayı ay'ı göremiyordu. meselâ bu mucizenin gerçekleştiği saatte ingiltere ve ispanya'da güneş yeni batıyor, çin ve japonya'da sa­bah oluyor, amerika'da ise gündüz saatleri yaşanıyordu. ay'ın görülmesi için yeterli olan şartlar, arap yarımadasının dışında en iyi hindistan'da gerçekleşmiş ve dhar şehri kralı raja bjoh ve raiyeti tarafından bütün teferruatıyla takîp edilmişti. chamai nehri kıyısındaki sarayının balkonundan ay'ın ikiye ayrıldığını gören kral, önce dünyanın sonunun geldiğini zannederek büyük bir korkuya kapılmış, daha sonra da bunun arabistan'da zuhur ettiğini duyduğu peygamber'in bir mucizesi olabileceğini tahmin ederek vezirini mekke'ye göndermişti. raja'nın veziri efendimizle (sav) görüşme şerefine erişmiş ve şakk- ı kamer o'nun mucizesi olduğunu anlayarak islâmiyeti seçmişti.
    bugün bu bahtiyar hükümdarın torunları olan bjohzadeler, hindistan'daki dhar şehrinin hemen dışında ikâmet ediyorlar.
    şakku'l- kamer mucizesi, sadece raja ve saraydakiler tarafından görülmemiş. hindistan halkı tarafından da seyredilmişti. mucizenin gerçekleştiği tarih, daha sonra bir başlangıç yılı olarak kabul edildi ve bazı eserler üzerine işlendi. hatta bu ülkede ele geçirilen bir heykelde: ''ay'ın ikiye yarıldığı senede yapılmıştır." ifadesi bulunuyordu. bu durum bazı müfessirler tarafından sıkça nakledilmiş ve çok önemli bir delil olarak gösterilmiştir.

    - on dört asır önceki astronomi ilminin ve haberleşme imkânlarının yetersizliği sebebiyle, tam olarak görülemeyen veya görüldüğü halde haber olarak yaygınlaşanı ayan şakk- ı kamer mucizesi, 4 mayıs 1967 yılında florida'daki cape kennedy uzay üssü'nden fırlatılan orbiter 4 uydusundan çekilen ay fotoğraflarıyla ister istemez gündeme gelmiştir. orbiter 4'ün bu çalışmasında, ay'ın dünyamızdan görülmeyen arka yüzü resimlenmiş ve 3000 km. mesafe­den çekilen yakın plân fotoğraflarıyla ay yüzeyinin %95'lik bölümü incelenebilmiştir. 67- 1805 numara ile arşivlenen bu fotoğraflarda, daha önce küçük bölümler halinde çekilen ay fotoğraflarında farkedilemeyen bazı hususlar göze çarpmaktadır. ay'ın arka yüzeyi, uzunluğu 240 genişliği de 8 kilometreyi bulan bir yarık tarafından boylu boyunca kuşatılmaktadır. bu çatlağın merkezi, 65 derece güney ve 105 derece doğu olarak belirlenmiştir. tabii sebeplerle meydana gelen çatlaklar, dalgalı ve düzensiz bir çizgi oluşturdukları halde, bu çatlak mükemmel bîr düz çizgi şeklindedir. özel bir sebebe dayandığı intibaını uyandıran çatlaklar, ay'a ilk defa ayak basan astronot neil armstrong'un da dikkatini çekmiş ve kendi ifadesiyle onu hayrete düşürmüştür.

    28 - kamer sûresi 17, 22, 32 ve 40. âyetleri şöyledir; “and olsun ki, biz düşünüp öğüt alınsın diye kur’anı kolaylaştırdık. fakat var mı bir düşünen?” bu âyetlere göre allah bizim anlamamız için kur’anı kolaylaştırdığını söylemektedir. yani herhangi bir alimin kur’anı bize açıklamasına yada herhangi bir tefsir kitabına gerek yoktur. allah’ın bize emrettiklerini anlamamız için kur’an- ı kerim yeterlidir. kur’an- ı türkçe olarak okuyup da kafasına takılan yerleri soran bir kişiye, sen onun hikmetini anlayamazsın demek yersizdir, hatta günahtır, çünkü allah kur’an- ı bizim için kolaylaştırdığını söylemektedir. birçok soruda da “çeviri hatası” cevabı verilmektedir, arapça öğrenip kur’anı öyle okunması gerektiği gibi insanlar çok çok zor bir yola yönlendirilmektedir. ancak kamer sûresi 17, 22, 32 ve 40. âyetleri bize kur’anın kolaylaştırıldığından bahseder, yani arapça öğrenip öyle okumaya gerek yoktur. ayrıca allah gönderdiği kitabın 1400 yıl sonra başka dillere tercüme edileceğini de biliyordur, yani çeviri de hata olması da mümkün değildir. 1400 yıldır hiç kimse düzgün bir şekilde kuranı türkçe ye yada başka dillere çevirememiş midir? düzgün çevrilemediği ve herkesin anlayamayacağı iddiası yukarıdaki âyetlere tamamen terstir ve kur’an- ı yalanlamak anlamına gelmektedir. bu durumda kur’an da yazılanlar mı uygulanmalıdır, yoksa bazı hocaların söyledikleri mi uygulanmalıdır?

    - öncelikle âyetler yanlış çevrilmiş. âyetlerde (ve lekad yessernel kur’âne lîz zikri fe hel min muddekir) demektedir. lîz zikri, yani zikir için kolaylaştırdık demektedir. kuran’ı tam layıkı ile anlayabilmek için kuran arapçası öğrenmek gerekir. eğer bunu yapamıyorsanız, o zaman güzel bir tefsirden kuran’ı okuyabilirsiniz. kuran’ı anlamak, anlayarak inanmak gerekir. aksi halde körü körüne bağlanmak bağnazlık olur ki cenab- ı hak da bunu istemez.
    elbetteki kuran’da yazılanlar uygulanmalıdır.

    - ayrıca “allah gönderdiği kitabın başka dillere çevrileceğini biliyor mu?” sorusundan “çeviride hata olmaması mümkün değildir.” çıkarımı nasıl yapıldı, anlamak çok zor.

    29 - sad sûresi 77. âyette ve araf sûresi 13. âyette şeytanın adem’e secde etmediği için cennetten kovulduğu yazmaktadır. araf sûresi 20,21 ve 22. âyetlerde ise şeytanın cennette adem ve eşini kandırarak yasak meyveyi yemesini sağladığı yazmaktadır. allah’ın cennetten kovduğu şeytan cennete nasıl girebilmiştir? şeytan cennete girerken allah fark etmemiş midir?

    insanın asıl vatanı cennettir. bu bakımdan ilk insan cennette yaratılmıştır. hz. adem ( a.s) cennete olmakla beraber, allah onları o haliyle cennette bırakmak için yaratmamış, onları daha ulvi bir gaye olan çoğalma ve imtihan vesilesi olmak gibi büyük bir gaye için yaratmıştı. bu hikmetten onların malum hatayı işlemelerine meydan verdi.
    şeytanın cennete girişi ve âdem (as) ile havva'ya yaklaşması konularında kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.

    hasan basri hazretleri demiştir ki: “yüce allah’ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, şeytan yerden göğe veya cennete vesvese ulaştırabilmiştir.”

    bazı tefsirciler şöyle der: “adem ve havva, bazen cennetin kapısına yakın gelirler, şeytan da dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde meydana geldi.”

    allah, imtihan gereği olarak, şeytanın vesvesesini hz. adem aleyhisselama işittirmiştir.

    30 - allah neden adem ve havvaya bir ağacın meyvesini yemeyi yasaklamıştır? şeytanın onları kandırdığını bilerek bir meyve yüzünden neden adem ve havvayı dünyaya göndermiştir?

    - öncelikle cenab- ı hakk'ın, hz. âdemi (as) yaratmazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. bakara sûresinde şöyle anlatılmaktadır:
    ““hani, rabbin meleklere, 'ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. onlar, 'bizler hamdinle sana tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?' dediler. allah da onlara, 'sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.' dedi.” (bakara, 2/30)”

    yani allah(c.c) tabiki herşeyin bilincinde. sonra adem’e emrediyor. ”“ey âdem! sen ve eşin cennette kalın. dilediğiniz yerden yiyin. fakat şu ağaca yaklaşmayın. yoksa zalimlerden olursunuz.(araf, 19)”

    fakat adem pek kararlı gözükmedi;
    “doğrusu bundan önce âdem'e (bu ağaçtan yeme diye) emrettik, fakat unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık) bulmadık." (taha, 20/115)”

    sonuç olarak, cenab- ı hak adem ve havva’yı dünyaya göndermek için şeytanın onlara vesvese vermesine göz yummuştur. çünkü, cenab- ı hakk'ın insanı yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi, ancak hz. âdem (as) ve havva'nın cennetten yeryüzüne inmesiyle mümkün olmuştur.

    31 - araf sûresi 35. âyet şöyledir; “ey adem oğulları! size ne zaman içinizden rasuller gelir de, her kim bunlara karşı çıkmaktan sakınır, kendini düzeltirse, artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” bu âyette geçen “size ne zaman içinizden rasuller gelir de” cümlesi ne anlama gelmektedir? hz. muhammed son peygamber değil midir? allah hz. muhammedden sonra daha başka rasul göndereceğini mi söylemektedir? eğer hz. muhammed son peygamber ise neden bu âyet gönderilmiştir?

    - her kavim, ayrı bir dil konuşur ve her devirde, her kavmin içinde mutlaka allah'ın resûl'ü vardır (mu'minûn- 44)
    bu âyet, bunu ispat etmektedir. allahû tealâ, mu'minûn sûresinde insanların çoğundan, burada azından bahsetmektedir. risaletle vazifeli kıldığı resûl ölse, allahû tealâ derhal yeni birisini beas eder, vazifelendirir. hiçbir zaman, hiçbir kavmi boş bırakmaz.
    bu âyet gelecekten değil, geçmişten ve o andan bahsetmektedir.

    32 - araf sûresinde hz. musa nın mucizelerinin anlatıldığı kısımda 107. âyet şöyledir; “bunun üzerine asasını bırakıverdi, birden o, koskoca bir ejderha kesiliverdi.” şuara sûresi 32. âyet de şöyledir; “(bunun üzerine musa) asasını bırakıverdi, o birden apaçık bir ejderhaya dönüşüverdi.” hz. musanın asasının bir ejderhaya dönüştüğü anlatılmaktadır, ancak ejderha çok eski uygarlıkların inandığı çin mitolojisinde efsanevi bir yaratıktır, gerçekte ejderha diye bir canlı yoktur. allah neden hz. musanın asasını çin mitolojisindeki efsane bir yaratığa dönüştürmüştür?

    - âyette (fe elkâ asâhu fe izâ hiye su’bânun mubîn) “su’banun” büyük yılan manasını taşır. fakat bazı çevirmenler (meal yazanlar) anlatımı kuvvetlendirmek için “ejderha” demişlerdir. zaten bu âyette dikkat çekilmesi gereken yılan ya da ejderha olması değil, asanın bir hayvana dönüşme mucizesidir.

    33 - araf sûresi 123,124. âyetler şöyledir; “firavun, “ben, size izin vermeden ona iman mı ettiniz? şüphesiz bu sizin yerli ahaliyi oradan çıkarmak için şehirde planladığınız bir hiledir. yakında anlarsınız. kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra hepinizi çarmıha gereceğim” dedi.” burada bahsedilen firavunun sözleri allah’ın sözlerine neden bu kadar çok benzemektedir? maide sûresi 33. âyet ise şöyledir; “allah’a ve rasulüne savaş açanların, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, öldürülmeleri veya asılmaları veya elleri ve ayaklarının çapraz kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmekten başka bir şey değildir. bu, onların dünyada çekecekleri bir zillettir. ahirette ise, kendilerine büyük bir azap vardır.” görüldüğü gibi allah da aynı firavun gibi suçluların elleri ve ayaklarının çapraz kesilmesini emretmektedir. allah firavundan mı esinlenmiş de böyle bir cezayı kullarına uygun görmüştür?

    - önce çaprazlama konusunu ele alalım. el ve ayakları çaprazlama kesme uygulamasını aslında putperestler kendilerine boyun eğmeyenlere/müslümanlara uygulamaktaydı ve âyette bahsedilen de, peygamber döneminde bundan vazgeçmeyen zalimlere karşı aynı şekilde karşılık vererek savunma mücadelesi yapılmasıdır. yani o dönemde durup dururken müslümanlara saldıran ve bundan da, yani savaştan vazgeçmeyen, barışa yanaşmayan zalimlere karşı nefsi müdafa mücadelesi ve “kısas” istenmektedir sadece. kuran'ın anlattığı üzere, müslümanlara karşı putperestler bu çaprazlama uygulamasını eskiden beri (özellikle mısır firavunları) gerçekleştirmekteydiler.

    - texe marrs'ın codex magica isimli kitabında da anlattığı üzere antik mısır dininde "x" yani "çaprazlama işareti" güneş tanrısı osiris'in simgesiydi ve bu yüzden onlar için kutsaldı . mısır kralları gömülürken elleri ve ayakları çapraz pozisyonuna getirilirdi. eski mısır medeniyetinden kalma yazıtlarda, tapınak ve piramitlerin duvarlarında da x sembolü sıkça görülmektedir. ayrıca kendilerine karşı gelenleri cezalandırırken yine bu çaprazlama ritüelini kullanırlardı.

    - ayrıca kuran’da sadece burada değil, birçok yerde allah ve kendisini tanrı zanneden firavun aynı sözleri söylemektedir. mesela; kur?an- ı kerim, s¸u ifadeleri firavun?un agˆzından nakletmektedir:
    “andolsun ki, egˆer benden bas¸ka ilah edinirsen, seni zindana atarım (şuara 29) sözleriyle firavun, hz. musa?yı tehdit ederken, bas¸ka bir yerde “...ey ileri gelenler, sizin için benden bas¸ka ilah oldugˆunu bilmiyorum...(kasas 38) demektedir. yine bir bas¸ka yerde halkına topluca “ben sizin en yüce rabbinizim (naziat 24)” demektedir. bu sözler, yüce allah?ın s¸u ifadeleri ile benzerlik arz etmektedir: “...benden bas¸ka ilah yoktur, s¸u halde benden korkup sakının...(nahl 2)” “gerçekten ben, ben allah?ım, benden bas¸ka ilah yoktur...(taha 14), ”ve allah ile beraber bas¸ka bir ilaha tapma. o?ndan bas¸ka ilah yoktur...(kasas 88)”, “...ben sizin rabbinizim, öyleyse bana kulluk ediniz. (enbiya 92)” s¸imdi, firavun?un agˆzından nakledilen sözlerle, yüce allah?ın bu ifadeleri arasında benzerlik var diye bu âyetlere ve onların hükümlerine itiraz etmeye kalkıs¸manın, hiçbir sagˆlam dayanagˆının olmadıgˆı açıktır.

    34 - araf sûresi 136. sûre şöyledir; “biz de mucizelerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmadıkları için kendilerinden intikam aldık, onları denizde boğduk.” allah kendi yarattığı kullarından intikam alır mı? ıntikam duygusu insanlara özgü bir duygu değil midir?

    - yüce allah'ın isimlerinden biri “el- muntakim”. intikam alan, suçluları müstahak oldukları cezaya çarpan anlamında. kur'an'da, "intikam aldık", "intikam alır", "biz intikam alıcıyız", "allah intikam sahibidir" ifadeleriyle geçer.
    peygamberimiz , "allahü teâlânın halk arasında evliyası, açlık ve susuzluk ehlidir. allahü teâlâ onlara eza edenden intikamını alır ve ona cenneti haram eder" buyurur ve allah'ın zalimlerden intikam alan olduğuna dikkat çeker.
    allah, inkarcıları, suçlu günahkarları cezalandırır, zulmedenlerden mazlumların hakkını alır, tümüne gazaplanır, tümünden intikam alıcıdır. allah'ın ne gazabı ne intikamı kuşkusuz insanlarınkine benzemez.

    35 - araf sûresi 179. âyet şöyledir; “yemin olsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. onların kalpleri vardır, onlarla duyup anlamazlar, onların gözleri vardır, onlarla görmezler, onların kulakları vardır, onlarla işitmezler. onlar hayvanlar gibi, hatta daha şaşkındırlar. ışte bunlar, gafillerdir.” allah insanlardan ve cinlerden birçoğunu sadece cehennem için mi yaratmıştır? eğer allah bazı kişileri cehennem için yaratmışsa sınav bunun neresindedir? bu kişiler cehennem için yaratıldıkları halde allah’ın yaradışına karşı gelip iman etme ihtimalleri var mıdır? ve “onların kalpleri vardır, onlarla duyup anlamazlar” kısmında insanın kalple anladığı söylenmektedir, ancak günümüzde bilinmektedir ki kalbin görevi vücuda kan pompalamaktır, bir şeyleri anlamak kalbin değil beyinin görevidir, allah bunu bilmemekte midir?

    - yirmi birinci soruda cevap verildiği gibi dünyadaki olmuş olacak herşey levhi mahfuz’da yazılıdır ve cenabı hak tarafından bilinmektedir. ancak müdahale olmaksızın insanlar düşünmezler ve akletmezler.
    şöyle düşünün; öğretmensiniz ve sınav hazırladınız. çok tembel bir öğrenciniz var ve sınavı veremeyeceğinden eminsiniz. siz ders anlatırken onun duymaması ya da öğrenmemesi için çaba harcamadınız. herkesle aynı şartlarda dersi dinledi ya da dinlemedi. ama şimdiye kadar hiçbir sorunuza cevap verememiş, dersle ilgilenmemiş vs. bu durumda “ heralde bu dersten kalacak” diyebilirsiniz. cenab- ı hak’tan tek farkınız siz kesinlikle diyemezsiniz.

    ya da başka bir örnek verecek olursak; gün sonunda havanın kararacağını herkes biliyor. oysa kimse dünyanın dönmesine müdahale edemez. ama bu böyle bilinir. işte bunun gibi biz dünya gibi döneriz, allah müdahale etmez ama dönüşün sonunda kararacağımızı ya da aydınlanacağımızı bilir.

    bu kişilerin iman etme ihtimalleri tabi ki var ama yüce allah izin verdiyse. onyedinci soruda cevap verdiğimiz üzere maddî kalbin îmân, ilim, hikmet, şefkat gibi mâneviyat ile yakın alakası vardır. kalplerin bazıları mühürlenmiştir bu sayede duyup anlamazlar. âyette kastedilen budur.

    36 - yasin sûresinde hesap gününün anlatıldığı kısımda 59,60,61. âyetler şöyledir; “59- (allah onlara şöyle diyecektir:) ey günahkârlar! bugün (bir kenara) ayrılın. 60- 61- ben, sizden “ey ademoğulları! şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır. bana kulluk edin. doğru yol, budur!” diye söz almadım mı?” allah arada bir elçi olmadan direk insanlarla mı muhatap olmuştur? allah bu âyette bizden söz aldığını mı söylemektedir? eğer allah bu âyetlerde belirtildiği gibi kendisine söz verenlere hesap soruyorsa, bugün dünya üzerindeki yaşayan insanların hepsinden allah söz mü almıştır? yoksa kur’an- ı kerim ahiret gününe kadar yaşayacak olan tüm insanlığa değil de, sadece hz. muhammed’in kavmine mi gönderilmiştir?

    - kuranyalnız hz. muhammed’e değil, tüm insanlara gönderilmiştir. bu sebepten allah’ın aracısız konuşmasına şaşırmamak gerekir.

    - âyette bahsedilen söz “kalu bela” olayıdır. şöyle ki, allah dünyayı ve içindeki varlıkları yaratmadan evvel, öncelikle gelmiş ve gelecek bütün insanların ruhlarını yaratmıştır. bunları ruhlar âlemi denilen bir âlemde bir araya getirmiştir. “ben sizin rabbiniz değil miyim? “ diye sormuştur. ruhlar da, “evet, sen bizim rabbimizsin, sana ibâdet eder, senden yardım dileriz" demişlerdir. işte bu konuşmanın vuku bulduğu zamana, “kâlû belâ” denir.

    yani islamiyet’e göre söz araplardan ya da türklerden değil, yaratılmışların hepsinden alınmıştır. dolayısıyla kuran’ı kerim’in tüm insanlığa gönderildiğini buradan da anlayabiliriz.

    37 - fatır sûresinde denizlerden bahsedilen kısımda 12. âyette şunlar söylenmektedir; “... onda (suları) yarıp giden gemiler görürsün. (allah bunları) onun nimetlerinden elde etmeye .(çalışasınız diye yaratmıştır.) belki şükredersiniz.” bu âyette bahsedildiği gibi, gemileri, denizlerden faydalanabilmemiz için doğrudan allah mı yaratmıştır?

    - herhangi birşeyi “yarattım” diyebilmek için, o şeyin bütün sebep ve donanımlarını da yaratmak gerekir. aksi halde ortaya konan şey keşif ya da icattan başka birşey değildir. keşif (buluş), allah’ın kainatta koymuş olduğu bir adet, bir sünnettir. uçak, tren, otomobil gibi nimetlerin insanlara hediye ve ikram edilmesi bu keşifledir. yoksa hiçten ve yoktan var etmek, ya da var olan unsurlardan bir hayat inşa etmek sadece allah’a mahsus bir mühürdür, kimse taklit edemez.
    gemileri doğrudan allah yaratmamıştır. zaten âyette kastedilen de bu değildir.

    38 - fatır sûresi 24. âyet şöyledir; “şüphesiz biz seni, müjdeleyen ve (onunla) uyaran biri olarak gerçek ile gönderdik. kendilerine bir uyarıcı gelmeyen hiçbir topluluk yoktur.” afrika kıtasında daha hiç diğer insanlarla karşılaşmamış kabileler yaşamaktadır, bunlara uyarıcı gönderilmiş midir? kutuplarda yaşayan insanlara uyarıcı gönderilmiş midir? çine, japonyaya, singapura uyarıcı gönderilmiş midir? adalarda yaşayan insanlara uyarıcı gönderilmiş midir? himalayalarda dağlarda yaşayan insanlara uyarıcı gönderilmiş midir? eğer bunların hepsine bir uyarıcı gönderilmişse neden hiçbirinin yazılı eserlerinde kur’an- ı destekleyen eserler yoktur, neden her birinin eserlerinde geçen yaratıcı inanışı farklıdır? ve eğer eskiden yaşayan tüm insanlara uyarıcı gönderilmiş ise bugün bize neden gönderilmemektedir? ya da bugün daha hiç başka insanlarla karşılaşmamış kabilelerde yaşayan insanlara bir uyarıcı gönderilmemektedir? üzerlerinden geçen uçağı canlı sanarak ona ok atan kabilelerin yaşadığı günümüzde neden bu insanların binlerce din ve kutsal kitap arasından islamı ve kur’anı kendilerinin bulup, öğrenip, iman etmeleri beklenmektedir?

    - kuran’ı kerim’de "içinde peygamber olmayan hiç bir millet yoktur"(fâtır, 24) deniyor. bu durum gösteriyor ki her kavme, her millete peygamber gönderilmiştir. hadis kitaplarında, bir rivâyette 124 bin, diğer bir rivâyette de 224 bin peygamber gönderildiği bildirilmektedir. hadis usulü açısından bu rivâyetlerin hepsi tenkid edilebilir. ancak, ister 124 bin, ister 224 bin olsun, sayı mühim değildir. mi'ıhim olan husus şudur: allah, hiç bir devri boş bırakmamış hemen her devirde peygamber göndermiştir. ta ki son peygamber hz. muhammed’e kadar. ondan sonra dünyada yaşanacak gelişmelerden cenab- ı hak elbette haberdardır. ıslamiyet’in ve kaidelerinin hz.muhammed’ten sonra hızla öğrenilceğinin bilincindedir. şu an dünyanın neredeyse tamamı islam’dan haberdardır. dolayısıyla yeni peygambere ihtiyaç yoktur.

    yine de islamiyet’ten haberdar olmayan veya olmadan bu dünyadan ayrılmış insanlar olabilir. allah onların akıbeti hakkında şöyle buyuruyor:” peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azab edecek değiliz.” (isra 15) dolayısıyla kendilerine peygamber gönderilmemiş kimseler, ya da peygamberler, kitaplardan bihaber yaşayan insanların, azab olacakları da söylenemez.

    39 - meryem sûresi 27. ve 28. âyetler şöyledir; “27- hamile olduğu halde halkının yanına geldi “ey meryem! alışılmadık bir şey getirdin!” dediler. 28- “ey harunun kız kardeşi! baban, kötü bir adam değildi. anan da bir kahpe değildi.” bu âyetlerde hz. meryemin harun adında bir kardeşi olduğundan bahsedilmektedir. ancak hz. meryemin harun adında bir kardeşi yoktur. hz. musa’nın ise harun ver meryem adında kardeşleri vardır. yoksa iddia edilen gibi kur’an tevrattan mı türemiştir? tevrattan alıntılar yapılırken böyle bir yanlışlık mı yapılmıştır? kur’an da bahsedilen meryem hz. ısanın annesi olan meryem midir, yoksa hz.musa ve hz.harun’un kız kardeşi olan meryem midir?

    - kur’an- ı kerim’de anlatılan musa aleyhisselam ile meryem validemiz ve onun oğlu isa aleyhisselam arasında çok zaman vardır. tarih açısından meryem validemiz ile musa ve harun aleyhimesselamın kardeş olmaları mümkün değildir. ayrıca arapçada eb (baba), eh (kardeş) ve uht (kızkardeş) kelimeleri birçok durumda geniş mânada kullanılır. gerçek bir kardeşlik değil, akrabalık ve mensubiyet bildirir.

    kuran’ın tevrat’tan türemesi olayına gelince, ikisi de hak kitaptır. yani yazarı aynıdır. dolayısıyla benzerlikler olması doğal karşılanmalıdır. zaten, kuran'da var olan sosyal içerikli temaların hemen hemen hepsi, tevrat'ta da vardır. özellikle tevrat'ın kuran'ın oluşturulması üzerindeki etkisinin oldukça büyük olduğu gözlenmektedir. bu konuda somut birkaç örnek vermek gerekirse, ebu hüreyre şöyle demektedir:
    "ehl- i kitap (yahudiler), tevrat'ı ibranice olarak okur, bize de arapça olarak açıklamasını yaparlardı. buna karşı muhammed bize, 'siz onları ne doğrulayın, ne de yalanlayın' diyordu." (tecrid- i sarih, diyanet tercemesi, no: 1679).

    bir diğer örneği de halife ömer'den dinleyelim:

    "ehl- i kitap kendi aralarında tevrat okurken, ben de onları dinlerdim. gerçekten kuran ile tevrat arasında herhangi bir fark görmezdim" (vahidi, eshab- ı nüzul, bakara sûresi, 98.âyet)

    gerek bu ifadeler, gerekse kuran ile tevrat'ın birlikte incelenmesi halinde ortaya çıkacak olan tıpatıp ortak noktalar- benzerlikler gösteriyor ki; gerçekten kuran'ın oluşturulması sırasında tevrat kültürü fevkalade etkili olmuştur.

    40 - meryem sûresi 83. âyet şöyledir; “bizim o şeytanları kâfirlerin üzerine saldığımızı, onları (günahlara) yönlendirdiklerini görmedin mi?” şeytanları allah mı kâfirlerin üzerine salmıştır? onları günaha yönlendirsinler diye mi şeytanları üzerlerine salmıştır?

    - şeytan, cennet’ten kovulduktan sonra, insanları azdırmak için kıyamet gününe kadar izin almıştır. imanlı insan şeytanın varlığını lehine çevirebilir. çünkü şeytanla mücadele etmek insanın derecelerini yükseltir. şeytan, devamlı insana allah'ın emirlerinin tersini yapmasını emreder. insan da şeytanın emirlerini yapmayıp, allah'ın emirlerini yaparsa allah katında büyük derecelere yükselir. şeytanı insanlara musallat etmek sûretiyle, allah'ın emrini tutacak insan ile, tutmayacak insan ayırt edilir. böylece, bu imtihan dünyasında kötü ruhlu insan ile iyi ruhlu insan birbirlerinden ayrılır. şeytan imandan kuvvetli değildir.

    dolayısıyla cenab- ı hak, şeytanı bir iman turnasolu olarak yaratmıştır. şeytan, allah’ın izni ile herkese musallat olur, gerçek iman sahipleri bundan kazançlı çıkarken, münafıklar ve müşrikler cehennemdeki yerini sağlamlaştırır.

    41 - isra sûresi 45 ve 46. âyetler şöyledir; “45- sen kur’an okuduğun zaman, biz seninle ahirete inanmayanlar arasına görünmez bir örtü koyarız. 46- onu anlamalarına engel olsun diye, kalplerinin üzerine kabuklar geçiririz, kulaklarına da ağırlıklar koyarız. kur’an’da rabbini tek olarak andığın zaman, ürkerek arkalarına dönüp giderler.” enam sûresi 25. âyet de şöyledir; ”içlerinden kimisi seni kur’an okurken dinler. ancak biz, onların kalplerine onu zevkle anlayıp dinlemelerine engel olan kabuklar geçirmişizdir. onların kulaklarında da bir ağırlık vardır. her mucizeyi görseler de, ona iman etmezler. hatta sana geldiklerinde, seninle tartışırlar. ınkâr edenler, “bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir!” derler.” bu âyetlerde ahirete inanmayanların kur’anı anlamamaları için allah’ın onların kalplerinin üzerine kabuk geçirdiği yazmaktadır. ınanmayan kişi kur’anı dinlemeden nasıl körü körüne inanabilir? allah neden inanmayanların kur’anı anlamasını engellemektedir? ınanmayan kişiler anlasın da iman etsin diye kur’an gönderilmişken, neden allah inanmayanların kalplerine kur’anı anlamasınlar diye kabuklar geçirmektedir?

    - aslında insan kendisine engel olur. kuran insan doğruyu gösterir de onu anlamak istemeyenin kulaklarına ağırlık gelir (dinlemez, dinlediğini anlamaz), kalbine perde (âyetleri anlamaya karşı isteksizlik) iner. dolayısıyla inanmak istemeyen kişi kendini kapatır.

    mesela hz. muhammed’i üç gece üst üste dinleyen ebu cehil, daha sonra kendisine kuran hakkında fikri sorulduğunda “biz abdilmenafoğulları’yla şeref konusunda mücadele içindeyiz. onlar yedirdiler, biz de yedirdik. onlar fedakârlık yaptılar biz de fedakârlık yaptık. onlar verdiler. biz de verdik. bu yarışta dizler üzerine çökünceye kadar devam ettik. biz bu konuda yarışa çıkmış iki at gibiydik. şimdi onlar “bizden bir peygamber çıktı, kendisine gökten vahiy geliyor” diyorlar. peki biz ne zaman buna ulaşacağız.” allah’a yemin ederim ki, asla o’na inanmam, siz de asla ona inanmayın ve onu doğrulamayın.” demiştir. çünkü bu kur’an’ın ana eksenini oluşturan tevhid inancı, onların makamlarını ayrıcalıklarını ve ululuklarını tehdit ediyordu. bu nedenle ondan uzak kaçıyorlardı. allah'a ulaşmayı dilemedikleri sürece bu engeller onlarda hep mevcut olacaktır.

    kişi nefsini köreltir, gerçekten kitabı ve emirlerini anlamaya çalışırsa bu kabukları kaldırmış olacaktır. kuranın, en önemli özelliği insanı insana anlatmasıdır. kuran bir aynadır. kişi okurken kendini aramıyorsa, okuduklarından anlayacağı tanrı denen birinin sana anlattıklarından ve emirlerinden ibaret olacaktır. denildiği gibi kişinin anlamasına engel olan tanrı değil kişinin kendisidir.

    42 - isra sûresi 73, 74 ve 75. âyetler şöyledir; “73- az daha seni bile, sana vahiy ettiğimizden başkasını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi. o zaman, seni dost edineceklerdi. 74- eğer biz sana direnç vermemiş olsaydık, az daha onlara az bir şey kayacaktın. 75- o zaman biz sana, hem hayatın acısını, hem de ölümün acısını tattırırdık. sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” allah bu âyetlerde hz. muhammede neden kızmaktadır? hz. muhammed yanlış bir iş yaptığı için mi allah ona kızmaktadır? ınşirah sûresi ilk 3 âyetinde bahsedildiği gibi allah hz. muhammedin göğsünü açıp temizlememiş midir? buna rağmen hz. muhammed nasıl allah’ı kızdıracak bir şey yapabilir? yoksa “şeytan âyetleri” denilen âyetler gerçek midir? allah bunları vahiy ettiği için mi hz. muhammede kızmıştır? şeytan âyeti meselesi şöyledir; "şeytan âyetleri" diye ünlenen sözlerin önce kuran'a âyet olarak sokulduğu, bu sözlerde "lat, uzza, menat" adlı tanrıçalar övüldüğü için putataparların, peygamber ve inanırlarıyla birlikte secde ettikleri, bir olay olarak kaynaklarda yer alır ve hadislerce desteklenir. hadis 1: “peygamber mekke'de necm sûresini okurken secde etti ve onunla birlikte, aldığı toprağı alnına götüren yaşlı birinin dışında müslüman ve putatapan herkes secde etti." (kaynak: buhari (hadis no:555), tirmizi ve öteki hadis, fıkıh kitapları.) bu hadise göre şu sorular sorulabilir; 1- peygamberin can düşmanı diye nitelenen putataparlar nasıl oldu da, hz. muhammed ile bir araya gelebildiler? 2- putataparlar nasıl oldu da, hz. muhammed ile birlikte secde ettiler? diğer bir hadis ise şöyledir; “peygamber mekke'de iken necm sûresini okuyordu. "lat'ı, uzza'yı ve bir öteki, üçüncü (put) olan menat'ı gördünüz mü?” diyen yere gelince şeytan, peygamberin diline şunu atıverdi; “işte bunlar, yüce turnalardır. şefaatleri de elbette ki umulur." bunun üzerine putataparlar: "muhammed daha önce değil, bu gün tanrıçalarımızı iyi sözlerle andı!" dediler. yine bunun üzerine peygamber secde etti ve onlar da secde ettiler. ışte bu nedenle de allah şu âyeti indirdi; “(ey muhammed!) senden önce hiçbir peygamber yoktur ki, şeytan onun okudukları arasına, bir şeyler katıp bırakmasın. allah, şeytanın bıraktığını bozar, kendi âyetlerini güçlendirir. allah bilendir, hikmetlidir." (hacc sûresi, âyet:52) (anlatan peygamberin arkadaşları: abdullah ibn abbas'ın da içinde olduğu bir topluluk. kaynak: süyuti, ibn hacer) bu olaya göre hz. muhammed vahiy okurken şeytan ona başka âyetler okutmuştur. şeytan nasıl olur da allah’ın peygamberini kandırabilir? şeytan hz. muhammedi kandırırken allah neden fark etmemiş, yada müdahale etmemiştir? allah sonradan mı fark edip yeni âyetler göndererek durumu düzeltmiştir?

    - âyetlerde, mekkelilerin peygambere karşı hazırladıkları oyunlar dile getiriliyor. bu oyunların ilki onların peygamberimizi allah’ın kendisine vahyettiği gerçeklerden saptırıp, o’nun adına iftirada bulunmasını sağlamaktı. halbuki peygamber doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi.
    onlar çeşitli metodlar deneyerek bu amaçlarına varmak istediler… bu tekliflerden biri “sen bizim ve atalarımızın bağlı bulundukları ilahları eleştirme, biz de senin ilahına kulluk yapalım.”
    bu tekliflerden diğeri “allah nasıl kâbe’yi kutsal saymışsa, sen de bizim yurdumuzu kutsal sayarsan sana uyarız” demeleridir.
    bu tekliflerden biri de: “onlardan bazılarının fakirlerin katıldığı oturumdan ayrılarak kendilerine bir oturum ayırmasını istemeleridir…
    isra suresindeki ayetler, detaylara girmeden bu girişimlere değiniyor,. yüce allah’ın, peygamberi bu gerçek üzerinde sağlamlaştırması ve onu saptırmalardan koruması ile o’na nedenli büyük bir lütufta bulunduğunu hatırlatıyor, ona kızmıyor.
    ayrıca göğsünün temizlenmesi bu tekliflere meyletmesine bir engel oluşturmaz.
    “şeytanın ayetleri” hikayesine gelirsek; 2007 yılında “şeytan âyetleri” kitabının yazarı salman rüşdi’ye ingiliz kraliçesi tarafından şovalyelik nişanı verildi. 1988 yılında yayınlanan şeytan âyetleri romanı özetle hz. muhammed’in okuduğu kuran’a şeytan tarafından putlara övgüler karıştırıldığı iftirasını içeriyordu. dolayısıyla ödül müslüman ülkelerin büyük tepkisine neden oldu. pakistan ve iran’ın ingiltere büyükelçileri ünvanın verilmesini kınadılar.
    hikayeye göre hz. peygamber “şeytan âyetleri”ni araya koymuş ve okumaya devam etmiş. sonra da müşrikler “şimdi muhammed ile aramızdaki farklılıklar sona erdi” diyerek sevinmişler. âyetler şöyle:
    necm 19- 20: gördünüz mü o lat ve uzza’yı? ve üçüncüleri olan ötekini, menat’ı.
    buradaki “gördünüz mü?” ıfadesi peşinden gelen şeyi reddetmek ve tahkir etmek için kuran’da kullanılan bir kalıp.
    şeytan âyetleri : bunlar yüce kuğu kuşları (garanik) (tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur.
    necm 21- 23 : demek erkek size, dişi o’na öyle mi? o zaman bu, insafsızca bir taksim! bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. halbuki kendilerine rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.

    çelişki çok açık. önce putlar yeriliyor, sonra - sözde- övülüyor, sonra da tekrar yeriliyor. bunu dinleyen, o zamanın şüpheci, radikal ve şiddetli müşriklerinin kanmaları mantıklı mı?
    hikayeye göre garanik vakasından sonra isra/73- 75 ile hz. peygamber azarlanmış. daha sonra da hac/52 ile teselli edilmiş ve “şeytan âyetleri” nesh (iptal) edilmiş. işin garibi isra sûresi, yani sözde “azarlama”, habeşistandan dönüş olayından 5- 6 yıl sonra; hac sûresi, yani sözde “teselli” ve “iptal”, ise “azarlama”dan 2 yıl sonra nazil olmuştur. herhalde şeytanın karıştırdığı âyetlerin düzeltilmesinin hemen yine necm sûresinde yapılması yerine 7- 8 yıl sonra hac sûresine yamandığı bu senaryoyu aklı başında kimse kabul etmez. zaten bu âyetlerin ait oldukları sûrelerin akışı içinde bu şekilde anlaşılmaları da mümkün görülmüyor.
    aktarılanlar rivâyet açısından da oldukça zayıf. bir kere rivâyetlerde ibn abbas hariç hiç sahabe adı geçmiyor. yani hiç peygamberi görmemiş kişiler olayı aktarıyor. ibn abbas da olay esnasında 2- 3 yaşında. rivâyetlerde şeytanın sözü 15- 16 farklı şekilde naklediliyor. hz. peygamberin durumu ise bazen uyuklarken, bazen namaz kılarken, bazen de kureyş kulüplerinde vs. şeklinde 10- 11 farklı şekilde nakledilmiş. rivâyetlerin bu kadar farklı olması, hikayenin uydurma olduğunun açık delili.
    sahih hadisleri rivâyet eden hiç bir kitabın bunu nakletmemesi, hiçbir sikanın bunu sahih ve muttasıl bir senetle rivâyet etmemesi, çürüklüğünü göstermeye kâfidir. nakledenler, sadece tuhaf şeylerle oyalanmayı âdet edinen bazı tefsirciler ile tarihçilerdir.

    43 - hûd sûresi 13. âyet şöyledir; “yoksa “onu kendi uydurdu?” mu diyorlar. de ki: “haydi onun gibi uydurma on sûre getirin. allah’tan başka gücünüzün yettiğini de çağırın. eğer doğru söylüyorsanız, bunu yaparsınız.” bu âyete göre kimse kur’an âyetlerine benzer on sûre yazamaz. ancak etrafta bir sürü sahte âyetler ve sahte kur’anlar dolaşmaktadır. onların hiçbiri kabul edilmese bile, şu an ben oturup on tane âyet uydursam kur’anın doğruluğu bozulacak mıdır? hiç kimse on tane âyet uyduramaz mı?

    - evet, kimse kuran- ı kerim gibi bi kitap yazamaz. sen de yazamazsın. nitekim kuran’da “ve eğer kulumuza indirdiğimiz (kur'ân)’dan şüphe içindeyseniz, haydi onun benzerinden bir sûre getirin. eğer (iddianızda) doğru kimseler iseniz allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın! ” (bakara, 23) “ denir.
    kur'ân insanlığın en dâhi edebiyatçılarını, en harika hatiplerini, sahasında en ileriye gitmiş âlimlerini, en meşhur şairlerini bir benzerini yapmaya davet edip, tam bin beş yüz senedir meydan okumaktadır.
    kuran allah’ın kelamıdır. çünkü;
    - kurân- ı kerim'in lafzında, manasında, üslubunda, nazmında ve beyanında hayret verici bir farklılık ve üstünlük vardır. kurân'ı inceleyen dâhi edebiyatçılar "kurân'ın öyle bir tatlılığı ve tazeliği var ki, insan sözüne benzemez." demişlerdir. çok meşhur bir yazarın dahi, kıymetli bir eserini ikinci defa okumak çoğu zaman usanç verir. hâlbuki kur'ân 15 asırdır usandırmaksızın tekrar tekrar okunmakta ve hakikatli bir tatlılık, hayret verici bir tazelik ve harika bir gençlik ortaya koymaktadır.
    - kur'ân şahsi, toplumsal ve siyasi hayata verdiği yön ile insanların kalplerinde, ruhlarında ve akıllarında öyle büyük bir inkılâp yapmıştır ki; kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, inatçı, adetlerine son derece bağlı, büyük bir toplumu o zamanın en yüksek medeniyet seviyesine çıkartmıştır. hiçbir insan sözü, toplumlara yön verip köklü değişiklikler yapacak ve bunu 15 asır devam ettirip idare edecek derecede tesir gösteremez.
    - kur'ân kâinata ve insana dair her şeyi içinde bulunduran bir kitaptır. bir insanın bütün ilimleri kapsayan, geçmiş ve gelecekten haber veren, insanlığın maddi ve manevi tüm ihtiyaçlarına çözüm getiren bir kitabı yazabilmesi mümkün değildir.
    - kurân'da birbirine benzer veya zıt manadaki kelimeler aynı adette bulunur. buna "kelimelerin geçiş adetleri arasındaki tevafuk (denklik)" denilir.
    mesela, benzer kelimelerde:
    " ???? (de!)" emri 332 defa geçer. bu emir kipinin (dedi- dediler) gibi fiil olarak kullanılışı yine 332'dir. .
    " ?????? (ay)" kelimesi bir yılın ayları kadar yani 12 defa geçmektedir.
    " ????????? (günler)" kelimesi bir ayın günleri kadar yani 30 defa geçmektedir.
    " ????? ? (gün)" kelimesi ise bir yılın günleri kadar yani 365 defa geçmektedir.
    zıt kelimelerde:
    "iman" kelimesi 25, zıttı olan "küfür" kelimesi 25 defa geçmektedir.
    "melek" kelimesi 88, zıttı olan "şeytan" kelimesi 88 defa geçmektedir.
    "adalet" kelimesi 15, zıttı olan "zulüm" kelimesi yine 15 defa geçmektedir.

    kurân'da daha bunlar gibi pek çok tevafuk vardır. kurân'ın 6666 âyetten oluşan bir kitap olduğu göz önünde bulundurulursa, bir insanın bunları düşünüp yapması mümkün değildir.

    44 - hûd sûresinde nuh peygamberin anlatıldığı kısımda 40. âyet şöyledir; “nihâyet emrimiz geldiğinde ve tandır kaynadığında şöyle dedik: “geminin içine her birinden ikişer çift, aleyhinde hüküm verilmiş olan dışında aileni ve iman edenleri bindir!” onunla beraber çok az kişi iman etmişti.” bahsedilen âyette nuh peygamberin her hayvandan ikişer çift gemiye koyması emredilmiştir, bilim adamlarının araştırmaları şöyle demektedir; “bilim insanları son araştırmada 8 milyon 700 canlı türü tespit etse de aslında doğal hayattaki canlı türlerinin 100 milyonu bulabileceği tahmin ediliyor. günümüzde bilim insanları her yıl 15 bin yeni tür keşfediyor. teknolojinin ilerlemesiyle araştırmaların hızlanabileceği söyleniyor.” (kaynak: http://www.ntvmsnbc.com/id/25244635) bu bilgilere göre günümüzde sadece tespit edebildiğimiz 8 milyondan fazla canlı türü vardır, tahmin edilense yaklaşık 100 milyon canlı türü olduğu yönündedir, günümüzde keşfedilmeyenleri saymazsak nuh peygamber bu 8 milyon 700 canlı türünden her birinden bir dişi bir erkek 2 şer tane toplamda 17 milyondan fazla canlı türünü ne kadar zamanda toplamıştır? kutuplardaki penguenlerden, çindeki pandalara kadar, yırtıcı hayvanlardan, zehirli örümceklere kadar tüm bu hayvanları tehlikesizce nasıl yakalamayı başarmıştır? ayrıca 17 milyon hayvanın sığacağı büyüklükte bir gemiyi nasıl yapabilmiştir? dünyanın en kalabalık 2. şehri olan istanbul’un nüfusu bile 13 milyonken 17 milyon canlının sığacağı büyüklükte devasa bir gemi nasıl olabilir? ve nuh peygamber her birinin farklı gıda ihtiyaçları olan 17 milyon hayvanı nasıl besleyebilmiştir?

    - aynı âyeti elmalı şu şekilde tefsir ediyor;
    “buna göre, tufanın yerküre üzerindeki alanı da, kutup bölgeleri de dahil olmak üzere bütünü ve her tarafı değildir. o devirde insan ile meskun olan kısımlarını hesaba almak gerekecektir. o devirde hz. nuh'un bütün insanlara mı yoksa, kendi kavmine mi peygamber gönderildiği bahis konusu edilecektir, ki, bu noktada ihtilaf vardır. o devirde henüz insanlar âdem'den beri bir tek kavim halinde miydiler, yoksa değişik kavimlere ayrılmış ve çeşitli bölgelere dağılmış mıydılar? şurası kesindir ki, hz. nuh'un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir.”

    demek ki tufanın umumiliği zan ve tahmine dayanmaktadır. dinimizin bu konuda açık bir iddiası yoktur. bu konuda çoğu araştırmacı da bu tufanın bütün dünyayı değil, o erken dönemde mesela mezopotamya vadisi gibi bütün insanlığın tek bir bölgede yaşaması hasebiyle yalnız o vadideki bütün insanlığı kaplamış olduğunu savunuyor. yoksa en fazla bir dağ zirvesi genişliğinde olan bir gemiye 17 milyon hayvan nasıl sığacak? üstelik tefsirlerde bu dağın musul yakınlarında alçak bir dağ olduğu bildiriliyor.
    sonra yalnız amerika'da yaşayan lama gibi, avustralya'da yaşayan kanguru gibi hayvanlar, denizleri aşıp nasıl gelecek?

    45 - hicr sûresi 9. âyet şöyledir; “şüphesiz bir uyarı ve öğüt (olan kur’an’ı), biz indirdik biz. onu, mutlaka biz koruyacağız.” bu âyette allah kur’an’ı koruyacağını söylemektedir. peki hz. muhammedin vahiy katiplerine yazdırdığı ilk nüshalar neden korunmamış ve yok olup gitmişlerdir? hz. muhammedin sakalı, hırkası, sandaletleri bile günümüze kadar saklanabilmişken, allah’ın gönderdiği ve koruyacağına söz verdiği kur’an- ı kerim neden günümüze kadar saklanamamıştır? neden kaynağını bilmediğimiz, sadece rivâyetlere bağlı olarak bildiğimiz hz.muhammed’in ölümünden sonra başkaları tarafından yazılan kur’an- ı kerim’in doğruluğuna inanmak zorundayız? kur’an- ı kerim’in yazılması araştırıldığı zaman şu bilgiler karşımıza çıkmaktadır; “hz. peygamber okuma yazma bilmediği için, vahiy halinde inen âyetler hafızasına işlenip kalırdı. hz. muhammed de bunları unutmaz, yıllarca sonra tek hecesi fark etmeksizin aynını tekrarlardı. müslümanlar bu âyetleri ezberlerler, okuma yazmasını bilenler de yazılı haliyle tespit ederlerdi. zamanla vahyedilen (vahiy halinde inen) âyetler ezberlenirken, bunları ezberleyenler “hafız” diye tanımlanmışlardır. aradan zaman geçtikçe bu hafızlardan bazıları savaşlarda şehit düştüler, bazıları da ecelleriyle öldüler. bu durumda âyetleri ezbere bilenlerin sayısı azalmağa başlamıştı. papirüslere, kemik ve tahtalara, pişirilmiş tuğlalara, deri üzerine yazılmış sûreleri bir arada toplamayı ilk düşünen halife ebubekir oldu. her sûre kağıt, ya da kurutulup işlenmiş deri üzerine yazılmaya başlandı. böylece kur’anın ilk olarak bütün halinde yazılı şekli ortaya çıktı ve buna “sayfalar” anlamına gelen “suhuf” adı verildi. halife ebubekirin ölümünden sonraki halife ömer de aynı işi sürdürdü. belirli bir süre kur’an nüshaları çok kişinin elinde suhuflar halinde kaldı. ömerden sonra halife olan osman, kuranın tek kitap olarak düzenlenmesini emretti. yazılı bütün nüshalar bir araya getirildi. ıncelemeler sonucu, ortada sadece beş adet güvenilir nüsha olduğu anlaşıldı. görevlendirilen özel bir kurul karşılaştırmaları, düzeltmeleri yaparak, her türlü kuşkudan uzak, kesin bir nüshayı meydana getirdi. elde edilen nüsha hattatlar tarafından yazılarak çoğaltıldı. doğruluğundan şüphe edilen öteki nüshaların hepsi ortadan kaldırıldı.” (kaynak: http://www.birdunyabilgi.org/…i- kerim- nasil- yazildi) araştırınca da görülmektedir ki, bir dönem birkaç farklı kur’an meydana çıkmış, o dönemin bazı insanları tarafından aralarından doğru olduklarına inandıkları birisi seçilmiş, diğer nüshalar imha edilmiştir. bu kişiler hangi nüshanın doğru olduğunu nereden bilmişlerdir? allah’dan onlara hangisinin doğru olduğu hakkında vahiy mi gelmiştir? allah koruyacağına söz verdiği kur’anın değişik kopyalarının çıkmasına müsaade ederek, ve ilk yazılan nüshalarının günümüze ulaşmamasını sağlayarak neden inananları şüpheye düşürmektedir? ınsan bunları düşündüğü ve şüpheye düştüğü için günaha mı girer? ve allah daha önce gönderdiği zebur, tevrat ve incil’i neden korumamıştır? bu kitapların insanlar tarafından değiştirileceğini bilmemekte midir? neden yüzyıllarca insanların değiştirilmiş kitaplara inanmasına müsaade etmiştir?

    - kaybolan nüshalar gibi bir durum sözkonusu değildir. bu durumu öyle kabul etsek bile cebrail’in her ramazan’da o güne kadar gelen âyetleri hz. muhammed ile hatim etmesinden dolayı kaybolsa bile hemen telafi edileceğini düşünebiliriz.

    samimiyetle inanan kişi, ilk ayetler kaybolsa bile bunda şüphe uyandıracak birşey olmadığını bilir. kitaplara inanmak imanın şartlarından biri olduğundan, kişi eğer şüpheye düşerse imanı zedelenir, tam manasıyla iman etmiş sayılmaz.
    kuran’ı kerim zaten bugüne kadar korunmuştur. eğer soruda ebu bekir’in topladığı mushaf’ın korunmamasından söz ediliyorsa, o konudaki rivâyetler de şöyledir;
    “ebu bekir tarafından iki kapak arasına toplanan bu nüsha, ebu bekr öldükten sonra ömer'e geçti. ömer öldükten sonra da kızı hafsa'ya geçti. osman kendi döneminde bunu hafsa'dan isteyerek çoğalttı ve islam merkezlerine gönderdi. sonra da hafsa'ya iade etti. sonra ne oldu? et- taberanî'nin güvenilir yolla salim'den aktardığına göre medine valisi mervan, hafsa'ya adam göndererek belki de osman’ın izni ile bu nüshayı o’ndan istedi. hafsa vermedi. hafsa öldükten sonra (h.41) mervan, ibnu ömer'e adam göndererek ‘bu nüshayı bana gönder’, dedi; o da gönderdi. böylelikle bu nüshanın mervan döneminde emevilere geçtiğini görüyoruz. nüshanın bundan sonraki akıbeti konusunda herhangi bir kayda rastlanmamaktadır. büyük bir ihtimalle uzun süre emevilerin elinde kalmış, emevilerin yıkılışı sırasında değerinden dolayı biri tarafından alıkonmuştur.”
    - öncelikle bugün elimize ulaşan kuran’ın nasıl cem edildiğine bakalım,
    âyetler hz. muhammed’in vefatından dokuz gün öncesine kadar geldiğinden onun zamanında kitap haline getirilememiştir.
    hz. ebu bekir döneminde yemame savaşı’nda 700 kadar hafızın ölümü üzerine, kuran toplatılmasına karar verilmiş ve bu görev vahiy katiplerinden olan ve o sıralarda genç ve mükemmel bir dimağa sahip olan zeyd bin sabit’e verilmiştir. yardımcısı da hz. ömer tayin edilmiştir. ebu bekir, ömer ve zeyd’e şu talimatı vermişti: "mescid’in kapısına oturun. her kim ki, size allah’ın kitab'ından olduğuna dair iki şahidle yazılı bir şey getirirse hemen onu yazınız." ömer bunun üzerine mescid’in kapısına geldi. "her kim ki, rasûlullah’dan kur’an namına bir şey aldıysa onu getirsin." dedi. heyet bu getirilen âyetleri sahifelere, levhalara ve hurma dallarına yazıyorlardı.
    yani hafızalardakilerin kuran’a geçmeleri için en az iki tane “yazılı âyet” getirmeleri gerekiyordu. sadece tevbe sûresinin son âyeti ebu huzeyme’nin evinde yazılı olarak bulunmuş, başka örneğine rastlanmamıştır. tabi ki onun da hafızalardaki şekliyle aynı olduğu görülmüştür

    hamidullah bu olayı şöyle anlatır:
    "zeyd, esasen kur'an’ı ezbere biliyordu. böyle olmakla beraber daha ileri bir ihtiyat tedbiri olmak üzere, kaleme alacağı her bir âyet veya kelime için hz. peygamber'in huzurunda arzadan geçirilmiş, mukabele edilmiş iki ayrı yazılı vesikanın şahadetine müracaat etmesini halife ebu bekir o’na emretti. halka, yanlarında saklamakta oldukları bu nüshaları zeyd ve arkadaşlarına göstermek üzere mescidu'n- nebi'ye getirmeleri duyuruldu. bu çalışma böylece sona erdirildiğinde, zeyd ibnu sabit hazırlanan nüshayı yeniden iki defa baştan sona okudu ve varsa bütün noksan ve kusurlar izale edildi."
    görüldüğü gibi kuran’ın tek mushaf halinde toplanması hz. ebu bekir döneminde gerçekleşmiştir.
    hz. osman döneminde ana dili arapça olmayanlar üzerinde farklı kıraatler ortaya çıkmış, bu da beraberinde itilafları meydana getirmiştir. mesela; huzeyfetu’l- yeman şam ordularıyla ermenistan ve azerbaycan üzerine yürümüştü. gazve esnasında şamlı askerlerle ıraklı askerlerin kur’an okuyuşunda ihtilaf ettiğini gördü ve ihtilaflardan endişelenerek tedirgin oldu. olay tekfir noktasına varıyordu. durumu halife’ye iletti.”"ey mü'minlerin emiri! kalk! müslümanlar, kur’an’ın kıraatinde hrıstiyanlarla yahudilerin ihtilafları gibi ihtilaf etmeden önce bu işin çaresine bak." dedi” bunun üzerine hz. osman hz. ebu bekir’in toplattığı "hafsa mushafı"nı istedi. osman, hafsa'daki mushaf’ı getirtip çoğaltmaları için dört kişi görevlendirdi: zeyd, abdullah ibnu zübeyr, said ibnu as, abdurrahman ibnu haris. zeyd dışında üçü kureyşli'dir. ıhtilaf ederlerse o'nu kureyş lehçesi ile yazmalarını emretti. el- buhari'nin diğer rivâyetine göre diğer üç üye de ensardır: muaz, ubey ibnu ka'b ve zeyd ibnu sabit.

    komisyonun çalışması beş sene sürdü. "hazırlanan bu yedi nüsha medine mescidi’nde herkesi mutmain kılmak üzere halkın huzurunda alenen okundu ve sonra her bir nüsha, 26. yılda hududları medine'den taşıp batı’da ispanya'nın güneyine, doğu'da ceyhun nehri'nin ötesine çin'e dayanmış geniş islam yurdunun muhtelif eyalet merkezlerine gönderildi. öyle emredildi ki bundan böyle kur'an nüshaları, mutlaka bu resmi kopyalara uygun ve mutabık olacak ve farklı bulunanlar imha edilecekti."
    ıı. komisyon'un ihtilaf ettiği noktalar da önemsizdir. örneğin tabut kelimesi "yuvarlak t " ile mi "açık t" ile mi yazılacak? osman kureyş yazımı üzere "açık t" ile yazmalarını istemiştir.
    allah teâlâ'nın kur'an- ı kerim'i koruma vadinin bir tecellisi olmalıdır ki, bu yedi nüshadan üçü günümüze kadar gelebilmiştir. bu üç nüshadan biri, osmanlılar'ın medine'den çıkarken yanlarında getirdikleri ve halen topkapı sarayı'nda bulunan nüshadır. ikincisi timur'un şam'dan alıp götürdüğü nüshadır ve halen taşkent'te bulunmaktadır. üçüncüsü ise ingilizlerin moğol hükümdarlarının sarayından alıp londra'ya götürdükleri ve india offica kütüphanesine koydukları nüshadır. araştırmacılar bu üç nüsha üzerinde yaptıkları inceleme sonunda hem muhteva hem de şekil bakımından tam bir uygunluk ve birlik bulunduğunu tespit etmişlerdir.

    cenabı hak zebur, tevrat ve incil’in korunamayacağını, değiştirileceğini şüphesiz ki biliyordu. zaten onları korumak için resullerine söz de vermemiş. hz. muhammed ve kuranın dünyaya ineceği çok önceden belliydi. tevrat, incil ve zebur değiştirilmeseydi, belki de kuran’a ve islamiyet’e lüzum olmayacaktı. ama allah herşeyi bilendir. bu yüzden bu kitapları korumamıştır.

    46 - enam sûresi 38. âyette kur’anı kerim hakkında şu sözler geçer; “biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” ancak orucu nelerin bozduğu, nasıl namaz kılınacağı, neyin helal neyin haram olduğu gibi çok önemli konular ve buna benzer yüzlerce şeyin nasıl yapılacağı kur’an da yazılmamış, hadislerle, rivâyetlerle açıklanmıştır. hatta bundan dolayı mezhep ayrılıkları oluşmuştur. hangi mezhebin doğru olduğunu nereden bilebiliriz? allah hiçbir şeyi eksik bırakmadık dediği kur’an da neden bir çok şeyi açıklamamıştır? tek güvenilir kaynak olarak gördüğümüz kur’anı kerimde açıklanmayan konuları araştırmak için başvurduğumuz, hadislerin, hocaların hangilerinin doğru olduğuna nasıl karar verebiliriz? allah neden çoğu şeyi eksik bırakarak mezhep ayrılıklarının oluşmasına neden olmuştur?

    - cenab- ı hak insan yaşayışına dair herşeyin kuran’da yazsaydı, hz. muhammed’e gerek duyulmayacaktı. ancak kuran insanın bütün durumlarda nasıl davranması gerektiğini anlatan bir kitap değil. eğer öyle olsaydı binlerce sayfa içeren bir kitap olması gerekirdi. bunun için hz. muhammed’in yaşamı incelenmelidir. onun yaşamı dört dörtlük bir müslümanın yaşamıdır. kendisi namazı, orucu bozan şeyleri söylemiş ya da işaret etmiş hadislerle günümüze kadar gelmiştir. bunların farklı yorumlanması mezhep ayrılıklarını oluşturmuştur.
    islamiyet’te dört hak mezhep vardır. (hanefilik,hanbelilik, malikilik ve şafilik) bu dört mezhep arasında çok büyük uçurumlar yoktur. yani bu dört mezhep arasında “x mezhebi doğru, y mezhebi yanlış” gibi bi çıkarımda bulunmak son derece yanlıştır.
    mesela hz. peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. hz. ayşe (r.a.) validemiz taşı peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. hanefi mezhebi imamı, imam azam ebu hanife hazretleri ile şafii mezhebi imamı, imam şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler. imam- ı azam hazretleri, “peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; şafii hazretleri abdestin bozulmasını hz. ayşe (ra.) validemizin peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır. böylece hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.

    47 - enam sûresi 92. âyet şöyledir; “bu, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır, kendinden öncekileri doğrulayıp onaylayandır. (bunu, sana) şehirlerin merkezi olan (mekke’dekileri) ve çevresindekileri uyarman için (gönderdik). ahirete iman edenler, onlar namazlarına dikkat ederler.” kur’an- ı kerim ve hz. muhammed sadece mekke ve çevresindekileri uyarmak için mi gönderilmiştir? eğer öyle değilse neden bu âyette “tüm dünyadakileri uyarman için” değilde “mekke ve çevresindekileri uyarman için” diye yazmaktadır? ve gene sadece mekke ve çevresindekileri uyarmak için gönderilmediyse neden hz. muhammed tüm dünyayı dolaşıp kur’anı tüm dünya insanlarına tebliğ etmemiştir?

    - âyette mekke'nin çevresinden kasıt tüm yeryüzüdür. esasen bu âyette mucizevi bir haber de bulunmaktadır. mekke'nin dünyanın merkezi olduğunu savunan teori bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır. jeoloji uzmanları, saat ayarlamasında greenwich'in değil mekke'nin ölçü alınması gerektiğini de ifade etmişlerdir.

    bütün şehirlerin anası, merkezi demek olan (ümmü'l- kurâ) mekke'nin bir ismidir ki cihanın merkezi, bütün yaratılmışların kıblesi demek gibidir. uyarı, mekke'nin kendisine değil, halkına olacağı bilindiğinden mânâ, mecaz veya mecaz isnadı sûretiyle "ümmü'l- kurâ halkı" demektir. "ve men havleha" çevresindeki bütün insanlığı denilmesi de buna karinedir.

    şüphe yok ki "mekke" denilmeyip de "ümmü'l- kurâ" denilmesi, mekke'yi âlemdeki bütün şehirlerin bir mutlak merkezi gibi düşündürmek içindir. ve bundan dolayı "ve men havleha" de, merkez ve çevre karşılığıyla bütün yer çevresinde bulunanların hepsi demek olur. bununla beraber "ümmü'l- kurâ" merkezlik mânâsı dikkat nazarına alınmaksızın "mekke" demek gibi düşünülürse, "ve men havleha"'dan mekke çevresi, mekke civarı, bundan da nihâyet arap yarımadası düşünülür.
    o dönemde tek ulaşım aracının deve ya da at olduğu düşünülürse, hz. muhammed’in dünyayı dolaşıp islam’ı tebliğ etmesi akıllara zarar bir düşünce olurdu. onun zamanında bütün arabistan yarımadası, 4 halife devrinde de kuzey afrika ve ortadoğu islam’ı cihad yoluyla tanımış ve tecih etmiştir. şüphesiz ki allah resulüne bunları bildirmiştir.
    zaten cenab- ı hak "ey muhammed! biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." (sebe', 34/28) buyurarak hz. muhammed’in sadece arap halkına değil, bütün insanlara gönderildiğini açıklığa kavuşturmuştur.

    48 - enam sûresi 162, 163. âyetler şöyledir; “de ki: “benim namazım, ibadetlerim, hayatım, ölümüm alemlerin rabbi olan allah’ındır. onun ortağı yoktur. ben, bununla emronuldum ve ben, allah’a boyun eğip teslim olanların ilkiyim.” bu âyetlerde söylenene göre hz. muhammed allah’a boyun eğip teslim olan ilk kişidir. peki ondan önce gelen peygamberler allah’a boyun eğmemişler midir?

    - âyette (lâ şerîke leh(lehu), ve bi zâlike umirtu ve ene evvelul muslimîn) denir. yani “müslüman olanların ilki” islamiyet ve müslümanlık yeni bir din olduğuna göre ilk müslümanın da peygamber efendimiz olduğunu söylemek çok normaldir.

    eğer âyeti “teslim olanların ilkiyim” şeklinde çevirecek olsak da yine yanlış olmaz. çünkü;
    ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin rabbin, âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (allahû tealâ şöyle buyurdu): “ben, sizin rabbiniz değil miyim?” dediler ki: “evet, (sen, bizim rabbimizsin), biz şahit olduk.” (araf 172)

    hepimiz oradaydık. daha bedenlenmemiştik. ruhlarımız bize üfürülmemişti, fizik bedenlerimizin içinde nefslerimiz yoktu. o zaman, ilk teslim olan peygamber efendimiz (s.a.v) idi. hz. âdem de insanlardan da hiçbiri henüz yaratılmamıştı.

    49 - saffat sûresi 6. âyet şöyledir; “muhakkak ki biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik.” dünyadan milyonlarca kat büyük olan yıldızlar süs için mi yaratılmıştır? ve yakın gök diye bahsedilen yer neresidir? bizden miyarlarca ışık yılı uzaklıktaki yıldızlar yakın gök de midir?

    - hz muhammed bu konuda;”yıldızlar üç maksatla yaratıldı:

    1- allah onları semaya zinet ve süs kıldı.
    2- şeytanlara atılacak taş kıldı.
    3- geceleri istikamet tayin etmede işaretler kıldı.” demiştir. dolayısıyla yıldızların yaratılmasında başka manalar aramak boşunadır.
    allah, kitabında “böylece onları iki günde yedi kat gök olarak kaza etti (yarattı, tamamladı). her gök katına kendi emrini vahyetti. ve dünya semasını kandillerle muhafaza ederek süsledik. işte bu, azîz ve alîm olan (allah'ın) takdiridir. (fussilet 12)” buyuruyor. birinci gök (yakın gök) katı, bütün yıldızlardan, galaksilerden sonra allah'a doğru yükselen yolların ilkidir.

    50 - lokman sûresi 10. âyet şöyledir; “(o) görmekte olduğunuz gökleri direksiz yarattı, sizi sarsmasın diye yeryüzüne dağlar dikti, onda her tür hayvanı üretip yaydı. gökyüzünden bir su indirdik ve (onunla) orada her faydalı bitkiden çifter çifter bitirdik.” bu âyette konuşan kimdir? bu âyet allah’ın ağzından mı yazılmıştır, yoksa hz. muhammedin ağzından mı yazılmıştır? ve gene âyette “sizi sarsmasın diye yeryüzüne dağlar dikti” denmektedir, ancak günümüzde dünyanın farklı yerlerinde her gün depremler meydana gelmektedir, yeryüzü sürekli sarsılmaktadır, bizi sarsmaması için dikilen dağlar işlevini yerine getirememekte midir?

    - kuran’ın hz. muhammed tarafından yazılması mümkün değildir. zaten kendisi ümmi idi. burada sorulması gereken soru “allah neden kendisinden o (hu ve) diye söz ediyor?” bunun cevabı gerekçeleriyle şu şekilde sıralanabilir;
    a. arapça gramer açısından, daha önce geçen allah lafaza- i celalin tekrar edilmesi yerine, ona ait zamiri kullanmak daha edebîdir.
    b. allah’a ait “hu ve” "o", zamiri kullanıldığı zaman, muhatabın hayalinde, mertebece kendisinden ve her şeyden çok yüksek olan bir varlık canlanır ve yaratılmışlık ve yaratıcılık ilişkilerinden başka, onunla –deyim yerindeyse, haşa- bir akrabalık bağının olmadığı gerçeğinden hareketle ona karşı nazlanmayı değil, niyaz ve duayı, kulluk ve ibadeti esas alan bir tutum ve davranış içinde olur.
    c. “hu ve” zamiri kur’an’da kullanılırken, allah’ın mutlak bir varlık olduğunu gösterir. ihlas sûresinin başında yer alan “kul hu ve”de olduğu gibi, başka bir şeye ait olduğunu gösteren bir işaret, bir karine olmadığı zaman, doğrudan mutlak varlık olan allah’ı gösterir.
    d. bu zamir kur’an’da, özellikle ihlas sûresindeki gibi “mutlak” olarak ifadesinde “şuhudî tevhid” vardır. yani bu ifade “lâ meşhude illa hu” manasına gelir. varlıkta her şey allah’ı göstermektedir. her şey onun isim ve sıfatlarının birer yansımasıdır ve onun fiilleridir. onun için her şey onu gösteriyor, demektir.
    e. kur’an’da “ben- biz" tabirleri kullanıldığı gibi, allah ve diğer isimleri de kullanılmaktadır. insanlar, allah’ın mahiyetini bilemezler. onun isim ve sıfatlar gibi unvanlarla tanırlar. allah lafza- i celal, bütün isim, sıfat ve unvanları içine alan kapsamlı bir ism- i azamdır. söz gelimi, halık denildiği zaman, yaratıcı, gafur denildiği zaman bağışlayan, rezzak denildiği zaman rızık veren akla gelir. oysa allah denildiği zaman hem rezzak, hem gafur, hem halık gibi bütün isim ve sıfatları akla gelir. bu sebeple allah lafza- i celal kur’an’da iki bin küsur defa zikredilmiştir. insanlar ancak allah lafza- i celalin penceresinden onun isim, sıfat ve zat- i akdesini mülahaza edebilirler. bu mülahazayı zihinlere yerleştirmek için bu isim sıkça nazara verilmektedir. bu ismin üçüncü tekil şahıs gibi kullanılması ayrıca büyüklüğü de ifade etmektedir.
    f. allah kendisini, "allah, hakim rahim" gibi isimlerle de tanıtmıştır. çünkü allah, kendisini kullarına tanıtmak istiyor. allah’ı tanımak ise, onun vasıflarını gösteren unvanlarla mümkündür. unvan ise, isim ve sıfatlarla ortaya konur. bu sebeple, allah kur’an’da, kullanılan herhangi bir ifadenin manasına uygun olarak belli isim ve sıfatlarını aklın nazarına vermiştir. yoksa, hiç görmediğimiz, sıfatlarını hiç duymadığımız, mahiyetini hiç idrak etmediğimiz bir varlığın “ben” diyerek kendini bize tanıtması mümkün mü?

    deprem konusuna gelince; depremler tektonik hareketler sonucu levhaların çarpışması ve volkanik faaliyetler sonucu oluşur, dağ ve deprem arasında doğru bir orantı vardır, bilimsel olarak bunu görmek zor değildir. depremde zemin etkisi asıl depremin şiddetini belirler. eğer yer kayalıksa veya dağ kayalıksa depreme karşı direnci fazladır.

    51 - zümer sûresi 6. âyette “size hayvanlardan sekiz çift indirdi.” denmektedir. allah bize sadece sekiz çift hayvan mı indirmiştir? o zaman diğer binlerce hayvan türünü kim indirmiştir?

    - allah’ın kastettiği hayvanlar cennetten indirildiği rivâyet edilen hayvanlardır. allah ayetlerinde;
    ("143- (allah, erkek ve dişi olmak üzere) sekiz eş (yarattı)! koyundan iki, keçiden iki!..." "144- deveden de iki, sığırdan da iki..." (en'am, 143- 144) ) demiştir.
    görüldüğü gibi birinci âyetteki "sekiz çift" tabiriyle kasdolunan mana türkçemiz açısından dört çift oluyor. arab dilinde sekiz çift denilince, "toplam sekiz ferdden oluşan dört çift manası" kasdediliyor. her dilin kendine göre bazı üslubları vardır. çiftlerin sayıyla ifadesi noktasında iki dil arasındaki fark başka dört çift daha var zannına sebeb oluyor. halbuki indirildiği bildirilen hayvanlar saydığınız dört çiftten ibarettir.

    52 - zümer sûresi 10. âyet şöyledir; “de ki: “ey iman eden kullarım! rabbinizden takva ile korunun. bu dünyada iyilik yapanlara, bir iyilik vardır. allah’ın yarattığı yeryüzü, geniştir. sadece sabredenlere sevapları sonsuz ödenir.” bu âyette hz. muhammed insanlara “ey iman eden kullarım!” demektedir. ınsanlar hz. muhammed’in kulları mıdır? bu âyet neden “sadece allah’a kulluk edin.” sözleriyle çelişir?

    - daha önce 36. soruda cevap verildiği üzere; kuran hz. muhammed’e değil, insanlara gönderilmiştir. bu sebepten allah’ın aracısız konuşmasına şaşırmamak gerekir. âyetler allah’ın sözleridir. bunu okuyan kişinin, kendisine hitap edenin allah değil de hz. muhammed olduğunu sanıyorsa, kendisinin zaten günah ehliyeti yoktur. inanıp inanmamak da özgürdür.

    53 - fussilet sûresi 9,10,11 ve 12. âyetler şöyledir; “9- de ki: “siz gerçekten, yeryüzünü iki günde yaratanı inkar edip duracak, hâlâ ona ortaklar koşacak mısınız?” o, bütün alemlerin rabbidir. 10- hem orada, onun üstünde dağlar yaptı, arayanlar için eşit olmak üzere orada yaşayanların azıklarını belirledi. (bütün bunlar) dört günde (oldu). 11- sonra, o bir duman iken, göğe yöneldi. ona ve yeryüzüne, “haydi, ikiniz de ister istemez gelin!” dedi. “isteye isteye geldik!” dediler. 12- bu şekilde onları iki günde, yedi gök olmak üzere yerine koydu, her göğe de işini (kendisinde nelerin meydana geleceğini) vahiy etti. yakın göğü, kandillerle donattık ve koruduk. ışte bütün bunlar, o çok güçlü olan ve her şeyi bilenin belirlemesi ile olmaktadır.” bu âyetlere göre iki günde yeryüzü yaratılmıştır, dört günde yeryüzünde dağlar yapılmış ve arayanların azıkları eşit olarak dağıtılmıştır, iki günde de yedi gök olmak üzere gökler yaratılmıştır, yani toplamda evren 8 günde yaratılmıştır. ancak araf sûresi 54. âyet, hud sûresi 7. âyet, yunus sûresi 3. âyet, furkan sûresi 59. âyet, secde sûresi 4. âyet, kaf sûresi 38. âyet ve, hadid sûresi 4. âyette evrenin 6 günde yaratıldığı söylenmektedir. bunların hangisi doğrudur? evren kaç günde yaratılmıştır? ve gene fussilet sûresi 12. âyette konuşan hz. muhammed midir yoksa allah mıdır?

    - bu âyetler dikkatli okunursa, dünya’nın 6 günde yaratıldığı idrak edilecektir.
    âyette yerin yaratılmasının iki günde olduğu bildirilmektedir. 10. âyette ise dağların ve besinlerin takdir edilmesinin 4 günde olduğu söylenmektedir. yerin ve göğün yaratılış süreci beraber gerçekleşmiştir. allah göklerin ve yerin birlikte iken onları birbirinden ayırdığını âyette bildirmektedir:

    o inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık …… (21 enbiya sûresi, 30)

    yer yaratıldığında gök de diğer yandan aynı zamanda yaratılmaktadır. 11. âyete bakarsanız burada, sonra duman halinde olan göğe yönelindiğinden söz edilir.
    bu ifadeden de anlaşılacağı gibi bir gök vardır. daha önceden var edilmiştir. dolayısı ile bundan sonra bir yaratma söz konusu değildir. 12. âyete bakılırsa burada var olan göğün 7 kat olarak düzenlendiğinden söz edildiği görülecektir. bu âyette geçen ifade yaratmaktan farklıdır. yaratmak için “haleke” ( ??? ) fiili kullanılırken, bu âyette geçen kelime yaratma değil düzenleme anlamına gelen “qadeye” ( ?????) kelimesidir. yani burada yaratılmış var edilmiş bir şeyin daha sonradan düzenlenmesi söz konusudur. bu düzenleme 2 gün sürmüştür. bu bir yaratılma değil bir düzenlemedir sadece. o yüzden 6 günde yaratmanın dışında bir süreci ifade eder. yaratılmanın olduğu kısım 9 ve 10. âyetlerde bildirilen 6 günde tamamlanmıştır. dolayısıyla yaratmanın 8 gün sürmesi söz konusu değildir.
    ayrıca daha önce defalarca söylediğimiz gibi kuran hz. muhammed’in değil, cenab- ı hakkın sözleridir. konuşan elbette cenab- ı hak’tır.

    54 - fussilet sûresi 44. âyet şöyledir; “eğer onu yabancı dilde bir kur’an yapsaydık, “âyetleri açıklansaydı ya! araba, acemce(farsça) (yabancı dilde) bir kur’an mı?” diyeceklerdi. de ki: “o iman edenler için bir rehber ve şifacıdır. ıman etmeyenlerin ise, kulaklarında bir ağırlık vardır. o, onlara karşı körlüktür. (bu kur’an), onlara uzak bir yerden bağırılıyormuş (gibi gelir).” bu âyette allah kur’an’ı arapça indirmesinin sebebini, araba arapça bir kur’an indirdiği şeklinde açıklamaktadır. başka bir dilde indirseydik araba yabancı dilde bir kur’an mı? şeklinde sorular sorulacağı için arapça indirildiği söylenmektedir. peki aynı soruyu günümüz insanları sormaz mı? türk’e arapça bir kur’an mı? japon’a arapça bir kur’an mı? hindu’ya arapça bir kur’an mı? şeklinde sorular sorulmaz mı? allah kur’anı araplara arapça indirmiştir. peki neden türklere türkçe, ya da fransızlara fransızca bir kur’an indirmemiştir?

    - bu âyette allah kur’an’ı arapça indirmesinin sebebini, araba arapça bir kur’an indirdiği şeklinde açıklamamaktadır. mecaz anlatım sözkonusudur. kuran başka bir dilde inmiş olsaydı, hz. muhammed’e “araba acemce kuran olur mu?” diyeceklerdi. kendi dillerinde olduğu halde anlamaktan acizler.
    günümüzde aynı soruyu gerçek müslüman sormaz. çünkü hz. muhammed’in son peygamber olduğunu, bu sebepten türk’e türkçe kuran gelmesinin mümkün olmayacağını bilir.

    55 - şura sûresi 32 ve 33. âyetler şöyledir; “32- denizde o dağlar gibi akıp giden (koca koca gemiler de) onun varlığının delillerindendir. 33- dilerse o, rüzgarı durduruverir de, (gemiler) onun üzerinde sabit kalıverirler. şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükredenler için, (onun varlığı hakkında) deliller vardır.” bu âyetlerde rüzgar olmazsa gemilerin ilerleyemeyeceğinden bahsedilmektedir, ama günümüzdeki motorlu gemiler rüzgardan bağımsız hareket etmektedirler. rüzgar kesiliverirse bu motorlu gemiler de ilerleyemezler mi?

    - bu âyette belirtilen geminin o dönemde insanların gördüğü ve rüzgar ile hareket eden gemiler olduğu anlaşılmaktadır. ayrıca âyette geçen “gemi” kelimesi incelendiğinde konu daha iyi anlaşılacaktır. arapça’da genel anlamda “gemi” kelimesinin karşılığı “el- sefinu” dur. fakat bu âyette “el- cevari” kelimesi kullanılmıştır. tercüme edildiğinde bu kelime de gemi olarak meallerde çevrilmektedir. bu kelime cereyan etmek, akmak anlamına “cerea” fiilinden türer. eski türkçe’de kullanılan “ceryanda (rüzgarda)kalmak da bu kökten gelir. harfi cer ile kullanılırsa “cereyne” kelimesi de “gemilerin hoş bir rüzgar ile onları alıp götürdüğü..” anlamına gelmektedir. yine aynı kökten türeyen “cariyetün” kelimesi ise gemi, bulut, rüzgar anlamlarında kullanılmaktadır. (kaynak: kuran’ı kerim lşügatı, timaş yayınları, syf:121)

    dolayısıyla bu kelimeyi sadece gemi olarak çevirmek tam karşılığını vermemektedir. türkçe’den bir örnek vermek gerekirse “yelkenli” kelimesi bir gemi türüdür. ama bu kelimenin içinde o geminin nasıl hareket ettiği de anlatılmaktadır. yelkenli dendiğinde bu tür gemilerin rüzgar ile hareket ettiği ifade edilmiş olur. benzer şekilde yukarıdaki âyette gemi diye çevrilen “el- cevari” kelimesinin içinde rüzgar ile hareket ettiği ifadesi zaten vardır. bu anlam kelimenin kökünde mevcuttur. sonuç olarak âyette ifade edilen, o dönemde insanların gördüğü, rüzgarla hareket eden gemilerdir. zaten o âyette kullanılan ve gemi olarak çevrilen kelimenin kendisi de rüzgarla hareket eden gemi anlamına gelmektedir.

    56 - şura sûresi 40. ve 41. âyet şöyledir; “40- kötülüğün cezası, onun benzeri bir kötülüktür. kim de kendisine kötülük yapanı affeder ve (onunla arasındaki ilişkilerini) düzeltirse, bunun ödülü allah’a aittir. o kesinlikle zalimleri sevmez. 41- kim zulmedildikten sonra öcünü alırsa, bunlara ceza için bir yol yoktur.” bu âyetlerde kötülüğün cezasının bunun benzeri bir kötülük olduğu ve bunun bir günahı olmadığı söylenmektedir. buna göre bir kişinin eşine tecavüz edilse, onun da o kişinin eşine tecavüz etmesinde bir günah yok mudur? peki tecavüz edilen kişinin hakkı nerededir?

    - islam’da tecavüzün bedeli tecavuz edenin evli veya bekar olmasına göre cezanın şekli/oranı değişir.
    ehli sunnete göre zina eden "bekar"ın cezası :
    "zina eden kadın ve erkekten her birine yüz değnek vurun" (nur, 2)
    “bundan sonra, tövbe eden ve kendini düzeltenler başka. allah‘ın bağışlaması çok, ikramı boldur.” (nur 5)

    ehli sunnete göre zina eden "evli"nin cezası :
    "müslüman bir kimsenin kanı şu üç durumda helal olur. zina eden evli kimse, nefse karşılık nefsi ve islâm toplumundan ayrılarak dinini terkedeni öldürmek" (buhârî, diyât, 6; muslim, kasâme, 25, 26; ebu dâvud hudûd, 1; tirmizî, hudûd, 15, diyât, 10; nesâî, tahrîm, 5, kasâme, 6; ibn mâce, hudûd, dârimî, hudûd 2, siyer, ıı).

    “eğer ceza vermek isterseniz size ne yapıldıysa onun dengiyle ceza verin. katlanacak olursanız kuşkusuz bu, katlananlar için daha iyidir.” (nahl 126)

    burada bu kişinin yaptığı suçun dengi ceza, allah’ın haram kıldığı bir fiil olduğu için o yola gidilemez. dolayısıyla onun yerine geçecek bir ceza yani bir tazminata hükmetmek gerekir. bu da o kızın dengi bir kızın mehri kadar bir mehir ödetilmesidir.
    bu hükümde kadın ile erkeğin farklı olmalarının sebebi: erkek zina fiilini bizzat yapan ve bunun için âletini kullanan kimsedir. halbuki zina fiili ölüm tehdidi ve zorlama sebebiyle dahi ortadan kalkamayan bir haramdır ve işleyenden - hiçbir halde- günah sakıt olmaz.
    kadına gelince; o zina fiilini bizzat yerine getirmiyor, bu fiili onun üzerinde bir başkası işliyor, kadının yaptığı mani olmamak ve teslim olmaktır; zaruret halinde bu teslimiyet - günahsız olarak- caizdir. nitekim öldürülmesinden korkarak dinin emir ve yasaklarının yerine getirilmesini temin vazifesini terkeden kimseye de günah yoktur. (el- mebsut, c. xxıv, s. 138)
    kadın zinaya zorlanır ve bu fiili işlerse bütün islâm bilginlerine göre kadına had (muayyen şer'i ceza) gerekmez

    57 - gayişe sûresi 6. âyette günahkârlar hakkında şöyle denilmektedir; “onlar için kuru dikenden başka yemek yoktur.” hakka sûresi 36. âyette ise gene günahkârlar hakkında şöyle denir; “irinden başka yiyeceği de yoktur.” ancak duhan sûresi 43. ve 44. âyetler ise şöyledir; “43,44- muhakkak ki zakkum ağacı, günahkârın yemeğidir.” bu âyetler neden birbiriyle çelişir? gayişe sûresinde günahkârlar kuru dikenden başka bir şey yemeyecek denilirken ve hakka sûresinde “irinden başka yiyeceği yoktur.” denilirken, neden duhan sûresinde “zakkum ağacı günahkârların yemeğidir.” denilmektedir?

    - gayise sûresinde acı, pis kokulu ve dikenli bir ağaçtan bahsedilir, lakin ismi verilmez. dari kelimesi acı, pis kokulu ve dikenli bir ağaç anlamına gelir. duhan sûresinde ise o agacın ismi verilir, yani zakkum. türkçe'de zehir, acı anlamlarına gelen zıkkım kelimesi şeklinde günlük hayatta kullanılmaktadır.

    58 - zariyat sûresi 49. âyet şöyledir; “düşünesiniz diye her şeyden iki çift yarattık.” ancak günümüzde bilinmektedir ki, iki cins olmayan, sadece bölünerek üreyen binlerce canlı türü vardır. allah bunları bilmemekte midir?

    - âyette allahın herşeyi zıddı ile kaim kılarak çift yarattığını beyan ediyor, hayvanlardan ya da insanlardan bahsetmiyor. ıyi- kötü, güzel- çirkin, sıcak- soğuk, günah- sevap vs. görüldüğü gibi her biri diğerinin tamamlayıcısı. allah yarattığı bu zıtlıklardan bahsediyor.

    59 - kehf sûresi 50. âyet şöyledir; “bir zamanlar meleklere, “adem’e secde edin!” demiştik de, iblis’in dışında hepsi secde etmişlerdi. o, cinlerdendi. rabbinin emrinden çıktı. “onlar size düşman iken, şimdi siz, beni bırakıp onu ve soyunu koruyucular mı ediniyorsunuz?” bu, zalimler için ne kötü bir karşılıktır!” bu âyette meleklere “adem’e secde edin!” denildiğinden ve iblisin secde etmediğinden bahsedilmektedir ve ardından iblis için “o cinlerdendi.” denilmektedir. ıblis meleklerden midir yoksa cinlerden midir?

    - âdem (a.s) yaratıldığı zaman allahû tealâ'nın huzurunda melekler ve cinler vardı. bu cinlerden bir tanesi de iblisti. cinler iki gruba ayrılırlar:

    birinci grup: cin olarak vasıflandırılanlardır.

    ikinci grup: aslında cindir ama şeytanlar olarak vasıflandırılırlar. (şeytani cinler)

    iblis ve iblisin kabilesi şeytanlardır. yani şeytani cinlerdir.

    60 - kehf sûresi 86. âyet şöyledir; “sonunda güneşin battığı yere vardığı zaman, onu balçıklı bir suda batıyor buldu. bir de onun yanında (inkarcı) bir topluluk buldu. biz, (ona şöyle) dedik: “ey zülkameyn! ya onları cezalandırırsın veya onlara güzelce davranırsın!” bir insan güneşin battığı yere nasıl varabilir? dünyanın yuvarlak oluşu ve kendi etrafında dönüşü sebebiyle güneş her an bir yerlerde batıyor, bir yerlerde ise doğuyor olarak görünür. allah dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü bilmemekte midir? ve güneş akşamları dünya üzerinde balçıklı bir suya mı batar?

    - bu âyette iki yerde geçen ve türkçeye “batmak” olarak çevrilmiş iki kelime var. bunlara bir daha bakalım:

    ‘sonunda güneşin battığı ( mağrib) (????) yere kadar ulaştı ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta ( garabe) (???) buldu, yanında bir kavim gördü.‘ (18 kefh sûresi, 86)

    yukarıdaki âyette güneşin suyun içine batıyormuş gibi bir ifade olduğunu iddia ediliyor. şimdi “güneşin batması” ile, “bir şeyin suda batması” türkçede aynı kelime olabilir, fakat bu kelimeler arapçada ayrı kelimelerdir. bu farkın bilinmemesi son derece yanlış iddiada bulunulmasına neden oluyor.
    güneşin batması “garebe” fiiliyle ifade edilir. hatta bu kökten türeyen kelimeler türkçeye‘de geçmiştir. örneğin “garb”(???) ya da “mağrib”(????) aynı kökten türeyen kelimelerdir, “batı” (yön) anlamlarına gelir.
    bir nesnenin suda batması ise “gareke”(???) fiilidir ve “garabe” (???)den farklı bir fiildir. bu kelime de aslında türkçeye geçmiştir. suya gark oldu derken bu fiili kullanırız. kuran’da, da bir şeyin suyun içine batması anlamında bu kelime kullanılır, mesela kehf sûresinde:
    ‘…. "içindekilerini batırmak ( garake) (???) için mi onu deldin?....‘denmektedir (18 kefh sûresi, 71)
    şimdi güneşin batmasıyla, bir şeyin suda batmasının türkçede batmak fiiliyle kullanıldığını, arapçada ise farklı kelimeler olduğunu anladık. dolayısıyla yukarıdaki âyette de güneşin suyun içinde bir cisim gibi batmasından bahsedilmesi söz konusu değildir. bizim anladığımız (normal muhakemesi olanların anladığı) şekildeki güneşin batışıdır.

    61 - nahl sûresi 79. âyet şöyledir; “(allahın emrine) boyun eğerek göğün boşluğunda uçan kuşlara bakmazlar mı? onları orada allah’tan başka ne tutmaktadır? elbette iman edecek bir topluluk için bunda ibretler vardır.” bu âyette gökteki uçan kuşları allah’ın gökte tuttuğu söylenmektedir. peki günümüzdeki uçakları gökte kim tutmaktadır?

    - uçaklar sahip olduğu mekanizma ve mühendislik tasarım gereği havada durmaktadır. ancak şunu da hemen belirtmek gerekir ki kuşlar harika uçuş tekniğiyle uçak teknolojine ilham kaynağı olmuştur. en uygun malzeme ve en düşük maliyetlerle en verimli tasarımları üretmeye çalışan mühendisler, doğadaki bu üstün tasarımı çok uzun zamandır taklit etmektedirler. örneğin;
    - uçak kanatlarının içi, kuş kemiklerinde olduğu gibi boştur. kemiklerde dayanıklılığı korumak için kemiğin iç çeperinde, karşılıklı yüzeyler arasında uzanan ince kirişler bulunur. uçak mühendisliğinde de aynı tür kirişler kullanılır ve bunlar kanadın iç kısmında kanadı şiddetli ve değişken hava akımlarına karşı birarada tutan iskelet görevi görür. "warren kirişleri" olarak bilinen bu kirişler kuşlardaki kemiklerden kopyalanmıştır.
    - uçağın yükseklik seviyesini kontrol etmede kullanılan, kanattan aşağı doğru sarkan kanatçıklar, kuşun yere konma sırasında yaptığı kanat hareketlerini taklit edecek şekilde düzenlenmiştir.
    - uçaklar tıpkı kuşlardaki gibi havanın direncini kıracak bir burun şekline sahiptir.

    bu benzerliklerden sonra denilebilir ki uçakları dolaylı olarak havada tutan da allah’tır.

    62 - nahl sûresi 67. âyet şöyledir; “hurma ve üzümlerin meyvelerinden, hem sarhoşluk veren bir içki, hem de güzel, hoş bir rızık edinirsiniz. şüphesiz bunda aklı olan bir topluluk için elbette bir ders ve ibret vardır.” bu âyette hurma ve üzümlerden sarhoşluk veren bir içki edinirsiniz diyor ve bunun hakkında kötüdür, haramdır gibi bir şey söylenmiyor. gene nahl sûresi 115. sûre de ise şöyle deniliyor; “allah size sadece ölü etini, kanı, domuz etini, allahtan başkası adına kesilmiş hayvanları haram kıldı.” hacc sûresi 30. âyet de de şu cümle geçmektedir; “... size okunup bildirilenlerin dışındaki bütün hayvanlar, size helal kılındı. ...” bu âyetlere göre içki haram değil midir? ve gene bu âyetlere göre eşek eti, köpek eti ..vs. haram değil midir?

    - nahl sûresi 67.âyette “ve min semerâtin nahîli vel a’nâbi tettehîzûne minhu sekeren ve rızkan hasenâ(hasenen), inne fî zâlike le âyeten li kavmin ya’kılûn” deniyor yani “hurma ve üzümden, şeker (hurma şerbeti, üzüm suyu, şıra) ve güzel bir rızık edinirsiniz. muhakkak ki bunda, akıl eden bir kavim için elbette bir âyet vardır.” manasına geliyor. yani sanıldığı gibi “sarhoşluk veren içki” ifadesi bir yalandır. kuran’da bir kaç yerde içki kelimesi geçmektedir ancak içkinin “içilen şey” manasına da geldiği unutulmamalıdır.

    kuran’da “"o peygamber onlara temiz şeylerin helâl, pis şeyleri de haram kılar. " (a'râf, 7/157) âyet- i kerimesi hz. peygambere "pis şeyleri haram kılma" yetkisi vermektedir.

    köpeklerin, ehli eşeklerin ve katırların yenmesi haramdır. çünkü köpek pis şeylerdendir. bunun delili ise peygamber (a.s.m)'in: "köpek pistir, onun bedeli de pistir." hadisidir. diğer taraftan peygamber efendimiz (asv) hayber günü ehli eşeklerle katırların etlerini yemeyi yasaklamıştır.

    63 - müminün sûresi ilk 6 âyeti şu şekildedir; “1- müminler gerçekten kurtuluşa ulaştılar. 2- onlar, namazlarında huşu içindedirler. 3- onlar, yararsız sözden uzak dururlar. 4- onlar zekat vermek için çalışırlar. 5- onlar (meşru olmayan cinsel ilişkiye girmeyerek) namuslarını korurlar 6- (onlar) ancak, eşleri ve ellerinin altındaki cariyeleriyle (cinsel ilişkide bulunurlar). onlar elbette (bu meşru olanlarla bulundukları ilişkiden dolayı) kınanmazlar.” mearic sûresi 29. ve 30. âyetler de şöyledir; “29- onlar, apışlarını, ırzlarını korurlar. 30- ancak eşleri ve elleri altında bulunan cariyeler hariç. çünkü onlar, bunda kınanmazlar.” müminün sûresi 6. âyette geçen eşleri ve ellerinin altındaki cariyeleriyle cinsel ilişkide bulunurlar sözü ne anlama gelmektedir? cariye: dişi köle demektir. allah köleliği yasaklamamış mıdır? kendinden güçsüz, sahipsiz bir kadını zorla köle yapmak islamda günah değil midir? allah’ın katında tüm insanlar eşit değil midir? üstünlük ancak takvada değil midir? allah neden köleliği kaldırmamıştır? ve neden cariyelerle cinsel ilişkiye girmeyi helal kılmıştır?

    - öncelikle islam’da cariyenin ne olduğu bilinmelidir. cariye türk dil kurumu’na göre kadın köle demektir ama islamiyet’te cariye; savaşta esir edilen, savaşa bizzat katılan kadın asker, düşman safları içinde yer alan kadınlardır.ve sonuçta artık cariyelik konusu tarihi ilgilendiren bir konu haline gelmiştir ve tarihî bir hadise olan cariyelik müessesesi günümüzde hiçbir şekilde tatbik edilmemektedir.
    kur’an’da “cariye” kavramı geçmez. sadece "meleket aymanukum" kavramı geçer. meleket eymanukum: harfi harfine “sağ ellerinizin sahip olduğu” demektir. bu deyimle iki mananın kastedildiği anlaşılıyor;
    1- veli, şahitler vb. meşru şartları yerine getirerek nikah sahibi olmak
    2- savaş sonucu esir kadınlara sahip olmak.
    yani ister hür ister esir böyle “meşru nikah sahibi olmadan” hiç kimseyle evlilik ilişkisine girilemeyeceği anlatılmak isteniyor. çünkü “sağ elin sahip olduğu” deyiminden maksat nikah mülkiyeti veya nikah sahibi olmaktır. zira bu tabir henüz savaş ve esir kadın ele geçirmenin söz konusu olmadığı mekke dönemi âyetlerinde de geçmektedir (70/30). bu kavramın maksadı insanları zinadan menetmek ve yeni bir nikah bulunmaksızın veya eğer kadın memluke (esir, köle) ise nikah sahibi olmaksızın onlarla cinsi temasta bulunmaktan men etmektir. demek ki savaşta esir alınan kadınlar, mübadele (esir değişimi) veya serbest bırakma söz konusu değilse, siyasi olarak esaret altında olurlar fakat onlarla cinsel ilişkiye girilemez.bunun için her normal kadınla yapıldığı gibi ayrıca nikah kıyılması gerekir. buna ise “eş” denilir. islam vicdanı her ne şekilde olursa olsun “nikahsız” ilişkiye cevaz vermez.

    şimdi bu bilgileri öğrendikten sonra sorulara tek tek yanıt verelim. evet islamiyet köleliği yasaklamıştır. kadının arzusu olmadan ve nikahsız cinsel ilişkiye müsade edilmez.

    64 - bakara sûresi 106. âyet şöyledir; “biz, bir âyetten her neyi nesh eder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. allah’ın her şeye gücü yeten olduğunu bilmez misin?” nesh: "kaldırma, hükümsüz kılma" anlamına gelmektedir. allah yanlış yapar mı ki sonradan o âyeti nesh ederek yerine yenisini gönderir? ayrıca kadr sûresi 1. âyette yazdığı gibi kur’an- ı kerim kadir gecesinde inmemiş midir? yani toptan bir şekilde inmemiş midir ki allah sonradan üzerinde değişiklik yapar? kur’an’ın birçok yerinde belirtildiği gibi kur’an- ı kerim allah katında bir kitap olan “levh- i mahfuz”(bkz: soru 21) da yazılıdır. burada ezelden beridir yazılı olan bir kitap neden hz. muhammed zamanında değiştirilmektedir? allah hata yapar mı? ayrıca bu âyetler fatır sûresi 43. âyette yazan “sen allah’ın kanununda bir değişiklik bulamazsın. sen, allah’ın kanununda bir başkalaşma da bulamazsın.” sözleriyle neden çelişmektedir?

    - nesih lügatte değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef yapmak demektir. cenab- ı hak ve âyeti nesh ederse ondan daha hayırlısını getirir. nesh, peygamber kıssaları ile cennet ve cehennemi bildiren âyetlerde olmaz. yalnız, emir ve yasaklarda olur. nesh; emir ve yasakları değiştirmek demek değil, bunların yürürlük zamanlarının bittiğini haber vermektir. kur’an- ı kerim, tevrat ve incil’i nesh edip yürürlükten kaldırdı.
    nitekim müşrikler de “allah âyet değiştirmez. sen bu âyeti uydurdun. şimdi yerine yerleşmeyince onu değiştiriyorsun." dediklerinde, cenab- ı hak;
    “"âyetleri biz değiştiririz. ve allah neyi indireceğini bildiğine göre.(nahl 101)" buyurmuştur.

    nesh'e konu olan bazı âyetler de insanlık âlemine ayrı bir sahada ders verirler. meselâ, içki kademeli olarak yasaklanmıştır. bunda, insanları bir yanlıştan çevirme hususunda sabırlı olunması ve onlara kabulde zorlanacakları son sözü, hemen başta söylemenin doğru olmayacağı hususunda çok güzel bir ilâhî irşat saklıdır. kaldı ki, bu âyetlerin de mânâları yine doğrudur. ilk âyet, "içkide bazı faydalar olmakla birlikte zararının daha fazla olduğu" yolundadır. bu hüküm bu gün de doğrudur. alkolün ilâç sanayiinde kullanıldığı, yahut alkol almanın kişiye geçici bir rahatlık getirdiği yine bugün de bir vakıadır. ikinci kademede, içkili iken namaza yaklaşılmaması emredilmiştir. bu hüküm de yine geçerlidir. içkili bir insanın namaza yaklaşmaması bu gün de gereklidir. üçüncü safhada içki tamamen yasaklanmış ve haram kılınmıştır.
    şimdi sorulara cevap verirsek; cenab- ı allah hata yapmaz, o her türlü noksanlıktan münezzehtir.
    kuran kadir gecesi toptan inmemiştir. berat gecesi, kur'an- ı kerim'in levh- i mahfûz'dan dünya semasına toptan indirildiği gecedir.
    allah yarattıklarının alışkanlıklarını birden bırakmasında zorlanacağını bildiğinden, bazı âyetleri kademe kademe (nesh ederek) indirmiştir.
    bütün bu nesihler, temel ve itikadî(yukardaki feth ve fatır sûrelerinde işaret edilen) hükümlerde değil, ibadet ve muamelata dair fer’î hükümlerde gerçekleşmiştir. yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.” temel hükümler bütün peygamberler için aynıdır; değişmez, nesh olmaz. meselâ, imanın rükünleri bütün hak dinlerde aynıdır ve ibadet bunların hepsinde vardır. ama ibadetin fer’î hükümlerinde, yani teferruatında farklılıklar görülür. ibadetin şekli, vakti, kıblenin yönü gibi hükümlerde nesh söz konusu olmuştur.

    görüldüğü üzere fatır sûresinde kastedilen allah’ın temel kanunları değişikliğe uğramamıştır. değişikliğe uğrayan fer’i hükümlerdir. o da inananların haramlara daha çabuk adapte olmasını sağlamak içindir.

    65 - bakara sûresi 178. âyette şöyle denilmektedir; “ey iman edenler! öldürülenler hakkında üzerinize kısas farz kılındı: özgüre özgür, köleye köle, dişiye dişi.” kısas: “bir suçluyu, başkasına yaptığı kötülüğü kendisine aynı biçimde uygulayarak cezalandırma” demektir. (kaynak: http://www.tdk.gov.tr/….gts.51633720700da0.55240907) yani allah burada diyor ki, bir kişi sizden birisini öldürürse, sizinde ondan birisini öldürmeniz size farzdır. sûrede ayrıca “özgüre özgür, köleye köle, dişiye dişi” denilmektedir, yani birisi sizin kölenizi öldürürse siz de onun kölesini öldürün denilmektedir. burada öldürülen kölenin suçu nedir? allah köleliği kaldırmamış mıdır? tüm insanları eşit saymamış mıdır? allah köleleri insan yerine koymamakta mıdır ki, birisi sizin kölenizi öldürürse siz de onun kölesini öldürün diye emretmektedir? günümüzde karısı öldürülen bir insanın, öldüren kişinin karısını öldürmesi farz mıdır?

    - âyetin tamamını okursak;”ey âmenû olanlar! katl (öldürülme) konusunda kısas üzerinize yazıldı. hüre hür, köleye köle, dişiye dişi (kısas olunur), fakat kim, onun (öldürülenin) kardeşi tarafından bir şey ile (bir diyet karşılığı) affolunursa (bağışlanırsa), o taktirde gereken, örfe tâbî olunması ve ona (affedene), (diyetin) ihsanla ödenmesidir. işte bu, rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. artık kim bundan sonra haddi aşarsa (saldırıya kalkarsa) o zaman onun için elîm bir azap vardır.” demektedir. yani kısas uygulamak, intikam almak yetkisi kardeşe verilmiştir. eğer öldüren kişi affedilirse öldürenin de severek bir diyet ödemesi gerekir.
    fakat kısas caiz kılınmıştır. çünkü kısas, hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. kısasın meşru oluşunda akıl sahibi olan insanlar için büyük bir hayat vardır. affın kıymeti de buna bağlıdır. gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız yere bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın zıddı olan kısasın meşru oluşu da hayatın ve yaşama hakkının en büyük müeyyidesidir. şöyle ki:

    1- önce bu, hem katil olmak isteyecek kimse, hem de öldürülmesi istenen kimse hakkında kuvvetle hayatı korumaya sevketmektedir. çünkü katil olmak isteyen kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak edeceğini bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. böylece hem kendisi hayatta kalır, hem de karşısındaki.

    2- bunda, ikisinden başka genel toplumun yaşama hakkını da güvenceye alma vardır. çünkü bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka, bunlarla uzaktan yakından ilgili olması düşünülen insanların da hayatlarının devamına ve güvenliğine bir garantidir. zira bir öldürme olayı, öldürenle öldürülenin yakınları arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük çarpışmalara (kan davalarına) sebep olabilir.

    akıl sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak olan haklı kısasın meşruluğu, bütün bu fitnelerin ve heyecanların önüne geçeceği için, toplumun yaşamasına sebep ve yaşama hakkına garanti olur. bu faydalar ise, haklı bir kısas şeklinde olmayan saldırgan öldürmelerde ve affın mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.

    kısas islami mahkeme soruşturması ve delillerin toplanması, suçun sabit olması, hakim kararı ile olur. şer'i bir hükümdür. yani islam’da "allah (c.c.) kısası helal kıldı. ben de gidip öldüreyim" diye bir şey yoktur. o şekilde öldüren de katil olur. aynı kan davası gibi. allah (c.c.) korusun. islam’da intikamdan önce adalet vardır. herkes kendi adaletini arasaydı anarşi olurdu. bırakın öldürmeyi bir tokat atmanın kısası bile mahkeme iledir.

    diğer yandan; bir düşünün. allah (c.c.) korusun, babanı ya da kardeşini, anneni ya da evladını bir katil öldürdü. ne düşünürdün? nasıl bir ceza verilmesini isterdin? ya da katili senin eline verseler ne yapardın?
    allah (c.c.) katında mü'min, kafir, müşrik kim olursa olsun can kıymetlidir. haksız yere kimsenin katil olmaya, can almaya hakkı yoktur. can alanın öldürülmesi evvela allah (c.c.)'ın hakkıdır. ikinci olarak ölenin yakınlarının hakkıdır. rabbimiz yine merhametinden dolayı hakkından vaz geçiyor ve kararı sana bırakıyor. yani ölenin yakınlarına.

    burada kısasa kısas, ifadesiyle kastedilen, öldürülen kişi toplumun hangi tabakasına mensupsa o kişinin kısas edilmesi gerekir. yani birini öldürdüğünüzde kısas olarak “benim kölem ölsün” diyemezsiniz. sizin ölmeniz gerekir.
    nitekim cenab- ı allah bu konuda “hiçbir kimse başkasının suçundan dolayı sorumlu tutulamaz.” (bk. necm, 53/38)” diyerek haksız cinâyeti haram kılmıştır.

    66 - bakara sûresi 187. âyette oruç şöyle tanımlanmaktadır; “ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yiyin, için. sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun.” kısaca denilmektedir ki güneşin doğuşundan batışına kadar oruç tutun. ancak dünyanın yuvarlak olması sebebiyle, ekvatordan kutuplara doğru gidildikçe güneşin doğuş ve batış süresi değişir, hatta kutuplarda 6 ay gece, 6 ay gündüz olmaktadır. kutuplarda yaşayan bir insanın oruç tutması nasıl mümkün olabilir? bir kişi nasıl 6 ay boyunca yemek yemeden ve su içmeden durabilir? ve bunu senede 30 defa yapması gerekir! bu nasıl mümkün olabilir? allah kutuplarda gece ve gündüzün 6 ay sürdüğünü bilmemekte midir? yoksa enam sûresi 92. âyette söylendiği gibi kur’an yalnızca mekke ve çevresindekilere mi gönderilmiştir?

    - islamiyet sadece mekke ve çevresine değil, tüm insanlığa gönderilmiştir. yani evrenseldir. enam sûresinde demek istenenin öyle olmadığı 47. cevapta anlatılmıştı. o dönemde kutuplarla ilgili âyetin nazil olmaması, kutupların varlığının cenab- ı hak tarafından değil, müslümanlar tarafından bilinmemesidir.
    o halde orada bulunan bir müslüman nasıl namaz ve oruç ibadetini yerine getirebilir?
    bu konuda hz. muhammed’in hadislerinde şöyle belirtilmektedir:
    “ hz. peygamber
    - - "deccalın bir günü sizin bir seneniz kadar uzun olacaktır. sonraki günleri de beri geldikçe kısalacaktır." buyurduğunda sormuşlar:

    — ya resûlâllah, bir günü bizim bir senemiz kadar uzun olacağını bildirdiğiniz o günde namazlar nasıl kılınacaktır? şöyle cevap vermiştir:
    — takdir olunarak! yani uzun günün saatleri takdir edilerek. hesaplanarak. (müslim, kitabu’l- fiten ve eşrâtu’s- sâat, 20)”
    demek ki, resûlüllah (asm)'ın haber verdiği (takdir olunarak) kelimesi bize meseleyi hallettirmektedir. böylece beş vakit namazını en yakın normal vakitli ülkenin saatına ayarlayarak kılan kimse huzura kavuşur, yanılmaktan kurtulmuş olur.
    bu mevzuda prof. hamidullah "islâm'a giriş" kitabında şöyle diyor:
    — islâm din- hukuk âlimleri umumiyetle 45 derece arz dâiresindeki saatlerin (vakitlerin) 90 derecede yâni kutuplarda muteber olduğunu açıklar. (45) derece ile (90) derece arasındaki bölgelerde güneşe değil, saate göre hareket edilir. namaz için böyle olduğu gibi, oruç v.s. ıçin de böyledir."

    bu mevzuu etraflıca inceleyen "kaynaklarıyla islâm hukuku"nda ise nihaî hüküm şöyle verilmektedir:

    — altı ay gece, altı ay gündüzün devam ettiği ülkelerde normal vakitleri (yâni gece ile gündüzü) bulunan en yakın - 45 enlemdeki- ülkelerin saatleri uygulanarak namaz ve oruç ibadeti yerine getirilir."

    67 - bakara sûresin 191, 192 ve 193. âyetleri şöyledir; “191- onları nerede yakalarsanız öldürün. sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın. fitne öldürmeden daha ağırdır. yalnız mescid- i haram yakınında onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. ancak sizi öldürmeye kalkışırlarsa, hemen onları öldürün. kâfirlerin cezası böyledir. 192- artık şirkten vazgeçerlerse şüphesiz ki allah çokça bağışlayandır, çokça acıyandır. 193- hem bir fitne kalmayıp din yalnız allah’ın oluncaya kadar onlarla çarpışın. vazgeçerlerse, artık düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.” kâfirlerin cezası ölüm müdür? günümüzde nerede bir kâfir görülse öldürülmeli midir? dünya nüfusunun %19.6 sını kapsayan 1.3 milyar müslümanın dışında kalan ve dünya nüfusunun %80.4 ünü kapsayan 5.6 milyar insanın hepsi öldürülmeli midir?

    - bahsedilen âyetlerde cenab- ı hak “onları (size savaş açanları), bulduğunuz (yakaladığınız) yerde öldürün. sizi çıkardıkları yerden (mekke'den) siz de onları çıkarın. fitne (çıkarmak), (adam) öldürmekten daha şiddetlidir (kötüdür). mescid- i haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça siz de onlarla orada savaşmayın. fakat eğer (orada) sizinle savaşırlarsa (sizi öldürmeye kalkarlarsa), o taktirde (siz de) onlarla savaşın (onları öldürün). kâfirlerin cezası işte böyledir. (bakara 191)” “bundan sonra eğer (inkârdan ve savaştan) vazgeçerlerse, o taktirde muhakkak ki allah, gafûr'dur (mağfiret edendir), rahîm'dir (rahmet sahibidir). (bakara 192)” “ve fitne kalmayıncaya ve dîn, allah için oluncaya kadar onlarla savaşın (onları öldürün). bundan sonra eğer vazgeçerlerse o zaman zâlimlerden başkasına karşı düşmanlık yoktur.(bakara 193)” demektedir. yani sizinle savaşanlarla savaşın demekte ve düşmanlığı bütün müslüman olmayanlarla değil sadece zulüm yapanlarla sınırlıyor.
    kuran’da geçen cihad kavramında ne yazıkki kaydırma sözkonudur. bütün din alimleri “insanlar kendi menfaatleri için savaş ilan edemezler” görüşünde birleşmişlerdir. fakat burda en önemli sorun şurdadır:”kuran’da anlatılan cihad bir savunma savaşı mıdır? yoksa müslümanların kendilerin olmayan herkesle savaşma özgürlükleri var mıdır?” bu konuda çoğu islam fıkıhçısı “müslümanlar ancak kendilerine savaş açılırsa savaşabilirler.” görüşünde sabittir.

    nitekim kuran:” zulme uğramaları sebebiyle savaşanlara (savaşmaları için) izin verildi. ve şüphesiz allah, onlara yardıma muhakkak ki kaadirdir.(hac 39) ” demektedir. yine yüce allah :”ve sizinle savaşanlarla (sizi öldürenlerle), allah'ın yolunda savaşın (siz de öldürün) ve aşırı gitmeyin. muhakkak ki allah, aşırı gidenleri (haddi aşanları) sevmez. (bakara 190)” diyerek müslümanarın hangi şartlarda savaşması gerektiğini belirtmiştir.

    aşağıdaki âyetlerde belli olduğu üzere cenab- ı hak keyfi savaşı, sırf müslüman değil diye savaşmayı haram kılmıştır. insanlara inanç hürriyeti tanımıştır.

    “dinde zorlama yoktur. çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir”(bakara 256)
    “eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi. o halde insanları hep mümin olsunlar diye sen mi zorlayacaksın?” (yunus 99)
    “de ki: “hak, rabbinizdendir. artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (kehf 29)
    “de ki: «ey insanlar! rabbinizden size gercek gelmistir. dogru yola giren ancak kendisi icin girmis ve sapitan da kendi zararina olarak sapitmistir. ben sizin bekciniz değilim.» (yunus 108)
    “(1)de ki: ey kâfirler (2) sizin taptıklarınıza ben tapmam. (3) siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz. (4) ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim.(5) siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. (6) sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (kafirun sûresi)

    68 - bakara sûresi 29. âyet şöyledir; “o yeryüzünde her ne varsa, hepsini sizin için yaratandır. sonra iradesini göğe yöneltip onları yedi gök halinde düzene koydu. o her şeyi çok iyi bilendir.” allah burada önce yeri sonra göğü yarattığını söylemektedir. ancak naziat sûresi 27,28, 29 ve 30. âyetler ise şöyledir; “27- sizi yaratmak mı daha zor, yoksa gökyüzünü mü? o allah, onu yarattı. 28- ona, boyuna yükseklik verdi ve onu bir düzene koydu. 29- gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı. 30- ondan sonra da yeryüzünü döşedi.” naziat sûresinde ise önce göğü daha sonra yeri yarattığını söylemektedir. allah önce gökleri mi yaratmıştır, yoksa yeri mi yaratmıştır? ayrıca enbiya sûresi 30. âyette şöyledir; “inkâr edenler, göklerin ve yerin bitişik olduğunu, sonra bizim onları ayırdığımızı görmediler mi? biz hayatı olan her şeyi sudan yarattık. hâlâ inanmıyorlar mı?” bu âyette ise başlangıçta göklerin ver yerin bitişik olduğu ve allah’ın onları ayırdığı yazılmaktadır. bu âyetler birbiriyle neden çelişir?

    - bu iki âyet zahirde birbirine zıt gibi gözükmektedir. zira bakara sûresinde yeryüzünün önce yaratıldığından, nâziat sûresinde ise gökyüzünün önce yaratıldığından bahis edilmektedir.
    bakara sûresinde yeryüzünün, nâziat sûresinde ise gökyüzünün önce yaratılmasından bahsedilmiştir. birbirine zıt gibi görünen bu iki ifadenin izahı şudur;
    yeryüzünün yaratılması, gökyüzünün yaratılmasından öncedir. lakin yeryüzünün döşenmesi, yani dağlarının, denizlerinin ve içindeki mahlûkların tamamıyla yaratılması ve yeryüzünün kemal şeklini alması, gökyüzünün yaratılmasından sonradır. demek ilk önce yeryüzü yaratılmış, sonra gökyüzü yaratılmış ve daha sonra da yeryüzü döşenmiştir.
    bu şuna benzer: mesela iki kitap yazacaksınız, bir kitaba başladınız ve bir bölümünü yazdınız. daha sonra kitabı tamamlamadan ikinci kitaba geçerek onu yazdınız ve bu ikinci kitabı bitirdiniz. sonra da birinci kitaba tekrar dönerek kaldığınız yerden onu da tamamladınız.
    aynen bunun gibi, yeryüzü ve gökyüzü de allah- u teâlâ’nın iki farklı kitabıdır. cenab- ı hak ilk önce kudret kalemiyle yeryüzü kitabına başlamış ve bu kitabın bütün fasıl ve bölümlerini tamamlamadan ikinci kitabı olan gökyüzü kitabına geçmiştir. gökyüzü kitabı kudret kalemiyle tamamlandıktan sonra da iradesiyle tekrar yeryüzünü kitabına yönelmiş ve bu kitabın son şeklini vermiştir. hikmet- i ezeli böyle tecelli etmiştir.

    69 - enfal sûresi 1. âyet şöyledir; ”sana ganimetlerin (nasıl bölüşüleceğini) soruyorlar. de ki: “ganimetler, allah ve rasulünündür. onun için siz müminlerseniz, allah’tan korkun da birbirinizle aranızı düzeltin, allah’a ve rasulune itaat edin.” bu âyette savaş ganimetlerinin allah ve rasulune ait olduğu söyleniyor. allah’ın savaş ganimetlerine ihtiyacı mı vardır? gene enfal sûresi 41. âyette ise şöyle denilmektedir; “biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, allah’a, peygambere, ona yakınlığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlaradır.” 1. âyette ganimetlerin hepsi allah ve rasulünündür denirken, 41. âyette karar değiştirilmiş, ganimetlerin beşte biri allah’ın, peygamberin, ona yakın olanların, yetimlerin, yoksulların ve yolda kalmışlarındır denmiştir. allah neden ilk başta ganimetin hepsi allah ve resulünündür derken sonradan karar değiştirmiştir?

    - “ganimetlerin allah’a ait olması”, onların hükmünün, taksimat işlerinin allah’a ve onun elçisine ait olduğu anlamındadır. yani, ganimetler herkesin keyfine göre, alacağı bir mal değildir. onların asıl sahibi allah’tır. öyleyse ganimetler, allah’a ve onun emirlerini tatbik eden peygambere aittir. hz. peygamber (a.s.m), onları allah’ın emirleri doğrultusunda mücahitler arasında taksim eder.
    bu âyet, bedir ganimetleri konusunda mücahitler arasında meydana gelen tartışmalar üzerine nazil olmuştur.
    bu âyet, ganimet ile ilgili hüküm ve uygulamanın ilk aşamasını açıklamaktadır. hz. peygamber (sav) bedir savaşı'nda alınan ganimetlere bu âyetin hükmünü uygulamış, tamamı kendisine bırakılmış bulunan ganimetin beşte birini bile ayırmadan hepsini gazilere dağıtmıştır. sonra ganimetin beşte birini ayırmasını, geri kalanı savaşa katılanlara dağıtmasını bildiren 41. âyet gelmiş ve bu âyetin hükmünü değiştirmiştir.

    70 - enfal sûresi 65. âyet şöyledir; “ey peygamber! müminleri cihada teşvik et. eğer sizden sabredecek yirmi kişi olursa, iki yüz kişiye galip gelirler. eğer sizden yüz kişi olursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. çünkü onlar, hakkı ve sonucu iyi kavrayamayan, anlayışsız bir topluluktur.” bu âyette görüldüğü gibi allah sizden bir kişi onlardan on kişiye bedeldir diyor. enfal sûresi 66. âyet ise şöyledir; “şimdi allah, sizden yükü hafifletti. sizde bir zayıflık olduğunu bildi. şimdi sizden sabredecek yüz kişi olursa, iki yüz kişiye galip gelirler. eğer sizden bin kişi olursa, allah’ın izni ile iki bin kişiye galip gelirler. allah, sabredenlerle beraberdir.” bu âyette ise sizden bir kişi onlardan iki kişiye bedeldir denilmektedir. allah neden ilk başta bir müslüman on kişiye bedel derken sonradan karar değiştirmiş ve bir müslüman iki kişiye bedeldir demiştir? allah ilk başta bir müslümanın kaç kişiye bedel olacağını yanlış mı hesaplamıştır? allah hata yapar mı?

    - iki âyet dikkatli okunduğunda farklı iki durumdan söz edildiği anlaşılacaktır. 65.âyette bir müslüman kişi inkar eden 10 kişiye bedel olduğu bildirilmektedir. bu kişilerin zaafsız olmaları halinde bu oran geçerlidir. 66. âyette ise zaaf halinde olanlar için farklı bir durum bildirilir. zaaf halinde olan yüz kişinin, iki yüz kişiyi yeneceği bildirilir. iki âyet arasında bir çelişki yada bir birinin hükmünü kaldırması diye bir şey söz konusu değildir. zaaf olmaması durumunda 65. âyetteki hükümler geçerli iken, zaaf durumunda 66. âyetteki hükümler geçerlidir.kısaca müslümanın şuur seviyesine göre âyet , mü'minin şuurunu kafir sayısı ile kıyaslamaktadır. şuurlu mü'min 10 kafire bedelken , iman ve şuuru azaldıkca bu sayı aşağı doğru inmektedir

    71 - secde sûresi 3. âyet şöyledir; “yoksa “onu uydurdu” mu diyorlar? hayır, o, rabbinden gelen gerçeği (anlatan bir kitaptır). (bunu sana), kendilerine senden önce bir uyarıcı gelmemiş olan bir topluluğu uyarasın diye (gönderdik). belki doğru yolu bulurlar.” allah burada bu topluluğa daha önce bir uyarıcı göndermediğini söylüyor. ancak al- i imran sûresi 183. âyet ise şöyledir; “onlar şöyle dediler: “allah bize şöyle ant verdi: bize ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar hiçbir rasule inanmayacağız.” de ki: “size benden önce bazı rasuller mucizelerle gelmiş ve o dediğinizi de getirmiş idi. sözünüzde doğruysanız, onları niçin katlettiniz.” bu âyette ise allah’ın daha önce rasuller gönderdiği ve o topluluğun onları katlettiği söyleniyor. bu âyetlerin hangisi doğrudur?

    - ali imran sûresi 183. âyetin açıklaması “peygamber efendimiz (s.a.v) onlara:

    - "allah'ın kitab'ı geldi. ben allah'ın nebîsi'yim, peygamberi'yim. bana tâbî olun. bu devirde biz varız. ve allah'ın güzelliklerini çoğunuz yaşamıyorsunuz;yaşayanlara bir diyeceğimiz yok, onlar zaten kurtulmuşlardırama yaşamayanlar, gelip bize tâbî oldukları taktirde mutlaka kurtuluşa ulaşacaklardır." diyor.

    - onlar da diyorlar ki:

    - "hayır. bizim kitabımızda, tevrat'ta bir ateşin gelip yiyeceği bir kurban olmadıkça, onu bir mucize olarak bize göstermedikçe hiçbir resûle tâbî olmamamızı allah bize emretti. bizden ahd aldı."

    şeklinde yapılıyor. âyette de görüldüğü üzere hz. muhammed kutsal kitabı tevrat olan bir kavimle, yani yahudilerle (israiloğullarıyla) konuşuyor. secde süresinde ise hz. muhammed’in arap halkından çıkan ilk peygamber olduğu söyleniyor.
    gerçekten de arap halkından daha önce bir peygamber çıkmamıştı. hz. muhammed ilk ve sondu. âyet bunu söylüyor.
    yani âyetlerde çelişki yoktur. bütün âyetler olduğu gibi bu iki âyet de doğrudur.

    72 - uhud savaşından önce allah müslümanlara al- i imran sûresi 125. âyette şu sözü vermiştir; “evet, siz sabreder, itaatsizlikten sakınırsanız, onlar da şu dakika üzerinize geliverirlerse, rabbiniz, işaretli beş bin melekle size destek çıkacaktır.” allah neden destek olarak melekler gönderir? eğer allah müslümanların kazanmasını istiyorsa, sadece bir sözüyle bir anda tüm kâfirleri helak edemez mi? ayrıca uhud savaşını müslümanlar kaybetmişlerdir. allah söz verdiği beş bin meleği göndermemiş midir? ya da gönderdiyse beş bin melek de kâfirleri yenememiş midir? allah kaybedilen savaştan sonra şu âyeti göndermiştir, al- i imran sûresi 153. âyet; “o sırada siz boyuna uzaklaşıyordunuz, kimseye dönüp bakmıyordunuz. peygamber ise, arkanızdan sizleri çağırıp duruyordu. bunun üzerine allah sizin elinizden kaçıp giden zafere ve başınıza gelen musibete üzülmemeniz için, sizi keder üstüne kederle cezalandırdı. allah, ne yaptığınızı bilmektedir.” allah kullarını üzülmemesi için mi keder üstüne kederle cezalandırmıştır?

    - savaşlar, insanların cüzi iradeleriyle aldıkları kararlar neticesinde gerçekleşir. mesela ben şu an bunları yazıyorsam, allah istediği için değil, ben istediğim için (cüzi irademle) yazıyorum. cenab- ı hak cüzi iradeyle alınan kararlara pek müdahale etmez. o sebepten “ol” demesi muzafferiyete kafiyken, bunu yapmamıştır. ayrıca uhud savaşı müslümanlar için bir sınav arz eder. bu savaş sonunda münafıklarla, samimi müslümanlar arasındaki fark iyice belli olmuştur. bu sebepten allah müslümanların yenilmelerine izin vermiştir.

    diğer sorulara gelirsek; lise tarih bilgisine sahip her insan uhud savaşı’nın hikayesini bilir. ancak yine de tekrar edelim;

    uhud savaşı öncesi, nasıl bir taktik izleneceği konusunda vahiy gelmemişti. hz. muhammed bu hususta vahiy gelmediği için her zamanki gibi istişare edilmesine karar verdi. kendisi şehir dışındaki meydan savaşından ziyade şehrin içerden savunulmasını istiyordu. ancak yapılan oylama sonucu meydan savaşında karar kılındı.
    hz muhammed cumartesi günü ordusuyla birlikte uhud’a hareket etti. peygamberimiz, uhud’a varınca harp için en uygun yeri seçti. ordunun düzen ve intizamını bizzat peygamberimiz tanzim etti. sağ ve sol kanadını düzene soktu. islâm ordusunun arkasında uhud dağı vardı. yüzleri medîne’ye doğruydu. sol tarafında da bir vâdi vardı. bu vâdide ayneyn geçidi denilen dar bir geçit bulunuyordu. müşriklerin buradan taarruz etme ihtimâli olduğundan peygamberimiz (sas) abdullah bin cübeyr (ra) başkanlığında ayneyn geçidine elli okçu yerleştirdi. abdullah bin cübeyr hazretlerine; “siz bizi arkamızdan koruyacaksınız. düşman gerek gâlip gelsin, gerekse mağlup olsun benden emir almadıkça kesinlikle yerinizden ayrılmayacaksınız.” buyurarak kesin tâlimat verdi.

    savaşın başlarında düşman yirmi kadar ölü vermiş, düşman safları bozulmuş, kaçmaya başlamışlardı. kureyş ordusu içinde bulunan kadınlar da feryadlar kopararak dağa kaçışmaya başladılar. bu, savaşın birinci safhası oldu. artık harp bitmiş gibiydi. kureyşliler savaş meydanını terk edip yanlarında getirdikleri malları bırakıp, mekke’ye doğru kaçmaya başlayınca, islâm askerleri de çok sevinmişler, harp bitti diye ganîmetleri toplamaya başlamışlardı.

    ayneyn geçidine yerleştirilen müslüman okçu birliği bu durumu görerek, “arkadaşlarımız ganîmet toplamaya başladı. biz de arkadaşlarımıza katılalım. artık harp bitti. görevimizi tamamladık.” diyerek peygamberimizin emrini unuttular. ayneyn geçidini terk ettiler. ayneyn geçidinde abdullah bin cübeyr’le birlikte sâdece sekiz kişi kalmıştı.
    okçuların yerlerinden ayrıldığını gören hâlid bin velid hemen hücûma geçti. abdullah bin cübeyr’le sekiz arkadaşını şehit etti. müslümanların beklemediği bir anda arkadan saldırdı. herşey birdenbire değişti. islâm askerleri bir anda ne olduğunu şaşırdılar. kaçan kureyşli müşrikler de, hâlid bin velid’in arkadan hücum ettiğini görünce tekrar geri döndüler. müslümanlar iki ateş arasında kaldılar ve mağlup oldular.”
    allah (c.c) uhud savaşında müslümanlara; eğer sabreder, allah'tan gerektiği gibi sakınır, muhammed (s.a.s)' in emrine itaat ederler ve kafirler de onlara ansızın saldırırlarsa, beş bin melekle yardım edeceğine dair söz vermişti. fakat müslümanlar allah (c.c)'nun özellikle yardım için koştuğu bu şartları uhud' da yerine getirmedikleri için allah (c.c) onlara meleklerle yardım etmedi. çünkü onlar savaş esnasında sabretmeyip ganimet derdine düşerek, mevzilerini terk etmişlerdi. şâyet allah (c.c) uhud savaşında onlara meleklerle yardım etseydi hezimete uğramaz, muzaffer olurlardı.
    son soruya gelirsek; evet allah üzülmemeleri için müslümanları kederden kedere uğratıyor. çünkü allah inanan kuluna üzülmeyi yasaklıyor. onun kendisine teslim olmasını ve her koşulda kadere imanın, tevekkül etmenin lüksünü yaşamasını istiyor. bu yönde kulunu eğitmek için de canlardan ve mallardan kısıyor, türlü belalar isabet ettiriyor, kederden kedere uğratıyor. uyanık olup şeytanın telkinlerine kapılmamak lazım. çünkü üzülmek şeytanın telkinidir. inanan, her şerde bir hayır olduğunu bildiği için gevşeyip üzülmez.

    73 - ahzab sûresi 50. âyet şöyledir; “ey peygamber! biz, sana şunları helal kıldık: mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altındaki cariyeyi, amcanın kızlarından, halalarının kızlarından, dayının kızlarından, teyzelerinin kızlarından seninle beraber hicret etmiş olanları. bir de mümin bir kadın, kendini (mehirsiz olarak) peygambere hibe eder, peygamber de onu nikâh etmek isterse, onu, diğer müminlere değil sadece sana (helal kıldı). onlara, eşleri ve elleri altında bulunan cariyeleri hakkında ne farz kıldığımızı biz biliriz. bunları, sana darlık olmasın (diye yaptık). allah, çok bağışlayan, çok acıyandır.” allah burada “allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altındaki cariyeyi” sözüyle hz. muhammede savaşta esir aldığı kadınları helal kılmıştır. savaşta bir kadını esir alıp onu köle yapmak allah katında helal midir? allah savaşta esir alınan kadınları ganimet olarak mı görür? o kadınların hakları yok mudur ki, doğrudan peygambere helal kılınmıştır? ayrıca günümüzde bilinmektedir ki akraba evliliklerinde sakat doğum olma oranı çok yüksektir. peki allah neden hz. muhammede akrabalarının kızlarını helal kılmıştır? ahzab sûresi 52. âyette şöyledir; “bunun dışındaki kadınlar sana helal olmaz. bunları başka eşlerle değiştirmek de olmaz. ısterse güzellikleri çok hoşuna gitsin. ancak elinin altında bulunan cariyeler, (bu hükmün) dışındadır. allah, her şeyi gözetleyendir.” gene bu âyette de cariyeler normal insanlardan farklı görülmektedir, cariyeler her türlü helaldir ve istenirse başka cariyelerle değiştirilebilir. allah köleliği neden serbest bırakmıştır? o köleler de allah’ın kulu değil midir? günümüzde kimsesiz bir kadını yakalayıp onu köle yapmak, ve kendisiyle istenilen şekilde cinsel ilişkiye girmek helal midir?

    - cariyenin ne demek olduğunu 63.soruda açıklamıştım. tekrar etmek gerekirse; cariye; savaşta esir edilen, savaşa bizzat katılan kadın asker, düşman safları içinde yer alan kadınlardır.

    islamiyet kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bir coğrafyada ortaya çıktı. o devirde kadınların ganimet olarak alınması çok yaygındı. dolayısıyla insanlığın yarası olan böyle bir meseleyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığı gibi, o zamanki durum zaten buna müsait de değildi. esaret müessesesinin kaldırılması henüz yeni kurulmakta olan islâm devleti için birtakım güçlükler getirebilirdi. şöyle ki:

    her hususta olduğu gibi dinimizin cihad anlayışı diğer milletlerin savaş anlayışından farklıdır. dinimizin cihaddan gayesi, zulmetmek, kan dökmek, kuru kuruya beldeler fethetmek değil, cenab- ı hakkın ismini duyurmak, islama yöneltilen hücumları önlemek, insanlara dünya ve âhiret saadeti temin etmektir. bu sebeple düşman da olsa savaşa fiilen iştirak etmedikçe, kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmek peygamberimiz tarafından yasaklanmıştır. fakat bunları serbest bırakmanın islâm devleti için bir tehlike olacağı da ortadadır. çünkü bir kaç yıl sonra nüfusları yeniden artacağından müslümanlar için bir tehlike teşkil etmeleri mümkündür. bu durumda bunların esir alınması artık bir zaruret haline gelmişti.
    diğer taraftan, karşı taraf, müslümanları esir etmekten geri durmuyordu. dengenin temin edilmesi için müslümanların da onlardan esir almaları gerekiyordu. böylece hem denge temin ediliyor, hem de karşı taraf kuvvetten düşürülüyordu. ayrıca alınan esirlerle müslüman esirler takas yapılarak müslümanlar esaretten kurtarılmış oluyordu. yine esirler fidye karşılığı serbest bırakılmakla islâmiyetin yayılması için maddî destek temin ediliyordu.
    görüldüğü gibi, köleliği ve cariyeliği ilk defa islâmiyet icat etmemiştir. birtakım zaruretler sebebiyle her ne kadar ortadan kaldırmamışsa da, onu tamamen hürriyete yol açabilecek şekilde ıslâh etmiştir.
    islamiyet, normal insanı köle yapmıyor. vatana, cana, mala ve namusa kasteden düşman esir alındığında, öldürülmeyip, o da razı olursa köle oluyordu. ayrıca dinimiz, köleyi azat etmek için çeşitli yollar koymuş ve köle azat etmeyi ibadet olarak bildirmiştir. mesela ramazan orucunu veya yeminini bozanın, bunun kefareti olarak, varsa bir köle azat etmesi gerekir. dinimizin köleye verdiği hakkı, gayrimüslimler kendi halkına bile tanımıyor.

    işte bu sebeplerden dolayı kadınların ganimet olarak alınması dinimizce caiz kılınmıştır. kadınlara, istediği takdirde hz. muhammed’e cariye olabilme hakkı tanınmıştır. yani cariye olan kadınlar bırakın köle gibi muamele görmeyi, islam nizamında ve hz. peygamber (asm)’in yuvasında birer hanım efendi statüsüne girmiş ve bütün müminlerin annesi sayılmıştır. efendimizin ibrahim adındaki oğlu, müslüman olan ve peygamber efendimiz (asm) tarafından azat edilen hz. mariye’dendir. bundan daha büyük şeref mi vardır?

    kuran’da evlenilmesinde bi sakınca görülmeyen kimseler zikredilmiştir. kesin bir dille “evlenilmeli” denmemiştir. ayrıca sadece hz. muhammed’e değil, tüm müslümanlara helal kılınmıştır. ancak dinimizde, kuzenle evlenmek tenzihen mekruhtur. bir hadis- i şerifte buyuruluyor ki:
    (kuzenlerle evlenince, çocukları zayıf, hastalıklı olabilir.) [ihya]

    demek ki, peygamber efendimiz de bunu tavsiye etmiyor. allahü teâlâ kullarına helal kılmışsa, kim ne diyebilir ki?

    yukarda açıkladığım gibi, allah yukarda saydığım zaruretlerden dolayı kadın ganimet almayı caiz kılmıştır. yoksa kölelik islamiyet’te yasaktır. bu âyeti günümüz şartlarıyla değerlendirip ‘cariye’ almak yanlıştır. o zamanın durumuna istinaden indirilmiştir.

    74 - ahzab sûresi 53. âyet şöyledir; “ey iman edenler! vaktine bakmaksızın, size yemek için izin verilmedikçe, peygamberin evlerine girmeyin, fakat çağırıldığınız zaman da girin. yemeği yediğinizde, hemen dağılın. söz, sohbet için de izinsiz girmeyin. çünkü bu (davranışınız), peygambere sıkıntı veriyor, (ancak bu rahatsızlığını) size (söylemekten) utanıyor. ancak allah, hakkı söylemekten sıkılmaz. hem onlara (eşlerine), gerekli bir şey soracağınız zaman, bunu onlara bir perde arkasından sorun. böyle yapmanız, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. sizin, allah’ın rasulüne sıkıntı vermeniz olamaz. o (öldükten) sonra, ebedi olarak eşlerini nikâhlamanız da olamaz. çünkü bu günah, allah katında çok büyüktür.” allah neden tüm insanlığa ve ahiret gününe kadar gelecek olan herkese gönderdiği kitabına peygamberin evine olur olmaz girmeyin, o sıkılıyor, gibi âyetler eklemektedir? bugün bu âyeti okuyan kişiye hitap etmediği apaçık ortadadır. peki neden kur’an- ı kerime yazılarak bu âyet tüm insanlara gönderilmiştir? bu âyet de “levh- i mahfuz”(bkz: soru 21) da yazılı mıdır? ayrıca neden hz. muhammed öldükten sonra eşlerinin başkalarıyla evlenmesi haram kılınmıştır?

    - bu âyet her ne kadar hz. muhammed’e hitap inmişse de tüm müslümanları da ilgilendirmektedir. hatta böyle bir âyetin bulunması kur'an'ı kerim'in ne kadar yüce ve her alanda doğruyu gösteren bir kitap olduğunu gösterir. burada her insan pay çıkarmalı ve başka insanların evlerine girip çıkmadan önce, onlarla sohbet etmeden önce izin almalı. cahiliye dönemi araplarına yol göstermek için inmiş ancak bugün bile böyle cahil insanlar mevcut ve bu âyet onlara yol gösterecek nitelikte. işte bu yüzden kur'an her dönemde insanlara doğru yolu gösterecek nitelikte, kutsal kitapların sonuncusu ve bozulmamış bir kutsal kitaptır.
    - evet her âyet gibi bu âyetler de levh- i mahfuz da yazılıdır.
    - hz. muhammed’in zevceleri tüm müslümanların anası sayılmıştır. yine kuran’ı kerim annelerle evlenmeyi caiz kılmaz. bu nedenle peygamber efendimizin mübarek zevceleriyle evlenmek haram sayılmıştır.

    75 - ahzab sûresi 60 ve 61. âyetler şöyledir; “60- yemin olsun, münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde dedikodu çıkaranlar (yaptıklarından) vazgeçmezlerse, seni onların başına musallat ederiz. sonra orada, senin yanına çok az yanaşabilirler.” 61- onlar, lanete uğramışlardır. nerede ele geçirilirlerse, tutulurlar ve öldürülürler.” bu âyetlere göre şehirde dedikodu çıkaranları öldürmek farz mıdır? günümüzde dedikodu yapan birini gördüğümüzde onu öldürmek üzerimize farz mıdır? öldürmezsek günaha girmiş olur muyuz?

    - âyette bahsedilen dedikoducular münafıklar ve medine ve civarındaki yahudilerdi. bunlar çıkardığı dedikodularla müminler arasında nifak tohumları ekiyor, bozgunculuğa yol açıyordu.cenab- ı hak bu âyetleri indirerek, müslümanların onları uyarmasını, aksi takdirde öldürülmelerini buyurmuştur.
    daha önce emrolunduğu gibi, islam’a bir saldırı varsa, savaşmak ve öldürmek caiz kılınmıştır. münafıklar da çıkardığı dedikodularla islam dinine zarar verdiklerinden öldürülmelerinde bir beis yoktur. tabi ki bu dedikodular günümüzdeki dedikodulardan çok farklı olduğundan, bugün dedikodu yapanın öldürülmesi gibi birşey sözkonusu değildir.

    76 - nisa sûresinde miras paylaşımının anlatıldığı 11, 12 ve 176. âyetler şöyledir; “11- allah size çocuklarınızla ilgili miras paylaşımında şunu emrediyor: erkeğe, iki kadının payı kadar. eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden fazla iseler, bunlara terekenin üçte ikisi. eğer bir tek kız ise, o zaman ona yarısı. eğer çocuğu varsa, anne- babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir. ama çocuğu yok da anne- babası varis bulunuyorsa, annesine üçte bir. eğer ölenin kardeşleri de varsa, o zaman annesine altıda bir. (bunlar) hep, (ölenin) yaptığı vasiyet yerine getirildikten veya borcu ödendikten sonradır. babalarınız ve oğullarınız, onların hangisinin fayda bakımından size daha yararlı olduğunu bilemezsiniz. bütün bunlar allah’tan size bir emirdir. kesinlikle allah, her şeyi en iyi şekilde bilendir, yaptığını sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet bulunandır. 12- eğer bir çocukları yoksa eşlerinizin terekesinin yarısı sizindir. yok, eğer bir çocukları varsa, o zaman terekesinin size (düşen payı) dörtte birdir. (bunlar), ettikleri vasiyet yerine getirildikten veya borcu ödendikten sonradır. onlara da, eğer çocuğunuz yoksa, sizin terekenizden dörtte bir. yok, eğer bir çocuğunuz varsa, o zaman onlara terekenizden sekizde bir. (bunlar), ettiğiniz vasiyet yerine getirildikten veya borcu ödendikten sonradır. eğer bir erkek veya kadına (çocuğu ve babası olmadığından) kelale yoluyla (yan koldan) varis olunuyorsa bir erkek kardeşi veya kız kardeşi bulunuyorsa, her birine altıda bir. eğer bundan fazlaysalar, o zaman üçte birine ortaktırlar. bunlar, zarar verme kastı olmaksızın, edilen vasiyet yerine getirildikten veya borcu ödendikten sonradır. bunların hepsi allah’tan fermandır. allah hem her şeyi en iyi şekilde bilendir, hem de kullarına merhametle davranandır. 176- senden fetva istiyorlar. de ki: babası ve çocuğu olmayanın (mirasıyla) ilgili fetvayı size allah veriyor. bir kişi ölür de, çocuğu olmayıp bir kız kardeşi varsa, buna terekenin yarısı verilir. eğer onun, (kız kardeşinin) çocuğu yoksa o, buna (tamamen) varis olur. eğer onlar iki kız kardeşseler, bunlara onun terekesinden üçte ikisi verilir. eğer (ölenin) erkekli kadınlı kardeşleri varsa, o zaman erkeğe iki kadın payı kadar (verilir). allah, bunu size şaşırıyorsunuz diye açıklamaktadır. allah, her şeyi çok iyi bilendir.” şimdi bu âyetlere göre birkaç farklı şekilde miras paylaşımı yapmaya çalışalım, örnek 1: 120.000 lira parası olan, çocuğu, anne- babası, kardeşleri olmayan bir kadın vasiyet ve borç bırakmadan ölür ve geride sadece kocasını bırakırsa yukarıdaki âyetlerden “eğer bir çocukları yoksa eşlerinizin terekesinin yarısı sizindir.” sözüne göre paranın 60.000 lirası kocaya verilir, ama geri kalan 60.000 lira hakkında bir hüküm yoktur. kalan para ne yapılmalıdır? örnek 2: 120.000 lira parası olan, çocuğu, kardeşleri ve babası olmayan bir kadın vasiyet ve borç bırakmadan ölür ve geride sadece kocası ve annesini bırakırsa “çocuğu yok da anne- babası varis bulunuyorsa, annesine üçte bir.” sözüne göre 40.000 lira anneye verilir, “eğer bir çocukları yoksa eşlerinizin terekesinin yarısı sizindir.” sözüne göre de 60.000 lira kocaya verilir, bu durumda kalan mirasın 40.000 + 60.000 = 100.000 lirası paylaştırılmıştır, peki kalan 20.000 lira ne yapılmalıdır? örnek 3: 120.000 lira parası olan, kardeşleri olmayan bir adam, vasiyet ve borç bırakmadan ölür, geriye üç kız çocuğu, annesi, babası ve karısı kalırsa; “eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden fazla iseler, bunlara terekenin üçte ikisi.” sözüne göre 80.000 lira kalan üç kız çocuğuna vermelidir. “eğer çocuğu varsa, anne- babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir.” sözüne göre 20.000 lira anneye, 20.000 lira da babaya verilmelidir. “yok, eğer bir çocuğunuz varsa, o zaman onlara(eşlerinize) terekenizden sekizde bir.” sözüne göre 15.000 lira da eşlere verilmelidir. bu durumda 80.000 (kız çocuklarına) + 20.000 (anneye) + 20.000 (babaya) + 15.000 (eşlerine) = toplamda 135.000 liraya ihtiyaç vardır, ancak ölen adamın sadece 120.000 lirası vardır, 15.000 lira eksik çıkmaktadır. böyle bir miras paylaşımını yapmak matematiksel olarak imkansızdır. örnek 4: 120.000 lira parası olan, çocuğu ve babası olmayan bir kadın vasiyet ve borç bırakmadan ölür, geriye annesi, kocası ve bir öz kız kardeşi kalırsa; “çocuğu yok da anne- babası varis bulunuyorsa, annesine üçte bir.” sözüne göre 40.000 lira annesine verilmelidir. “eğer bir çocukları yoksa eşlerinizin terekesinin yarısı sizindir.” sözüne göre kocaya 60.000 lira verilmelidir. “bir kişi ölür de, çocuğu olmayıp bir kız kardeşi varsa, buna terekenin yarısı verilir.” sözüne göre 60.000 lira da kız kardeşe verilmelidir. bu durumda 40.000 (anneye) + 60.000 (kocaya) + 60.000 (kız kardeşe) = toplamda 160.000 liraya ihtiyaç vardır, ancak ölen kadının sadece 120.000 lirası vardır. 40.000 lira eksik çıkmaktadır. kur’anın emrettiği şekilde mirası paylaşmak yukarıdaki durumlarda imkansızdır. allah nasıl böyle bir yanlış yapabilir? allah matematik hatası yapabilir mi?

    - aslında problemin kaynağı kuran’ın bu âyetlerinde verilen oranları “mutlak” oranlar olarak kabul etmekten kaynaklanıyor. yani örneğin 3 kız kardeş için verilen 2/3 oranı “mutlak” bir oran farz ediliyor. bu oranlar mutlak oranlar mı, yoksa bir tür “tavan” ya da “taban” değerler mi?

    bu amaçla öncelikle nisa/11 ve nisa/12 âyetlerini incelemek gerekiyor. âyetlerin sonunda yer alan ifadeler bu açıdan oldukça önemli: “ferıdatem minellah” ve “vesıyyetem minellah”. sadece ikişer tane arapça kelime! bu ifadelerden yola çıkarak bu oranların mutlak olduğu kesinlikle iddia edilemez. kuran’da bu oranların “sabit” ya da “mutlak” olmadığına dair delil hemen bu âyetlerin devamında mevcut… sûrenin 13 ve 14. âyetleri aynen şöyle: „ işte bunlar allah'ın sınırlarıdır şeklinde çevrilen ifadenin arapçası "tilke hududu(a)llah". yani bu oranlar sadece birer sınır ve asıl olan bu “sınır” değerlerini aşmadan onlara yaklaşmak… dolayısıyla bu oranların “mutlak” olduğunu iddia etmenin hiçbir temeli yok… allah’ın emri olan şey bu sınırlara riâyet etmek! bu sınırlara riâyet etmek ise onları aşmamak ve onlara mümkün olduğunca yaklaşmak ile olur.

    77 - nisa sûresi 24. âyette şöyle denilmektedir; “bir de savaş esiri olarak ellerinizin altında bulunan cariyeler dışında, evli kadınlar (da size haram kılındı).” bu âyete göre savaş esiri olarak alınan kadınlar evli de olsa, onlar müslümanlara helaldir. normalde evli bir kadın müslümanlara haram iken savaşta esir olarak alınan evli bir kadın müslümanlara neden helal kılınmıştır? allah esir alınan kadının hakkını gözetmez mi?

    - cariye; “savaşta esir edilen, savaşa bizzat katılan kadın asker, düşman safları içinde yer alan kadınlar.” demekti. yani islam’da köle veya cariyenin tek asli kaynağı savaştır. savaş dışında esareti kesinlikle yasaklar.
    islamiyet savaş sırasında evlilik akdini geçersiz kılar. yani savaşan kadınlar o sırada nikahsızdır. onlarla nikahlanabilmek için de rızalarının olması gerekir. yani cariyeler onay vermezlerse nikahlanamazlar.
    cenab- ı hak savaş esirleri ile ilgili iki hüküm belirtiyor. biri zina konusunda, cariye kadınların zina yapmaları halinde yarı yarıya ceza almalarını emrediyor (nisa 25) diğerinde ise cariyelerle evlenirken, cariyeler üzerinde hukuken tasarruf etme hakkına sahip olanın iznini şart koşuyor. bu ya devlet olur, ya da şahsın kendisi olur. yani izinle gerçekleşir. bu iki âyetin dışında kuran’da ve sünnette cariyelerle ilişki konusunda hür kadınlardan farklı olarak hiçbir hüküm yoktur.

    78 - nisa sûresi 82. âyet şöyledir; “hâlâ kur’anı iman ile düşünmezler mi? eğer o, allah’tan başkası tarafından gönderilmiş olsaydı, elbette içinde birçok karşıtlık bulacaklardı.” allah burada kur’anda karşıtlık bulamazsınız demektedir. peki yukarıdaki sorularda sorulanlar birer karşıtlık değil midir?

    - karşıtlık sanılanların, verilen cevaplarla karşıtlık olmadıkları düşünen beyinler için ispat edildi. eğer biraz okunursa hiçbir karşıtlık olmadığı rahatlıkla görülebilir.

    79 - nisa sûresi 89. âyet şöyledir; “onlar, kendilerinin inkâra saplandıkları gibi, sizin de sapıp onlarla beraber olmanızı isterler. onlar, allah yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden hiç kimseyi dost edinmeyin. yok, eğer aldırmazlarsa, o zaman onları bulduğunuz yerde tutun, öldürün. onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinin.” bu âyete göre, müslüman olmayan herkes öldürülmeli midir? eğer bir kâfir görüp de onu öldürmezsek allah’ın emrini uygulamadığımız için günaha mı girmiş oluruz?

    - islamiyet’in inanç özgürlüğü sağladığını 67. sorunun cevabında âyetlerle açıklamıştım. allah'ın genel kaidesi; odur ki; islâm'a bir saldırı olmadıkça, karşı tarafa bir saldırıda bulunulmayacaktır. dolayısıyla “sen kafirsin” diyerek birini öldürmek allah’ın emri olamaz. bu âyet müslümanlar arasında çıkan bir itilaf üzerine inmiştir. şöyle ki;

    münafıklar mekke'den medine'ye gelerek peygamberimizle beraber bir kaç gün kalmışlardı. bilâhare geldiklerine pişman olup, birbirlerine «biz, muhammed'den izin isteyelim ve geri mekke'ye gidelim, babalarımızın diniyle meşgul olalım» demişler ve gelip peygamberimize «yâ resûlallah bize bu medine'nin havası iyi gelmedi. izin ver de mekke'ye gidelim ve dinimiz üzere kalalım» demişlerdi. peygamberimiz de bunların isteklerini kabul etmiş ve kendilerine izin vermişti. peygamberimizin yanından ayrılan o münafıklar mekke'ye gidip, müşriklerle birleşmişler ve küfürlerini ilân etmişlerdi. daha sonra müşriklerle birlikte ticaret yapmaya başlamışlardı. münafıklar bir ara ticaret maksadıyla şam'a giderken durum müslümanlar tarafından öğrenilir ve yolları kesilir. malları ellerinden alınır, kâfir oldukları için öldürülmek istenilir. fakat müslümanların bir kısmı, onların da müslüman oldukları gerekçesiyle buna mani olmak istemişler. zira müslümanların bir kısmı o münafıkların dinlerinden döndüklerini bilmiyorlardı ve onun için de onları müdâfaa ediyorlardı. halbuki diğer müslümanlar onların dinlerinden döndüklerini çoktan öğrenmişlerdi. bunun için de onların yollarını kesip, mallarını ellerinden alıp, kâfir oldukları için, de öldürmek istiyorlardı.

    böylece münafıklar hakkında karar verme hususunda müslümanlar ikiye ayrılmışlardı. allah bu ikililiği sonlandırmak için bu âyeti indirerek öldürülmelerinin caiz olduğunu beyan etmiştir.

    80 - muhammed sûresi 7. âyet şöyledir; “ey iman edenler! eğer siz allah’a yardım ederseniz, o da size yardım eder, ayaklarınızı sağlamlaştırır.” bu âyette allah iman edenlerden yardım istemektedir. allah insanların yardımına muhtaç mıdır? allah insanlardan yardım ister mi?

    - burada anahtar kelime “en- nasr”dır. bu kelime “nusret / yardım” manasına gelir. muhammed sûresindeki ilgili âyette yer alan anahtar kelime ( nasr) kökünden gelen iki muzari / gelecek zaman kipine ait fiil vardır ki "yardım etme"yi ifade ederler; “tensurû- yensur- u”. bu âyetin meali şöyledir:

    “ey iman edenler! eğer siz allah’a (allah’ın dinine) yardım ederseniz, o da size yardım eder ve savaşta ayaklarınızı sabit kılar / kaydırmaz.”
    âyette meal olarak yer alan “eğer siz allah’a yardım edersiniz...” ıfadesi - parantez içinde gösterildiği üzere- “allah’ın dinine yardım...” manasında kullanılmıştır. çünkü, allah’ın dinine taraftar olanlar, allah’a taraftar olmuş olurlar. allah’ın dinine yardım edenler de allah’a yardım etmiş sayılırlar. kur’an’da “eğer siz allah’a yardım edersiniz...” ıfadesinin tercih edilmesi, müminlerin gönlünü okşamak, şevklerini kamçılamak, kendilerini onurlandırmak içindir. yoksa, allah’ın hiç kimsenin yardımına muhtaç olmadığı açık bir gerçektir.

    81 - talak sûresi 4. âyet şöyledir; “hayızdan kesilmiş kadınlarınız, eğer şüphelendiyseniz, onların iddeti de üç aydır, hayız görmeyenler de öyle. hamile olanların süreleri, doğumlarını yapmalarıdır. her kim allah’a (karşı gelmekten) korunursa, allah onun için işinden dolayı bir kolaylık verir.” bu âyette “hayız görmeyenler de öyle.” kısmı ne anlama gelmektedir? ıslamda daha hayız (adet) görmeye başlamamış çocuklarla evlenmek serbest midir ki onları boşamak hakkında âyet vardır?

    - adet olmayan milyonlarca kadın mevcut ve sebebi ise üretken çağdaki kadınların adet görmemesi durumu, yani “amenore”dir.
    âyet 3 tür kadından bahsediyor, adetten kesilen- yaşlı- , hiç adet görmeyen - hasta- ve hamile olan kadınlar. sıralamaya bakınca her kadının içinde olabileceği 3 dönem ve her dönemdeki kadınlarda "yetişkin".

    82 - münafikun sûresi 4. âyet şöyledir; “sen onları gördüğün zaman, vücutları, görüntüleri senin hoşuna gider. (bir şey) söylerlerse, dediklerine kulak verirsin. onlar (birbirlerine) dayanmış keresteler gibidirler. her bağırmayı, yüksek sesi kendi aleyhlerine sanırlar. onlar düşmandır. onun için onlardan sakın. onları allah gebertsin! (haktan batıla) nasıl döndürülüyorlar!” bu âyet allah’ın kelamı mıdır, yoksa hz. muhammed’in kelamı mıdır? eğer allah’ın kelamıysa allah neden “onları allah gebertsin!” demektedir?

    - âyette “öldürsün, helak etsin, kahretsin” manalarına gelen “kâtele- hum(u)” filli kullanılmıştır.
    kahretmek, arapçada bir deyimdir. birini kötülemek, yani onun çok kötü biri olduğunu bildirmek için, “allah kahretsin” denir. kur’an- ı kerim, o halkın lisanıyla indi. başka türlü bildirilse anlaşılmaz. halkın lisanıyla söylenirse anlaşılır. kaldı ki cenab- ı hakkın isimlerinden biri de “kahreden” manasındaki “el- kahhar”dır.

    allahü teâlâ, birçok âyetinde, din düşmanlarına lanet etmiş, yani o kulların rahmetten uzak olduğunu bildirmiştir. (bakara 89, bakara 159, nisa 46, maide 64, tevbe 30, araf 44, rad 25, ahzab 57)

    daha önce 43. soruda cevap verildiği üzere şüphesiz ki bu âyet de allah kelamıdır. allah çoğu yerde kendisinden bahsederken “o” veya “biz” demiştir. bu da kuran’ın mükemmel edebi yönü ve belagat özelliklerinden kaynaklanır.

    bununla beraber, bahane aramaya çalışanlar kur’an’ın her tarafında sıkça kullanılan “ben” kelimesini görselerdi, bu zamirin hz. muhammed (asv)’e ait olduğunu ve dolayısıyla kur’an’ın onun uydurduğunu söylemeye - daha fazla- cüret gösterirlerdi. kur’an’ın mevcut üslubu bu gibi şüphelerin ve bahanelerin kapısını da kapatmıştır.

    83 - mücadele sûresi 12. âyet şöyledir; “ey iman edenler! peygambere gizlice bir şey söylemek istediğiniz zaman, bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka sununuz. bu, sizin için hem bir hayır, hem de daha iyi bir temizliktir. ancak gücünüz yetmezse, şüphe yok ki allah, çokça bağışlayandır, çokça acıyandır.” bu âyette görüldüğü gibi allah insanlara peygamberle konuşmadan önce sadaka sunulmasını emretmiştir. ancak bir sonraki âyet olan mücadele sûresi 13. âyet ise şöyledir; “ya! gizlice bir şey söylemeden önce sadakalar sunmaktan korktunuz mu? madem ki yapmadınız, allah da size tövbe lütfetti, artık namaza devam edin, zekatı verin, allah ve rasulüne itaat edin. allah her ne yaparsanız, haberdardır.” bu âyette ise denilmektedir ki, madem ki sadaka sunmadınız, allah sizi affetti diyerek bir önceki âyette emredilen sadaka sunma şartı kaldırılmıştır. allah gönderdiği emirlerde değişiklik yapar mı? allah bir önceki âyeti yanlış mı göndermiştir de bir sonraki âyette verdiği hükmü değiştirmiştir? eğer kur’an- ı kerim ahiret gününe kadar ve tüm insanlara gönderildiyse bugün bu âyetleri okuyan kişi bundan ne anlamalıdır? günümüzde yaşayan insanların peygamberi ziyaret etmesi ihtimali yoktur. o zaman bu âyet neden kur’an- ı kerim’e eklenmiştir?

    - mücadele sûresi’nin 12. âyetinde allah iman edenlerden peygamber ile görüşmeden önce sadaka vermelerini emretmektedir. 13. âyette ise peygambere sadaka vermeden görüşenleri eleştirmekte ve onların tövbe etmelerini istemektedir. 13. âyette bildirilen şey, 12. âyette bildirilen hükmü kalkmamaktadır. yine peygambere görüşmeden önce sadaka verilmesi hükmü geçerlidir. sadece bunu yapmayanların tövbe etmesi bir sonraki âyette bildirilmektedir.

    kuran evrenseldir ve yaşamış ya da yaşayacak tüm insanlar için gönderilmiştir. bu ve bunun gibi bazı âyetlerin günümüzde hükmü kalmamış olabilir. ancak o dönemde ortaya çıkan dini yaymak için, o döneme ait âyetlerin de olmaması düşünülemez.

    84 - hz. muhammed’in kölelerinden “maria” ile ilişkisi hakkında birçok kaynakta ve çoğu islam kaynaklarında geçen rivâyetler, bunu destekleyen hadisler ve kur’an- ı kerim âyetleri vardır. ıbn- i cerir ve ibni ishak'ın aktardıkları bir hadiste şöyle denir: “peygamber efendimiz hz. hafsa'nın evinde oğlu ibrahim'in annesi mariye ile birlikte olmuştu. hz. hafsa buna alınmış ve bunu kendisini küçük düşürücü bir olay olarak algılamıştı. bunun üzerine peygamberimiz, o'na bir daha mariye ile birlikte olmayacağına söz vererek yemin etmişti. ayrıca bunu kimseye söylememesini istemişti. ancak hz. hafsa gidip olayı hz. aişe'ye açmıştı.” rivâyetler ise şöyledir; “mısır piskoposu hz. muhammed'e 4 cariye armağan eder. bunlardan biri de maria'dır (mariye, hz.mariye). maria kipti hristiyandır. bu cariye hz.muhammed'e bir erkek çocuk doğurmuş (ibrahim), ama bu çocuk 16 aylıkken ölmüştür. bir gün hz. muhammed karılarından hafsa bint- i ömer'in evindeyken maria da içeridedir ve hafsa ortalıkta yoktur.hz. muhammed maria ile ilişkiye girer, tam bu sırada hafsa içeri gelir, ortam gerilir. hafsa "benim günümde, benim yatağımda neden bu köle ile birlikte oluyorsun" diye kızar. hz. muhammed onu sakinleştirmek için kendisinden sonra ebubekir'in, ondan sonra da hafsa'nın babası ömer'in halife olacağını söyler. tabi ki bu "sevindirici" haber hafsa'nın sinirini geçirmez. bunun üzerine muhammed hafsa'yı sakinleştirmek için maria ile bir daha yatmayacağına dair yemin eder. ama bunu kimseye söylememesini ister. hafsa'nın siniri geçmesine geçmiştir de hz. muhammed maria'dan bir türlü vazgeçememektedir. bunun üzerine kendisine yardımcı olan şu âyetler iniverir; (tahrim sûresi ilk 5 âyet): “1- ey peygamber! sana allah’ın helal kıldığını niçin haram edersin, hanımlarının hoşnutluğunu ararsın? bununla birlikte allah çok bağışlayandır, çok acıyandır. 2- allah size, yeminlerinizi bozabilme imkânı sağlamıştır. allah, sizin koruyup kollayanınızda. her şeyi bilen, her şeyi sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet bulunan odur. 3- hani peygamber, hanımlarından bazısına gizlice bir söz söylemişti. ne zamanki o, onu haber verdi, allah da peygambere onu açtı. açınca peygamber o hanımına birazını anlattı, birazından ise geri durdu. ona bunu, bu şekilde anlatıverince “bunu sana kim haber verdi?” dedi. “bana her şeyi çok iyi bilen ve her şeyden haberdar olan (allah) peygamberlikle bildirdi” dedi. 4- eğer allah’a tövbe ederseniz, ne iyi! çünkü ikinizin de kalpleri eğildi. yok, eğer ona karşı birbirinize yardım ederseniz, haberiniz olsun ki, allah onun koruyup kollayanıdır. hem ayrıca cebrail, müminlerin salih olanları, onlardan sonra, melekler de (onun) destekleyicisidir. 5- eğer o sizi boşarsa, rabbi ona sizin yerinize sizden daha hayırlı eşler verir. (bu yeni eşler, allah’a) boyun eğen, iman eden, namaz kılan, tövbe eden, ibadet eden, oruç tutan gerek dul, gerek bakire (hanımlardır).” olayı destekleyen bazı hadisler ise şunlardır; mariya olayı: hadis no : 0838, ravi: enes, tanım: “resulullah (sav)’ın zaman zaman birleştiği bir cariyesi vardı. hz. aişe ve hz. hafsa peşini bırakmadılar. sonunda resulullah bu cariyeyi nefsine haram etti. bunun üzerine: “ey peygamber, sen zevcelerinin hoşnutluğunu arayarak, allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?…” diye başlayan tahrim süresi nazil oldu.” kaynak: nesai, işretu’n- nisa, 4, (7, 71) taberi olayı şöyle anlatır: “gün, hz.muhammed’in hanımlarından hafsa’nın günüydü. o gün hz.muhammed, hafsa’yla cinsel ilişkide bulunmak üzere kalkıp evine gider. ama hafsa’yı evde bulamaz. tam o sırada, bir zamanlar, mısır mukavkısı’nın kendisine armağan ettiği cariyelerden mariya çıkagelir. hz.muhammed, cariyeyi hafsa’nın yatağına atar ve işini görmeye başlar. hz.muhammed’in, cariyesiyle yatması doğaldır. kur’an da, hanımlarının dışında cariyeleriyle de yatmasına olanak verilmiştir. (bkz. ahzab sûresi, âyet: 50, 52.) ne var ki cariyeyle özgür (hurre) olan bir kadının, üstelik ömer kızının, hafsa’nın yatağında beraber olmaktadır . ışte bu olağan değildir. terslik bu ya, o sırada, hafsa da çıkagelmiştir. hz.muhammed’in mariya ile ilişkisini görünce büyük tepki gösterir: “tann elçisi! sen beni kötü duruma düşürdün, aşağıladın. öyle birşey yaptın ki, benzerini hiçbir karına yapmadın! benim günümde, benim sıramda ve benim yatağımda bir cariyeyi yatırıp yapıyorsun!” sonra hz.muhammed’le hafsa arasında şu konuşma geçer: hz.muhammed: “hafsa! marya’yı kendime haram etsem de ona bir daha yaklaşmasam; bundan hoşnut olur musun?, hafsa: “evet!”, hz.muhammed: “vallahi billahi mariya ile bir daha yatmayacağım!” hz. muhammed hemen ant içmiştir. hz.muhammed: ”hafsa! aramızda kalsın, bunu sakın kimseye söyleme, olmaz mı?”, hafsa: “tamam!” ne var ki, hafsa bu durumu aişe’ye anlatır.(bkz: taberi, camiu’l- beyân, 28/102.) olayın duyulması ve hanımlarının aralarında dayanışmaya gidip kendisine karşı tavır alması üzerine hz. muhammed eşlerini terk eder ve bir odaya uzvete çekilir. hz.muhammed’in eşlerini boşadığı dedikodusu yayılır. bir rivâyete göre ise cezalandırmak için sadece hafsa’yı boşamış ve diğerleriyle de 1 ay beraber olmamaya yemin etmiştir. hafsa ömer’in, ayşe ise ebubekir’in kızıdır. babalarının konumuna güvenerek asiliğe cesaret edebilmişlerdir. 4. âyette geçen “ikiniz” sözü ayşe ile hafsa’yı kasteder. ömer, olayı öğrenince hiddetle hz.muhammed’e gider ve görüşmek ister. 3 kez geri çevrilen isteği sonunda kabul edilerek içeri alınır ve bu görüşmeden sonra tahrim âyetleri gelir. ardından hafsa ile nikah tazelendiği ve 29. gün eşlerine dönüp ayşe’yle beraber olduğu söylenir. ayşe, henüz bir aylık sürenin dolmamış olduğunu düşünerek kendisine sorar: “hani sen, bir ay boyunca hanımlarından uzak duracağına dair yemin etmemiş miydin? bugün daha otuz gün bile olmadı; yirmi dokuzuncu gündeyiz!”. hz. muhammed kendisine şu yanıtı verir: “bu ay yirmi dokuz gün çeker.” olayı destekleyen bir diğer hadis ise şöyledir; hz. aişe: “ma era rabbeke illa yüsariu fi hevake” mealen: “bakıyorum da senin efendi tanrın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” (kaynak: buhari, hadis no: 1721)” bu rivâyetler doğru mudur? eğer doğruysa kur’an da açıklanmayan milyonlarca şey varken, tüm evreni, yıldızları, galaksileri yaratan allah neden böyle çok küçük olaylarla yakından ilgilenmekte ve bu âyetleri tüm insanlığa göndermektedir? eğer bu rivâyetler yanlışsa tahrim sûresi ilk 5 âyeti ne için indirilmiştir? ayrıca kur’an- ı kerim bir günde (kadir gecesi) indirilmemiş midir? neden olaylar olduktan sonra başka başka âyetler inmektedir? bu âyetler de, zamanın başlangıcından beri her şeyin yazılı olduğu allah katında bir kitap olan “levh- i mahfuz” da yazılı mıdır?

    - öncelikle tahrim olayı ile iki rivâyet var. birincisi hz. muhammed’in bal şerbeti içmeyeceğine dair yemin ettiği ve yeminini bozabileceği üzerine allah’ın bu âyetleri indirdiğine dairdir ki çelişkilerle doludur. pek ihtimal verilmemekle birlikte kesin bir dille “yalandır” diyemeyiz.

    ikinci rivâyet de sorudaki şeklinden biraz farklı olarak şu şekilde anlatılır:
    ““bir gün rasûlullah zevcesinin babasının evine gitti. orada babasıyla sohbet etti. bunun üzerine rasûlullah da cariyesi mariye’yi çağırttı ve onunla beraber hafsa'nın o sırada boş olan hücresinde ilişkide bulundu. o sırada hafsa babasının evinden döndü ve hz. peygamber ile mariye’nin kendi odasında birlikte olduklarını görünce, şiddetli bir şekilde kıskançlığı tuttu ve, “ey allah’ın rasulü, benim hücremde, benim günümde ve benim yatağımda bunu nasıl yaparsın?” bunun üzerine hz. peygamber, “sus, sana bir sır vereyim, onu gizle, kimseye söyleme. ona senin için bir daha yaklaşmayacağım” dedi. ancak hafsa sözünü tutmayarak derhal aişe’ye gitti ve bu durumu ona müjdeleyerek hz. peygamber’in cariyesini kendine haram kıldığını söyledi.” (böylece çok kıskandıkları mariye’den kurtulmuşlardı.) bunun üzerine rasûlullah hanımlarını terk ederek mescitteki meşrebe denilen yere çekildi ve 29 gün kadar orada kaldı. işte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu.”
    nesei’de geçen rivâyette şöyle aktarılıyor: “rasûlullah’ın (s) cariyesi vardı ve onunla ilgilenip onunla birlikte oluyordu. âişe ve hafsa o cariye ile ilgilenmesini istemeyip kıskandıkları için rasûlullah (s) o cariyeyi kendisine haram kılıncaya kadar rahat bırakmadılar da allah, tahrim sûresi’nin 1 ila 4. âyetlerini indirdi.”

    öncelikle kabul etmek gerekir ki hz. muhammed bir insandı ve erkekti. her erkek gibi onun da şehvani hisleri olabileceğini akıldan çıkarmamak gerekir. daha önce gelen peygamberlerin sonuncusu hz. isa’nın mesajları yanlış anlaşılmış ve hristiyanlar kendisine “tanrı’nın oğlu” yakıştırmasını yapmışlardır. yüze allah bunu bildiğinden bu olayı kendisine yaşatarak, hz. muhammed’in bir insan olduğunu, beşeri özelliklerinin bulunduğunu anlatmak istemiş olabilir.

    sorudaki hikayede yanlış rivâyetler mevcuttur. mesela hz. muhammed’in kendisinden sonra kimin halife olacağına işaret etmediği nettir. eğer etseydi sakife olayı yaşanmazdı. bir diğeri hz. ömer’in hiddetle hz. muhammed’e kızıp hiddetle onunla görüşmek istemesidir. bu olamaz çünkü hz. ömer’in peygambere olan hürmetini ve muhabbetini herkes bilir. sonuncu yanlış ise, hz. aişe’nin “mâ erâ (urâ) rabbeke illâ yüsâriu hevâke” sözlerinin ünlü ateist turhan dursun tarafından “bakıyorum da senin efendi tanrın yalnızca senin şeyinin keyfini yerine getirmek için koşuyor.” şeklinde çevrilmesidir. hz. aişe validemizin hz. peygambere bu sözleri söylemeyeceğini çocuklar bile akledebilir. bu sözlerin doğru çevirisi ”vallahi rabbinin, senin arzunu hemen yerine getirdiğini görüyorum” şeklindedir.
    - rivâyetlerin doğruluğu hakkında net bilgilere sahip değiliz. ancak yukarıda yazdığım rivâyetin doğruluk payı büyük. yüce allah “küçük” birşeyle ilgilenmemiş, yaşayan ve yaşayacak tüm müslümanlara örnek olarak yolladığı elçisinin ne yapması gerektiğini beyan etmiştir. kendini sürekli tekrar eden sorulardan dolayı daha önce defalarca kez söylediğim gibi kuran bir gecede (berat gecesi) levhi mahfuz’a inmiştir. el- alim ismine sahip allah bu olayların da cereyan edeceğini biliyordu ve bu yüzden henüz vuku bulmadan levh- i mahfuz’a yazmıştı.

    85 - tevbe sûresi 5. âyet şöyledir; “(içinde savaşılması) haram olan aylar çıktı mı, müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin, onların bütün geçitlerini tutun. eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekatı verirlerse, yollarını serbest bırakın. çünkü allah çok bağışlayan, çok acıyandır.” burada bahsedilen “haram aylar” islamiyetten önce de arap kabilelerinde bulunan, sürekli savaş olması sebebiyle bazı aylarda savaşmayı yasaklayan kurallardır. haram ayları allah mı belirlemiş ve bu aylarda savaşılmasını haram kılmıştır, yoksa cahiliye dönemindeki arapların uyguladığı kuralları mı kur’an- ı kerim’e eklemiştir? ayrıca bu aylar dışında nerede bir müşrik görülürse öldürülmeli midir? müşriklerin cezasını ahirette allah vermeyecek midir? allah neden tüm müşriklerin öldürülmesini emretmiştir? yukarıdaki âyet bakara sûresi 256. âyet ile neden çelişir? bahsedilen âyet; “dinde zorlama yoktur. doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. artık her kim tâğûtu inkâr eder, allah’a da iman ederse, işte o, en sağlam tutamağa, ki onun için kopmak yoktur, yapışmıştır. allah işitir, bilir.” bu âyetlere göre dinde zorlama var mıdır yoksa yok mudur?

    - islâm'dan önce arap kabileleri arasında, vuruşmanın, muharebenin haram kılındığı zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarına "eşhuru'l- hurum": haram aylar, denir. bu dört haram ay, hz. ibrahim ve hz. ısmail peygamberler zamanından beri biliniyordu. hz. ibrahim ve ismail’de allah’ın elçileri olduğuna göre bu aylar kuran’da geçtiği gibi allah tarafından haram kılınmıştı.
    müşriklerin öldürülmesi konusuna gelince; burada söz konusu olan zaman, hz. peygamberin ve ilk müslümanların müşriklerle savaş halinde olduğu zamandır. aynı sûrenin 2. âyetine bakılırsa allah müşriklere 4 ay süre tanımıştır. bu müddet zarfında onlara ilişilmeyecektir. fakat eski hallerine devam ederlerse, ölüm fermanı söz konusudur.
    bunu şöyle bir örnekle anlatalım: bir komutan askerlerine şu emirleri vermiş olsun:
    — siz insanları barışa davet edin, bu konuda zorlayıcı olmayın.
    — size karşı savaşırlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın, aşırı gitmeyin.
    — eğer sizinle anlaşma yapmak isterlerse onlarla anlaşın.
    — anlaşmaya sadık kalmayıp bozarlarsa onları nerede bulursanız öldürün.
    bu emirler arasında bir çelişki var mı? müşrikler hz. muhammed ve ilk müslümanlara allah yolundan döndürmek için türlü işkenceler yaparken, allah’ın müslümanlara müşrikler için “sakın öldürmeyin. onlar da benim kulum.” demesi beklenemez, değil mi?

    - ayrıca dinde zorlama olmadığı 67. soruda âyetlerle açıklandı.

    86 - bir çok hadis ve rivâyete göre hz.muhammed’in 47 yaşındayken 6- 7 yaşında olan hz. aişe evlendiği ve 9- 10 yaşındayken de gerdeğe girdiği anlatılmaktadır. bu hadislerden bazıları şöyledir; muhammed el- buhari'nin sahih- i buhari'de aktardığına göre aişe şöyle demiştir: “peygamber (47 yaşındayken) benimle 6 (yaşında) bir kızken nişanlandı. medine'ye gittik ve beni- el- haris bin hazrec'in evinde kaldık. sonra hastalandım ve saçlarım döküldü. daha sonra saçlarım büyüdü ve annem, ummü ruman, salıncakta kız arkadaşlarımla oynarken yanıma geldi. beni çağırdı, yanına gittim, bana ne yapacağını bilmiyordum. elimden yakaladı ve beni kapıda bekletti. soluğum kesilmişti, nefesim yerine geldiğinde, biraz su aldı ve yüzümle başımı bu su ile ovdu. daha sonra beni eve aldı. evde ensâr`dan birtakım kadınlar hazır bulunuyordu. bunlar bana: "hayır ve bereket üzere geldin, hayırlı kısmet getirdin!", dediler. annem beni bu kadınlara teslîm etti. bunlar da benim kılığımı, kıyâfetimi düzlediler ve resûlullah'a teslîm ettiler. ensâr kadınları beni resûlullah`a takdîm ettiklerinde ben 9 yaşında bir kızdım.” (kaynak: http://hadis.ihya.org/buhari/konu/955.html ve http://1.bp.blogspot.com/…kwfrbuyos/s1600/aise1.jpg) yine aişe'nin, muhammed el- buhari'nin sahih- i buhari'de aktardığı başka bir hadise göre: “ben henüz mekke’de, sokakta oyun oynayan bir kız iken muhammed'e kamer sûresi âyeti nâzil oldu.” (kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/aişe_bint_ebu_bekir) bir başka hadis şöyledir; ”resul- i ekrem'in yanında iken oyuncak bebeklerle oynardım. emsallerim(ve arkadaşlarım) oynamak için bana geldiklerinde resul- i ekrem'den çekinirlerdi, fakat resul- i ekrem bana geldikleri için sevinirdi. bir gün resul- i ekrem bana: 'bunlar(oyuncaklar)nedir?' diye sordu. ben: 'bunlar benim kız çocuklarımdır' dedim.” (gazali,ihyau' ulumiddin 1975,c.2,s.693) diğer bir hadis ise şöyledir; "benim kızlardan birtakım ahbaplarım vardı. onlarla kızlara ait oyun oynardık. biz oyun oynarken (muhammed) eve gelirse oyun arkadaşlarım saklanırlardı. çok defa resul- i ekrem bu kız arkadaşları benimle oynasınlar diye beni gönderirdi." (sahih- i buhari,hadis no:2003,c.12,s.152- 153;ayrıca sahih- i buhari,c.3,s.60 ve sahih- i buhari,c.8,s.105) araştırmaların sonuçları ise şöyle demektedir; “hz. aişe’nin hz. peygamber ile evlilik yaşı konusundaki tartışmaları maddeler halinde verip, her bir madde içinde; bu görüşlerin eleştirilerini yaptıktan sonra, kendi görüş, değerlendirme ve cevaplarımızı da aynı madde içinde belirteceğiz. mevlana şibli “asr- ı saadet” isimli eserinde; hz. aişe’nin doğum tarihi ile ilgili bilgilerin güvenilir olmadığından hareketle evlilik yaşını tespit etmeninde mümkün olamayacağını, dolayısıyla rivâyetlerde belirtilen yaşın, kuşkulu olduğunu söylemiştir. aynı görüşe rıza savaş’da katılmaktadır. ıslam tarihi kaynaklarında, hiçbir sahabînin doğum tarihi konusunda net bir bilgi yoktur. “asrı saadet” isimli esere yaptığı (ilave) açıklamalarda ö. rıza doğrul’un da belirttiği gibi, o dönemde, bugünkü gibi nüfus daireleri yoktu ve kimsenin doğum kaydı yapılmıyordu. nitekim günümüzde bile, özellikle kırsal kesimde, doğan çocukların doğum kaydı yapılamamakta, çocukların ailelerine çocuğun yaşı sorulduğunda, tarih olarak “ekinler biçildiği zamanda, narlar kızardığında, bir kış günü veya şu önemli olay olduğunda doğdu” şeklinde cevaplar alınmaktadır. o dönemde bütün sahabilerin yaşları, genelde ölüm zamanındaki yaşlarına göre hesaplanıyordu. bu ilkeden hareketle, hz. aişe’nin vefat tarihinden, yaşı çıkarıldığında yaklaşık olarak doğum tarihi bulunabilir. ıslam tarihçileri, hz. aişe’nin vefat tarihi olarak genelde h. 58 yılını, vefatı sırasındaki yaşı olarak da 66 yaşını vermektedirler. bir kısmı, vefat tarihi olarak h.56- 59'u, vefatı sırasındaki yaşı olarak da 65- 67 yi belirtseler de, çoğunluğu birinci görüşte müttefiktirler. böylece hz. aişe’nin vefat esnasındaki yaşından, vefat tarihini çıkardığımızda (66- 58=8) hicret sırasında hz. aişe’nin yaşının 8 olduğu ortaya çıkar. hicretten bir yıl sonra evlendiğine göre ise evlilik yaşı 9 olacaktır. ıbn kesir bu yaşta evlendiği konusunda hiçbir ihtilafın(anlaşamamazlığın) olmadığını belirtir.” (yazar: mehmet azimli (yrd. doç. dr. dicle üniversitesi ilahiyat fakültesi) kaynak: islami araştırmalar, cilt 16, sayı 1/2003, detaylı bilgi: http://www.bilimfelsefedin.org/?p=144) bir çok islam araştırmacısı hz.aişenin evlendiğinde 7- 8 yaşlarında olduğu konusunda hemfikirdir ancak o zamanki çağlarda kız çocuklarının daha çabuk ergenliğe ulaştığını savunmaktadırlar. bu konu araştırıldığında ise karşımıza şu bilgiler çıkmaktadır; bugün suudi arabistan'da kız çocukların ilk adet görme yaşına dair elimizdeki araştırma bu yaşın günümüzde ortalama 13.05 olduğunu söylüyor. (kaynak: http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/15573847) işin daha ilginci 20 yıl önce suudi arabistan'da kızların ilk adet görme yaşı günümüzden biraz daha yüksekti. yani 13.22 bu anlamda kız çocukları git gide daha erken bir dönemde adet görmeye başlıyorlar. aşağıdaki görsel suudi arabistan'da günümüzdeki ortalama düzenli adet görme yaşını (ilk adet görme yaşı değil) gösteriyor. buna göre 9, 10 veya 11 yaşında düzenli adet gören kız çocukların sayısı sıfıra çok yakın iken 12 yaşındaki kız çocuklarda düzenli adet görülme oranı %10'un bile altındadır. 13 yaşındakilerin sadece %20'sinde adet görülürken 14 yaşında düzenli adet görenlerin oranı %35, 15 yaşında düzenli adet görenlerin oranı ise %50'dir. yani 15 yaşındaki kızların ancak yarısı düzenli adet görmektedir. (bakınız aşağıdaki tablo) unutmamalı ki kız çocukların ilk gördükleri adetler çoğunlukla vücuttaki hormon düzenlenmesi ile ilgili olup bu adetler yumurtasız gerçekleşir, yani üremeye hizmet etmez. (ilgili tablo: http://g1210.hizliresim.com/12/s/f7gxb.png) benzer bulgulara fransa, abd, almanya gibi ülkelerde de rastlanılmıştır. ılk adet görme yaşının günümüzde giderek daha erken bir yaşta olmasının sebebi günümüzde yaşam, sağlık ve beslenme şartlarının git gide iyileşmesidir. şu aşağıdaki tabloda da ülkelerin ve yılların karşılaştırmasını okuyabilirsiniz. (ilgili tablo: http://g1210.hizliresim.com/12/s/f7gzr.jpg) örneğin fransa'da son 200 yıl içinde ortalama ilk adet görme yaşı 1840 yılında 15,3 iken bu rakam düzenli bir şekilde inişe geçmiş ve günümüzde fransa'da kız çocukların ilk adet görme yaşı 12.4'e inmiştir. (ilgili tablo: http://g1210.hizliresim.com/12/s/f7gwh.gif) bu anlamda antik çağlarda kız çocukların günümüzden daha erken bir dönemde ilk adetlerini gördüğü bir safsata ve kandırmacadır. (kaynak 1: http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/15573847 kaynak 2: http://www.mum.org/menarage.htm kaynak 3: http://thesocietypages.org/…- at- first- menstruation/ kaynak 4: http://ipac.kacst.edu.sa/edoc/ebook/1652.pdf) ve bilindiği gibi hz. aişe’nin çok istemesine rağmen hiç çocuğu olmamıştır, bir kaynak bu konu hakkında şöyle der; “çok istemesine rağmen asla çocuk sahibi olamamıştır. hamile bile kalamamış. buna da eğer ciddi bir kaza veya hastalık geçirmediyse ancak iki şey sebep olabilir. 1- doğuştan gelen genetik bozukluk. 2- çocuk yaşta cinsel ilişkiye zorlanma sonucu cinsel organ ve rahimde oluşan kalıcı hasarlar. birincisi birkaç bin vakada bir görülebilecek bir hadise iken ikincisi gerçekleştiği takdirde sonuçları neredeyse garanti edilecek ve akla en mantıklı gelen cevaptır.” (kaynak: (bkz: #30508402)) hz. muhammed 47 yaşındayken neden 7 yaşında bir kız çocuğuyla evlenmiştir?

    - cahilliye döneminde kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. bu dönemde sağ kalan kız çocuklarının yaşı sayılmıyor, ancak kadın olduktan sonra (adet gördükten sonra) yaşını saymaya başlıyordu. o halde ortalama 9- 10 yaşında adet gören hz. aişe’nin 10+6=16 yaşında nişanlandığını, 10+9=19 yaşında da evlendiğini gösterir.

    - sözkonusu kamer süresinin âyeti 614 yılında ibn erkam’ın evinde iken nazil olmuştur. hz. aişe “ben henüz mekke’de, sokakta oyun oynayan bir kız iken” dediğine göre o tarihte 7- 8 yaşlarında bir kız olması beklenir ki evlendiğinde en az 16- 17 yaşında demektir.

    - şimdi de hz. aişe’nin sanıldığından çok daha büyük olduğunu ispatlayalım;

    *risâletin ilk günlerinde müslüman olanların isimleri sıralanırken, ablası esmâ vâlidemiz’le birlikte âişe vâlidemiz’in adı da zikredilmektedir. dikkat çekici olan bu zikrin, hz. osmân, zübeyr ibn avvâm, abdurrahmân ibn avf, sa’d ibn ebî vakkâs, talha ibn ubeydullah, ebû ubeyde ibn cerrâh ve erkam ibn ebi’l- erkam gibi ‘sâbikûn- u evvelûn’ tabir edilen en öndekilerin hemen arkasından; abdullah ibn mes’ûd, ca’fer ibn ebî tâlib, abdullah ibn cahş, ebû huzeyfe, suhayb ibn sinân, ammâr ibn yâsir ve habbâb ibn erett gibi isimlerden de önce gerçekleşiyor olmasıdır. demek ki âişe vâlidemiz, o gün küçük de olsa ‘irade’ beyanında bulunabilecek bir çağda ve ilk müslümanlar arasında yer alabilecek bir durumdadır.

    *ablası esmâ vâlidemiz’in konumu da bu kanaati güçlendirmektedir; zira onun, on beş yaşında iken müslüman olduğu ve 595 yılında dünyaya gelmiş olduğu bilinmektedir. bütün bunlar, risâletin ilk yılı olan 610 tarihini göstermektedir. demek ki âişe vâlidemiz, yaşı küçük olmasına rağmen 610 yılında müslüman olmuştur. bunun için o gün onun, en azından beş, altı veya yedi yaşlarında olması gerekir ki, on üç yıllık mekke hayatıyla en az yedi aylık medine günleri de bu tarihe ilave edildiğinde onun, allah resûlü ile evlendiği gün –risâletten beş yıl önce dünyaya gelmiş olma ihtimalini esas alacak olursak- en azından on sekiz yaşında olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.

    *âişe vâlidemiz’in mekke yıllarıyla ilgili olarak anlattığı bazı hatıralar da bunu destekler mahiyettedir. mesela:
    a) risâletten kırk yıl önce gerçekleşen ve tarih belirlemede bir kıstas olarak kabul gören fil hadisesinden geriye kalan iki kişiyi mekke’de dilenirken gördüğünü söylemesi;

    b) mekke’nin en sıkıntılı günlerinde allah resûlü’nün sabah- akşam kendi evlerine geldiğini ve bu sıkıntılara dayanamayan babası hz. ebû bekir’in de habeşistan’a hicret teşebbüsünde bulunduğunu detaylarıyla birlikte anlatması;

    c) ilk defa namazın ikişer rekat farz kılındığını, mukim olanlar için daha sonraları onun dört rekata çıkarıldığını, ancak sefer durumlarında yine iki rekat olarak bırakıldığını ifade etmesi;

    d) "biz isâf ve nâile’yi, kâbe’de cürüm işlemiş ve bu sebeple allah’ın kendilerini taş haline getirdiği cürhümlü bir adamla kadın olarak duyup dururduk."
    gibi ifadelerle ilk günlerle ilgili nakillerde bulunması gibi daha pek çok hâtırat, daha ilk günlerden itibaren onun, gelişmeleri takip edebilecek bir çağda olduğunu ifade etmektedir.
    *efendimiz’le izdivacı söz konusu olduğu günlerde âişe vâlidemiz’in, mut’im ibn adiyy’in oğlu cübeyr ile sözlü oluşu da bu kanaati güçlendirmektedir. burada ayrıca dikkat çeken husus, söz konusu teklifin, havle binti hakîm gibi aile dışından birisi tarafından gündeme getirilmiş olmasıdır. açıkça bu onun, o gün evlilik çağına gelmiş ve evlendirilebilecek genç bir kız olduğunu ifade etmektedir.

    *âişe vâlidemiz’in anabir kardeşi olan hz. abdurrahman ile arasındaki yaş farkı da ipucu sayılabilir. bilindiği gibi hz. abdurrahman, hz. ebû bekir’in büyük oğludur ve ancak hudeybiye’den sonra müslüman olacaktır. bedir’de, babasıyla karşılaşmamaya özen gösteren de odur ve o gün abdurrahman, yirmi yaşındadır. buna göre o, 604 yılında doğmuş olmalıdır. kardeşler arası yaş farkının genelde bir veya iki olduğu bir toplumda, ağabeyi 604 yılında dünyaya gelen bir kardeşin 614 yılında doğması ve tabii olarak iki kardeşin arasında on yaş gibi bir farkın meydana gelmiş olma ihtimali çok zayıftır ve bunu destekleyen herhangi bir delil de bulunmamaktadır.
    görüldüğü gibi buhari’nin hadisi hariç 9 yaşında evlendiğine dair hiçbir kanıt yoktur. hadisi kesin doğru kabul etsek bile ilk paragrafta neden öyle dediğini açıklamıştım.

    87 - islamiyetten önceki arap mitolojisi araştırıldığında mekke’de bulunan 360 adet puttan en bilinenleri ay tanrısı olan al- ilah ve 3 kızı al- lat, al- uzza ve al- manat’tır. bu al- ilah’ın kızları kur’anda da geçer. (bkz: necm:19 ve soru 43) hatta hz. muhammed’in babasının adı da “abdullah”tır yani “abd al- ilah” bu da al- ilah’ın kulu anlamına gelmektedir. buradan hz.muhammed’in ailesinin de ay tanrısı olan al- ilah’a taptıklarını anlayabiliriz. “british müzesinde babil bölümünde bölüm b de 3- 4 heykel ve onların önünde 1 heykel şeklinde heykeller vardır. arkadaki 3- 4 heykel ellerini müslümanların dua ederken açtıkları gibi açmış önlerindeki "ay tanrısı" na dua ediyorlar bunun ismi al- ilah. al- ilah ın kızları al- lat, al- uzzat, al- manat ta bu 3 yıldız olarak simgeleniyordu.” (kaynak: the archeology of world religions, jack finegan, 1952, p482- 485, 492) (görsel: http://www.bible.ca/islam/islam- hazor1.gif) müslümanların dua ediş şeklinde ellerini hafif kapatarak açmış ay tanrısı al- ilah'a dua ediyor. aşağıdaki görselde ise al- ilah'ı simgeleyen bir adam ve islamiyetin sembolü hilal görünmektedir. (görsel:http://www.bible.ca/…slam/islam- babylonian- moon.gif) bulunan diğer heykellerin de al- ilah’a dua ederken aynı müslümanlar gibi ellerini havaya açtıkları görülmektedir. (görseller: http://www.bible.ca/…islam- hazor- hands- worship.gif, http://www.bible.ca/…slam- hazor- hands- worship2.gif, http://www.nccg.org/islam/hazor4.gif) islamiyetin sembolünün hilal olması ve her caminin minaresinde hilal sembolünün bulunması ise al- ilah’ın ay tanrısı olmasıyla bir bağlantısı olabileceği konusunda soru işaretleri oluşturmaktadır. ışte eski mısırlıların "sin" adını verdiği (bkz: ya sin sûresi) ve eski putperest arapların ise "al- ilah" adını verdikleri ay tanrısı al- ilah ve onun 3 kızı al- lat, al- uzza, al- manat (bkz: necm:19- 20) (görsel: http://www.bible.ca/…m- babylonian- 2100bc- nannar.jpg) “araplar islamiyet öncesi dönemde kabe deki 360 tane put arasından en yükseği, en güçlüsü olarak ay tanrısını görüyor ve buna al- ilah (en güçlü ilah) şeklinde ellerini iki yana açarak dua ediyorlardı. yani arapça da "ilah" olan tanrı kelimesi islamiyetle beraber "allah" a dönüştürüldü.” (kaynak: southern arabia, carleton s. coon, washington, d.c. smithsonian, 1944, p.399) “çeşitli arap kabileleri aslında bu ay tanrısına değişik adlar veriyordu bunlardan bazıları "sin", "hubal" ve kureyş te al- ilah. dil bilimciler "allah" kelimesinin "al- ilah" tan türediğini söylerler.” (kaynak: islam muhammed and his religion, arthur jeffery, 1958, p 85, muhammad at mecca, w. montgomery watt, 1953, p 23- 29) “"allah" kelimesi islamiyetten önceki arap yazıtlarında bulunmuştur.“ (kaynak: encyclopedia britannica, i:643) “islamiyet öncesi bazı putperestlerin ilginç gelenekleri vardı bunlar ramazan dedikleri ayda 1 ay oruç tutarlar, mekke ye hacca gidip kabe’nin etrafında 7 kez dönerler, "kara taş" ı kutsal sayar onu öper ve günde 4 veya 5 vakit namaz(salat) kılarlar şeytan taşlarlardı. tabi bunlar kur’an da da bulunur.” (kaynak: is allah the same god as the god of bible?, m. j. afshari, p 6, 8- 9, islam, beliefs and observances, caesar e. farah) “ay tanrısını ifade eden "al- ilah" kelimesi islamiyet öncesi dönemde arap şiirlerinde yaygın olarak kullanılıyordu.” (kaynak: encyclopedia of islam, eds. lewis, menage, pellat, schacht; leiden: e.j.brill, 1971, iii:1093) müslümanlar neden putperestlerin al- ilah’a dua ettikleri gibi allah’a dua ederler? ay tanrısı olan al- ilah’ı simgeleyen ay neden islamın da simgesidir ve tüm minarelerin üstünde ay simgesi bulunur? allah’ın adı neden al- ilah a bu kadar çok benzemektedir? allah kendisine isim seçerken ay tanrısı olan al- ilah tan mı esinlenmiştir?

    - allah inancı islam öncesi diğer hak dinlerden geliyordu. islam dininin ilk geldiği dönemde ibrahim dininden gelen “hanef” dini de bu ortamda bulunmaktaydı. bunlar dinlerini dejenere etseler de ibrahim’in dininden gelen birçok ibadeti ve inancı korumayı başarmışlardı. o yüzden islam öncesinde de allah inancı ve hac, namaz, oruç gibi ibadetler de bozulsa da hala mevcuttu. dolayısıyla islam geldiğinde bu kavram ve ibadetleri onlardan almamış, aksine onları ilk defa insanlara buyuran allah, hataları düzelterek tekrar hz. muhammed vasıtasıyla tüm insanlara emretmiştir.
    - ay tanrısı arkeolojik bulgularda “sin” olarak geçer. allah (el- ilah) kelimesinin ay tanrısı olduğu iddiasını destekleyecek hiçbir kanıt yoktur. buna rağmen bu tarz iddialarda birkaç resim koyup altına böyle bir yorum yazarak ay tanrısının allah olduğunu iddia ederler.
    - camilerin tepesine ay sembolü konması peygamberimizin döneminde kullanılan bir sembol değildir. hatta halifeler döneminde de kullanılmamıştır. bu adeti ilk yapanlar emeviler de olmamıştır. bu adet ilk defa araplar tarafından değil, türkler tarafından uygulanmıştır. alparslan 1064'te ani'yi fethedince camiye çevrilen katedralin kubbesindeki büyük haç indirilip yerine büyük bir hilal konulmuştur. ve bundan sonra bu uygulama gelenek haline gelmiştir.
    - allah kelimesi “el- ilah”tan gelir. “el” takısı ingilizcedeki “the” gibidir. allah (el- ilah) “the god” anlamına gelir. yani allah el- ilah belli bir ilahtır. bu kelime sadece arap dilinde yoktur. arapçanın mensubu olduğu sami dillerinde de bu kelime vardır. örneğin ibranice’de “elohim” ( tanrı) kelimesi bu kökten gelir. ayrıca yine aynı dil ailesinden gelen ve hz.isa’nın ana dili olan aramicede de aynı kelime vardır. hem de arapçadaki “ilah” kelimesiyle aynı kelimedir. okunuşu da aynıdır.
    bu konuda aramice bir sözlüğe ulaşamayanlara bir filmi kaynak olarak gösterebiliriz. mel gibson’un yönettiği “passion” filminde, konu orijinali gibi olması için o dönemde konuşulan diller seçilmiştir. filmde, isa rolünde oynayan kişi de aramice konuşmaktadır. bu filmde bir çok yerde tanrı kelimesi kullanırken aramice “ilah” şeklinde telaffuz edilir. ( bu filmi seyretme imkanı bulunanlar, hz. isa rolündeki kişinin çarmıha gerildiği sahnede, aramice allah’a dua ederken “ilah” diye seslendiğini duyabilirler, yine benzer bir şeyi yahudi rolündeki kişinin hz. isa’yı sorgularken, “sen allah’ın oğlu musun?” diye sorarken, yine aramice “ilah” kelimesini söylediğini duyabilirsiniz.”) eğer el- ilah ay tanrısıysa, hz. isa’da bu tanrıya inanıyordu. ona bu isimle dua ediyordu. böyle bir şey söz konusu değildir. hz. muhammed’in seslendiği allah ile hz. isa’nın seslendiği allah aynıydı. ve o her şeyin yaratıcısı olan eşi ve benzeri olmayan yüce allah’tır.
    allah kuran’da insanları aya güneşe değil sadece allah’a tapmaları gerektiğini şöyle vurgulamaktadır:

    gece, gündüz, güneş ve ay o'nun âyetlerindendir. siz güneşe de, aya da secde etmeyin. allah’a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. eğer o'na ibadet edecekseniz. (fussilet 37)

    88 - azhab sûresi 56. âyeti şöyledir; “şüphesiz allah, (rahmeti ve nimetleriyle) ve melekleri (de onun bağışlanması için dua ederek), peygambere salât ve selamda bulunurlar. ey iman edenler! siz de ona salâvat getirin, ona tam bir bağlılıkla selam verin. (kendisine bağlılığınızı bildirin)” allah kendi yarattığı hz. muhammede salât mı eder?

    - allah bu âyette peygamberi hz. muhammed’in kendi nezdinde ve yüce varlıklar olan melekler katında üstün bir makamı olduğunu bildiriyor. kendisinin hz. muhammed (s.a.v.) ı övdüğünü, meleklerin de onun için duada bulunduklannı bildiriyor ve yeryüzünde yaşayan biz insanların da onu övmemizi emrediyor.

    âyette "salât" kelimesi geçmektedir. bu kelime, allah’a isnad edildiğinde 'rahmet", meleklere isnad edilginde "dua ve af dileme" anlamına gelmektedir.

    nitekim allah aynı sûrenin 43. âyetinde “sizi (nefsinizin kalbini), karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, üzerinize salâvât (vasıtasıyla nur) gönderen, o ve o'nun melekleridir ki o, mü'minlere rahîm(dir). (rahîm esmasıyla tecelli eden).” diyerek cenab- ı hakk’ın kendi kullarına da salat ettiği yani rahmet ettiği bildiriliyor.

    89 - nur sûresi 2. âyet şöyledir; “zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun. allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, allah’ın koyduğu cezayı uygulama konusunda bunlara acıyacağınız tutmasın. müminlerden bir gurup bunlara uygulanan cezaya tanıklık etsin.” kur’anı kerim de binlerce tür suçun cezaları belirtilmemişken, allah neden bazı şeylerin cezalarının insanlar tarafından bu dünyada verilmesini emretmiştir. milyarlarca galakside bulunan milyarlarca gezegeni yaratan allah, neden böyle basit şeylerle uğraşmaktadır? bu dünyada işlenen suçların cezasını ahirette allah vermeyecek midir?

    - allah bakara sûresi 178. âyette “kısas” hükmünü vererek çoğu suçun cezasını belirlemiştir aslında. zina edenin suçu kısasla ödenmeyeceğinden onlara da bu cezayı uygun görmüştür. insanlar tarafından verilmesinin nedeni, değnek vurulan kişinin topluluk içinde cezasını çekmesinden mütevellir onu utandırmak ve cezanın caydırıcılığını arttırmaktır.
    - insanlığa gönderilen bir kitapta, insani bir durumun “basit” diye addetmek çok saçmadır. allah günahkar kullarını hem bu dünyada hem de ahirette cezalandırır. bunu âyetlerde de bildirmiştir. (hud 32, al- i imran 56, araf 165, hud 81,82, tevbe 70, hac 42- 45, furkan 38, kaf 14, necm 50- 53, fecr 13- 14, araf 130)

    90 - islam dininde neden kadınlar ikinci plandadır? miras bölüşülürken neden erkeğe 2 kadın hakkı verilir? (bkz: nisa:11) neden iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denktir? (bkz: bakara:282) neden erkekler birden fazla kadınla evlenebilirken kadınlar birden fazla erkekle evlenemezler? allah kadın ve erkekleri birbirlerine eş olsunlar diye yaratmamış mıdır? kur’anda neden hep erkeklere hitap edilir? neden kadınlar muhatap alınmayarak “kadınlarınıza söyleyin” ile başlayan âyetler vardır? cennette erkeklere “göğüsleri yeni tomurcuklanmış eşler” (bkz: nebe:33) vadedilirken, kadınlara neden birşey vadedilmemiştir?

    - islamiyet’ten önce kadının hiç değeri yoktu. araplar, kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. kâbe etrafında bile kadınlar çıplak dolaşırlardı. müslümanlık gelince bu kötü âdetler son bulmuştur. hür dünya dedikleri ülkelerde ve islam ülkeleri denilen arap ülkelerinde denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticarette, erkekler gibi çalışıyorlar. çoğunun evlendiklerine pişman oldukları, mahkemelerin boşanma davaları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmektedir.

    - müslümanlıkta kadın sultandır. dinimiz kadına çok değer vermiş, erkeğe de çok mesuliyet yüklemiştir. islamiyet’te kadın ev içinde ve dışında çalışmak, para kazanmak zorunda değildir. evli ise erkeği, evli değilse babası, babası da yoksa, en yakın akrabası çalışıp onun her ihtiyacını karşılamaya mecburdur. kendisine bakacak hiç kimsesi bulunmayan kadına, devletin yardım sandığı bakmalıdır. islamiyet’te geçim yükü erkek ve kadın arasında paylaştırılmamıştır. bir erkek, hanımını tarlada, fabrikada veya herhangi bir yerde çalışmaya zorlayamaz. eğer kadın isterse ve erkek de razı olursa, kadın kendine uygun bir işte çalışabilir. fakat, kadının kazancı kendisinindir. müslüman kadının ev işi yapması bir ihsandır, çok sevaptır. yapmazsa, günaha girmez. zorla yaptırılamaz. resulullah efendimizin zamanından bugüne kadar, müslüman kadınlar bu ihsanı yapmıştır.

    - dinimizin ıslah edip düzelttiği müesseselerden birisi de "miras" hukukudur. başta cahiliye dönemindeki araplarda olmak üzere çin, roma, japon hukukunda kadın mirastan tamamen mahrum bırakılmıştı. kızın, babasının malında hiçbir hakkı yoktu. miras doğrudan doğruya erkek evlada geçer, kız çocuklarına hiçbir şey verilmezdi. işin acı tarafı şu ki, bu batıl adet hala ülkemizin bazı bölgelerinde yaşamaktadır. erkek çocuklar mirasla servet ve varlık içinde yüzerken, aynı babanın çocuğu olan kızlar fakr- u zaruret içinde çırpınmaktadır. birçok hayati meselelerde olduğu gibi, bunda da köklü değişiklikler yapan ve yenilikler getiren dinimiz asırlar boyu devam eden bu zulme son verdi.

    - islamın çizdiği hayat prensibine göre, kızın çalışıp kazanma mecburiyeti yoktur. o tüketici durumundadır. bu, ona layık görülen bir şefkat ve merhametin neticesidir. kız, baba evinde bulunduğu müddetçe ihtiyaçları babası ve onun yerindeki yakın erkek akrabaları tarafından karşılanır, gözetilir, himaye edilir. evlendikten sonra da geçimi, nafakası ve ihtiyaçları kocasının üzerine geçer. kadın, kendi malını, evin ihtiyaçları için harcamaya zorlanamaz.

    - kadın evlenirken erkekten mehir alır, bölgenin adetine göre pek çok hediyeye sahip olur. erkek devamlı sûrette harcarken, kadının malı artarak devam eder, çoğalır. erkek evlendikten sonra üzerine aile yükü binecek, kendisinin, çoluk çocuğunun, hatta anne- babası ve muhtaç oldukları takdirde dinen bakmakla mükellef olduğu akrabalarının nafakalarını karşılamak durumunda kalacaktır.

    - kadının birden fazla evlenmesi fıtratına (yaratılışına) uygun değildir. hamilelik ve hayız gibi zamanlarda, kadın kocasının cinsel isteklerine karşılık veremediği için, erkekler açısından bu durum daha da zor olmaktadır. dört erkeğin harama girmeden bir kadını paylaşması mümkün görülmemektedir. erkeklerin fıtratı da bu durumu kabul etmeye müsait değildir. kısacası hem erkeklerin hem de kadınların fiziki ve ruhi yapıları, bir kadının aynı anda birden fazla erkekle evli bulunmasına uygun değildir. ki zaten kur'an- ı kerim bize öncelikle tek eşliliği tavsiye etmektedir. ancak şartlar gereği birden fazla evliliğin gerekli olduğu durumlarda adaletli olmayı emretmektedir. diğer taraftan erkeğin uzun müddet yaşlılık yıllarına kadar cinsel arzusunun devam etmesi, kadının hem arzularının erken kesilmesi hem de ayın belli zamanlarında adet halinde olması ve bazen hamile kalarak uzun müddet cinsel ilişkiye girememe gibi durumlar dikkate alınınca, olayın boyutları daha iyi anlaşılacaktır.

    - bir kadın ve erkeğin birleşmesinden meydana gelen çocuğun annesi bellidir; fakat babası belli olmasa nesiller karışır. şâyet bir kadın birkaç erkekle evlilik yapsa o zaman doğan çocuğun kime isnat edileceği belli olmaz. düşünün bir kadının dört tane kocası var. hepsi de kadınla yakınlık kuruyor. doğacak çocuk kime ait olacak. anne bir baba dört tane.

    - “… ve onlara (cennetliklere) orada (cennette) temiz eşler vardır.” burada anlatılmak istenen cennette kadın- erkek herkesin evli olması, temiz eşlere sahip olmasıdır ve cinsiyetsiz bir cümledir !

    - şahitlikte mesele kadının yaratılışı ile doğrudan alakalıdır. onun psikolojik yapısının bir gereğidir. kadının esas mizacı heyecandır ve heyecanlarıyla yaşar. bunun için düşünceler, aklından çok kalbine işler, tesirleri de o şekilde gelişir. hadiseler karşısında pek tarafsız kalamaz. merhamet ve şefkat tarafı ağır bastığından hadiselere sezgisiyle yaklaşır. bu hususiyetlerinden dolayı kur'an, "kadınlar unutabilirler, onun için şahitlikte onlara bir yardımcı verilmeli" diyor. islamiyet şahitlik meselesinde kadına erkek kadar bir mükellefiyet yüklemeyip, iki kadının şahitliğini, bir erkeğe denk tutmakla onun hakkını zayi etmemiş, aksine onu korumuş, bir günaha düşmesini önlemiştir. çünkü şahitlik büyük mesuliyet gerektiren bir iştir, ağır bir vazifedir.

    - islamiyet kadını büyük günahlara düşmekten korumuş, onun bazı zaaflarına kapılıp, heyecanlanarak yahut hissi davranarak yalancı şahitlik gibi bir günaha girmesine mani olmuştur. yanına bir yardımcı kadın vererek bunun tedbirini almıştır. işte bundan dolayı bazı şahitliklerde iki kadın bir erkek yerine geçmektedir.

    - bazen kadınlar şahitlik yapacağı meselede kıskanç davranabilir, rekabet hissi baskın gelebilir. bunun için hadisenin bazı taraflarını gizleyerek, adaletin tecellisine gölge düşürebilir. fakat iki kadın şahitlik yaparsa, birisinin gizlediğini öbürü açığa vurarak şüpheler ortadan kalkmış olur. islam hukuku, zina, içki ve hırsızlık gibi had cezalarını gerektiren suçlarda ve kısas gibi cezalarda kadını muaf tutmuş, onun şahitliğini kabul etmemiştir. bu davalardan zina cezasında dört erkeğin, diğerlerinde ise iki erkeğin şahitliğini esas almıştır. alış- veriş, ticaret, nikah, talak gibi muamelata giren davalarda ise iki erkek yoksa, bir erkekle iki kadının şahitliğini şart koşmuştur. fakat erkeklerin vakıf olamayacağı, bekaretin tespiti, doğum anında anne ve çocukla ilgili vuku bulacak hallerde, süt kardeşliğinin tespiti gibi meselelerde tek kadının şahitliği de kafi gelmektedir. hatta, hz. ömer boşanma hadisesinde bile bir kadının şahitliğini kafi görmüştür. çünkü şahitlikte asıl mesele hakkın zayi olmaması, adalete gölge düşürülmemesi, hakkın tecelli etmesidir. had cezalarında ve kısasta kadının şahitliğine müracaat edilmemesinin bir hikmeti, bu çeşit meselelerde en ufak bir şüpheye mahal verilmemesi hassasiyetidir. çünkü kısas gibi bir davada eksik bir beyanla, bir hak zayi olabilecek veya bir insanın kısas edilmesi söz konusu olacaktır. kadınlardaki unutkanlık ve hislerine mağlup olmak gibi bir arıza bu meseleye gölge düşürebilir.
    - ayrıca kuran’daki birçok ayette allah kullarına direkt seslenmek yerine hz. muhammed’e “de ki”, “onlara söyle” vs. şeklinde hitap etmiştir. bu sebepten “kadınlarınıza söyleyin” ifadesi anormal karşılanmamalıdır.

    91 - saffat sûresi 125. âyet şöyledir; “yaratanların en güzelini bırakıp ba’l (adlı puta) mı tapıyorsunuz?” allah neden burada kendisini “yaratanların en güzeli” diye tanımlamaktadır? allah’tan başka yaratıcı mı vardır?

    - allah bununla bize bu yaratıcı varlığı (insanı) yaratanın kendisi olduğunu ve yaratabilen bir varlık yaratmanın yaratmada varılabilecek son nokta olduğunu anlatmaktadır. insan yoktan var edemez, ama var olanı kullanarak geliştirdiği ürünlere bakarsak ne denmek istendiğini daha iyi anlarız. allah "yaratanların en güzelidir". çünkü o yaratabilen bir varlık yaratmıştır. buradan da anlıyoruz ki yüce allah’ın amacı insanın yaratıcı yönünü ortaya çıkarmaktır. bu âyet yüce allah’ın insanın medeniyet kurmasını ve teknoloji/sanat/bilim geliştirmesini amaçladığının bir göstergesidir.

    - hayatının oldukça uzun bir dönemini ateist olarak geçirdikten ve ateizmi savunan pek çok eserler verdikten sonra, fikrini değiştiren ve “bir tanrı var” diyerek deizme dönen ünlü ingiliz filozof anthony flew, yaşadığı dönüşümü anlattığı kitabı “there is a god” adlı eserinde nobel ödülü sahibi george wald’ın şu görüşüne yer vermekte ve buna katıldığını söylemektedir: “ıt is mind that has composed a physical universe that breeds life, and so eventually evolves creatures that know and create: science- , art- , and technology- making creatures.” türkçesi: “fiziksel evreni yaratan bir akıldır (tanrı’yı kastediyor), öyle ki sonunda bilen ve yaratan varlıklar ortaya çıksın: bilim, sanat ve teknoloji geliştiren varlıklar”. anthony flew, bir deist olarak tanrı’nın planını ve evrende insan varlığının anlamını işte böyle kavrıyor: “yaratan bir varlık yaratmak”.

    son sözü de kuran’da "yaratanların en güzeli" ifadesinin kullanılması için söyleyelim: bazıları kuran’ı peygamberin uydurduğunu söylerler. bir adam düşünün, "allah’tan başka ilah yoktur" diyerek putlara karşı bir mücadele başlatsın, allah’ın bir olduğunu sürekli tekrar etsin ve kitabına (!) "yaratanların en güzeli" ifadesini koysun. ben buna inanmam. sırf bu "yaratanların en güzeli" ifadesi bile kuran’ın allah’tan olduğunun, hz. muhammed’in sözlerinden oluşmadığının delillerinden biridir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder