25 Ağustos 2015 Salı

Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz edilmemiştir.





Tevrat'a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden'deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Havva'ya yaklaşmış, "Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız." diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havva yasak meyveden Âdem'e de yedirmiştir. (Tekvîn, 3/1-6).

Kitâb-ı Mukaddesin, "İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar." (Vahiy, 12/9) ifadesinden de anlaşılacağı gibi bu yılanın şeytan olduğu söylenmektedir. Apokrif (doğruluğuna güvenilmez söz ve yazı) kaynaklarda şeytanın yılanın içine girdiği ve Havva'nın yalnız kalmasını gözleyerek ona yasak ağacın meyvesini yedirdiği nakledilmektedir. (bk. J. B. Frey, DBS, l, 112; [. Pedersen, El2 (Fr.). l, 182),

Başka bir rivayete göre ise semadan kovulan şeytan, o sırada kanatları olan ve konuşabilen yılana Âdem ile Havva'yı iğvâ etmesini öğretir. (bk, J. B. Frey, DBS, l, 125-126),

Kur'ân-ı Kerîm'de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.

Kur'an'a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem (as)'e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah'ın emrine karşı gelerek Âdem (as)'e secde etmemiş (bk. A'râf,  7/11-12), sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur.

Şeytanın cennete girişi ve Âdem (as) ile Havva'ya yaklaşması konularında Kur'an ve sahih hadislerde fazla bilgi yoktur.

Konuyla ilgili şu iki açıklamanın faydalı olacağını düşünüyoruz:
1. Hasan Basri Hazretleri demiştir ki: "Yüce Allah'ın vermiş olduğu bir kuvvet ile, şeytan yerden göğe veya cennete vesvese ulaştırabilmiştir." Bu manaya göre yılan tabirinin, insan için yılan gibi zehirli bir hayati kuvvetten kinaye olduğu ve bizzat yılanın anlaşılmayacağı söylenebilir.
2. Bazı tefsirciler şöyle der: "Adem ve Havva, bazen cennetin kapısına yakın gelirler, şeytan da dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde meydana geldi."

Şeytanın cennetten kovulması, dışarıdan vesvesesini ulaştırmasına engel olmayacağından, bu konuda bir zıtlığın olmayacağı sonucuna varabiliriz.

Her canlı ölümü tadacaktır. Bu bakımdan arının daha önce ölmediği ve insanları iğnesiyle soktuğu için ölüm cezası verildiği gibi bilgiler İslami kaynaklara dayanmamaktadır.

(Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili; Diyanet İslam Ansiklopedisi)

Bakara suresi,  30. ayet meali şöyledir:
"Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi."
İşte, bütün melekler yeryüzünde hilafetle ilgili böyle bir ezelî takdirin kendilerine tebliği üzerine ilâhî hitab karşısında "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." diye maruzat (sunuş)ta bulundular. Cevap olarak Rabbın:

"Şüphesiz ben sizin bilemiyeceklerinizi bilirim." buyurdu. Şüphe yok ki mutlak bir şekilde düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilâhî ilmin kendilerinden çok fazla ve yüksek olduğunu melekler bilirlerdi. Öyle iken inkâr makamında te'kit ifade eden ile kuvvetlendirerek Cenab-ı Allah'ın bunu tekrar hatırlatması gösterir ki ilâhî istek, bu genellik içinde bir özeli, yani istihlâf (birini yerine geçirme) meselesini, hedef almaktadır ki, meleklere gizli kalan ve şer ihtimali karşısında şaşma ve uzak görme ve özellik arzetme ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi.

Şu halde mânânın sevki, "Hilafetin hikmet ve sebepleri ve ona layık olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu da bilirim." demek olur. Ve bununla cevabın soruya her yönden uygun olması için, bu bapta yalnız meleğe has hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz olmadığına da -dolayısıyle- işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih vardır. (bk. Elmalılı, Hak Dini, ilgili ayetin tefsiri)

Müfessir Razi, meleklerin bilmediği hikmetlerden bazılarını, meleklerin sorusuna verilen cevaba göre şöyle özetler:

- Bu, taaccübden dolayı verilmiş bir cevaptır. Buna göre âyeti, Allah Teâla'nın "O insanların arasında fesat çıkarıp adam öldürecek kimselerin bulunmasına bakarak bu işe şaşmayın. Çünkü bununla beraber onlar içerisinde salih ve muttakilerden bir topluluğun olacağını siz bilmiyorsunuz, ama ben biliyorum." demiş olması bakımından bir cevaptır.

- Bu, bir üzüntüden dolayı sorulmuştur. Bu durumda cevap, "İnsanlar içinde fesatçıların bulunması sebebiyle üzülmeyin. Çünkü onların içinde muttaki olan bir cemaatin bulunacağını ben biliyorum. O muttakilerden biri bana yemin etse, onu yemininde doğru çıkarırım." manasında olur.

- Bu soru, bir hikmeti öğrenmek için sorulmuştur. Bu durumda, cevap, "Sizin menfaatinize olan, bundaki hikmeti detaylı olarak değil, kısaca bilmenizdir. Dahası bu tafsilatı bilmek sizin için bir zarar olur." manasını ifade etmiş olur.

- Bu soru, meleklerin kendilerini yeryüzünde halife kılması için Allah'tan bir istektir. Bu durumda bunun cevabı: "Ben sizin menfaatinizin yerde bulunmanızda değil, gökte bulunmanızda olduğunu biliyorum." manasına olur.

- Meleklerin “Biz Seni hamd ile tesbih ve takdis ederiz.” dediklerinde Cenâb-ı Hakk "Ben muhakkak ki sizin bilmediğiniz şeyi biliyorum.' O da: Iblis'in sizinle beraber olması ve kalbinde haset, kibir ile nifakın bulunmasıdır."

- "Ben sizin bilmediğiniz şu durumu biliyorum. Siz, kendinizi bu övgülerle methettiniz. Böylece de siz sözlerinizle, sanki beni değil de kendinizi tesbih ettiniz. İnsanlar ortaya çıkıncaya kadar sabredin. Onlar, ortaya çıktıklar zaman, Allah'a: "Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik'(Araf, 7/23); "Kusurlarımı bağışlayacağını umduğum da O (Allah)dır."(Şuara, 26/82) ve "Ve rahmetinle beni salih kulların arasına koy."(Neml, 27/19) diye Allah a yakaracaklardır."



Ruh ve beden ayrı ayrı değelendirilmelidir. Tabiri uygun görülürse, ruh elektrik ise beden onun ampülüdür. Ruh kuş ise, beden onun kafesidir. Her ikisini de yaratan, idare eden ve devamını sağlayan Allah'tır.

Ruhların yaratılmasının bedenlerden önce olduğu anlaşılıyor. Ruhlar aleminden anne karnına, oradan çocukluğa, gençliğe, ihtiyarlığa ve kabir, berzah, cennet veya cehenneme giden yoldayız. Bu yolun başı ruhlar alemidir. Bu itibarla ruhların yaratılması cesetlerinden öncedir.

Anne ve babanın birleşmesiyle anne karnında yaratılan cesede, zamanı gelince ruh üflenir. Ruhun bedenden aryılmasıyla da ölüm dediğimiz olay gerçekleşir. Bir bakıma beden ruhun bu dünyadaki elbisesidir. Anne karnında ruha giydirilen bu elbise, ölüm anı gelince tekrar bu elbiseden çıkarılıp kabir alemine gönderilir ve oraya uygun yeni bir elbise giydirilir. Ruhun bu dünyada giydiği bu elbisede, kişinin yaşına, yaşamına, şartlarına ve zamanına göre değişiklikler olur. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, hastalık gibi. İşte beden budur.

Peygamber Efendimiz (asm),
“Ruhlar, toplanmış cemaatler gibidir. Onlardan önceden birbiriyle tanışanlar, iyi anlaşırlar. Tanışmayanlar ayrılırlar pek anlaşamazlar.” buyurmuştur. (Buhari, Enbiya, 2; Müslim, Birr, 159; Ebu Davud, Edeb, 19.)
Hadis- Şerif, insanların dünyaya gelmeden bir yerlerde tanışıp kaynaştığını haber vermektedir. Bu durum anne karnında olamayacağına göre, demek ki daha önceden var olduklarının ve anne karnına gelmeden yaratıldıklarının en açık delilidir.

Âzımabadî, bu hadisi şerh ederken “ruhların cesetlerine gelmeden önce tanışıp kaynaşmaları” diyerek ruhların cesetlerden önce yaratıldığını ifade eder. (Âzımabadî, Avnu’l Mabud, XIII/124.)

Burada diğer bir konu daha vardır. O da Allah’ın ruhlardan söz aldığı “Kalü Bela” dediğimiz anlaşmanın ne zaman olduğudur. Yani, Allah Teala, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye ruhlara sorduğunda onlar da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermişlerdi. İşte bu husus ne zaman gerçekleşmiştir. Bu konuda alimlerin görüşleri özetle şöyledir:

Bazı müfessirler, misakın “temsil” ve “istiare” yoluyla bir ilâhî irşat olduğunu söyleyerek şöyle derler: “Bu bir benzetmedir. İnsanların, Allah'ın rububiyetini tanımaya muktedir bir kabiliyette yaratılmış olmaları, bir bakıma, şahit tutulmaları olarak değerlendirilmiştir.”

Tefsir âlimlerinin büyük çoğunluğu ise, hem ilâhî hitabın, hem de ruhun verdiği cevabın sembolik değil, hakiki olduğu görüşündedirler. Bu görüşü son asrın müfessirlerinden Mehmed Vehbi Efendi şöyle dile getirir:
“Akıl ve hayat vermeksizin lisan-ı hâlle cevap vermek ihtimalleri varsa da, daha doğru olanı, akıl, hayat ve nutuk verdi, halıkıyetine ve rububiyetine delalet edecek delilleri gösterdi... Onlar da suali fehmedip (anlayıp), akılları idrak ederek lisanlarıyla söylemek suretiyle cevap verdiler.”

Bir noktayı önemle belirtmek isteriz: Misak hâdisesi âyetle sabittir. Bir insan, misakın gerçek mânâda tahakkuk ettiğine akıl erdiremiyorsa, azınlıkta kalan âlimlerin görüşünü benimseyerek, bunun bir teşbih ve temsil olduğunu kabul edebilir. Böylece kendisini şeytanın vesveselerinden kurtarmış ve nefsinin ileri-geri konuşmalarına fırsat vermemiş olur. Âyetin inkârı başka, tevil ve tefsirlerden birini uygun bularak, diğerini kabul etmemek daha başkadır.

Ruh ile beden arasındaki ilgi nasıldır?

Ruh: “can. Canlılık. Nefes. Cebrail (a.s.)...”,“bir kanun-u zîvücud-u haricî.”(Sözler), “emir âleminden olup, beden ülkesini idare etmesi için kendisine müstakil bir varlık verilen bir kanun. Beden olmayınca da varlığını devam ettirebilen lâtif bir cisim.”

Kaba, sert bir ağacın, narin ve nazik bir meyve vermesi gibi, bu haşmetli ve cansız âlemden kendisine pek de benzemeyen bir varlık süzülmüş: insan... Güneş yakarken o yanmış, rüzgâr eserken o nefes almış, ırmaklar akarken o kanmış, toprak mahsul verirken o tüketmiş.. Ağacı cansız iken o canlı olmuş, âlem görüp işitmezken o görücü ve işitici kılınmış...

Artık bu üstün meyve, kâinat ağacının gözü kulağı kesilmiş. Bu şerefli rütbe ile birlikte büyük de bir mesuliyet yüklenmiş. O, neye hizmet etmişse, kâinat da mânen o işin peşine düşmüş; o neye kulak vermişse âlem onu dinlemiş ve o neye bakmışsa bütün hizmetçiler de onu seyre koyulmuşlar...

İşte bu insan meyvesinin şu görünen beden hanesinin ötesinde, şu âlemi memnun yahut mahzun eden bir efendi mevcut. Elini dilediği meyveye uzatabiliyor. Gözlerini arzu ettiği istikamete dikiyor. Ayaklarını keyfince hareket ettirebiliyor. İşte bütün bir kâinat ve top yekûn insan bedeni o efendi için yapılıp çatılmış. Renkler âlemi onun gözü önünde hazır. Tatlar âlemi onun diline arz edilmekte. İlim ve hikmet âlemi onun aklına bakıyor.

Bu beden ve şu kâinat, o ruhun önünde iki sahife gibi. Dilerse bedeni okur, isterse kâinatı... Beden ve kâinat, bir başka cihetle de o ruhun önünde iki sofra. Her ikisinden de istifade ediyor. Her ikisini de seviyor; her ikisi için de hâlik’ına şükrediyor.

Ruhun önünde nice düşündürücü levhalar, nice ibret sahneleri ve hayret tabloları mevcut. Kâinatı temaşa, bedeni tefekkür, kâinatla beden arasındaki mükemmel münasebete nazar, beden ile ruh arasındaki akıl almaz ilgiye hayret ve bu sonuncusunu vesile ederek gayb âlemi ile şu görünen âlem arasındaki ulvî rabıtalara iman...

Bir de ruhun kendi mahiyetini bilmedeki aczi var ki, bu acz, nice hakikatlere pencereler açıyor... Her biri diğerinden güzel olan bu mevzulardan sadece bir ikisine kısaca işaret edelim: Ruhla beden arasındaki ilgi, gerçekten, çok mükemmel. Beden hizmetçi, ruh ise efendi. Hizmetçi efendiye tâbi. Gözden akan yaş, üzüntüden haber veriyor. Üzülen ne göz, ne de onun takılı olduğu beden makinesi. Zira bedenin kederle bir alâkası yok. Ruhtaki teessür, gözden yaş olarak dökülmede.

Ters yöne giden bir arkadaşımıza, “Dur! Geri dön!” diye sesleniriz. Bu seslenişte muhatabımız, ne onun kulak zarı, ne de ayaklarıdır. Kulak sadece bir ahizedir, ayaklar ise doğru yahut yanlış yoldan anlamazlar.

Bedenin ruh namına hareket etmesi, gayb âleminin şu şehadet âlemine hâkimiyetini temsil etmede. Ayaklar diledikleri yöne gitmedikleri gibi, şu dünya da kendi keyfince dönmüyor. Göz, kendi arzusuyla bakmadığı gibi, güneş de ışığını kendi iradesiyle vermiyor.

Beden şu âlemdeki birçok hâdisenin tesirinde kalır. Ama ruhun bedene tesiri bunların hepsinin üstünde. Aşırı soğuk da sinir sistemi üzerinde olumsuz tesir yapar; ama bu tesir hiçbir zaman bir ihanetin, bir zulmün, bir vefasızlığın tesiriyle kıyaslanamaz. Bazı gıdalar da tansiyonu yükseltici tesire sahip; lâkin bu yükseltme, üzüntünün, heyecanın tesirleri yanında küçük kalır...

Ruh ile beden arasındaki ilgi, bir bakıma, sesle mânâ arasındaki ilgiye benzer. Ses mânânın bedeni, mânâ sesin ruhudur. Bu ruh o bedenin ne sağındadır, ne solunda, ne içindedir, ne dışında... Mânâ, hayatiyetini devam ettirmek için sese muhtaç değildir. O, hâfızada sessizce durur, dimağda gürültüsüz meydana gelir, kalpte kelimesiz bulunur. Ancak, görünmek ve bilinmek istedi mi, işte o zaman, sese görev düşer. Ses, muhatabın kulağına varınca ömrünü tamamlar. Mânâ ise ondan sonra da varlığını sürdürür.

Mânâ sesten önce de vardı, sesle birlikte göründü, sesten sonra da varlığını devam ettirmede. Ruh Allah’ın kanunu, beden o’nun mahlûku. Bu bedeni, o kanunla tanzim ve idare ediyor. Allah’ın mahlûkata benzemekten münezzeh olduğundan gaflet etmemek şartıyla, insan kendi ruhunda, birçok rabbanî hakikatlere işaretler bulabilir. Bu işaretleri hakikate tatbik ederken, çok dikkatli olmak gerek. İşaretle asıl arasında bir benzerlik kurma gafletine düşülmemeli. Haritadaki bir nokta, bir şehre işaret eder, ama o nokta ile şehir arasında bir benzerlik kurmak cehalettir. Bir yazı, kâtibini gösterir, onun sanatına delil olur; lâkin, kâtibi yazıya benzetmek, yahut yazının özelliklerinde yazarın sıfatlarını aramak mânâsızlıktır.
Meseleye bu şuurla nazar ettiğimizde, ruhumuzda bazı hakikatlere işaretler bulabiliriz:
- Ruh, beden ülkesinin yegâne sultanıdır; birdir, şeriki yoktur.
- Ruh, bedenin hiçbir cüz’üne, hiçbir organına benzemez.
- Ruhun zâtı, bedenin zâtına benzemediği gibi, sıfatları da bedenin sıfatlarına benzemez.
- Ruhun bir meseleyi tefekkür etmesiyle, midenin bir lokmayı yoğurması arasında benzerlik düşünülemez.
- Ruh doğmaz, doğurmaz, bedende mekân tutmaz. Bunlar hep bedenin, maddenin özellikleridir.
- Ruhu mahiyetiyle kavramak mümkün değildir. Onun zâtı hakkında ne düşünülse, ona şirk koşulmuş olur.
Bir bedende iki ruh bulunsa, beden fesada gider...
Bedenin eliyle ne alınırsa alınsın, şükür daima ruha yapılmalıdır.
Ruhun bedendeki icraatı, güneş’in gezegenlerini döndürmesi gibi, mübaşeretsizdir; yâni bu iş, dokunmaksızın, temassız yapılır.
Bir hücreyi idare etmekle, bütün hücreleri idare etmek arasında, ruh için bir fark düşünülemez; birincisi ona daha hafif, ikincisi daha zor değildir...

Hz. ÂDEM (a.s.)'IN YARATILMASI:

Hz. Adem (as) ilk insan, ilk peygamber, insanlığın babası. Allah Teâlâ Hz. Âdem (as)i topraktan (turâbtan) yarattı. (Hûd, 11/61; Tâha, 20/55; Nuh, 71/18) Yüce Allah yeryüzünde bir halife yaratacağını meleklerine bildirdiği zaman; ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donatacağı bu varlığın yeryüzüne uyum sağlaması için maddesinin de yeryüzü elementlerinden olmasını dilemiştir:
"Sizi (aslınız Âdem'i) topraktan yaratmış olması onun ayetlerindendir. Sonra siz (her tarafa) yayılır bir beşer oldunuz." (Rum, 30/20)
Allah Teâlâ Hz. Âdem'i yaratırken maddesi olan toprağı çeşitli hâl ve safhalardan geçirmiştir:

a. Türâb safhasından sonra "Tîn" safhası:

Tîn: Toprağın su ile karışımıdır ki, buna çamur ve balçık denilir. Bu safha insan ferdinin ilk teşekkül ettirilmeğe başlandığı merhaledir:
"O (Allah) her şeyi güzel yaratan ve insanı başlangıçta çamurdan yaratandır." (Secde, 32/7)
Hayat kaidesinin candan sonra iki temel unsuru su ve topraktır.
"Allah her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde yürüyor, kimi iki ayağı üstünde yürüyor, kimi de dört ayağı üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Çünkü Allah her şeye hakkıyla kadirdir." (Nûr, 24/45)
"O (Allah) sudan bir beşer (insan) yaratıp da onu soy sop yapandır. Rabbin her şeye kadirdir." (Furkan, 25/54)
Yeryüzünün 3/4'ü su ile kaplıdır. İnsan vücudunun da %75'i sudur. Demek ki dünyadaki bu düzen aynen insana da intikâl ettirilmiştir. Yine Cenâb-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
"Andolsun biz insanı (Âdem'i) çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yarattık." (Mü'minun, 23/12)
İşte ilk insan, yaratılışının mertebelerinde, önce böyle bir çamurdan sıyrılıp çıkarılmış, sonra hülâsadan (bir soydan) yaratılmıştır. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'an Dili, V / 3056-3059, 3431-3432)

b. Tîn-i lâzib:
Cıvık ve yapışkan çamur demektir. Toprağın su ile karıştırılıp çamur olmasından sonra, üzerinden geçen merhalelerden birisi de "Tîn-i lâzib" yani yapışkan ve cıvık çamur safhasıdır. Cenâb-ı Allah bu süzülmüş çamuru cıvık ve yapışkan bir hale getirdi.
"... Biz onları (asılları olan Âdem'i) bir cıvık ve yapışkan çamurdan yarattık." (Sâffât, 37/11)
c. Hame-i Mesnûn:
Sonra cıvık ve yapışkan çamur hame-i mesnûn haline getirildi. Hame-i mesnûn, suretlenmiş, şekil verilmiş, değişmiş ve kokmuş bir haldeki balçık demektir.
"Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, suretlenmiş ve değişmiş bir çamurdan yarattık." (Hicr, 15/26-28)
Böylece Allah Teâlâ Âdem (a.s.)'i topraktan yaratmaya başlıyor. Bunu da su ile karıştırarak Tîn-i lâzib yapıyor. Sonra bunu da değişikliğe uğratarak kokmuş ve şekillenmiş hame (balçık) haline getiriyor.

d Salsal:

Kuru çamur demektir. Cenâb-ı Allah kokmuş ve suretlenmiş çamuru da kurutarak "fahhâr" (kiremit, saksı, çömlek) gibi tamtakır kuru bir hale getirdi.
"O Allah insanı bardak gibi (pişmiş gibi) kuru çamurdan yaratmıştır." (er-Rahmân, 55/14, ilgili ayet için bk. Hâzin; Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., VIII / 4669)
Hz. Âdem'e Ruh Verilmesi

Cenâb-ı Allah Hz. Âdem (as)'i yaratırken, yukarıda anlatıldığı gibi maddesi olan çamuru, çeşitli mertebelerde değişikliğe uğratarak, canın verilmesi ve ruhun nefhedilmesine müsaid bir hale getirdi. Nihayet şekil ve suretinin tesviyesini ve düzenlemesini tamamlayınca ona can vermiş ve ruhundan üflemiştir:
"Rabbin o zaman meleklere demişti ki: 'Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onu düzenleyerek (hilkatını) tamamlayıp ona da rûhumdan üfürdüğüm zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın.' Bunun üzerine İblis' ten başka bütün melekler secde etmişlerdi. O (İblis) büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. Allah: 'Ey İblis iki elimle (bizzat kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa yücelerden mi oldun?' buyurdu. İblis dedi: 'Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." (Sâd, 38/71-76. Ayrıca bk. A'râf, 7/12; Hicr, 15/29; Secde, 32/8-9)
Cenâb-ı Allah böylece Hz. Âdem (as)'i en mükemmel bir şekilde yarattı. Boyunun uzunluğunun altmış "zirâ" olduğu bazı kaynaklarda kaydedilir. (Kurtubî, Tefsir, XX/45) Yaratılışı tamamlandıktan sonra Allah Teâlâ ona, haydi şu meleklere git, selâm ver ve onların selâmını nasıl karşıladıklarını dinle! Çünkü bu, hem senin, hem de zürriyyetinin selâmlaşma örneğidir. Bunun üzerine Hz. Âdem (as) meleklere: "Es-selâmü aleyküm." dedi. Onlar da: "Es-selâmu aleyke ve rahmetullah" diye karşılık verdiler.
Âdem (as), insanların büyük atası olduğu için, Cennet'e giren her kişi, Âdem (as)'in bu güzel suretinde girecektir. Hz. Âdem (as)'in torunları, onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeye devam etti. Nihayet bu eksiliş şimdi (Hz. Muhammed zamanında) sona erdi. (Buhârî, Sahih, IV / 102, Halk-ı Âdem, 2 Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX / 76, Hadis no: 1367)

Dünya ve içindekilerin yaratılması konusunda Peygamber Efendimiz (asm) şu sırayı bildirmektedir:
"Toprak, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, mekruhlar, nur ve Hz. Adem (as)" [Müslim, Sıfatu'l-Kıyâme 27, (2789)].
Mekruhtan maksat, zahire göre şerdir. Bir kısım alimler ise buna madenler demişlerdir.

Dikkat edersek, eşyanın yaratılışında mantıkî bir sıralama vardır. Sırayla toprak, dağlar, bitkiler, hayvanlar ve en son olarak insan yaratılmıştır. Burada asıl hedefin, yani kâinatı yaratmaktan maksadın insan olduğu görülmektedir. Zîra, bir meyve ağacı meyvesi için dikilir. Meyve ise, ağacın en son mahsulüdür. Çekirdek, filiz, fidan ağaç, yaprak, çiçek safhalarından geçtikten sonra meyveye ulaşılır.

Âyet-i kerimedeki "arzın insanlar için bir beşik kılınması" (Tâhâ, 20/53) benzetmesini bu hadisin açıkladığını söyleyebiliriz. Zîra, beşik önceden bebek için, onun büyümesine uygun şekilde hazırlanır.

Dağların yaratılması ağaç ve bitkilere zemin hazırlamıştır. Bitkiler hayvanların yaratılmasına, bitki ve hayvanların varlığı insanların gelmesine zemin hazırlamıştır. İnsan hayatı bunların varlığına bağlıdır.
Bazı âlimler, "Allah'ın her şeyi bir anda yaratabilecek güçte olmasına rağmen kademeli olarak yaratmış olması, mahlukatına itinalı ve sağlam adım atma dersini vermek içindir." diye yorumlamışlardır. (Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütübü Sitte, VI/383)



.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder