22 Temmuz 2015 Çarşamba

Mustafa İslamoğlu kimdir ?



 Mustafa İslamoğlu kimdir ?

Mustafa İslamoğlu kimdir ? İtikadı nedir ? Babası, onu neden reddetmiştir ? Şiiler, ondan neden hocam diye bahseder. Hangi vakfın kurucusudur ? Hangi dernekle bağlantılıdır ? Hangi tv kanalı ile bağlantılıdır ? Daha önce, hangi suçtan dolayı yargılanmıştır ?

İşte detaylar...

Mustafa İslamoğlu, (d. 28 Ekim 1960, Develi, Kayseri) Türk İlâhiyatçı, şâir. Edebiyat, İslam hukuku, İslam tarihi, tefsir gibi alanlarda çalışmalar yapmış, çeşitli eserler vermiştir.

Mustafa İslamoğlu, 28 Ekim 1960 yılında Kayseri'nin bir ilçesi olan Develi'de dünyaya geldi. İlk, orta ve lise eğitimini doğduğu ilçede yaptı. İlk Arapça ve temel İslami ilimleri eğitimini babasından aldı, Yüksek öğrenimine, Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü'nde başladı, akâbinde İlâhiyat Fakültesi'nde, daha sonra da Kahire'de, El-Ezher Üniversitesi'nde İslam Hukuku Fakültesi'nde devam etti.

Yazı hayatına edebiyatla başladı, ilk makaleleri 1980'de Milli Gazete'de, daha sonra 1982-83 yılları arasında Yeni Devir gazetesinde yayınlandı. Edebi çalışmaları ise Mavera, Aylık Dergi ve Dergâh gibi yayın organlarında yayımlandı. Üniversiteler arası şiir yarışması birincilik ve ikincilik ödülleri aldı.

Mustafa İslamoğlu'nun şiirlerinden oluşan ilk kitabı Heyelan, 1987 yılında Aylık Dergi Yayınları tarafından yayınlandı. 1989 yılında ise İslami hareket önderleriyle yaptığı söyleşileri Öncülerle Konuşmalar adı altında kitaplaştırıldı.

Eğitim için Kahire'de bulunduğu yıllarda bir yandan İslami araştırmalarda bulunmuş, bir yandan da dersler vermiştir. Burada, 1990 yılında İmamlar ve Sultanlar adlı İslam tarihinin ilk 150 yılını ele alan eleştirel tarih niteliğindeki ilk çalışması olan eserini yazdı. Kahire'de verdiği tefsir derslerini, bir "konulu tefsir" örneği olan Adayış Risalesi başlığı altında kitaplaştırdı.

Aynı yıl, İslami hareketin özeleştirisini içinde barındıran ilk denemesi Yürek Devleti kaleme aldı.

Bu dönemde Mısırlı yazar Safinaz Kazım'ın fi Mez'eleti's-Sufur vel Hicab adlı eserini, Kadının Özgürlüğü adıyla tercüme ederek ilk çevirisini de yayımlamış oldu. İlk cildini Kahire'de diğer ciltlerini Türkiye'de kaleme aldığı Anadolu İslami Hareketleri (şimdiki adıyla:İslami Hareketler ve Kıyamlar Tarihi) serisini 1991-93 yılları arasında peşi peşine yayımladı. Bu serinin ilk cildini Hasan Ali el-Beyyumi ile birlikte Arapça'ya çevirdi.

1993 yılında, İslam düşüncesinin oluşum ve değişim sürecini ele alan İman adlı eserini ve 1994 yılında İslam ümmeti için bir özeleştiri niteliğindeki Yahudileşme Temayülü adlı eserini kaleme aldı. Seminer notlarından oluşan Tavsiyeler I ve Tavsiyeler II de bu tarihlerde yayınlandı(1995-1998).

Kahire-Mekke hattında yazdığı şiirlerini Yasin adlı kitabında 1991 yılında topladı, 1996 yılında ise tüm şiirlerini Divan adlı eserinde bir araya getirdi.

1992 yılının Ekim ayından itibaren başlattığı Tefsir Dersleri, 15 yıl sürdü. Bu dersler Tefsir Dersi adlı site cizlenebilir. Yine 1998'de başlayan Tefsiru-l-Kur'an Te'vilu'l-Furkan adlı görüntülü ve sesli tefsir projesi 200 ders olarak tamamlandı. Proje, Kur'an'ın tamamının görüntülü ve sesli olarak tefsiri yapıldı ve 2008 yılında tamamlandı.

Mustafa İslamoğlu'nun Hayat Kitabı Kur'an adı verdiği gerekçeli meal çalışması da bu projeyle eş zamanlı olarak yürütüldü ve aynı tarihte tamamlandı.

2008 yılında başlayan "Esmaul Hüsna" dersleri de 2012 yılında tamamlandı ve 3 cilt olarak yayınlandı.

Mustafa İslamoğlu'nun makaleleri Anadolu'da Vakit, Selam, Ribat, Yeni Şafak, Meydan, Aylık Dergi, Özgün Duruş gibi gazete ve dergilerde yayınlandı. Bu makaleler Makalat, Şafak Yazıları, Dağarcık, Yokluğunda Düşülmüş Notlar, Savaş Kesmeyen Sözler, Sözün Gücü mü, Gücün Sözü mü, Yerliler ve Yersizler, Ayetlerin Işığındaisimleriyle kitaplaştıldı. Ayrıca kendisiyle yapılan söyleşiler, Bir Yaradan Kurşun Çıkarır Gibi adıyla yayımlandı.

Mustafa İslamoğlu, bir gazetede yazdığı makale nedeniyle 1 yıl, Ankara'da kapalı bir forumda sunduğu Kürt Sorununa İslami Çözüm başlıklı tebliğinden dolayı 1,5 yıl olmak üzere toplam 2,5 yıl hapse mahkum edildi. Gölcük Cezaevi'nde başlayan mahkumiyetini Ankara Yarıaçık Cezaevi'nde tamamlandı. Cezaevinde çok zor şartlar altında Macar Oryantalist Ignaz Goldziher'in De Richtungen der İslamichen Koranauslegung adlı eserini, Arapça tercümesinden "İslam Tefsir Ekolleri" olarak Türkçe'ye çevirdi.

Mustafa İslamoğlu, 1997 yılında Human Rights Watch Helmann-Hammet 1997 ödülünü aldı.

Yazarın bunlardan başka II. Uluslararası Fetih Sempozyumu'nda sunduğu tebliğ, 1997 yılında Yürek Fethi adıyla kitaplaştı. Mekke'de kaleme aldığı Hac Risalesi1998'de yayımlandı. Aralık 2000 tarihinde Kur'an'ın peygamber tasavvurunu karşılaştırmalı olarak ortaya koyan ve çok ses getiren eseri Üç Muhammed'i yayımladı.

Amerika/Atlanta'da verdiği seminerler, 2001'de Hayatın Yeniden İnşası İçin adıyla yayımlandı.Bunu 2000 yılında yayımladığı Ne Yapmalı-Nasıl Yapmalı-Kiminle Yapmalı adlı eseri takip etti. Yazar, 1983 yılında kaleme aldığı Seyrani adlı ilk edebi kitap çalışmasını 2002'de yayımladı. Allah: Tanımak-Bilmek-Anlamak, "Pasif İyiden Aktif İyiye", "İslam Nedir" yayımlanmış son kitaplarıdır.

Mustafa İslamoğlu, İslami İlimler Akademisi'nde tefsir usulü dersleri vermeye devam ediyor. Ayrıca yazarın konferans, seminer, hutbe ve konuşmalarından oluşan onlarca görüntülü ve sesli eseri bulunmaktadır.

Yazar, evli ve beş çocuk babasıdır (1)


Buraya kadar olan kısım herkesçe bilinen, anlatılan ve gösterilen kısım ama birde anlatılmayan yönleri vardır. İşte anlatılmayan ve fazla bilinmeyen Mustafa İslamoğlu gerçekleri...



Gazeteci - Yazar Ali Eren Beyefendinin 21 Ekim 2000 tarihinde köşesine taşıdığı konu çok dikkat çekiciydi. Bu gün iyice şöhret olup bazı kesim tarafından allame sınıfına konulan Mustafa İslamoğlu'nun muhterem babaları emekli imam-hatip ve fahri vaiz Ahmet İslamoğlu, oğlu Mustafa'nın hem yoldan çıkmış hem de yoldan çıkrarıcı olduğunun farkında olduğunu ve hidayeti için dua ettiğini bildiren bir mektup göndermiş... İktibas ediyoruz(alıntılıyoruz):

“Muhterem Ali Eren Beyefendi!.. Selamlar, sevgiler, dualar, hürmetler... Allah hidayet ve salah veresice oğlum Mustafa İslamoğlu’na, köşenizde verdiğiniz, “Kur’an–ı Kerim’e el sürme” mevzuunda, alimane, arifane, vakıfane cevabınızdan dolayı sizi canı gönülden tebrik eder ve halisane şükranlarımı arz ederim. Hürmet ve dualarımla... Aciz Ahmed İslamoğlu. Mütekait (emekli) imam–hatip ve fahri vaiz. Develi / Kayseri.

“Not: “Muhterem Hocam (Ali Eren)!... Mustafa’nın dâl(sapıklığı) ve mudılliği(saptırıcılığı), baba olarak bizi çok huzursuz etmektedir. Salahına(kurtuluşuna) dua etmekteyiz. Sizlerden de ıslahına dua istirham etmekteyiz. İcap ederse, bu kısa tebrik ve teşekkürnamemi köşenizde dipnot alarak neşredersiniz... Milyonları ifsat(fesada verip) ve idlal etmesin(yoldan çıkarmasın)... Cevabınız, fakiri pek memnun ve mesrur etti. Hak razı olsun...”


Ali Eren, “Vaiz Babanın Teşekkür ve Üzüntüsü” içinde, Yeni Mesaj, 23 Receb 1421 (21 Ekim 2000).  (2)


İşte mektubun aslı aşağıda;



Bununla da bitmeyen başka sıkıntılı durumlarda vardır. Mesela aşağıda bahsedilen suç ve mahkeme kararları da bizi uyarır cinstendir.





Mustafa İslamoğlu hakkında livata,yani erkek çocuğuna cinsel sapıklık suçundan verilen ceza ve mahkeme kararı vardır.



Mahkeme kararlarına daha detaylı bakmak için: http://gercektarihvekultur.blogspot.com.tr/2011/07/mustafa-islamoglu-livataescinsel-iliski.html


Ayrıca Mustafa İslamoğlu'na Şii'ler tarafından hocam denmesi de gayet düşündürücü bir durumdur. İslamoğlu'nun Irak ziyareti ve Şiilerle buluşmasından oluşan bir kaç kare. Birlikte ziyaret yaptığı kişi , Rahmi Onurşan,  Şii alim Sistaninin Türkiye vekili...


Daha fazla detay için: http://www.alulbeyt.com.tr/haber_detay.php?haber_id=1648


SİSTANİ.ORG SİTESİ ve Şİİ SİSTANİNİN ABD YE SİLAH SIKILMAZ FETVASI !


1.5 milyonun üstünde Iraklının öldüğü, 5 milyon çocuğun yetim kaldığı, 1 milyondan fazla kadının dul bırakıldığı, milyonlarca insanın göç ettiği, altyapısı ve şehirlerinin yıkıma uğradığı Irak işgaline karşı yapılan meşru direnişe en büyük darbeyi Şii din adamlarının başında gelen merci makamındaki Ayetullah Uzma el Hac Seyyid Ali Sistani vurmuştur.

TÜRKÇE İLK DEFA YAYIMLANAN BU ŞOK EDİCİ tarihi belge Sistani ve benzeri Şii otoritelerin Irak işgaline ve özellikle son günlerde Amerikan işgal yönetimiyle imzalanacak “Güvenlik Anlaşmasına” karşıymış gibi yapılan asılsız,uydurma haberleri, propagandaları ve sloganları tamamen yalanlamaktadır. Amerika’nın Irak topraklarını işgali tıpkı bu belgede görüldüğü gibi Şii din adamlarının direnişin yapılmamasına dair fetva yayımlamaları, devleti ele geçirmek için Irak İslam Yüksek Konseyi, Dava Partisi ve Sadr Grubu gibi Şii oluşumların ittifak etmesi ve en önemlisi İran Devleti’nin verdiği zımni destek sayesinde olmuştur.
İşte Sistani'nin fetvası;




Tarih: 25 Safer 1427 Hicri

Konu: İşgalcilere karşı cihad hakkında

İsim: Ahmed el Hac Hanta

Konu: İşgalcilere karşı cihadın meşruiyeti hakkında Elektronik mektup

Soru: Amerikan işgalcilerine karşı Allah yolunda cihad etmek üzerimize vacip midir? Sizin değerli mesajınızda Cihadla ilgili bir fetva bulmaya çalıştım; ancak bulamadım. Bizlere faydalı olunuz, Allah (cc) karşılığını versin.

Sistani’nin Cevabı: Bismihi Teala,

Gaib zamanda Cihad’ın hududu yoktur, savunmanın birkaç aşaması olup onları aşmak caiz değildir!

İşte bu fetva nedeniyle milyonlarca Şii körü körüne itaat ettikleri bir bozuk zihniyet neticesinde Irak’ın işgaline ve parçalanmasına, akabinde seçimler ile devlet nimetlerinden faydalanma yoluna gittiler! Elbette Cevad Halisi gibi vatansever ve işgal karşıtı çok az sayıda Şii bunların dışında yer alarak mücadele yolunu seçti… (3)

Bildiğiniz gibi Mustafa İslamoğlu yazdığı “Üç Muhammed” kitabıyla kainatın efendisinin faziletlerini inkar yoluna gitmiş ve O’nu tenkıs etmeye çalışmıştı. Bu kitapta Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) Efendimize de iftira ettiği ve Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) düşmanlığı yaptığı ortaya çıktı. İşte Ali Eren Hocamızın kaleminden o ince ayrıntı:

Uhud’da önce İslam ordusu galip durumdayken, Peygamberimizin önceden verdiği tenbihin tutulmaması sonucu bir bozgun yaşanmıştı. Bundan sonrasını Mustafa İslamoğlu şöyle yazıyor:

“Uhud Savaşı’nın bilinen safahatının ardından, Müslüman ordusu bozulunca savaş alanını ilk terk edip uzaklaşanlar, savaş konseyinde düşmanla yüzyüze karşılaşma konusunda en çok ısrarcı olanlardır. Bunlardan biri olan Hz. Ömer…” (Üç Muhammed, s. 232 (baskıya göre değişmektedir)

Ashab-ı Kiram içinde, gözü karalığı ve cesareti dillere destan olan Hazreti Ömer’e nasıl dil uzatıldığını görüyorsunuz değil mi?…

Bir kimse, ya Hanefi mezhebinden veya diğer Hak mezhebin herhangi birinden ise, Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) hakkında böyel bir ithamda bulunamaz, böyle bir ifade kullanamaz. Kullanmış ise o zaman da o kimse Hanefi Mezhebinden de değildir diğer üç hak mezhebin birinden de değildir. Çünkü bu ifade itikaden Maturidi veya Eş’ari mezhebine aykırı olup, ehli sünnet Müslümanlar da itikadda ya Maturidi veya Eş’ari mezhebine mensuptur.



Bir kere yazarın ne demek istediği gayet açık

“Hazreti Ömer savaştan önce, düşmanla yüzyüze karşılaşmakta kendisi ısrar ettiği halde, ordu bozulunca savaş alanından ilk kaçan da yine kendisi oldu.” demek istiyor.

Çünkü bu, yukarıda bahsettiğim türden basit bir yanlış değil, bir hadiseyi istismar ederek yapılan açık bir iftiradır.



Şunu baştan söyleyelim ki, siyer kitapları bu konuda İslamoğlu’nu yalanlıyor.

Savaştan önce düşmanla yüz yüze karşılaşmak isteyenlerin, cihad aşkıyla yanıp tutuşan genç heyecanlı genç sahabîlerdir. Onların içinde Hazreti Ömer yoktu; bu bir.

İkincisi: Hazreti Ömer radıyallahu anh asla savaş alanından kaçmamıştır.

Siyer kitapları, Hazreti Ömer’in savaş meydanından kaçmaması şöyle dursun, Uhud’da Peygamberimizin yanından ayrılmayan 15 sahabî içinde Hazreti Ömer’in ismini de zikrederler.

Her biri ayrı ayrı asırlarda yazılan siyer kitaplarının yazarları, ruhlar aleminde haberleşip Mustafa İslamoğlu’nun yazdıklarını yalanlamakta anlaşmadılar herhalde.!..

Onların topu yanlış ve yalan yazdı da sadece İslamoğlu mu doğru yazıyor?

İslam ehli sünnetlerine mensup olan alimler içinde, Hazreti Ömer hakkında İslamoğlu’nun kullandığı ifadeyi kaleme alan hiçbir siyer alimi yoktur. Ama Şiîler içinde var. Onlar, amansız bir Hazreti Ömer düşmanı oldukları için onun hakkında uydurmadıkları ve uydurmayacakları yalan yoktur.

Hazreti Ömer hakkında yalan yazanlar bir Şiîlerdir bir de şiî hayranları…

(Ali Eren Hocaefendi – Dinde Deformistler) (4)
Mustafa İslamoğlu Akabe vafkı'nın kurucusudur. Hilal tv ise Akabe vakfına bağlantılıdır. Aynı şekilde Yardımeli derneği ile ilişkileri bulunmaktadır.

Hilal Tv'nin resmi sitesinden bir ekran görüntüsü...
Akabe Vakfı tanıtım videosundan bir kare

Akabe Kültür ve Eğitim Vakfı'nın resmi sitesinin en altında bulunan tavsiye siteler
Yardımeli Derneği'nde konuşma yaparken
Dipnotlar:

1- vikipedi.com
2- akademi dergisi (e dergi) akademidergisi.com
3- sapitanlar.com

Mustafa İslamoğlu'nun sitesinde şu ifadeleri görüyoruz:
Razi buna şöyle cevap verir: "Eğer o kul sonsuz bir hayat yaşasaydı yine de küfründen dönmeyecekti. Bunu Allah bildiği için azabı sonsuz yaptı. Biliyorsunuz cehennemin sonluluğunu başta büyük sahabiler, İbn Teymiyye, İbn Arabi ve bir çok isim savunmuş, İbn Kayyım bu konuda Hadi'l-Ervah diye de bir kitap yazmıştır. Buna Kur'an'dan bazı ayetler de delil gösterilmiştir.. Ne olur sanal ortamda halledilmesi mümkün olmayan böyle soruları e-posta ile sormayınız. Buna zamanım asla elvermez ve yine yarım kalır cevap.
12/03/2007 Tarihini taşıyan bu yazıyı bugün (20/06/2007) buraya kopyaladım.
M. İslamoğlu'nun fena-i nar (Cehennemin sonluluğu) görüşünü benimseyip benimsemediği -yukarıdaki yazısından- tam olarak anlaşılmıyor. Ancak, M. İslamoğlu'nun bu yazısını büyük bir sorumsuzluk örneği olarak görüyorum. Çünkü,"Büyük sahabiler Cehennemin sonluluğunu savunmuştur" diyor.
Bunu okuyan ve itikadi konularda sağlam bir altyapıya sahip olmayan bir kişi ne düşünür? "Büyük sahabiler" haşa kâfir veya sapık olamayacağına göre, Cehennemin sonlu olduğuna inanmak sapıklık sayılmaz, hatta kabul edilebilir bir inanıştır, neticesi çıkar. Böyle bir anlayışın ise kişiyi felâkete sürükleyeceği izahtan varestedir.
NOTLAR
Not-1: Recep Yıldız İnkişaf Dergisi'ndeki makalesinde diyor ki: [İbni Arabi] el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir: “Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” Bundan, İbni Arabi'nin de kafirler için Cehennemin ebedi (sonsuz) olduğuna inandığı anlaşılıyor. İbni Teymiyye ve İbni Kayyım'ın görüşleri ise E. Sifil'in aynı dergideki makalesinde uzun ele alınmıştı.
Not-2: Tehlikenin büyüklüğünü görmek için şu iktibaslar faydalı olacaktır:
Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur'an, Sünnet ve İcma ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, "Merâtibu'l-İcma"da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icma edildiğini ve bu icmaa muhalefet edenlerin küfründe icma bulunduğunu söyler. (E. Sifil, Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)
Zahid el-Kevseri diyor ki: "Cennet ve Cehennem'in ya da bunlardan birisinin baki olduğunu inkar edenlerin tekfiri, Ehl-i Hakk'ın icmaına dayanır." (Makalat, 377) "Cennet ve Cehennem'in baki olduğu hususu Kur'an, sünnet ve yakini icma ile sabittir." (Makalat, 450)
Murat Yazıcı

“Üç Muhammed” Yazarının İndirgemeci Peygamber Tasavvuru (!)

Filed under: Hz Peygamberin Üstünlüğünü Reddetmesi — moskovazâde @ 5:30 am
“Üç Muhammed” Yazarının İndirgemeci Peygamber Tasavvuru (!)

Bu makalede, Mustafa İslamoğlunun;
Hz. Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem anlamaya yardımcı olmak yerine, zihin karıştırıcı bir işlev görmesi,
Bir takım çevrelerin dini ve mukaddesatı yaşanılır olmaktan çıkartma gayretlerine yardımcı olmak, kişiyi, toplumu ve dini sekülerleştirme teşebbüslerine katkıda bulunmak anlamına gelen anlayışı,
Sadece mevzu değil zayıf hatta sahih hadislerin rivayetinden de pek hazzetmediği gibi bir zehaba sebebiyet veriyor olması,
“kader” ve “sorumluluk” ile ilgili vahim bir yanlış yapması,
Miraç cismani ve bedeni değildir ve rüyetullah (Allah’ı görme) söz konusu değildir İnancı,
Ve genel olarak Yazarın indirgemeci yaklaşımı Tenkit edilmektedir…
Üçlü Tasnif ve Denge
İslamoğlu, yer yer iktibaslar yaptığı Aytunç Altındal’ın “Üç İsa” 1 adlı eserinde olduğu gibi, üçlü bir sınıflandırma yaparak hem anlamak hem de anlatmak için çok müsait bir zemin kullanıyor.
Zira ifrat ve tefritin, eksi ve artının, indirgeme ve aşırı yüceltmenin kesiştiği noktalar gerek fizik gerekse sosyal alemde çoğunlukla iyiyi, güzeli, doğruyu yansıtmaktadır. Bu, genellikle hatt-ı vasat, itidal, orta yol, muvazene olarak isimlendirilen müstakim hat’tır. Dolayısıyla aşırı yüceltme ve indirgemenin arası, fıtraten doğruya yakındır. Mefhum-u muhalifiyle orta yolun her iki yöndeki uçları da yanlışa çıkar.
Gayet tabiidir ki, doğru bir din; ne Hıristiyanların peygamberi (Hz. İsa’yı) aşırı yücelterek Tanrı kabul etmesiyle ne de Yahudilerin peygamberi aşağılaması veya tarihte olduğu gibi öldürmesiyle olur. Bu yüzdendir ki, itidal ve muvazene hadislerle teşvik edilmiş, Kur’an’da ise “vasat ümmet,” (Bakara, 2/143) ümmet-i Muhammedin olumlu bir vasfı olarak zikredilmiştir. 2
İfrat, tefrit ve dengeden müteşekkil bir üçlü tasnif, en pratik hatta en ideal bir sınıflandırmadır denebilir. 3
Fakat iki aşırı ucun arasındaki pek çok nokta denge iddiasında olabilir ama bunun en doğrusunu tespit zordur. Mesela, İslam; Hıristiyanlık ve Musevilik arasında dengeli ve doğru bir noktadadır; ama Ehl-i sünnet de İslam’ın muvazene noktasındadır.
Ehl-i Sünnet içindeki birçok mezhep, tarikat ve cemaatten bazıları daha merkezde, bazıları ise sınırdadır. Merkezdeki bir grubun bir mensubu diğer mensuplara göre daha idealdir, bu denklemler sürüp gider…
Şimdi kitaba dönersek; müellif, indirgemeci peygamber tasavvuruna daha yakın duruyor.
Denilebilir ki, yazar indirgemeci ve yüceltici anlayışları değil, Kur’an’ın anlayışını savunduğuna göre bu nasıl söylenebilir? Bunun örneklerini aşağıda vereceğiz; fakat, şunu şimdiden belirtelim ki; hem aşırı yücelticiler hem de indirgemeciler de Kur’an’a dayandıklarını söylüyor ve ayetler zikredip bunu somutlaştırmaya çalışıyorlar. Yazarın uzun uzun anlattığı Kur’aniyyun (ehl-i Kur’an) akımı tabi ki, Kur’an’a dayandığı iddiasındadır. Zira “Kur’an sadece Kur’an”, İslamoğlu’na göre onların temel sloganıdır. Unutmamalıdır ki meslekler mezhepler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.4 Burada başka bir gerçek de şudur ki, Kur’an’ı anlamada en büyük rehberimiz yine Resulullahtır (s.a.v.).
Tevhid ve Nübüvvet
Yazar, eserinin ilk konusu olan “Aşırı Yüceltmeci Peygamber Tasavvuru” başlığı altında, hac ibadeti sırasında gözlediği şu olayı anlatır:
“Hz. Peygamber’in hicretinin ilk durağı Sevr Mağarasındayız. Burada bizden önce oraya çıkan Kuzey Afrikalı olduğunu tahmin ettiğim bir grup daha var. Grup başkanı manzum bir şeyler okumakta ve kafileden kimileri de buna yoğun bir duyguyla iştirak etmekte. Hatta gruptan bazıları oradaki taşları kucaklamakta ve teberrüken takkelerini, tespihlerini sürmekte.” (s. 17)
Bediüzzaman, bu konuyu izah sadedinde şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:
“Ey insan! Kur’an’ın desatirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiç bir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.” 5
Hz. Muhamed’in (s.a.v.) Değeri
O, her ne kadar mabudiyetten uzaklık ve mahluk olma itibariyle hiçbir şeyden ileri değilse de, yaratılmış olanların, insanların (eşref-i mahlukatın) en şereflisi, evrenin gururu (fahr-i kainat), alemlerin rahmeti (Rahmeten’lil alemin), Allah’ın en sevdiği kişi ve habibidir (Habibullahtır). Ve bunda hiç bir çelişki de yoktur. Çünkü diğer varlıklarla eşit olduğu alan ile onlardan kat kat üstün olduğu alan farklı kategorilerdir.
Tam bu noktada yazar dehşetli şeyler söylemektedir!
“Bir gün peygamberimize hitaben ‘Ya hayra’l-beriyye (Ey yeryüzünün en hayırlısı!)’ diye çağıran kimseye; ‘O dediğin İbrahim’dir!’ buyurmuştur.
“Bu durumda piyasada bolca dolaşan ve Hz. Peygamberin yasakladığı ‘aşırı yüceltmeciliğin’ sloganı gibi her önüne gelenin ‘hadis-i kutsi’ diyerek kullandığı ‘Levlake levlak, lema halaktü’l-eflak (Eğer sen olmasaydın, olmasaydın sen, bu âlemi yaratmazdım)’ sözünün hadis olmadığını, sahihiyle zayıfıyla hiçbir hadis külliyatında yer olmadığını söylemeye herhalde gerek yoktur. (s. 66)
“Keşfu’l-hafa’yı açıp bakarsanız ‘San’ani uydurmadır dedi’ notunu görürsünüz. Anlarsınız ki; bu söz Hz. Peygamberden hem de asırlarca sonra uydurulmuş ve hadis-i kutsi denilerek hem Allah hem de Hz. Peygamber adına yalan söylenmiştir.” (s. 205)
Yazarın burada indirgemeci yaklaşımı kendini göstermektedir.
Abdülkadir Badıllı’nın, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları 6 adlı ciddi ve önemli eserinde mezkur hadis-i kudsinin sıhhati sadedinde pek çok mehazları da içeren üç sayfalık bir değerlendirmesi vardır.
Buna göre; hadisin kuvvetli bir senedi olmadığı doğrudur, fakat bunun bir hadisi uydurma (mevzu) yapmadığı da ilm-i hadis çerçevesinde izahtan varestedir. Hiçbir muhaddis (İbn-u Cevzi ve San’ani gibi bazı müteşedditler hariç) bu hadisin doğruluğuna ve hak olan manasına bir şey diyememiş, ilişememişlerdir.
Ümmetin telakkisine göre manasının doğruluğu kesin olduğu gibi, Cumhur-u muhaddisince de manasının doğruluğu tespit edilmiştir. Bu hadis seneden zayıf da olsa, onunla aynı mealde vürud eden sair hadislerle senedindeki zaafiyet zail olmuştur. Hiçbir senedi olmasa da aynı manaya işaret eden pek çok hadis ile yine kuvvet bulur.
Kütüb-ü Sitte’den Tirmizi’de de geçen, “Ben Peygamber iken Adem (a.s.) henüz ruh ve cesed arasında idi” hadisi; pek çok kaynakta yer alan, “En evvel Cenab-ı Hak benim nurumu yarattı” veya “Ey Cabir! Cenab-ı Allah her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu kendi nurundan halketti” hadisi; keza kudsi bir nur halinde sulbden sulbe ve alından alına intikal eden Nur-u Muhammedi hakkındaki hadis veya hadisler; “Sen olmasaydın cenneti halketmezdim.”; yine “Sen olmasaydın cehennemi yaratmazdım” hadisi; “Ya Muhammed sen olmasaydın, ben dünyayı halketmezdim” hadisi aynı manaya kuvvet vermektedir.
Keza, konumuz olan “Levlake” hadisi sadece Acluni’nin Keşf-ül Hafa’sında değil, Aliyyu’l Kari’nin, Suyuti’nin, Şevkani’nin kitaplarında, Mevlana Halid’in Divan’ında, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında yer almaktadır.
Hal böyle iken hadisin zayıflığını bile kabul etmeyerek uydurma olduğunu, hele hele Allah ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem adına yalan söylendiğini beyan etmek, insaf ve izan ile bağdaşmasa gerektir.
Bu Hadis-i Kudsi, Risale-i Nur’un pek çok yerinde geçmektedir. 7 Mesela, Emirdağ Lahikası’nda şöyle der:
“Hem mesela, (Sen olmasaydın, sen olmasaydın kainatı yaratmazdım) beyanında ‘Bu hitap zahiren Hazreti Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata (canlılara) racidir (bakar).’ fıkrası tadile muhtaçtır. Çünkü, külli hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azamın teceli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkat ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.” 8
Yani, Hz. Peygamber (a.s.m) kâinat denen ağacın asli bir çekirdeği, yaradılış gayesi ve kemale ermiş bir meyvesidir. Nasıl ki, hayat kainattan süzülmüş; bitki ve hayvanlar hayattan süzülmüş; peygamberler insanlardan süzülmüş; Habibullah (a.s.m) da peygamberlerden süzülmüş son ve mükemmel bir hülasa (Mustafa), bir meyvedir.
Bir elma ağacına baksak görürüz ki, o bir elma çekirdeğinden büyümeye başlamış, kökleri, gövdesi, dalları ve yapraklarıyla elma meyvesine yönelmiştir. Bütün işleyişi, hizmeti ve maksadı elmaya doğru olup o meyveyi verir. İşte Efendimiz (a.s.m) de kâinat ağacının hem çekirdeği hem de ekmel bir meyvesidir ve bütün astronomi, fizik, kimya, biyoloji, tarih, sosyoloji gibi bilimler bize bu hakikati zımnen veya zahiren söyler. Çünkü kainat hayata, hayat insana, insan ise en önemli ve güzel insana (a.s.m) bakar ve hep birlikte Allah’a (cc) yönelirler.
Allah varlığı, yokluktan; organik maddeleri, inorganik maddelerden; bitkileri, organik maddelerden; hayvanları, bitkilerden; insanları, hayvanlardan; peygamberleri, diğer insanlardan; ulu’lazm olanları diğer peygamberlerden; Muhammed Mustafa’yı, (s.a.v.) diğer ulu’lazm peygamberlerden üstün tutmuştur.
Böyle bir derecelendirme sadece manevi değil, fizik âlemde de (Kimya, Biyoloji, Tarih, Psikoloji, Sosyoloji) görülmektedir. Fıtri Şeriat da, kelami Şeriat da böyledir.
Şimdi, Cenab-ı Hak Rafi (yücelten, izzet ve şeref veren), Müzil (alçaltan, zillet veren) isimleriyle böyle bir derecelendirme yapıp, zirvesine de Habibullah’ı koymuş ise, yaradılışın gayesi ve neticesi o olmaz mı? Mahlûkatını böyle derecelendirip en tepesine Habibini koyduğunda mabudiyetten uzaklık ve mahlukiyette eşitlik formülü değişir mi? Değişmez, çünkü derecelendiren, alçaltan ve yükselten odur.
Bu hadis-i kutsi, Risale-i Nur’da lafzen yer almakla birlikte, pek çok yerde de şerh ve izah sadedinde mana olarak geçmektedir. 9
Elhasıl; Hz. Peygamberin (s.a.v) peygamberliği kainatın his, şuur ve aklından süzülmüş en safi bir hülasadır. (Sözler, s. 103) O, ekmel-i külldür, (Muhakemat, s. 35) ekmelü-r resuldür. (İşarat’ü’l İcaz, s. 53) Hayattan ve kainatın ruhundan süzülmüş hülasatü’l hülasadır. (Sözler, s. 103)
Binaenaleyh burada, levlake sırrında, aşırı bir yüceltme yoktur, Kur’an, Sünnet ve hayatla zaten yüceltilmiş olanın yüceliğini teyit, tespit ve kabul vardır, o kadar.
Efdaliyet Düşüncesi ve Hz. Peygamber’in Tavrı
İslamoğlu bu başlık altında (s. 66) kendisine “Ya Hayra’l Beriyye”! (Ey yeryüzünün en hayırlısı!) diye çağıran kimseyi, Hz. Peygamber’in (a.s.m) “O dediğin İbrahim’dir!” dediğini naklettikten sonra yukarıdaki “levlake” ile ilgili teşhisini koyar ve uydurmadır der.
Yani “İbrahim yeryüzünün en hayırlısı diyen nasıl olur da kendisinin âlemlerin en hayırlısı olduğunu kabul edebilir” demek ister.
Keza “Görev yerini terk eden Hz. Yunus’a karşı gönüllerde oluşabilecek olumsuzluğu önlemek için ‘Kimseye, ben Yunus b. Metta’dan daha hayırlıyım demek yaraşmaz!’ uyarısında bulunmaktadır.”
Yine “Beni Musa’dan üstün tutmayan insanlar kıyamet günü bayılacaklar, ben de onlarla birlikte bayılacağım. Ayıldığımda Musa’yı arşa sıkı sıkıya tutunmuş vaziyette göreceğim. Bilmiyorum o bayılıp benden önce mi ayılacak yoksa Allah onu bundan istisna mı tutacak.” devamla; “Resulullah, burada Hz. Musa’ya karşı gösterdiği alçakgönüllüğü Hz. İbrahim’e karşı da gösterecek, Kur’an da (2/206) aktarılan yaratılış konusundaki merakından dolayı müminlerin gönlünden bir tereddüt oluşmasın diye “Ben şüphe etmeye İbrahim’den daha müstehakım diyecektir…” “Hz. Peygamber’in alçakgönüllülüğü sadece geçmiş peygamberler için sözkonusu değildir. Tevazuu hayat tarzı edinmiş olduğunu, geldiği bir mecliste kimsenin kalkıp kendisine yer vermesine fırsat bırakmadan boş bulduğu yere oturduğundan çıkarıyoruz.”
Yazar aynı başlık altında; “Bakara 253’ün tefsirinde Kurtubi bu ayetin “Hz. Peygamber diğer peygamberlerden üstündür demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir.” Bu konuyu tartışan Kurtubi “peygamberlik açısından üstünlük iddiasının ayetin açık anlamına aykırı olduğu” sonucuna varır.”
Şimdi; bu bahsi üstünkörü okuyan birisi düşünebilir ki, Resul-i Ekrem (a.s.m) diğer peygamberlerden üstün değildir, hatta Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Yunus’un daha üstün olduklarını bile zannedebilir. Dahası kimsenin kalkıp kendisine yer vermesine fırsat vermediğine göre, sahabelerinden de pek farkı olmadığı sonucuna varmak da çok şaşırtıcı olmayabilir.
Elhasıl, değil âlemlerin onun için yaratılması; Hz. Yunus’un ondan üstün olması (metine göre; hayırlı olması), en azından eşit olmaları sonucuna varılabilir. Aksi bir anlayış sadece mezkur hadislerle değil Kur’ani bir hükmün (Bakara 253) “açık anlamına aykırı olduğu” sonucuna varılır.
Durum gerçekten de böyle midir? Böyle olup olmadığı kesin bir biçimde şu metni verilmeyen (Kurtubi’nin tefsirinden alıntılanan) ayetin mealinden anlaşılacaktır.
Bakara 253; “O işaret olunan resuller yok mu, biz onların bazısını bazısından üstün kıldık, içlerinden kimi var ki Allah, kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle daha yükseklere çıkardı (Hz. Muhammed). Biz Meryem oğlu İsa’ya da o delilleri verdik ve kendisini Ruhu’l Kudüs (Cebrail) ile kuvvetlendirdik. 10
İsra, 55; “Andolsun ki biz peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.” 11
Bu Ayet-i kerimelerin lafzından anlaşılanı ne ise; mesela, İbni Kesir ve Elmalılı tefsirleri ve pek çok tefsire göre manasından ve ruhundan anlaşılan da odur.
Ayetlerin lafızları ve lafızların tefsiri böyle iken, meal dahi vermeden Kurtubi’nin taraftar bulmamış indi görüşünü öne çıkarmak, objektif ve bilimsel bir yaklaşımdan çok subjektif bir yönlendirmeyi hatıra getirmektedir.
Daha da olmadı; müellifin siyer otoritesi olarak vasıflandırdığı (s. 18) M. Asım Köksal’ın “Peygamberler Tarihi”ne bakılırsa;12 Toplam 124 bin peygamber içinde en üstünlerinin (Ulu’l azmlarının) Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed Aleyhisselam olduğu gibi (Ahkaf, 35) “Muhammed Aleyhisselam ise bu beş’in seyyididir. Öncekilerin ve sonrakilerin en değerlisi o olduğu için Kıyamet günü hamd sancağı ona verilecek. O gün Peygamberlerin imamı, hatibi ve şefaat sahibi o olacak. Bütün peygamberler onun sancağı altında toplanacaktır.” diyen merhum M. Asım Köksal bu tespitleri Ayet ve Sahih hadislere ve Kütüb-ü Sitteye dayandırır.
Peygamberimizi (s.a.v) Nasıl ve Ne Kadar Sevmeliyiz?
Buraya kadar ele aldığımız problemlerin can damarının sevgi (muhabbet) anlayışı olduğu söylenebilir. Biz Habibullah’ı (s.a.v.) ne kadar sevmeliyiz? Nasıl sevmeliyiz?
Müellif; “Aşırı yüceltme yanlıları yücelttikleri değeri elbette sevmektedirler. Fakat bu sevgi gerçekte üretici değil, tüketici bir sevgidir. Sevginin tüketici olanına aslında “sevgi” değil “tutku” denir. Tutku tutuklar, sevgi azad eder, özgür bırakır…
“Bu kitabın sayfaları arasında ilerledikçe bu samimi fakat samimiyeti ve iyiniyeti yaptığı yanlışı mazur göstermeyecek olan sevginin, ne tür vahim sonuçlar doğurduğu görülecektir. Sevgisi üretici değil de tüketici olanlar, sadece sevmenin yeterli olduğunu sananlardır. Onlar sevmenin bir akı bir de karası olduğunu düşünmeden sevmişlerdir.” deyip kara sevda yerine ak sevda önermiştir. (s. 34) “
Yine “levlake” sırrı ile ilgili olarak; “Anlarsınız ki bu söz, Hz. Peygamber’den hem de asırlarca sonra uydurulmuş ve hadis-i kudsi denilerek hem Allah hem de Hz. Peygamber adına yalan söylenmiştir” dedikten sonra, şöyle devam ediyor; “Eğer, ‘olsun, bu söz kötü niyetli bir söz değil ki!’ deniyorsa, aslında Resulullah hakkında uydurma hadislerin, yüzde doksan dokuzu da kötü bir şey demiyorlar. Bu mantıkla, hadis uydurarak dini ifsad edenlere rahmet okumamak işten değildir.
“Bu yaklaşımı Resulullah’a duyulan sevginin büyüklüğüyle açıklamak da mümkün değildir. Onu en çok sevdiğini bildiğimiz seçkin sahabenin tavrı ortadadır. Eğer aşırı yüceltme sevginin ifadesi olsaydı, Hz. İsa’ya Tanrı ya da Tanrı’nın oğlu olarak inananları mazur görmek gerekirdi. Bu tür bir inancı kökten reddeden Kur’an’ın mesajını da ‘Hz. İsa’yı sevmeye karşı çıkıyor’ şeklinde anlamak gerekirdi.” (s. 205, 206)
Sanırım bu meselenin halli; Risale-i Nur’un pek çok yerinde geçen “mana-yı harfi” “mana-yı ismi” terminolojisiyle mümkün olacaktır.
Harf, kendinden başkasını anlatmak için kullanılan işaret ve alet olduğundan, herhangi bir şeyin harfi manası, o şeyin başka bir şeye delalet etmesi veya delalet ettiği şeyi anlamak için ona bakılması demektir.
Bu mananın mukabili olan mana-yı ismi ise; isim, müsemmasını anlattığından, bir şeye yalnız kendisini anlamak için bakmaktır.
Cenab-ı Hakk’ın masivasına (kainata) mana-yı harfiyle ve onun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı ismiyle ve esbap hesabına bakmak hatadır. Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sevmeliyiz, mana-yı ismiyle değil. Yani “ne kadar güzel yapılmış” deyip “ne kadar güzeldir” dememeliyiz. 13
Biz de Resul-i Ekrem’i (s.a.v.) Allah (c.c) adına ve hesabına, Allah’ın sevdiği (Habibullah) olarak sevmeliyiz. Peki ne kadar sevmeliyiz? Allah adı ve hesabına (mana-yı harfi olarak) sevebildiğimiz kadar çok. Eğer Allah adına değil kendisi adına (mana-yı ismi olarak) seversek Hıristiyanların Hz. İsa’yı (Tanrı İsa), Rafızîlerin Hz. Ali’yi sevdiği gibi (hulul inancı) severiz ki; o sevgi makbul değildir. Çünkü şirke yol açabilir. 14
Burada mühim olan sevginin niceliği ve sayısal büyüklüğü (kemiyeti) değil, niteliği, mahiyetidir (keyfiyeti). 15
Mirac’da Ne Oldu?
İslamoğlu’na göre mirac cismani ve bedeni değildir ve rüyetullah (Allah’ı görme) söz konusu değildir. (s. 115 vd)
Bu tez, ümmetin ve alimlerin, bilhassa kelamcıların yaygın görüşüne uygun değildir. Çünkü mütekellim uleması miracın, uyanıkken hem ruh hem de bedenle gerçekleştiğini kabul ederler. 16
Mirac Kur’an’da detaylarıyla yer almaz fakat çok sayıdaki hadisle ayrıntılı bir biçimde anlatılır. Bediüzzaman da selefi kelamcılar gibi düşünür ve “Sözler” adlı eserinde oldukça mukni delillerle hem ruhi hem de bedeni (cismani) mirac ve rüyetullahı ispat eder. 17
Yazarımız, fani olan Baki olanı göremez ve uyanık ve bedeni mirac olamaz görüşünü şöyle noktalar;
“Kimsenin kendisine itibar kazandırmasına ihtiyaç olmayan Hz. Peygember’e itibar kazandırma adına “tevhid” inancının temellerini sarsacak, ya da en azından flulaşmasına yol açacak böyle bir tartışma son tahlilde imana güç mü verir, onu zaafa mı uğratır?” (s. 116) Başka bir yerde ise “Her olağanüstüleştirme çabası, gerçekte bir ‘insanüstüleştirme’ çabasıdır.” (s. 33) der.
Burada gözden kaçan miracın, rüyetullahın, mucizelerin, gerçekte peygamberlere ait olmayıp, onların fiili olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın eseri olması gerçeğidir. Bir fiil veya olay ne kadar olağanüstü de olsa Cenab-ı Hakk’a izafe edildiğinde mümkinattandır, vukuattandır. Biz “tevhidi” koruma veya peygamberi “insanüstüleştirme”den beri olma adına bunları münhasıran kendi akıl süzgecimiz ve tedbirimizle anlamaya çalışırsak boyumuzu aşan bir işe kalkışmış oluruz.
Efendimiz (a.s.m) ve bütün peygamberler elbette bizler gibi birer insandırlar, fakat nübüvvet cihetiyle olağanüstüdürler. Çünkü peygamberliğin mahiyeti böyledir. Düşünürsek, 1400 yıldan beri tek bir peygamber gelmediği gibi, on milyon insandan sadece bir tane peygamber çıkmışsa bu olağan ve sıradan kabul edilemez. Allah sadece beş Resulünü ululazm tayin etmişse, bunlardan da bir tanesini hepsinin seyyidi yapmışsa, burada olağanlıktan bahsedilebilir mi?
Bütün insanlık tarihi boyunca sadece bir kişi babasız olarak doğmuşsa, sadece bir kişi, kayadan deve çıkarmışsa, sadece bir kişi ayı ikiye bölmüşse, sadece bir kişi ateşte yanmamışsa, sadece bir kişi denizde yol açmışsa, bunları nasıl herhangi bir olay olarak kabul edebiliriz.
Üstelik bu ve bunun gibi pek çok mucizeyi bize yine olağanüstü bir kitap olan Kur’an-ı Kerim bildiriyorsa tavrımız ne olmalıdır?
Hz. İsa’nın babasız doğması dinen sabittir, fakat bu onu kul olmaktan çıkarıp “Tanrı” veya “Tanrı oğlu” yapmaz. Zira o zaman bir bebekti ve peygamberlik de verilmiş değildi. Fakat Hıristiyanlar öyle bir yanlışa saptı diye ve de başkaları sapmasın diye biz bu mucizeyi inkâr edemeyiz, tevil de edemeyiz. Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi elbette ki, Allah’tandır; yoksa İsa (a.s.) ulûhiyet vasfı taşıyıp kendiliğinden de doğmuş değildir.
Aslında din ontolojik yapısı gereği gayba imandır, metafiziktir, olağanüstülüğü kabuldür, olağan üstülükleri yaratana teslim olmaktır. Melekleri göremiyor veya hissedemiyorsak inkâr mı edeceğiz? Haşri izah edemiyorsak red mi edeceğiz? Kur’an’la veya hadisle sabit mucizelere ne diyeceğiz? Sıradan, olağan, olağanüstü olmayan mucize olur mu?
Din bir imtihandır. İmtihan icabı olarak vuku bulan bir mucizeyi (olağanüstüyü) birisi gördüğü halde inkâr eder, büyü veya sihirbazlık der, bir diğeri inkâr etmez, fakat bunu yapan beşer olamaz diye peygambere ulûhiyet isnat eder. Bir mümin de Allah’a ve Resulüne iman eder.
Haber ve Kader
Yazar; “Suyuti’nin el-Hasaisu’l Kübrasına bakılırsa Hz. Peygamber; Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin öldürüleceklerini haber vermiştir. İlk bakışta masum gibi duran, ‘bunda garip olan ne var?’ diye soracağımız bu olayda, biraz derinlere indiğimizde bambaşka amaçlarla karşılaşmamız işten değil. Şöyle ki, bu tür haberlerin üretilmesi genellikle siyasi ve mezhebi amaçlara dayanıyordu. Hatta kimi zaman ‘iyi niyetle’ üretiliyordu. Çünkü eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin katli ‘kader’ idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu. Kavganın önünü kesmek için bu gerekiyordu.” demektedir. (s. 68-69)
Hemen fark edileceği gibi burada “kader” ve “sorumluluk” ile ilgili vahim bir yanlış yapılmaktadır.
Zira kader, Cenab-ı Hakk’ın zaman ve mekanla sınırlı olmayan sonsuz bilgisine tekabül eder, onun her şeyi önceden bilmesi ve bildiği dışında bir şey olmaması demektir. Yani kader ilim nev’indendir, ilim maluma (bilinene) tabidir. Yani nasıl olacaksa öyle tahakkuk ediyor. Yoksa, malum ilme tabi değildir.
Yani kural olarak olaylar (kaderde yazılanlar) Allah öyle biliyor diye öyle olmuyor, bilakis olayların öyle olacağını, zamanla kayıtlı olmayan Rabbimiz önceden biliyor, olanlar da öyle oluyor. 18
Böyle olduğu için de insanın sorumluluğu kalkmıyor. Yani Raşid Halifelerin katilleri onları kaderleri öyle olduğu için katletmediler. Katledeceklerdi ve bunu Allah biliyordu ve Efendimize de (a.s.m.) haberini verdi. Nasıl davranacağımızı Cenab-ı Hakk’ın bilmesi bizim sorumluluğumuzu kaldırmaz ve Cenab-ı Hakk’ın ilmi olmuş ve olacak her şeyi kuşatır. Aksi halde “Allah hadiseleri önceden bilemez” demek icab eder ki, bu ona noksanlık izafe etmektir ve muhaldir.
Aynı şekilde, “Allah önceden biliyorsa katillerin suçu yok” demek de muhaldir. Eğer öyle olmasa İslam Ceza Hukuku (ukubat) ve tatbikatı hiçbir zaman olamazdı. Binaenaleyh Ashab-ı Güzin’in muhale kanması, onunla amel etmesi veya hadis uydurarak tedbir alması beklenemez. 19
İslamoğlu; Efendimizin (s.a.v.) fetih müjdeleyen haberleriyle ilgili olarak, “… yine mevzu olanın zayıfa, zayıfın sahihe karıştığı bir paket tasarlanır. Bu paket içinde, Hire’nin fethinden Şam ve Irak’ın fethine, Kudüs’ün fethinden Mısır’ın ve hatta Kirman’ın fethine varana dek haberler yer alır.” (s. 69) demektedir.
Burada da yazarın mezkur kader anlayışına göre; İslam ordularının büyük gayret ve fedakarlıklarla savaşmalarına gerek kalmayacaktır.
Zira haber verilen, yani kaderde olan zaten ister istemez olacaktır!
Ayrıca müellif yukarıdaki söylemiyle; sadece mevzu değil zayıf hatta sahih hadislerin rivayetinden de pek hazzetmediği gibi bir zehaba sebebiyet veriyor.
Efendimize katiller ve fetihlerle ilgili bilgi verilmesi, bunların rivayet edilip aynen çıkmasında ne gibi bir beis olabilir?
Bunun, “Hz. Peygamberin yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek” ile (s. 68) ne ilgisi var?
Bunlar uydurma değil, zayıf, hatta sahih hadisler olduğunda da mı göz ardı edelim, mevzubahis etmeyelim?
Aşırı Yüceltme mi Yoksa İndirgeme mi Daha Vahim?
Şüphe yok ki, indirgemeci peygamber tasavvuru da aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru da haksızlıktır, abestir. En doğrusu, Hz. Peygamberi (s.a.v) Kur’an’ın ve kendi Sünnetinin (hadis-i şeriflerin) şaşmaz kıstasıyla tanımak ve anlamaktır.
Fakat insan ve toplum çoğu zaman ideal noktada ve dengede durmuyor, bir kısmı ifrat, bir kısmı tefrit ediyor. Bu insanlık ve İslam tarihinde hep sürüp gidiyor. Fakat dengeden uzaklaşma hangi yöne doğru olursa daha tehlikeli ve zararlıdır? Aciz kanaatimize göre aşırı yüceltmeci anlayış tevhid ve iman noktasından daha tehlikeli ve zararlıdır. Zira aşırı yüceltme bazan Hıristiyanlık ve Rafızilikte olduğu gibi tevhidî bir zaaf ve şirk teşkil edebilir. Bu ise en büyük bir zulüm (Lokman, 31/13) ve affedilmeyecek bir günahtır. (Nisa, 4/6) Yaradılış programı ve gayesinin ihlalidir, Hukukullahı çiğnemektir. Nitekim “Muhammediye adıyla anılan bu fırka mensupları ‘Muhammed Aleyhisselam Allah’ın ta kendisidir’ iddiasındadırlar.” (s. 25)
İndirgeme de felaket ve helaket sebebi olmakla birlikte Resulullah’a (a.s.m) saygısızlıktır.
Ama indirgemeci anlayışlar kitapta da incelendiği gibi, çoğunlukla Nübüvveti hatta Risaleti inkar etmeyip, sadece gerekli saygı ve sevgi de kusur ediyorlar. Nübüvveti kabul edip, nübüvvetin misyonunda ve misyonun değer ve öneminde hata ediyorlar. Bu durumda bir insanın Muhammed (a.s) Allah’ın ta kendisidir yerine, o sadece bir habercidir demesi halinde ilk hüküm daha şiddetli bir zulümdür. Muhtemeldir ki, İslamoğlu’da böyle bir anlayışla indirgemeci tasavvura daha yakın duruyor.
Her ne kadar doğru bir iman ve tevhid nokta-i nazarından aşırı yüceltme daha vahimse de, konjonktürel açıdan indirgeme daha tehlikeli görünüyor.
Çünkü, günümüzde Hadis ve Sünnetsiz bir İslam anlayışı Peygambersiz bir din anlayışı, Türkçe ibadet ve Kur’aniyyun yaklaşımı planlı olarak empoze edilip din ifsad ediliyor. (s. 207, Türk İslamı) Bu bağlamda “Türk Müslümanlığı” anlayışı bir toplum mühendisliği projesi olarak egemenlerce tasvip görüyor. 20
Halbuki aşırı yüceltmeci anlayışlar planlı olarak dışarıdan değil, bir eğilim olarak içeriden neşet ediyor ve fıkıh, şeriat ve hatta modernite tarafından sürekli törpülendiğinden itidale yaklaşıyor. En azından ülkemizdeki yüceltmeci anlayış çoğunlukla şirkten uzak durduğu için, Müslümanların Peygamberine (s.a.v.) olan hüsn-ü zanlarını kırmak yerine indirgemeci projeye karşı durmak daha fazla hassasiyet gerektiriyor.
Bir başka ifadeyle, ülkemizde Resulullaha karşı duyulan sevginin indirgenmesini gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Dahası, indirgemeci yaklaşım, bir takım çevrelerin dini ve mukaddesatı yaşanılır olmaktan çıkartma gayretlerine yardımcı olmak, kişiyi, toplumu ve dini sekülerleştirme teşebbüslerine katkıda bulunmak anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak; muhabbetin şe’ni ifrattır, sevdiğini makamından fazla görmek istiyor ve öyle de görüyor. 21
Ama bazen bir şeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkârına sebep olur. 22
Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir, istikamet ise hadd-i vasattır. 23
Netice
Dikkat edilirse üç bölümden oluşan kitabın, indirgemeci peygamber tasavvuru ve Kur’an peygamberi bölümleri ile ilgili olarak bir eleştirimiz olmadı. Fakat peygamberin efdaliyeti bölümündeki malumatlar Hz. Peygamberi anlamaya yardımcı olmak yerine, zihin karıştırıcı bir işlev görmektedir.
Dipnotlar
1. Three Faces of Jesus (İsa’nın üç çehresi), Çev. Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar, İstanbul 1993.
2. Vasat ümmet için bkz. Şamil İslam Ans., İst. 1994, C. 6, s. 312.
3. Bilge Kral Ali İzzetbegoviç, “Doğu ve Batı Arasında İslam” (Nehir Yay., İstanbul 1993) adlı meşhur ve temel eserinde (s. 23 vd) bu üçlü tasnifi şema halinde onlarca konuya tatbik edip önemli sonuçlara varıyor.
4. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 354.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 118.
6. Abdülkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları, Envar Neşriyat, İstanbul 1992, s. 306 vd.
7. A.g.e. s. 306.
8. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 153.
9. Lem’alar, s. 516 vd.
10. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 2, s. 147 vd.
11. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C.3. s. 988 vd; İbni Kesir, Çağrı, İstanbul 1988.
12. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1993, s. 11 vd.
13. İslami Prensipler Ansiklopedisi, İttihad Yay., İstanbul 1994, C. 3, s. 1103 vd.
14. Lem’alar, s. 30; Sözler, s. 587.
15. Muhabbet’in mahiyet, çeşit ve sonuçları için bkz: Sözler, s. 581-593.
16. Şamil İslam Ansiklopedisi, C. 4, s. 197.
17. Sözler, s. 914 vd; 31. Söz’de Miracın sırr-ı lüzumu, Hakikat-i Mirac, Hikmet-i mirac, Miracın semerat ve faydaları çarpıcı bir surette incelenmiştir.
18. A.g.e, s. 430.
19. Kaderle ilgili olarak bkz: A.g.e., s. 425 vd.
20. “Türk Müslümanlığı” kavramı ve projesi için bkz: Köprü Dergisi, Bahar/1999, Sayı: 66.
21. Lem’alar, s. 29.
22. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Aysa Neşriyat, İstanbul 1997, s. 88.
23. Lem’alar, s. 31.



* Mezhepleri ve mezhep imamlarını tenkit eden,
* Şefaati inkâr eden,
* Mehdi a.s.’ın inişini inkâr eden,
* Sahih hadisleri inkâr eden,
* Üç talağı bir sayan (İbni Teymiyenin fetvası),
* “Hayızlı kadın camiye girebilir” diyen ve “Giremez!” diyen Ehli Sünnet âlimlerine de “Yahudilere meyl etmiştir.” diyen,
* Hz. Ebubekir, Hz. Osman, Hz. Ömer, Hz. Aişe vâlidemize ve Hz. Muâviye (r.a.)’a hakaret eden şiileri konuk eden, onların hakaret vari sözlerini sessiz bir şekilde dinleyen ve konuşmalarına izin veren,
* Üç Muhammad diye bir kitap çıkarıp Efendimiz s.a.v.’in mucizelerini inkar eden ve “Sıradan bir peygamberdir.” diyen,
ve daha buna benzer akla zarar ne fetvaları olan bir şahsiyet!!!
Mustafa İslamoğlunun sapkınlıklarıyla ilgili bir örnek:
Mustafa İslamoğlu’nun kendi sitesindeki yazıyı aynen aktarıyorum:
SORU: Kabir azabı olduğuna inanmayan arkadaşım var. Kendisinin Kur’anı Kerim’i incelediğini ve kabirle ilgili bir bilgi bulamadığından inanmadığını söylüyor. Kesin delilleri nerede geçmektedir?
CEVAP: Kabir azabı, İslam ekolleri arasında temel bir tefrika konusu olmuştur. Savunanlar da reddedenler de Kur’an’dan bazı ayetleri delil getirmişler, fakat bu deliller doğrudan kabir azabının varlığına ya da yokluğuna delalet etmediği için iki tarafın tezi de temelsiz kalmıştır. Kabir azabı ancak hadislerle temellendirilebilir. Hadisler ise akaide konu olmazlar. Dolayısıyla kabir azabı iman veya inkarın konusu değildir.”
( Ölümden Sonrası ve Kabir Hayatı Hakkında Bilgi Edinmek İsteyen Buraya Tıklasın )

İbn-i Teymiyye Değerlendirmesi

Filed under: İbni Teymiyye — moskovazâde @ 2:34 am
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in İbn-i Teymiyye Değerlendirmesi
Şimdi bütün bu yolu kaybedişlerin, çamura saplanışların, her şeyi beş hasseden ibaret kuru akıl çerçevesine döküşlerin; ona da nasıl inandıkları ayrı bir mesele teşkil etmek üzere “Nas-Kur’ân hükmü” dışında hiç bir şey kabul etmeyişlerin ve Kur’ân’ı kuru akla göründüğü gibi ele alışların baş temsilcisi İbn-i Teymiyye’ye sıra geliyor.
Sekizinci Hicrî Asrın bu kuru kafası, kendisinden birkaç asır ilerideki Vehhabîliğe, ondan 1 asır sonra da Mısırlı Muhammed Abduh ve Efganlı Cemaleddin’e (Cemaleddin-i Efganî) uzaktan ve yakından ana zemini kurmuş ve İslâmı yıkılmak üzüre bir bina farzedip onu dışından payandalamak isteyen daha sonraki (reform)culara doğrudan doğruya veya dolayısiyle dayanak olmuştur.
Bir âlim, evet… Fakat… Kuru, hedefini şaşkın, sır âleminin vecde düşürücü müşahedesini kaybetmiş ve derinliğine hikmet ufuklarını karanlığa boğmuş bir ilim, hiçbir şey bilmemekten daha kötüdür. îbn-i Teymiyye bu ikinci sınıfın baş örneğidir; ve mesleği, kısaca, şeriati dış çehresiyle ele almak, onu uzunluğuna ve genişliğine ele alırken derinliğinden mahrum ederek hacimden uzaklaştırmak ve satıh haline getirmek ve bu yolda İslama bir nevi maddecilik ve kuru akılcılık getirmeye kalkışmış olmaktır. Yâni İbn-i Teymiyye, şeriati doğrulayıcı akla, onun gördüğünden-ötesini kabul etmemekle, farkında olmaksızın bir nevi selâhiyet ve hâkimiyet tanımış oluyor ki, akla böyle bir selâhiyet ve hakimiyet tanımak, hem aklı, hem imanı anlamamak ve dalâletin en dipsizine düşmek oluyor.
Eğer insan “ben Kur’an-ı aklımla tefsir ederim” dese de tefsiri Beyzavî Tefsirinin aynı olsa yine küfürdedir.
Aynı akılla Allah’ı inkâr edenler, ters tarafından İbn-i Teymiyye ile aynı daire içinde mahpusturlar. Bu bahis gayet girift ve uzundur ve İbn-i Teymiyye mektebinin bazı ihtilâtları, hattâ son zamanlarda yurdumuzda talebe kaydetmeye kadar giden sirayetleri ve kolayca yerleşme avantajı bakımından ne kadar üzerinde durulsa yeridir.
Akla bahşedilen öyle bir kolaylık ve ucuzluk ki, yarım akıllara İlâhî esrara karşı bir nevi horozlanma sevdasını veriyor, İlâhî esrarı çözülmüş şifre kâğıtları halinde sepete attırdığının farkında olmuyor; ve işte bu haliyle günümüzde İslâm Enstitülerine kadar sızmış ve bazı gruplar arasında modalaşmış bulunuyor.
Tasavvufu inkâr etmek, Resuller Resulünün ruhâniyet ve bâtınını tanımamaya varır ki, hem de sözde şeriatten yana görünmenin maskesi altında topyekûn ve en hain şekilde küfre ulaşır. Bu gibilerin (diyalektik) tekerlemeleri ise, (Sokrates)in buluşiyle, flüt çalana inanıp da flüte inanmamak derecesinde hayalî bir abes ve hamakat teşkil eder. Anlaşılmaza inanıyor da onun tecellilerindeki sırrîlik ve gizliliğe inanmıyor!!!
Koca İmam-ı Gazalî… Aklı akılla tükettikten sonra şöyle der:
“- Aklın hudut noktasına vardım ve gördüm ki, onunla erişmek boş hayâl… Peygamberin ruh feyzine yapışmaktan ibaret her şey… Öyle yaptım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın ötesidir.”
Bunlarsa aklı tüketip ötesine geçenler değil, en iptidaî aklın tükettikleri…
Kocakarıların hayâl aynasındaki mevhum çizgilerle, Allah’ın esrar perdesindeki sonsuzluk nakışları ve tasavvufun sahtesiyle gerçeği arasında ayırd edici meleke, işte İbn-i Teymiyyede mevcut olmayan selim akıl ve mümîn kalbleri ışıldatıcı ilâhî nurdur. Nur yoksunu, o…
Necip Fazıl Kısakürek

20/04/2011

Mustafa İslamoğlu’nun Yanlış Kuran Tefsiri

Filed under: Uncategorized — moskovazâde @ 2:50 am
Tags: , , , , , , , ,
Mustafa İslamoğlunun Hazırlamış Olduğu Kuran Meâl’indeki Vahim Hataları
Çoğu Kişinin Büyük Âlim bilip (!) peşinden koştuğu Mustafa İslamoğlu, Hazırlamış olduğu Kur’an Mealinde, Arap dili belağat ve gramerini bilmediğini ortaya koymuştur!
İslamoğlunun Mealinde 3000’e yakın, linguistik (Dil Bilimi) ve gramatik yanlışı vardır!
1) M. İslamoğlu, eski kadim tefsirlerin “ takdir ” metodunu eleştiriyor. Kelimelerin takdiri gerekseydi, Allah onları lâfzen ifade ederdi, diyor. Böyle bir eleştiri ve yaklaşım, Arap dilini ve dünya edebiyatlarını bilmemektir. Çünkü sözün akıcılığı, vurgusu ve güzelliği için bu kural, bütün dünya edebiyatlarında, özellikle îcaz ve i’caza dayanan Arap dilinde makbul ve müstahsen bir yöntemdir.
Evet Kur’an Arap Dili ve Edebiyatı çerçevesinde inmiş, ilahi bir manadır. Yoksa cümleleri bağlamından koparıp, sloganlaştırmak için değildir.
Bununla beraber, M. İslamoğlu, 19. ayette “ Allah onların nurunu gideriverir ” âyetinde “ Allah onların ( göz ) nurunu giderir ” diye takdir yapmıştır. İşin ilginç yönü, bu takdirin yanlış olmasıdır. Ayetin doğru meali şöyledir: “ Münafıkların reisi, kendilerini aydınlatmak için bir ateş yakar. Ateş onun etrafını aydınlatır aydınlatmaz Allah anında münafıkların aydınlığını giderir; onları içinde asla bir şey görmeyecekleri karanlıklar içinde bırakır. ”
2) “ Takva ” vikaye ( korunma ) kökünden gelen mübalağa mastarıdır. Tek başına gelirse insanın kendisini ( kalbini, ruhunu ) günahlardan, kötülüklerden koruması demektir. Allah kelimesi ile kullanıldığında “ kendinizi Allah’ın azabından koruyun ” şeklinde muzaf takdir edilerek mana verilir. Çünkü Allah’ın kendisinden korunmanın bir manası olmaz. İslamoğlu Efendi, 3/80 –81’de ve 23/51–53’te bu kuralı kullanarak doğru meal vermiştir.
Burada ise, “ İttekullah ” gibi terkipleri “ Allah’a saygı duyun ” diye çeviriyor. Muhammed Esed’den ve İzutsu’dan esinlenerek… Halbuki onlar da bu takdir kaidesini atladıkları için; ve bazı yanlış çevirilerin “ Allah’tan korkun ” diye çevirmelerinden yanlış yola girmişlerdir. Haliyle Batılıların işte bakın “ İslam korku dinidir ” olan propagandalarından çekindikleri için… Hülasa saygı manasına gelen takva kelimesi değildir. “ Haşyet ” kelimesidir. Halbuki 2/23. âyette “ itteku naren ” ateşten sakının, diye doğru çevirmiştir.
3) 2/2. ayette geçen “ lareybe fih ” deyimi bir yüklem iken, sıfat olarak çevrilmiştir. Meal içinde gramere bağlı kalmadan, yuvarlatma tarzında bu gibi yüzlerce cümle var. Bu da Kur’an’daki mucizevî yapıya uygun değildir. Ve “ Gerekçeli Meal ” ismine de uygun değildir.
4) 2/3. âyeti “ O muttakiler ki… ” diye çevirmesi gerekirken “ O hidayete erenler ki; ” çevirmiş. Bu da hem âyetin gramerine, hem de manasına aykırıdır. Çünkü bu iki cümlede demek istenilen mana şudur:
“ Muttakiler gayba iman etmek, namazı doğru kılmak, infak etmek, yeni ve eski bütün vahiylere inanmakla, kendilerini korumuş olurlar. ”
Ayrıca İslamoğlu, “ takva hidayetin sebebidir ” diyor. Tam tersine âyet diyor ki, “ Bu Kur’an hidayettir (yol gösterir). ” Bunun sonucu olarak insanlar şu gibi güzel ameller yapmakla kendilerini korumuş olurlar.
5) 2. âyette “ ilahi ” kelimesini takdir etmek “ la reybe ” yüklemini sıfat yapmak birkaç yönden yanlıştır.
a) Çünkü muhatap bu kitabın ilahiliğini bilse zaten kuşku duymayacak.
b ) Takdirsiz ve gramere uygun olarak âyetin meal ve manası şudur: “ Bu bir kitaptır. ( Bilgi ve yasalardır) Onda kuşkuya asla yer yoktur. Çünkü, özünü koruyan binlerle muttakiye yol göstermiştir.” Yani eğer Kur’an’da bir çürüklük olsaydı bu kadar güzel meyveler vermezdi. “ Çünkü şüpheli ağaçlar ürün ve meyvelerinden tanınırlar. ”
c) İslamoğlu, madem takdir kuralına karşıdır, “ belağata aykırı olarak ” yüzlerce kelimeyi neden âyetlerin içine serpiştirmiştir.
d) İslamoğlu “ Burada kuşku Allah’a ” yöneliktir, diyor. Hâlbuki o günkü Medine’de bulunan insanlar Allah’a inanıyorlardı. Demek bu iddianın tarihi bir dayanağı yoktur.
6) İslamoğlu 3. Notta dediği gibi; eğer fıtri olan takva duygusu hidayete götürüyorsa, o zaman Kur’an’ın hidayet ve rehberliğine ne ihtiyaç kalır, gibi paradokslar ortaya çıkar.
7) İslamoğlu “ Gayb ” terimini idraki aşan gerçekler, diye çevirmiştir. Hâlbuki burada, ruhani, uhrevi, metafizik gerçekler kastediliyor. Ve dinde insanın akıl ve idrakini aşan konular yoktur.
8) 2/6. ayette “ iman etmezler ” deyimi, “ iman etmeyecekler ” olarak çevirirse daha isabetli olur. Çünkü “ la ” gelecek olumsuzluk edatıdır.
9) 2/8. âyette “ Onlar kesinlikle inanacak özellikte değiller. ” mealindeki cümleyi “ Onlar müminlerle değiller ” diye çevirmek ve “ ba ” harfine maiyet manasını vermek, belağat ve grameri hiç bilmemek gibi bir şeydir.
Nitekim ayetle ilgili notun sonunda, doğru tefsir yapmıştır. Bu da bir yanlış ve bir doğrunun birbiriyle çelişmesidir.
10) 9. âyetin meali şöyledir: “ Münafıklar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışıyorlar. Fakat gerçekte ancak kendilerini aldatıyorlar. Ve kendi kuyularını kazdıklarının bilincinde değiller. ”
Burada İslamoğlu âyetin akıcılığına aykırı iki yanlış yapmıştır.
a) “ Allah’ın onların bu hilelerini ifşa edeceğinden farkında bile değiller ” diye çevirmiştir.
b ) “ Onlar farkında olmadan bu hileleri yapıyorlar ” gibi bir manayı hiç kimse vermemiş ki İslamoğlu böyle bir bahis açıyor, 5. Notta…
11) 12. ayetin doğru meali şöyle olmalı:
“ İyi bilinsin ki, onlar bozguncuların ta kendisidir. O kadar çok bozulmuşlar ki, bunun farkında bile olamayacaklar. ”
12) 13. âyette “ Sefihler ” kelimesi aklı hafif, az akıllı manasındadır. “ ahmaklar ” diye çevrilmesi tam isabetli değildir.
“ …gibi mi, inanıyoruz? ” şeklindeki meal ayetin ifadesine ve maksadına aykırıdır. Gerekçesi de yoktur. Münafıkların demek istediği şudur: “ Biz nasıl bu budalalar gibi inanalım? Biz zaten müminiz ” deyip Sahabelere taş atmaktır. Burada hata: “ fi’il–i muzarinin başına soru edatı gelince, geniş zaman manasını bırakıp sadece gelecek zaman manasına geldiğini bilmemektir. ”
13) 7. âyette “ Ve ” edatını “ İşte ” diye çevirmek; cümlede hasır edatı olmadığı halde, hasır (tekellik) manasını vermek; 13. âyette ilim kelimesini şuur ( farkındalık ) manasına çevirmek; 14. ayette inşa kipi olan “ Biz inanıyoruz ” kelimesini “ Biz inandık ” diye çevirmek;
Sh. 9’da “ Ela ” edatını Sahabeleri içine alacak şekilde “ muhatabın uyuyan ve uyuşan bilincini gösterir ” demek yanlıştır.
Çünkü burada uyarı edatının amacı, münafıkların pisliğini ve şeytanlıklarını dile getirmektir.
14) Sh. 9’da “ münafıkların şeytanları ” “ onların reisleri olabilir ”, demek eksik olur. Çünkü kesin mana zaten odur.
15) 14. âyette “ Biz onlarla sadece alay ediyorduk ” şeklinde geçmiş zaman kipi ile meal yanlıştır.
Çünkü, cümle–i ismiyedir. Ve geniş zaman ifade eder. İstihza gibi düşük seviyeli işlerin münafıkların her zaman temel karakteri olduğuna işarettir.
16. âyette “ Onlar doğru yolda olan kimseler değiller. ” şeklinde meal anlamsızdır. Doğrusu şöyle olmalı:
“ Münafıklar kârlı çıkarız, diye hidayete karşı sapıklığı satın aldılar. Ticaretleri kâr etmediği gibi, çıkış yolunu da bulamadılar. ” ( Hidayet yol bulma manasına gelir. )
16) Sh. 9’da 12. Notun bir anlamı yok. Çünkü, bu gibi benzetmeler ( ticari terminoloji ), zaten Arap dilinin doğal yapısıdır. Kur’an sadece bu gibi deyimleri daha beliğ bir şekilde kullanmıştır. Çünkü Kur’an’ın ilk muhataplarının çoğu tüccar idi.
Ayrıca Kur’an için “ dini olan ve dini olmayan alan ” gibi bir ayrım da söz konusu değildir.
Ticaret ve ticaret terminolojisi 7000 yıldır var. Dolayısıyla “ Bunu bu asrın idrakine söylemenin” manasını anlayamadım.
17) 17. âyetteki “naren” kelimesini “ meşale ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, münafıkları “ çölde karanlıklar içinde kalıp etrafını aydınlatmak isteyen, bunun için ateş yakan şaşkınlara benzetiyor. ”
Ayrıca ateş, onların nifak ateşine de bakar. Dolayısıyla meşale, diye çevirmek yanlıştır.
18) “ Onlar ( hakikate ) dönemezler ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, “ onların çıkış yollarını bulabilecek, geri dönecek imkânlarının da kalmadığını ” söylüyor.
Sh. 10’da 2. Nottaki bilgi yanlıştır. Âyetle alakası yoktur. Yani münafıkların tutuşturmak istediği ateş ( vahiy ve Kur’an ) değildir. Onların Kur’an’a karşı üretmek istediği yanlış fitne ve çareler ateşidir.
19) 23. ayette iki cümle yanlış çevrilmiştir. Doğrusu şöyledir:
“ Eğer bu şüpheniz, bir gerçeğe dayalı ise; Kur’an’ın bir suresinin benzerini getiriniz. Ve Allah’ın dışında şuheda ( merci, güvenli destek ve şahitler olarak kabul ettiğiniz ) güçleri de yardıma çağırın!. ”
* Âyette “ sıdk ” doğruya, gerçeğe dayanmak demektir. Sadık kişiye de bu ismin verilmesi yalana dayanmayıp, konuşmalarının gerçeğe uymasından dolayıdır.
* Şuhedayı da “ Allah dışındaki tanıdıklar ” olarak çevirmek gevşek ve mantıksız bir tercüme olur.
20) Sh. 11’de 5. Nottaki hadis yanlış çevrilmiştir. ( Aslına bakılsın! )
8. Nottaki endad’ı “ rakipler ” olarak; “ tec’alu ” kelimesini de tasarlamak olarak çevirmek de yanlıştır. Çünkü “ endad ” ( Allah gibi tapılan ve kabul edilen ) putlar demektir. Müfredatın deyimine göre “ nidd ” Kur’an’da benzerlik manasına binaen kullanılmıştır. Allah’ın benzeri olmayacağına göre, burada benzerlik tapma yönü demek olur. Ki, Kur’an’da geçen bütün yerlerde bu tapma manası var. Zaten âyetin başı “ ibadet edin ” diye gelmiştir. Evet, Allah’ın düşmanı olur. Ama Allah’ın rakibi olmaz.
“ Ca’l ” ise edinmek, yani put edinmek demektir. Tasarlama diye çevrilse, bu manayı vermez.
21) 25. âyette “ iman eden ve iman özelliğiyle tanınanlar ” manasındaki bir edebi deyimi ( ki, bu “ellezine ” edatının tam ifadesidir ) “ imana ulaşanlar ” diye çevirmek; “ imana ulaşıp da inanmayan nice kimseler var” olabileceğinden dolayı gevşek ve yetersiz bir çeviri olur.
22) Sh. 12’deki “ Amel–i Salih ” ile ilgili bilgiler bütünüyle yanlıştır. Çünkü:
Kur’an bu deyimi mutlak bırakmıştır. Ki, dine uygun yararlı bütün işleri kapsasın. Dolayısıyla Kur’an’ın her yerinde bütün yararlı işleri içerir. Ayrıca; Kur’an, nûzûl sürecine göre hiçbir ifadeyi ve temel kavramı değişik kullanmamıştır. Kur’an terminolojisinde evrimsel bir boyut yok. Yani, amel–i salih, ( yararlı işler ) küfür, günah, ifsad gibi ne kadar kötü eylem varsa onlara karşı olan eylemlerdir. Dolayısıyla ilimcilik oynayıp bu kelimeyi değişik nüanslara ayırmak ilmi olmaz.
Maalesef İslamoğlu, bu gibi zannî bilgileri mealin içine çokça idhal etmiştir. Mesela “ yararlı işleri ” ( imanla uyumlu iyilikler ) diye çevirmenin mantığını anlamış değilim.
Bu âyette “ her seferinde birbirine benzer fakat değişik olarak o rızık onlara sunulur ” mealindeki cümleyi “ Oysaki bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik ” şeklinde çevirip, Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle anlamsız bir anlam vermek, cümlenin öznesini ve yüklemini göstermemek, acaba hangi gerçeğe dayanıyor, diye sormak gerekir…
23) 26. âyette “ haya etmeyi ” kaçınmak diye çevirmek yanlıştır. “ İman edenler, bu gibi misal vermenin hak olduğunu, kendilerini terbiye eden Rablerinin rububiyeti gereği olduğunu bilirler ” mealindeki evrensel bir bilgiyi “ iman edenler bilirler ki gerçek, Rableri katındandır ” diye, gramere ( zamiri atlayıp iki yüklemli cümleyi bir yükleme indirgemek şeklinde ) aykırı olarak âyeti manasız bir slogan yapmak, bence Müslümanlara büyük bir hakarettir.
“ Men yeşau ” tabiri Kur’anî bir kalıptır. Genellikle “ Allah istediğini saptırır, istediğini de hidayete erdirir ” şeklinde çevrilir. Fakat bu deyimin geçtiği yerlerde veya bir önce veya bir sonraki âyetlerde “ İnsanlar fısk veya doğru tercihte bulunduktan sonra, Allah, düzenli ve yasal meşietiyle onları ya saptırır veya hidayete erdirir ” bu âyette “ Allah fasıklardan ( yasal yaşamayanlardan ) başkasını saptırmaz, ” cümlesinde olduğu gibi, bir gerekçeye değinir. Bu gerekçeye dayanarak yasal ve haklı olarak ilahi meşiet vurgulanır. Bu yasal işler için determinizm olmasın, diye meşiet kelimesi seçiliyor.
Demek Kur’an’ın bütünlüğünü görmeyenler, meşiet ( yeşau ) kelimesinin “ yasal ilahi icraat ” manasına geldiğini bilmeyenler, ukalalık yapıp burada özneyi “ Allah’tan ” kişiye veriyorlar. Veya Mustafa İslamoğlu gibi bu fiil, çift öznelidir, diye bir çıkış arıyorlar. Halbuki bir fiilin çift özneli olması, 2×2’nin 6 etmesi gibi bir saçmalık olur.
Ayrıca burada öznenin kesin olarak Allah’a raci olduğunu gösteren 20’den fazla âyet vardır. Fihristten “ yeşau ” maddesine bakınız.
24) 28. âyette “ cansızken ” sıfatını; “ öldüren ”, “ dirilten ” fiillerini yanlış çevirmiştir. Fiiller gelecek zaman kipleridir, geçmiş zaman olarak çevrilmemeli! Son cümleyi de “ sonra Ona döneceksiniz ” diye çevirmek, hem gramere, hem üsluba daha uygun olur.
25) 29. âyetin meali ve ilgili notu çok güzeldir. Fakat “ Ve ” edatını “ nihayet ” diye çevirmek yanlıştır. Burada atıf illet manası içindir. Yani:
“ Allah yeri göğü her şeyi sizin için yaratmıştır. ( Bu yaratma ona zor gelmez. ) Çünkü O her şeyi bilendir. ” ( Yani bilgi, işi kolaylaştırır. )
26) 30. âyette “ bozgunculuk çıkaracak, kan dökecek ” gelecek zaman kipi iken fiilleri, “ fesad çıkaran, kan döken ” diye geçmiş zaman fiilleri olarak çevirmek yanlıştır.
İslamoğlu bu âyetle ilgili 2. Notta Rağıptan “ melek ” kelimesinin “ milak ” kelimesinden türediğini naklediyor. Halbuki Rağıpta böyle bir ifade yok. Ayrıca İslamoğlu, Rağıptan “ Her meleğin melaike olduğunu, fakat her melaikenin melek olmadığını ” özetle naklediyor. Haliyle Rağıptaki diğer ifadeler olmayınca bu cümle bir bilmece gibi kalıyor. Rağıbın izahına göre manası şudur:
“ Melek bir şeyi yönetmekle görevli olan ruhani varlıktır. Dolayısıyla her melek melaikedir. Fakat melaike daha çok ibadet ve zikir ve tesbih yapan ruhani varlıklar demektir. Onların maddi âlemden bir şeyleri yönetmesi gerekmez. Dolayısıyla her melaike melek değildir. ”
İslamoğlunun, temel kaynaklardan yaptığı alıntılarının çoğu kısa ve anlaşılmayacak niteliktedir. Mesela: Taha 15. âyetin notunda “ uhfiha ” kelimesinin zıt manalı olabileceğini söylüyor. Ve yanlış telaffuz ile okuyor; “ Ehfiyeha ” diye yazmıştır.
Halbuki zıt manalı deyince “ nerede ise ben kıyameti gizleyeceğim ” mealindeki âyeti “ nerede ise kıyameti gerçekleştirip açıklayacağım… ” şeklinde meal vermeliydi. Zaten doğru mana da bu ikincisidir. Çünkü kıyamet zaten gizlidir. İslamoğlu bu âyetteki “ ekâdu ” fiili için nakıs değil de “ tam ” olduğunu söylüyor. Halbuki bu gibi nakıs fiiller, haber aldıktan sonra “ tam ” fiil olma ihtimalleri kalmaz. Ki burada “ ekâdu uhfiha ” şeklinde haber almıştır.
27) 3. Nottaki “ Halife ” meful olarak bir başkasına vekâlet veren, deyimi manasızdır. Doğrusu “ başka birinin yerine halife yapılan ” olmalı. ( Müncide bakın. )
28) İslamoğlunun “ Âdem ” ile bütün insanlık kast edilmiş, diye izahı çok isabetlidir. Fakat bu bilgi yanında üç şeyi eksik bırakmıştır.
A) Halife ( Allah’ın yeryüzündeki vekili ) eril bir kelimedir. M. İkbal, Ali Şeriatı, Bediüzzaman gibi düşünürler, burada Âdem insanlığın, ruhani, ilmi, kültürel yönünü temsil eder. Ve ancak insan tür olarak Allah’ın yeryüzündeki icraatını yerine getiren bir halife olabilir, diyorlar. Bu manasıyla çoğulu Hulefa gelir. Dişil olma yönü de vardır. Bu yönüyle beraber çoğulu “ Halaif ” tir. “ Allah siz yeni nesilleri ( erkeğiyle kadınıyla ) geçmiş nesillerin halaifi yaptı ” mealindeki âyette olduğu gibi.
B ) “ Halk ” kelimesi etimolojik olarak şekillendirme demektir. “ Ca’l ” ise daha çok soyut eylemler için kullanılır. İşte buna göre, yaradılış ile ilgili deyimler eğer, biçimsel biyolojik yöne bakıyorsa “ Halaka ” fiili kullanılıyor. ( 7/11’e bakınız. ) Burada ( 2/30 ) iş, soyut bir eylem olduğundan, ( insan türünün yeryüzündeki hilafeti kastedildiğinden ) Ceale fiili kullanılmıştır. “ Ben bir halife edineceğim ” denmiştir. Dolayısıyla İslamoğlunun 4. notu faydalı bir bilgi vermiyor.
C) Madem İslamoğlu Âdemden maksat insan türüdür, diyor. Az da olsa bu biyolojik ve sosyolojik süreci anlatması ve gerekçelerini göstermesi gerekirdi. Fakat maalesef Sh. 16–18’deki notların çoğu birbiriyle çelişiyor. Kur’an ise çelişkilerden münezzehtir.
29) Âyet 32’deki “ Sen tek otoritesin! ” şeklindeki çeviri, Allah’ın kutsiyetini, sonsuzluğunu ifade etmiyor. Hocamız bu manalar için “ bu kelimeyi seçtim ” dese de mana öyle değildir. Âyet 33’teki secde, hizmet, itaat ve saygı manasındadır. “ Emre hazır olmak ” şeklinde çevirmek bu manaları vermez. Âyet 34’te aynı cümle içinde “ olmuştular ” ve “ oldu ” kelimeleri zaman açısından uyumlu değiller. Ayrıca “ olmuştular ” gibi mış–miş’li fiiller Kur’an’a ve ilahi hitaba yakışmaz.
Âyet 36’da “ yerleşme, karar kılma ” manasına gelen kelimeyi “geçici bir hayat alanı” olarak ve “ belli bir süre yaşamak ” manasına gelen kelimeyi de “ tadımlık bir haz ” diye çevirmek, sorumluca ve kelimelerin hakkını veren bir çeviri değildir.
30) İslamoğlu her halde Kur’an’ın çoğu yerde eşyanın bilinçli yapısına işareten “ akıllar ” için kullanılan “ hüm ” zamirini yanlışlıkla eşyaya değil de “ Esmaya ” yönlendirmiş; birçok ihtimalli manayı vererek işi kapalı bırakmıştır.
Evet, her şey bilinçli bir dosyadır. Eşyanın ( insan dilindeki kelimeler olarak ) isimleri ise, içlerindeki yazılım ve bilince göre verilmiş birer nişandırlar. Esma demek, Arapça kelimeler demek değildir. Allah’ın sonsuz varlığının eşyalar ve varlıklar olarak yansımasıdır. Yani her şey Allah’ın ismidir.
“ Hüm ” zamiri meleklere de raci olabilir. Çünkü melekler, eşyanın dayanağı olan bilinci temsil ediyorlar.
31) “ Âdemin algıladığı kelimeler ” ( 2/37 ) deyimi de; insanoğlunun doğal, sosyal ve dini olarak edindiği yasalar demektir. İnsanoğlu bu yasalarla yeryüzünde yaşam imkânını bulup eksiklerini kapatabilmiştir. “ Allah İbrahim’i kelimelerle ( yasalarla ) imtihan etti. O da onları tamamladı ( uyguladı ) ” âyetinde ve “ kelimetullahi hiyel–ulya ” âyetinde kelime, yasa ve şeriat manasına gelir. İşte dil, tarih ve realiteye uygun olan bu izahı, Sh. 15–16’daki 24–25. notlarla karşılaştırın, farkı ve eksikliği görürsünüz.
İslamoğlu birçok şeyi ihtimaller karanlığında bırakmakla, yani bir yandan evrimi ve Âdemin insan türünü temsil ettiğini söylüyor, öbür yandan “ Allah ilk insana dilleri öğretti. İlk insan, ilk peygamber Âdemdir ( Sh. 18, 25. Not ) ” gibi ifadelerle akılları karıştırıyor. Halbuki Kur’an’ın bir ismi “ Kitabun Munir ” dir. ( Aydınlatıcı kitap )
32) İslamoğlu, 38. âyetteki “ Bu cennet ortamından hepiniz inin dedik. Kesin olarak benden size bir rehberlik ( hidayet) gelecektir. ” mealindeki iki cümleyi “ Emrettik: oradan hep birlikte çıkıp inin! Fakat benden bir rehberliğin size ulaşması şarttır. ” şeklinde çevirmiştir.
Burada “ imma ”, “ ma ” edatını almış, muhakkak manasına gelen “ in ” den ibarettir. Şart edatı da olsa, Hocanın dediği gibi cevabı olmayan bir şart değildir. O zaman şöyle meal verilir: “ Benden size bir rehberlik gelince; kim ona uyarsa onlara ne korku vardır, ne de üzülürler. ”
33) Sh. 20 Not 3’te “ Huld ” kelimesi dünyaya ilişkin geldiği üç yerde “ inkâr, vehim ve red ” için kullanılır, diyor. Galiba demek istediği “ Huld ” ( ebedilik ) kavramı dünya hayatı ile ilgili kullanıldığında daima olumsuz manasıyla kullanılmıştır. Çünkü dünyada ebedilik yoktur.
İslamoğlu bazen bir âyetin bir veçhini, bir masadakını ele alıp mananın tümü olarak gösteriyor. Mesela:
Fatiha suresinde “ Mağdub ” kelimesinin manası Yahudilerdir. “ Dallin ” de Hıristiyanlardır, diyor. Halbuki böyle bir genelleme ehl–i kitapla ilgili yüz âyete aykırıdır. Bir kısım kadim müfessirlerin böyle bir tercihi ise, Yahudilerin fazlaca esbapperest olduğundan ve Hıristiyanların İsa’nın tabiatının anlaşılmasında boğulduklarından dolayıdır.
Nitekim B. Said Nursi, 30. Söz’de bu âyetteki “ mağdup ” lardan maksat, esbaba tapanlarlardır. “ dallin ” den maksat, tabiat ve madde içinde boğulanlardır, diyor.
İşte, İslamoğlu Müslümanların bu asırda materyalizme, paraya, dünya hayatına bağlanıp, ilahi gazap içinde kaybolduklarını dile getireceğine, onları uyaracağına, bundan maksat benim “ Yahudileşme Temayülü ” adlı kitabımda anlattıklarımdır, diye işi materyalize edip dünyevileştiriyor.
Sanmayın Fatiha suresinin mealinde sadece bu gibi yöntem yanlışlığı vardır. 20–30 tane daha tercüme ve notlandırma yanlışlığı, orada da var.
Bu son dönemde Ali Ünal Beyefendi de bir meal yazdı. Ortaçağın Ortodoks anlayışına uydurup cemaati dağılmaktan kurtarmak için 3000 âyeti tahrif etmiştir.
Daha önce modernite dinine girmiş olan Batılıları tatmin etmek için M. Esed de bu şekilde binden fazla âyeti tahrif etmiştir. Mustafa İslamoğlu, bu iki zat gibi Kur’an’ın metnini hepten göz ardı etmemiştir. Fakat yine de 3000’e yakın, linguistik ve gramatik yanlış içeriyor. Ayrıca okuyucuya sağlıklı bir yorum hakkı vermiyor. ( Bakara 102’ye bakınız. ) İnş döner tashih eder.
Numune olarak biz bu kadarıyla yetinelim.

11/04/2011

Ehl-i Sünnet Akîdesi

Filed under: Ehli Sünnet Akîdesi — moskovazâde @ 6:26 pm
Ehli sünnet ve’l cemaat (Radıyallahü anhüm ecmain) Hazeratının i’tikadları budur ki:
Allah Teala Hazretleri birdir, kadimdir, araz,cisim, cevher, musavver, mahdud ve ma’dud değildir.
Kadim, bizim tabirimizle evveli olmayan ve ahiri bulunmayan bir zat-i acell-i a’ladır.
Mahiyet ve keyfiyetle de vasf olunamaz.
Bir mekana muhtaç değildir.
Üzerine zaman geçmez.
O’na hiçbir şey benzemez.
İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz.
O’nun zatıyla kaim sıfat- ı ezeliyyesi vardır.
Sıfatları O’nun ne zatının aynı ve ne de gayrıdır. Mesela, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen, ben değilim desen olmaz, benim desen olmaz. Onun için de ne aynıdır ve ne de gayrıdır demişler. O sıfatlarda şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelam, tekvin.
Allah Teala’yı görmek aklen de naklen de caizdir.
Kainat, alem cemi-i eczasıyla ve sıfatıyla muhdestir, yani yoktan vücuda çıkarılmıştır.
Onu yoktan çıkarıp meydana getiren Allah Teala’dır. Kullarının bütün fiilleri, küfür, iman, taat ve isyan cümlesinin halıkı Allah Teala’dır.
Allah’tan gayrı Halık yoktur.
O fiillerin kullardan suduru, yani oluşu Hak Teala Hazretlerinin iradesi, meş’iyyeti, hükmü, kazası ve takdiri iledir.
Kulların işlerinde kendi ihtiyarları da vardır, onlar ile sevap ve ıkab olunurlar.
Taatta sevap, Ma’siyette de ikab vardır. Güzel işler işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenab-ı hakk’ın rızası vardır.
Fena ve kötü şeyler ki ehli dünya da onu sevmez. Ahirette ikaba sebep olanlar da Hakk’ın rızasıyla değillerdir.
Kul , gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz.
Sevap, Cenab-ı Hakk’ın fazlıdır, azabı da adaleti icabıdır.
Maktül eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebep olmuştur.
Ecel birdir.
Haram dahi rızıktır.
Herkes kendi rızkını yer, gerek helal olsun gerek haram olsun.
Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir.
Allah Teala, dalalet ve hidayetini halk edendir.
Dilediğine dalalet ve dilediğine de hidayet halk eder.
Kula aslah olanı halk etmek, Allah Teala’ya vacib değildir.
Hz. Resulullah(s.a.v.) ‘in yakaza halinde şahsıyla Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya, oradan semaya ve oradan da Hakk Teala’nın murad ettiği yere urucu haktır.
Melekül mevt haktır.
Kabirde, bütün kafirlerin ve bazı günahkarlar mü’minlerin azabı haktır.
İbadet ve taat ehlinin nimetlere nail olması da haktır.
Münkereyn meleklerinin kabirde sualleri de haktır.
Kıyamet günü dirilme haktır.
Amellerin tartılması haktır.
Kitap haktır, hesap da haktır.
Havz-ı kevser haktır.
Sırat köprüsü de haktır.
Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin şefaatı da haktır.
Cennet ve cehennem de haktır ve el’an muvcutturlar, bakidirler.
Ne cennet, cehennem ve ne de içindekilere fana, yokluk gelmez.
Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü’mini imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz.
Cenab-ı Hakk, kendine yapılan şirki afvetmez.
Şirkten maada, büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder.
Küçük günahlara ikab caizdir. Büyük günahların da afvı caizdir, tövbe etmese dahi.
İman, peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir.
Ameller, hakikat-ı imana dahil değillerdir.
Ameller, kendi nefislerinde ziyade olurlar. Fakat, hakikat-ı iman ne ziyade olur ne de eksilir.
Amellerin ziyadesiyle imanın meyveleri ve nurları artar.
Her mü’min: Ben Hakka müminim demelidir. İnşallah ben mü’minim demek te’vil ile olsa dahi doğru değildir. Şek ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar.
İman tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahluktur ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Haktan hidayet olduğuna göre de mahluk değildir.
Mukallidin imanı şek ve şübheden ari olursa sahihtir ve lakin kadir ise, delilleri terk ettiğinden asidir.
Bazı kere sa’id, saadete erişen kişi şaki, yani cehennem ehli olur ve bazen de şaki, yani cehennemlik bir kişi de sa’id ani ehl-i cennet olur. Yani, Müslüman iken kafir olur veya kafir iken Müslüman olur. Fakat, Allah’ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zatında ve gerek sıfatında tağyir caiz değildir.
Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlahinin inzalinda (inişinde) hikmet ve maslahat vardır.
Hak Teala, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i taatı cennetle tebşir ve ehl-i küfürle asileri de cehennem ve ikabla tenzir etti. Nasa (insanlara da) din ve dünyalarında muhtac oldukları şeyleri öğrettiler. Onları mu’cizelerle te’yid eyledi.
İlk peygamber Adem aleyhisselam, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir. Bütün peygamberlerin efdali Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir.
Melekler de Hz. Allah’ın kullarıdır. Ve emirlerini amillerdir ve masiyetten ma’sumdurlar. Erkeklik ve dişilikleri yoktur, yemek ve içmeye muhtaç değillerdir.
Peygamberler meleklerin rasullerinden, meleklerin rasulleri ise beşerin Salihlerinden, beşerin salihleri ise bütün meleklerden efdaldir.
Keramet haktır ve ol keramet, şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dahildir. Veli kerametinde müstakil değildir.
Veli, peygamberlik derecesine vasıl olamaz.
Kuldan, hiçbir hal ile teklif sakıt olamaz.
Efdal-i Evliya Ebu Bekir (r.a.) dır. Ondan sonra Ömer el Faruk, ondan sonra Osman Zü’n-nureyn, ondan sonra da Aliyyü’l Murtaza (r.aleyhüm) hazeratıdır. Hilafet de bu tertib üzeredir.
Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yad etmek caiz değildir.
Hilafet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.
Ehl-i İslam’a bir imam mutlaka lazımdır, Müslümanları hem korumak ve hem de işlerinin layıkıyla görülmesi, cum’a ve bayram namazlarının sıhhati için gerektir.
Fasıkın arkasında namaz kılmak caizdir. Fasıkın cenazesine de namaz kılmak caizdir.
Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir.
Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.
Zamanların ve mekanların faziletleri haktır. Ramazan ayı, recep, şaban, muharrem, arefe günü, bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerif ve mescidler gibi.
İlim, akıldan efdaldir. Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükut etmiştir.
Sihir vakidir.
Göz değmesi de caizdir.
Müctehid bazen isabet eder bazen hata eder.
İctihadında isabet ederse iki sevap alır., hataları da afvolunur.
Kur’an-ı Kerim’deki nassların mümkün olduğu kadar zahirine hamdolunması vacibdir.
Ümmetten hiçbirisine cennetle şehadet etmeyiz. Yalnız Rasulullah’ın (s.a.v.) şehadet ettikleri aşere-i Mübeşşere müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Said, Abdurrahman b, Avf, Ebu Ubeyde b. El- Cerrah rıdvanullahi Teala aleyhim ecmain.
Deccalin çıkması haktır.
İsa (a.s.)’ın semadan nüzulü haktır.
Dabbetü’-arz’ın hurucu haktır.
Kahine, müneccime, arrafa gidip bir şey sormak caiz değildir. Fal bakıcılar da buna dahildir.
Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.
Cemaat hak ve sevaptır, rahmettir. Ayrılık azabdır.
Allah Teala indinde makbul din İslam dinidir.

http://www.sapitanlar.com

16/12/2010

Mezhepsiz Efganiyi Taklid Eden Mustafa İslamoğlu

MUSTAFA İSLAMOĞLU : O’da Efgani mezhebsizini savunanlardan.[1] Türkiye’deki mezhepsiz reformcuları kaynak alarak kitaplar yazanların içinde kalemi güçlü bir isim. Hiç değilse İmamlar ve Sultanlar kitabında, imam-ı Azam (rh.a) efendimizi Ebu Hanife’den hariç “Azam” lakabı ile anabilmiş, Allah rahmet eylesin, şehid imamdır diyebilmiştir.Tabi burada maksadı tağuta karşı kendine malzeme olarak İmam-ı Azam efendimizi seçmek değilse !
Bu cümlelerinin onu Muhammed Abduh, İbn Hazm, İbn Teymiyye, M.Abdulvehhab, Mevdudi..vs. gibi isimlerin ve rafizi vehhabi etkilerinden kurtarmaya bir sebep olmasını dilerim. Zira kitaplarında kaynak olarak ele aldığı isimlerden bazılara bunlar ! Bu isimlerin ne korkunç itikad hırsızları olduğunu benim gibi ilimsiz biri tesbit edebildiğine göre, kendisinin bunları bilmemesi düşünülemez !Geriye bir tek ihtimal kalıyor : Bu isimlerin çağırdığı itikadı-Allah korusun- benimsiyor olmak !
Bahsi geçen kitabında (sh: 178) İmam-ı Yusuf (rh.a.) gibi bir müctehidi yargılaması haddini bilmezlik olsa gerek.Bu mübarek imamı yargılamaktan geri durmayan birinin, mezhepsiz olduğu bilinen Mevdudi’yi de aynı sayfada İmam Yusuf’a nispet edercesine övmesi enteresandır.
Bir başka kitabında çok talihsiz cümleleri var. Sevgili Peygamberimizin gözlerinin, mübarek ağız biçiminin, inci dişlerinin güzelliğini, sesinin gür çıktığını, yani peygamberi mucizeden olmak üzere, seslerinin çok uzaklardakilerin dahi duyabildiğini, boylarının herkesten yüksek göründüğünü, tenlerinin misk-i amber gibi koktuğunu, bir çocuğu sevse o çocuğun başında mübarek ellerinden yayılan kokunun günlerce ayrılmadığını çeşitli muteber ehl-i sünnet kitaplarında okumuşsunuzdur.
İslamoğlu’da tüm bunları epey malumatla mezkur kitabında naklettikten sonra bakın ne diyor : Rabbimiz Hz.Peygamberi örnek olarak gösterdiği halde, nedense klasik ulema ille de onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… Verilmek istenen insan tipi taklid edebilecekleri bir nebi değil de kendisine sadece hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…Elbette efsaneler örnek alınsın diye değil, sadece insanlara ” onlar kim, biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Geçmişte bu tavır niçin takınıldı, bilemem.Lakin çağın mantığı da buna çok benziyor. Kutsa ve müzeye kaldır.. Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir.Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!) [2]
nedense klasik ulema.. İmam-ı Suyuti,İmam Müslim, İmam Buhari, İmam Taberani, İmam-ı Kastalani, İbn-i Cerir M.Taberi (RA) gibi mübarek ve mutemet isimler mi klasik ulema ? Yani eski bakışlı, dar ufuklu klasik ulema demek istiyor. Efendimiz aleyhisselatü vesselamın hayatlarını cephe cephe gözlemlemiş, yıllarca hizmetlerinde bulunup O’nu (SAV) aşkla yeterince anlatamamış olmanın sıkıntısını çekmiş sahabe mi klasik ? Zira senin klasik dediğin ulemalar bu sahabe zincirinden gelen anlatımla bize o şanlı Peygamberi anlattılar.Yine bu dini biz -Allah razı olsun- onlardan öğrendik.
Siz çağdaş ulema olmaya özendiniz ve mezhep tanımazları akıl hocası bildiniz ! Çağdaş Hamidullah alçağı, Peygamber düztabandı, tükrüğünden başka mucizesi yoktu dememiş miydi.? Kitabında nakillerde bulunduğun M.Abdulvehhab “benim elimdeki bastonumun bana faydası var, Muhammedin (SAV) faydası yok dememiş miydi ? “Kişi sevdiğiyle beraberdir” onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… İlk nur ve son Peygamber.Allah (CC)’ın “habibi” sevgilisi..Buna rağmen sen, Allah Resulünün bizlerden farklı yanının olacağını, diğer insanlardan üstün vasıflara haiz olacağını kabul etmiyor musun? Kaba bir maddeci bakışla dinin tebliğ eden elçiydi hepsi o kadar mı ? Tebliğ ettiklerine bakın, tebliğciye bakmayın diyorsan, Al-i İmran suresi: 31′i muteber ehl-i sünnet tefsirlerinden oku. Biraz da Mesnevi’yi okuyalım ki, maddi gözümüz kapansın, manevi aşk gözümüz açılsın.
Sahabe-i Kiram hazaretı Efendimiz (SAV) mübarek sakal-ı şeriflerini tarasa, saçlarından kesseler, teller toprağa değmeden kapışıyorlardı.Hiçbiri senin gibi tebliğ ettiğine bakın, Peygamberin şahsından size ne demediler.Peygamberimizin birileri tarafından efsaneleştirilmeye, büyütülmeye hiç ihtiyacı yoktu.O (SAV) zaten en büyük ve en üstün İNSAN idi.
Yoksa “Bu övgüler övene nispetledir.Yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir.” yani Ey Resul seni kendimizce, bilgimizce övdüğümüzü sanırız, kendi vasıflarını bilen, senin katında ise bunlar ne eksik şeylerdir.[3]
Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…, haşa yani Peygamber böyle değildi de, böyle hayali bir insan aktarıldı. Aşkınlaştırılmış, abartılmış demeye getiriyor.Prens Bismark bile “Sana layık bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim Ya Mu…. derken, bizim yerliler saf İslam diye diye, Yüce dinimizde mana mefhumu adına, mucize adına hiçbir şey bırakmadılar.
M.Hamdi Yazır -rahmetüllahi aleyh- efendi, Al-i İmran : 33. Ayetini tefsir ederken, peygamberlikteki özellik ve üstünlükleri şöyle açıklar : “ Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde, gerekse ruhani kuvvetlerde başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyguları gibi idrak güçleri, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları; hafıza ve zeka gibi zihinsel güçleri, akli ve ruhi güçleri, yalnızca derece bakımından değil, nitelik bakımından da diğer insanlardan farklı bir mükemmelliğe ve varılabilecek en yüksek düzeye sahiptir. Mesela uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde gerisinden de görebilirler. Başkalarının işitmediğini işitir, duyamadığını duyar, tadamadığını tadarlar. Şifa-i Şerif’tede genişçe açıklandığı gibi Peygamber -sallahü aleyhi vesellem- Efendimizin cismani ve ruhani kuvvet melekeleri ne kadar yüksekti.”[4] diyen alimlere mi, yoksa bütün bu alimleri ve ittifakla naklettiklerini hiçe sayan reformcu çağdaş naylon müctehid taslaklarını mı dikkate almalıyız. Vallahi yakınlarıma hep şunu söylüyorum: Y.Nuri gibileri seyredeceğinize, açık-saçık bir film seyretmeniz daha evladır..Zira ilki itikadını bozup, dinden eder, ikincisi de çirkin olmakla beraber yalnızca günahkar eder! Durum bu kadar vahimdir. Peygamber varisi gerçek alim mürşid-i kamil zatlarda bu varisliklerinden ve peygamber veresesinden nasiplerini alırlar.Öyleyse günümüzde bile peygamber varisi evliyaya dikkat!
” onlar kim biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Yani Peygamberden insani yapı olarak, aslında hiçbir farklı yanımız yok demeye getiriyor.Hani şu onlar adamsa bizde adamız meşhur söylemleri gibi!..Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir. Şu bedbah tanıma bakın! Kainatın Fahrini -sallahü aleyhi vesellemi- nasıl kaba bir tanımlamaya, tozuna kurban olacağımız mübarek varlıklarını bu şekide dillerine dolayabiliyorlar.Oysa ehl-i sünnet ve cemaat önderleri Ol Rasulü taşımak şerefindeki binitlerine dahi (katır) demeyip, ester dediler, binitlerinin bile Allahresulünce verilmiş isimleri vardı.Kaba softaların kaba dili o Allahın boyası ile boyanmış aynaya zaten iz düşürmez!
Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!)Önce mübarek önderimizi (SAV) küçültücü izah et, şüphe tohumlarını ek, sonra da onunla ilgili söylenenler gerçek olabilir de. İlmine mağrur şeytan kıssasını bir anlayabilseydik ! Bir Müslüman için gerçek olabilir, diye bir düşünve olamaz. Şüphe yok.O (sav) şüphesiz Elmalılı tefsirinde (yukarıda) verdiğimiz gibiydi, hatta daha da üstte,-haşa- Allah demeyecek kadar muazzez ve muhteşemdi.
Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler.. Şimdi bu cümleyi bir daha ele alalım. İslamoğlunun başka bir cümlesini buraya taşıyalım : “ Tek kişilik bir ordu, tek kişilik bir ümmettir, göklerin kendine dar geldiği kartaldır.” Peh peh peh..! İslamoğlu bu hayranlık uyandıracak, aşkınlaştırılmış kelimeleri başka bir yerde kullandığını unutmuşa benzer. Biz kendisine hatırlatalım. Yukarıdaki bu cümleleri Kafir, mason Cemaleddin Efgani için kullanmıştır. [5] Allah Resulüne -sallahü aleyhi vesellem- çok gördüğü meth-ü sena içeren cümleleri bir mason için kullanmaktan çekinmemiştir!
Çağdaş yazarlar, siz; peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen, mezhepsiz ve mason birini göklerin kendine dar geldiği bir kartal olarak anarken, fena yakayı ele verdiniz. Kişi sevdiği ile beraberdir. Biz Hazreti Peygamberi, arkadaşlarını, aşıklarını övmeye devam edeceğiz. Siz de masonları övün. Er yarın Hak divanında belli olacak !
Tarikat meselesinde, batıl tarikatleri asli tasavvufa örnek göstermesi ve hak tarikatlerden misaller getirmemesi (sh: 100), kelam ilmini faraziye olarak nitelemesi, (sh:45 ); Hz.Osman (RA) efendimize yapılan iftiraları ayrıntılı gözler önüne güya tarafsız ve savunmadan vermesi (!) (sh: 38-39 dip notları ); aşere-i mübeşşere’nin sayısı, İmanın ve İslam’ın şartının kaç oluşuna kadar, herşeyi yeniden tesbit etme ve geçmiş ehl-i sünnet müctehidlerini, alimlerini yetersiz gösterme eğilimleri gibi hiç de üzerine vazife olmayan ihtilaflardan, yeni ihtilafları doğurmuş !
“Ehl-i sünnet içi tekfir yarışmasına Hanbeliler de Eş’ariyi tekfir edip, kanının helal olduğu yollu fetvalar vererek katılırlar.”(sh: 43 ) Hak mezhebleri birbirine garazlı gösterme gayreti bir kere daha karşımıza çıkıyor. Hanbeliler dediği, hanbeli mezhebinin bulunduğu bölgede, Teymiyye yandaşı vehhabilerdir. Vehhabilerin ise ehl-i sünnetin kanını, malını, ırzını helal addettikleri bilinen birşey. (Yusuf Nebhani hazretleri bunu eserlerinde açıkça belirtir.) İslamoğlu’nun çağdaşı Karaman’da bir televizyon konuşmasında Arabistanın vehhabilerini Hanbeliler olarak tanıtmıştı !!
Bu kitabı da satır satır ele alsak, yazacak çok şeyimiz olurdu elbet. Lakin bu memleketimizin ehl-i sünnet alimlerinin, hocalarının (erbabının ) yapmak zorunda oldukları bir iş. Eskiden icazetli ulema, ilmi yayınları titizlikle takip edip, gerekli gördükleri zaman tenkid yazıları yazarak; ümmete duyururlardı.
Günümüzde heva kitapları, her türlü kontrolden uzak, boş meydanda at oynatmaktadır. Hiç kimse rahatını bozmak istemiyor. Ahmed Davudoğlu ve Necip Fazıl merhumdan sonra bu vadide bir M.Şevket Eygi, Ebubekir Sifil hoca kaldı. Bir de son zamanlarda cesurca; bu gibi insanların üzerine Furkan dergisinde giden Muhterem Sadeddin Ustaosmanoğlu vardı. Şer’i konularda hassas kalemlere ne kadar çok ihtiyacımız var !
[1] Furkan Dergisi, sayı: 26. yıl : 1997
[2] M.İslamoğlu, İman Risalesi sh: 281 vd.
[3] Mesnevi, Gölpınarlı c.VI, sh: 89,
[4] M.Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, II/1090 vd.
[5] M.İslamoğlu, “Anadolu”, Denge yay. C.2, sh: 152,285,298,299,300,303
Alıntıdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder